Pire🚲 ile “KİTAP OKUMA TURLARI” Babaeski Günlükleri
Bisiklet bir tutkudur, bir yol masalı dostudur, gönülçelen bir sevdadır. Bisikletle kitapları düşünde gören biri yol sevdasına tutulduğu aşkını ömrü buyunca unutmaz, yaşadığı sürece o okuma mekânını hep arar durur… [Anı-Yaşam 📽️]
“Buhar inkılâptır. Buğu inkılâbın öksüz çocuğu. Buhar korkutucu bir gücün ortalığa çıkmasıdır. Buğu, ince bir tabakanın soğuk yüzeylere tutunması. Buğu, hep buharı özler, onun çelimsiz parçası olarak yolunu kesiştirir.”
“Cümle libastan soyunmuş, üryan, zamirin aşikâr etmiş girdiler kavgaya bizim çocuklar ve buğu, encam tavı gelsin demirin diye yürüdüler uğultulara. Erişsindi su galeyan noktasına, doğrulsundu yedi kat yerin altından onlar. Buğu özlüyordu suyun buhara inkılâbını, bir el üstüne bir kalp mi çizer, silip dışarıya mı bakar, ne fark eder…”
“Böyle bir demdi o, biz de o dem, bilmem kaç numaralı bildiride adı geçen çocuklardık.”
“Buğu bizden bir yaş büyüktü…”
Şakacı Sokak’ın Yapıtaş’lısı sevgili Asaf’a selam olsun. Çok değerli kardeşimiz, dostumuz Ayhan’ı da bir kez daha hakkıyla yazdığı için sonsuz teşekkürler. Anısı anımızdır. Minnetle.
Kitapta 16 yaşından, 20 yaşına, büyük geleceklerin düşlerini kurabilecek, bu dünyanın değişmesi gerektiğine karar verecek kadar büyümüş, hiçbir kızın / erkeğin elini duyguyla tutmamış, dudağından öpmemiş, salt kendisi için değil, içinde bulunduğu toplum için özgürlük, adalet isteyen birçok çocuğun, gencin yaşamından kesitler var.
Her bölüm bittiğinde oturduğum yerde kala kalıp, gözlerim uzaklara dalarak düşünmekten doğal ne olabilir ki?
Bravo Asaf. Seni ancak ben ve ben gibiler anlayabilir. Hele bir de aynı mahalleyi, aynı sokağı, top oynadığımız toprak arsaları paylaşmışlığımız varsa…
Tavsiye ederim. Keyifli okumalar. ☺️📖🚴
***
Katkılar:
Bir okurun yeni bir kitaptan ya da daha önce varlığını bilmediği bir kitaptan nasıl haberi olur?
Bir dergide, bir gazetenin kitap ekinde görebilir veya bir başka okurun tavsiyesi ile olabilir.
Benim için de böyle oldu.
Son romanımın imza gününde Aristonikos Okuma Grubu’ndan iki değerli dost… Hava Mengütay ve Zeliha Göklen… Hem varlıklarıyla değer kattılar hem de bir başka grupla okuyacakları kitabın adını vererek beni davet ettiler. Öylesine nezaketliydiler ki kıramazdım, kitabı aldım, okumaya başladım. Son haftalardaki yoğunluğumdan dolayı toplantının yapılacağı gün ancak tamamlayabildim ve aralarına katıldım, yazarıyla da tanıştım.
Öncelikle yazarından söz etmek istiyorum. Asaf Güven Aksel…
Kitap ise “Çocuk Buğu Bir de Biz”.
Kapakta “anımsamalar” diye tanıtıyor…
Çok rastlamadığım bir tanımlama, biraz öykü, biraz anı ya da hiçbiri. Yazar, anımsadıklarından yola çıkarak bazen bölük pörçük bazen belli bir düzen içinde yaşanmışlıklarını paylaşıyor okurlarıyla. On ayrı bölümden oluşmuş. Her biri kendi içinde bütün olarak kabul edilebileceği gibi… Uzun bir öykünün / anımsamanın birbirine bağlı parçaları olarak da değerlendirilebilir. Kesin olan, bir dönemin özeti olduğu… Hemen tamamı 40-45 yıl öncesi yaşanmışlıklardan yola çıkılmış.
Öncelikle bir konuyu net olarak vurgulamak gerekirse son derece sahici, inandırıcı… Okurken kesinlikle “Bu da olur mu?” dedirtecek bir yer yok. Birçok yazar öykü ya da romanlarında kendi yaşamlarından yararlanır. Bazı yazarlar minik parçalar alır kurgusunun içine yerleştirir. Bazıları da yaşamlarını temel alıp belki kurgu eklemeleriyle birleştirir. Bana göre önemli olan yazılanların okuru ikna etmesidir ve çok önemlidir. “Çocuk Buğu Bir de Biz” böyle yazılmış.
Ülkemizin belki en karmaşık yıllarında yaşadıklarını okurlarına aktarmak istemiş yazar. Arka kapak yazısının bir bölümünde şöyle diyor:
“Kararsızım. Yaygın kullanımıyla ‘78’liler’ mi doğru? Daha seyrek kullanılan ‘74’lüler’ mi? Yoksa üç aşağı beş yukarısıyla ‘60’lılar’ mı demeli? Yaşayanlarla mı tanımlanmalı, yaşananlarla mı bir kuşağın yılca adlandırılması? Önemli olan bu değil, “bizim kuşağın” yaşadıklarının tekrarlanmasının imkânsız oluşu. Ortam, genel atmosfer bir gün çok benzer hale gelebilse de… O nesnel koşullar, o iklim, bir daha yaşanamaz. O insanlar bir daha yaşayamaz. Anlatmaya yelteniyor. En fazla sezdirebiliyor. Arşivleştiriyor. Bir nebze belgeselleştiriyor. Ama bugünün koşullarında, o insanların algılanması açısından çaresiz kalıyorsunuz.”
Öyle Bir Geçmiş Zamanki
Evet. O yıllar bir daha yaşanmayacak, öyle bir ortam olsa bile farklı şekilde seyredecek, bu kesin. Şimdilerde daha iyi anlıyorum. Her grubun az ya da çok, ülkesini sevdiği ama yöntemlerinin çok farklı olması dolayısıyla acımasızca birbirlerini yok etmeye çalıştığı yılları unutmak mümkün mü? Özellikle bu nedenle o dönemi yaşayan birinin ağzından dinlemek çok değerli.
Çoğu zaman yaşı 60’ı geçmiş olanların dilinden düşürmediği “Nostaljik” eski günlerin özlemiyle çocukluk ve gençlik yaşamları, insan ilişkileri, çocuk oyunları çokça anlatılıyor. Okurken “Ben de böyle yaşadım, ben de anımsıyorum” duygularıyla ve çok ilgiyle okutuyor kendini. Ama kesinlikle “Nerede o günler?” veya “Artık kalmadı o güzellikler” bakışının sıradanlığına düşmüyor. Sadece okurun duygularını kavradığının bilinciyle yaşananları aktarıyor…
O yılların devrimcilerin keskinliğini anlatırken birçoğumuzun bildiği, yaşadığı ya da tanık olduğu yasakların bugün ne denli geride kaldığını duyumsatıyor. Örneğin… “Her gün az kuru, az pilav, çok ekmek” yiyenlerin “Karnıyarık” yemeye terfi ettiklerinde lokantacı Zülbahar’ın “Bıraktınız mı lan o işleri?” tepkisi bu duygunun net bir kanıtı.
Dikkat ettiyseniz, kitabın içeriğinden hiç söz etmedim. Aslında o denli çok aktarılacak, sözü edilecek şey var ki, böyle yazılara sığmaz. Biraz da yeni okurların merak etmelerini, tadını çıkartmalarını istedim.
Son Sözler…
Sonuç olarak… Çok sevdim, beğendim. Ama daha çok bende yarattığı, düşünme, anımsama, belki biraz da kendimi / o yıllardaki çevremi yargılama, haydi biraz daha insaflı bir sözcük kullanalım, özeleştiri yapma gereksinimini duyumsatmasıydı. Yazarın çevresinde, arkadaş grupları, mahalle sakinleri, inandıkları yolda ödünsüz yürüyen yoldaşlarıyla kullandığı üslup, birebir yaşandığı anlaşılan olaylar zinciri o yılları görmüş, tanık olmuş, büyüklerinden dinlemiş okurları içine çekiveriyor.
Kitapta on altı yaşından, yirmi yaşına, büyük geleceklerin düşlerini kurabilecek, bu dünyanın değişmesi gerektiğine karar verecek kadar büyümüş, hiçbir kızın / erkeğin elini duyguyla tutmamış, dudağından öpmemiş, salt kendisi için değil içinde bulunduğu toplum için özgürlük, adalet isteyen birçok çocuğun, gencin yaşamından kesitler var. Her bölüm bittiğinde oturduğum yerde kala kalıp, gözlerim uzaklara dalarak düşünmekten doğal ne olabilir ki?
Benim önceki yıllarda üzüldüğüm bir konuydu, okuduklarımı zaman içinde unutmak. Sonra dost muhabbetlerinde gördüm ki hemen herkesin yaşadığı bir şeymiş bu. Hele bir yerde rastladığım, “Her okuduğumu anımsamam gerekmiyor, her kitaptan kalan küçük izler yaşamımı şekillendiriyor. Ben bugüne değin okuduklarımın bir bileşkesiyim” düşüncesini doğrusu çok sevmiştim. Şimdi kesin olarak biliyorum ki, bu kitapta okuduklarımı da bir gün unutacağım. Ama bana kattıkları hep beynimin bir köşesinde duracak.
Bugüne değin 68’lilerle başlayan efsane günleri anlatan çok kitap çıktı, bir kısmını da okuduğumu düşünüyorum. Kesin olan bir şey varsa Asaf Güven Aksel’in “Çocuk Buğu Bir de Biz” yazılmasaymış bu ortam eksik kalırmış. Anımsattıkları, yaşattıklarıyla bendeki en özel yerini aldı.
Teşekkürler Asaf Güven Aksel…
***
“Çocuk, Buğu, Bir de Biz”…
Asaf’ın (Güven Aksel) bir solukta okuduğum son kitabı (Yazılama Yayınevi, 2021). Mesut Odman her zamanki ustalığıyla yazdı köşesinde “anımsamalar”ı.
Aynı mücadele dünyasının başka insanlarını, siyasi faaliyet hakkı sınırlandırılan kamu görevlileri içindeki kahramanları yazmak istemişimdir hep. Kurguladım durdum ara ara, o kadar. Asaf’ı okurken de zihnimde yazma denemesi yaptım. Yaptım da kâğıda dökülür mü bilemiyorum.
Bizim kuşak desem mi bilmem ama birkaç kuşak var ki görevlerinin ve toplumsal sorumluluklarının etkisiyle kendilerini anlatmayı da kendilerinden söz etmeyi de pek sevmezler. Ben de sevmiyorum ama derdimi daha iyi anlatabilirim diye sevmediğimi yapacağım. 1973 yılında kamu görevine başladım. Sosyalist devrimin örgütlü mücadelesine 1970’lerin son çeyreğinde başladığımda bir anayasal denetim kurumundaydım. Araya sıkışan altı yıla yakın başbakanlık danışmanlığı deneyiminden sonra son on üç yılımı bir başka anayasal denetim kurumunda geçirdim. 2009’da benimle çalışmak istemediğini söyleyen kurum başkanına otuzaltı yıllık kamu görevimi sonlandıracak emeklilik dilekçemi sunduğumda, “Partim” ile doğrudan buluşma yolum da açıldı.
Harikulade bir yolculuk…
Genç yoldaşlarımla tanıştığımda soru hep geldi, gelmeye de devam ediyor: “Nasıl?” Merak edilen şuydu. Kamu görevini, hem de özellikli alanlarda sürdürürken nasıl sosyalizm mücadelesi verilir, nasıl komünist olunur, komünist kalınır. Evet, zor. Ama devrimci teoriyi, eğitimi, ahlakı ve disiplini özümsediyseniz, mücadeleyi ve koşullarını biliyorsanız hiç de zor değil.
Böyle örneklerle dolu yüzlerce, binlerce, -haydi genel adıyla söyleyelim- bürokrat var; devrimci ahlak ile meslek ahlakını buluşturup ikisini de yükseklere taşıyan, hiyerarşinin altından üstüne kadar birçok kademede hayli çok kamu görevlisi var tarih içinde.
Asaf’ın deyişiyle… “Anlatmaya yelteniyor, en fazla sezdirebiliyor, arşivleştiriyor, bir nebze belgeleştiriyor, ama bugünün koşullarında, o insanların algılanması açısından çaresiz kalıyorsunuz. Hele o kahrolası nostalji küçültücülüğü! Hele o kenara çekilenlerin çirkin ‘hey gidi’ciliği!”
“O insanlar” da yazılmalı anımsayanların kaleminden…
Anıları Hep Yaşayacak
Mesut Odman’ın sıklıkla başvurduğum deyişiyle “demokratlığı en üstün mertebe sanan” solcular arasında onlardan da var, bu yanılsamaya düşmeyenler de var.
Aynı mücadele dünyasının başka insanları dediğim gerçek kahramanlar o kadar çok ki…
Asaf’ın kalemi gibi olmasa da belki yazanlar olacak, belki de yazılamayacak o mücadele insanları. Kimileri “bilmem kaç numaralı bildiride adı geçen çocuklar” olarak; kimileri kıyıma uğrayanlar, hukuk denilen kılıfın satırlarında kamu görevlerinden koparılanlar, yargıda adaleti bulamayanlar olarak kalacak… Kimileri de anımsadıkça boğazımızın düğümlendiği cinayet kurbanları olacak. Kimilerini kıyıda köşede kaybedeceğiz. Kimilerini dostlardan soracağız; kimilerini geçim derdinde, kimilerini 1 Mayıs’tan 1 Mayıs’a göreceğiz.
Bir şey var ki bir yandan buruk bir anımsamaya dönüşüyor. Bir yandan da “Ama yaşıyorlar ve aramızda olacaklar bu sömürücü düzenden kurtulmak için” heyecanını canlandırıyor.
Ben sevdalandım oğlum devrime, devrimcilere…
Genel örnekle özetlersek… Bir yanda 12 Eylül, Yenikapı, milliyetçilik, dinsellik, seçim ve sandık ruhuna kapılıp burjuva demokrasisine bile uymayacak şekilde düzen içinde kaybolmalar, diğer yanda “meslekten devrimciler”. Birinciler silinip gidiyor ve giderken de sömürünün katmerleşmesine öyle ya da böyle destek veriyor, ikinciler insanlığın sınıfsız ve sömürüsüz dünyada insanlığını yaşaması için mücadeleye katılıyor.
Milliyetçilik-tarikat-mafya-sermaye havuzu içinde, düzenin siyaseti içinde oradan buradan değil, seçim ve demokrasi yanılsamasından değil, devrimden söz edenler; söz etmekle kalmayıp devrime kilitlenip örgütlenenler, sömürülenler, ezilenler, sömürenlere karşı uzlaşmaz mücadele içinde olanlar, emekçiler yazıyor tarihi. Ve bu tarihi yazanlar eksiksiz, amasız, ödünsüz “kardeşçe-yoldaşça güven duygusu”nun devrimci ailesini oluşturuyor.
Bu bir ayrımcılık ya da kin ve nefret değil, ayrımcılığı ve eşitsizliği kaynaklandığı sınıftan kurtarıp hukukun soyut satırlarından çıkararak yok etme mücadelesi ve sorumluluğudur.
Ne diyor Asaf’ın kahramanlarından Haydar: “Ben sevdalandım oğlum devrime, devrimcilere…”
***…***
(*) Önceki Makale: 🚲&📖 Ahmet Ümit “Kayıp Tanrılar Ülkesi”
(*) Sonraki Makale: Bisikletle “STANPOLİ” Öncesi Babaeski’de Hazırlık Turlarım
Bir sonraki “Türkiye Turları: Hazırlıklar” güncesinde görüşmek üzere; sevgiyle kalın,
Gezenti Şeref