Fotoğraflar ve Kokular Kadar Eski Bir Anadolu Yakası

Üsküdar’dan Beylerbeyi’ne; Çengelköy’den Kuleli’ye & Kandilli’ye; Anadolu Hisarı’ndan Kanlıca & Çubuklu’ya…

Oralara bir takım, başka suretler ve burcular içinde yeniden gitmeyi deneyebilirim. Gerçi ufacık tefecik bir günlük İstanbul uzaklaşmasından sonra çok yorgun hissediyorum. Yaklaşık 12 kilometre sürecek bir yürüyüşe kalkışacak dönüşü göze alamayacak kadar yorgunum. Her anlamda yorgun… Programdan sapmamak adına kendime bu dönüşü de yaşatacağım ama, biliyorum. Bir başka deyişle o uzun yolda bıraktığım sokakların, mekânların, insanların ve hikâyelerin de izini sürmek isteyeceğim.

Peki, ne yapmam gerekiyor?

Hazırlanmak ve yola koyulmak.

Sadece çocukluğum ve gençliğimde hatırlamak istediğim Anadolu Yakası’nı düşünüyorum. Yapmaktan kendimi alamadığım, şimdi yine sızısını için için duyuran o burkucu parantezin içine koyacağım bu küçük hayal yolculuğu bile hesapta yoktu üstelik. Nedense İstanbul’a her gelişimde bundan kaçamıyorum. Alışılmış gördüğüm her şeyi geçmişle kıyaslamaktan.

Neyse, boş verelim. Görülen görülüyor, yaşanan yaşanıyor, kaybolanlar geri getirilemiyor. Bu şehir kaybetmelere alışsa da benim; kayıp olmamam lazım, kayıp olmamam lazım, kayıp olmamam lazım…

İstanbul’u Sevmek Bir Başka Duygu

Saat 10:00 otobüsüyle Beşiktaş’a hareket ettiğimde daracık sokakları terk eder, kocaman karmaşık ve trafiğin en yoğun olduğu caddelere girdikçe düşünmeden edemiyorum. Nedense büyük kentlerin hepsinde böyle diye. Geniş alıp başını giden büyük caddeler; sağa sola sapan küçük caddecikleriyle, sokaklarıyla bana hep, şehirlerin ilk kuruldukları yılları düşündüren. Eskiden ne bulursam bu konuda. Haritaları, biriktirdiğim, koleksiyonuma kattığım resimleri, çalışma masamın üzerine yayar, kendimden geçerdim. Yeni kentin içinde eski kenti bulmaya çalışmak, bir kentin yüzyıllarca süren yaşamını, başından geçenleri düşünmek insanı şaşırtan bir duygularıma getirirdi. Büyük büyük Ali ve Mehmet dedelerimden, sonra Mustafa ve (torun olan) Mehmet dedelerimden, daha sonra Ahmet ve Hüsamettin dedelerimden ta biz, bilmem kaçıncı kuşaklara, kadar İstanbul şehri böyle merakı olanlar için bitmez tükenmez serüvenler hayal ettiren, aklın almayacağı heyecanlar barındıran dipsiz bir kaynak gibidir. Durmadan yenilebilir.

Ah! En ince ayrıntılarına değin bilirim caddelerin, sokakların yasalarını, onların yaşamlarını; bazen gün ışığına bazen gün batımına göre, tıpkı halklarda olduğu gibi, ne değişik anlamlar kazanırlar. Hele bu, şehrin belli başlı kozmopolit çarşı merkezlerinden biri olan kalabalık, hareli, işlek bir caddeyse.

Beşiktaş’tan Üsküdar’a

Balmumcu’dan Beşiktaş Meydanı’na inerken bunu çok daha net görebiliyorum. 10:50 motoru ile 10 dakikada ver elini Üsküdar. Oh! Ne iyi geldi deniz havası, o berbat trafiğin akışından sonra!

Hayatıma o çocuktan biraz kopmayı başardığım bir zamanımda girmeye başlayan, yılların akışında da, daha çok sevdiğim Asya Yakası’ndaki Boğaz şeridine, bugünü elimden geldiğince derinleştirme umuduyla, yeniden yol alma fikrine kapılan ben değil miydim? Kim bilir hangi İstanbul şiirleri ya da türküleri içinde de aranmış, yaşanabildiğince yaşanmış Beylerbeyi’nden, kim bilir hangi dillere destan olmuş Kanlıca’ya gitmenin zamanı mı şimdi?

Üsküdar
[📷 Turumun başlama noktası park havası , Üsküdar Sahili, (Nisan 2017).]

Çocukluğumun hayalleri, en son yaşayan dedelerimin nasihatiyle Boğaziçi’nin bu sahilinin hep daha bir Boğaziçi olduğunun ne anlama geldiği dürtüsüyle Üsküdar’da iniyorum. Ne hızlı değişiyor her şey. Burada bu vardı, şurada şu vardı diye bile adlandıramıyor insan. Misal Mehmet dedemin Üsküdar’ı babamın Üsküdar’ından farklıydı. Dedem Üsküdar’ın tasavvuf tarzını kendisine pek yakıştırdığı için severken, Kuleli’de askeri lise eğitimine başlamış babam için Üsküdar her zaman Yahya Kemal’in şiirlerinde bulduğu sevgi dizeleriydi.

Bana gelince, yalan yok, Üsküdar’ı oldum bittim hiç sevmedim. Sevemedim. Bugün de öyle. Belki muhafazakâr dokusu bana dokunduğu içim, bilemiyorum. İşin doğrusu, sevdalım Kadıköy bana, hayatıma ne kadar anlam katmış ise Üsküdar’ın benden İstanbul’umu o kadar çalmış gibi bir tuhaf duyguya kaptırırım kendimi. Bu yüzden, bu yakada Kadıköy’den Beylerbeyi’ne hemen geçiş yapmak isterim.

Ama işte yine o kalpsiz Üsküdar’dayım. Aklımda bir yığın Üsküdarlı şarkılar, türküler. En fazla da yağmurlu bir günde, pek sükseli, pek şık giyimli ‘kâtip’ yine yollara düşmüş vaziyetlerde. Ama bugün havada nefis bir sıcaklık var; güneş tepemde yakıyor ve bu kâtip edalı şemsiye yerine 10 kiloluk bir sırt çantası taşıyor.

Meydanda Mimar Sinan’a çak bir selam
[📷 Mihrimah Sultan Camisi, Üsküdar, (Nisan 2017).]

Çocukluğumda Mehmet dedem elimden tutup beni Üsküdar’a getirdiğinde, biz niye buraya geldik diye soramadan edemezdim. Üsküdar’da oturan herhangi bir akrabalarımız, tanıdıklarımız yoktu. Çengelköy’den itibaren anne tarafımdan akrabalarımızın yerleşmiş olması dedemin önemseyeceği bir şey olmadığı gibi kendisinin belli bir tarihten sonra görüşmeyi tamamen kestiği Cemile babaannemin kardeşlerinin, yani büyük dayılarımın Beykoz’da oturuyor olmaları da onu pek ilgilendirmezdi. O halde dedemin özlemi sadece buranın tarihi dokusu, külliyeler, türbeler ve elbette ünlü Mihrimah Sultan Camisi olmalıydı. Ne de olsa Üsküdar yaşayan bir Mimar Sinan eserler bütünüydü.

Sanırım dedem bugünü yaşasa, bu değişen dokuyu görse çok ama çok üzülürdü. Hâlâ İstanbul’da yaşamaya ısrar eder miydi, bundan bile şüphe duyarım. Günümüzün çirkin betonlaşmış şehrinde bu yapılar, mimaride nereden nereye sürüklendiğimizin çok acı ve görkemli belgeleri değil mi?

Aşıkların buluşma noktası Kız Kulesi
[📷 Kız Kulesi, Salacak, Üsküdar, (Nisan 2017).]

Ben bile Üsküdar’ı bugün yağlı tablolarda daha fazla beğeniyorum.  Bir zamanların işlenmiş, bakımlı camileri, türbeleri, çeşmeleri, ne bileyim, mezarlıklara ifrit olduğum halde o her biri sanat eseri niteliğindeki mezar taşları, hem sonra yol aldıkça cumbalı ahşap evler, daracık Arnavut kaldırımlı sokaklar, denize inen yokuşlar, bunların hepsi birer acı hatıra. Hatta, yine o geçmiş çocukluğumun efsanesi Kızkulesi bile! Bırakın karadan görmeyi, ki ben onu en fazla denizden, Kadıköy – Karaköy veya Eminönü arasında gelip giden vapur yolculuklarımda yanı başından usulca geçerken seyretmeye bayılırdım, İstanbul’un günbatımlarında olanca güzelliğiyle bize bakarken şimdiki rantlaşmış haliyle kim bilir ne kadar üzüntüler, utanışlar söylemektedir.

Boğaz Köprüsü’nün altındaki tünel
[📷 Tünel, Üsküdar’dan Beylerbeyi’ne, (Nisan 2017).]

Birileri halt edip “Atı alan Üsküdar’ı geçti” demiş ya; benim atım filan yok, iki sadık dostum, bacaklarım var. Geçmek için ata değil, yürüyüşe ihtiyacım var. Ama böyle bir yola çıkınca Üsküdar’ı şipşak atlamak mümkün değil ki! Beylerbeyi’ne yürüyerek varmak yerine 15B ile hızla geçiş yapmak istiyorum. Tam on dakika sürüyor otobüs yolculuğum. 11:25’de başlama noktamın hedef tahtasındayım.

Aaa, Beylerbeyi Sarayı Müzesi ile Beylerbeyi Sabancı Olgunlaşma Enstitüsü arasında yer alan yeşil alan yok olmuş! Daha doğrusu inşaat sahasına dönüşmüş. Tıpkı Eminönü ve şehrin birçok yerleşiminde süren inşaat ve taahhüt projeleri gibi dumura uğramış durumda. Acaba diyorum, yanlış zamanda mı bu gezegene iniş yaptım ben? Güya oradan Boğaz Köprüsü’nü seyredecek ve fotoğraflar çekecektim.

Neyse. Beylerbeyi’ndeyim ya; ben de o halde iskeleden başlarım diye hafiften söylenerek karakol ile Polis Evi restoranı çarçabuk geçiyor, soldaki daracık sokağa saparak Beylerbeyi İskelesi’nin bulunduğu meydana doğru ilerliyorum.

Beylerbeyi
[📷 Umurumda mı dünya?, Beylerbeyi İskelesi, (Nisan 2017).]

Geçmişe yolculuklarımda her zaman anımsadığım bir şey var. İstanbul’umun ruhuna dair bir tatlı husumet, bir rengin tarihselini de anlatıyor, o insanların ‘buralılık’ iddialarını tüm yalınlığıyla ortaya koyuyordu. İster istemez sıcak bir tebessüm daha yayılıyor dudaklarıma. İşte yine hatırlıyorum. Avrupa Yakası’nda oturan köklü akrabalarımın Asya Yakası’nda bir köylülük görmekten kurtulamadıklarını. Oysa onların hepsi köylerden çıkmamış mıydı? İstanbul başlı başına “–köy” takısı almış yerleşim birimleriyle dolu değil miydi? Zaten bu zıtlaşma sadece benim akrabalarım arasında değil bütün Rumeli ile Anadolu arasında yaşanıyordu.

Ben bu afra tafra davranışlara uzunca bir süre kızmıştım. Yıllar geçtikçe umursamamayı tercih ettim. Asya Yakası’ndaki Boğaz’ın Avrupa Yakası’ndakine oranla daha az gelişmiş olmasının ne kadar büyük bir değer taşıdığını anlamıştım çünkü. Daha az gelişmişlik, daha az bozulmuşluğu da beraberinde getiriyordu. Benim yakamda, tüm kaçınılmazlıklara rağmen, eskiye bağlı kalmakta direnen bir taraf da vardı…

Gerçekten de bu yakanın Boğaziçi’ni ta Kadıköy’den Anadolu Kavağı’na kadar uzanan bu direnişi için seviyorum. Uğradığı göz ardı edilemez değişimlerine ve tüm yıkımlarına rağmen… Sokaklarında nelerin, kimlerin artık nefes alıp veremediğini ve hiç veremeyeceğini iyi kötü bildiğim, en azından duyduklarımdan yola çıkarak söyleyebildiğim halde…

Güzergâhımda 2’inci iskele
[📷 Beylerbeyi İskelesi, (Nisan 2017).]

İşte Beylerbeyi iskelesi yerli yerinde duruyor hâlâ. Ama meydanı dolduran ucube ‘modern’ restoranlar kıyıyı işgal eder gibi sahile abandıkça abanmaya devam ediyor. Hepsinde bir yarış; eskiden balıktan ve deniz ürünlerinden başka şey sunmayan o salaş restoranların yerine devşirilenler sabah kahvaltıları vermek için bile garabet bir rekabet içindeler. Hadi biri yapsın, sırf o işi yapsın, kimsenin gözüne batmaz. Ama hepsi niye? Denize yakınlıktan mı? Denize yakınlık, dahası denizle böyle iç içe yaşamak önümdeki Beylerbeyi iskelesi için de geçerli elbet. Bu kıyıda bıraktıklarımsa beni çok daha derinlere çağırıyor. Bir zamanlar, başka bir hayatta yürümeye çalıştığımız günlerde: eşimle ben… denizin en çok bir metre üstündeki, yirmi – yirmi beş metre uzağındaki o salaş ‘meyhaneye’ sık sık uğradığımız, midye tavalarımızı biraladığımız günlere davet ediyor… Neymiş o günler diyerek iç geçirmeden edemiyorum. Yediğimiz midye tavaların, birbirinden lezzetli mevsimlik ızgara balıkların, içtiğimiz biraların, rakıların haddi hesabı yoktu. Ama bir gün yine yolumuz düştüğünde dediler ki: “Yassah!

Şaşırmadık tabii. Değişen bir kent tablosu değildi sırf. Zaten ezeli beri muhafazakâr bir kent olan İstanbul günümüzde daha fazla gelenekçi olmuş, gerici iktidarlar sayesinde sosyal hayatı da istedikleri gibi yasaklamaya başlamıştı. E, canın midye tava mı çekti? Al yanına bir Coca-Cola, ya da yerli çakmalarından birini içiver canım, ne olacak?

Yıllanmış kartpostallar gibi
[📷 Zamana inat, Beylerbeyi, (Nisan 2017).]

Zannedersiniz ki iskelenin ve o salaş meyhanelerin yanındaki Mehmed Tahir Ağa’nın Hamid-i Evvel Camii buna karşı çıktı? Hadi canım sizde!

Ya hafta sonlarında, İstanbul dışına çıkılmayacaksa, Ne Yapmalı’nın karşılığını verdiği Beylerbeyi’nde büyük bir lütufkârla kendimize ikram ettiğimiz sıcak poğaçalara, simitlere eşlik eden demli sabah çaylarına, ardından içilen bol köpüklü sade kahveye, beni artık eskisi gibi çekmeyen pazar gazetelerine, öğle vaktinde, eğer hâlen orada takılmışsak, eve dönmeden yediğimiz bol taratorlu midyeli sandviçe de Boğaz kokusu sinerdi. Denizin kenarındaki ufacık taburelerin birinde yer bulmanın bir çift sevdalıya duyurduğu küçük ayrıcalık duygusunu severdik bu yüzden.

Balıkçı tekneleri yalı müzesinden farksız
[📷 Resimlerle Boğaziçi, Beylerbeyi, (Nisan 2017).]

Kıyı dedim de…

Çengelköy’ün meşhur Çınaraltı çay bahçesinde kıyıya o kadar yakın oturmayı severdim ki, bu ayrıcalığın aynı zamanda küçük kazalara zemin hazırlayabileceğini bile bile kenar kısma çöker, biraz ileriden geçen büyükçe bir geminin ya da vapurun neden olduğu dalgalar kıyıya sinsice yaklaşır, aniden çarpar, üst başımı ıslatırdı. Sadece o mu? Muzırlığımın sonu gelmediğinden, annemin onca öğüdüne rağmen, oturduğum tahta sandalyeyi de ileri geri keyifle sallar kendimi soğuk suyun içinde bulabilirdim.

Zamanla tecrübe kazandım elbet. Mesela ikinci dalganın çarpacağını hissettiğim anda yerimden kalkıyor, kıyıdan bir iki adım uzaklaşıyordum. Eee, sinsilik sırası bendeydi artık.

Çocukluk işte. Bana yakın masalarda oturanların başlarına gelecekleri bilmeden, anlık yaşadıkları söyleşilere kendilerini fena kaptırmış bir vaziyette oturmaları, sonra da bu küçük köpüklü kazanın mağduriyetini yaşamaları o kadar hoşuma giderdi ki…

Beylerbeyi’nden Çengelköy’e usulca hareketlendiğimde soldaki kayıplara takılıyorum. Haldun Taner’in portreler bezediği anılarına gidiyorum: “İskelenin yanında Beylerbeyi Camii, sahilde İsmail Hakkı Paşa yalısı, Hasip Bey yalısı, Mısırlı prenses Fatma Hanım’ın yalısı, Haşim Paşa yalısı, Boğaz sularının aynasında kendilerini seyrederler. İki de tekkesi vardır Beylerbeyi’nin o tarihte: Seyit Efendi Dergâhı ve İstavroz Tekkesi. Arka tepelerde koyu servileri ile, Küplüce mezarlığı uzanır, her Beylerbeyili’nin son durağı.

Nasıl ki bizim her Şakacı Sokaklı’nın son durağı İçerenköy Mezarlığı olmadığı gibi her Beylerbeyilinin son durağının da Küplüce Mezarlığı olduğu konusunda şüphelerim var. Ama konu bu değil. Konu bu yalıların artık tarihe karışmaları.

Tarihe uzanan anlamlar
[📷 Yalılar, Beylerbeyi, (Nisan 2017).]

Misal Debre mebusu İsmail Hakkı Paşa’nın yalısı 14 Mart 1983 yılında tamamen yanınca 1993-1996 yılları arasında aslına uygun olarak yeniden inşa ediliyor ve tahmin edilebileceği gibi bir otelin işletmeciliğine teslim ediliyor: Bosphorus Palace Hotel.

Hasip Paşa yalısı 1970’lerde yanıyor. Haşim Paşa’nın yalısının yanışı ise çok daha eskilerde, benden epey önce. Mısırlı prensesin yalısına gelince, o yalı yıktırılmış.

Büsbütün geçmiş zamanlara dönmeye gerek yok. Şu kadarını söylemem gerekirse, Beylerbeyi her zaman Bizans’ın gözde semtlerinden biri olmuş. Bunun izlerini bugün rastladığım Bizans sarnıçlarında yakalayabilmiş olmanın sevinci içindeyim.

İskeleye bir de bu açıdan göz atınca insan ne çok şeyin farkına varıyor
[📷 Beylerbeyi İskelesi, (Nisan 2017).]

Belleğimde bir köprünün öyküsü

Çengelköy’e doğru ilerlemeden önce, Beylerbeyi iskelesi civarında harcadığım on beş dakika boyunca gözümden kaçmayan Boğaz Köprüsü’ne de ufacık bir gönderme yapmadan geçemeyeceğim. Bu köprü inşa edilirken ben henüz yedi sekiz yaşlarındayım. Bittiğinde ve 30 Ekim 1973, Salı günü trafiğe açıldığında ise on yaşındayım.

O günün akşamını hiç unutamam. Kartal Hastanesi’nde ambulans şoförlüğü yapan babam eve heyecandan zangır zangır titreyerek gelmişti. Meğer o gün, o da köprünün ilk tecrübe edenlerindenmiş. Yol tıkanınca köprü başlamış beşik gibi sallanmaya. Sanmışlar köprü yıkılacak ve denizin dibini boylayacaklar. Köprü yıllarca bu sallantı dedikodusuyla çalkalandı. Başından beri inatla karşı çıktığım bu köprünün elbette başına böyle bir şey gelmedi. Bu arada solcu ağabeylerim bu köprünün inşa edilmesine neden karşı çıkmışlardı bunu pek hatırlamıyorum. Ancak benim nedenim çok farklıydı. Çünkü bu köprünün gölgesinde benim de keyifle vapurla karşıdan karşıya geçip akraba ziyaretlerinde bulunduğumuz o mavi yolculuğun hanedanlık günleri bir anda sona gelmiş gibi hissediyordum. Ben, şimdi Karagümrük’teki anneanneme, Mecidiyeköy’deki babaanneme gitmeye karar verdiğimizde, babamın, “Oğlum, yolu uzatmayalım, atlayalım Bostancı’dan 111’e… 112’ye…” davetine nasıl karşı çıkabilirdim? Şüphesiz, elimde imkân olsa çıkardım.

Başka bir şeyden daha eminim.

O da şu: yarım yüzyıl önce Asya Yakası’nın Boğaziçi köylerine hâkim olan o çehre enikonu yıpranmıştı belki ama Boğaziçi Köprüsü’nün hışmına uğramamıştı. Tamam, hayatımıza kolaylık sağladığını filan inkâr edecek halim yok. Ne yazık ki, bu köprünün hemen dibinde yer alan Beylerbeyi’nin tarihten edindiği görünümünü adamakıllı bozdu. Kim ne derse desin, ben böyle olduğuna inanıyorum. Elbette, koruların içine kadar sızmış o suratsız, berbat yapılaşmayı da unutmuyorum.

Ah-ha, yeri belki burası değil ama şu Çamlıca’ya dönüp bir bakın yahu!

Kaçmak, kaçmak, kaçmak… İşte tüm bu sevimsizlikler yüzünden kaçtım İstanbul’umdan. Kaçmak dedim yine kendime kaçtım. Kaçabildiğimce kaçtım. Pişman değilim tabii. O çocukluk günlerini yaşamasaydım şimdiki ben olamazdım. Kaybettiklerim beni hafiften üzüyor yine de, ne yapayım?

Çengelköy
[📷 Çengelköy, (Nisan 2017).]

Asya Yakası’nın Boğaziçi kıyısıyla bağlarımı hiçbir zaman koparmadım, koparamadım yine de. Araya başka insanlar ve dokunuşlar girdi. Şimdi, bugün, yürürken bir daha söylemek istiyorum. İstanbul’un Beylerbeyi’nden, Çengelköyü’nden, Kandilli’den, Göksu’dan, Kanlıca’dan ne kadar güzel göründüğünü, kıyıdaki balıkçıların midyeleri ayıklayışlarını seyretmeyenler, tarihi iskelelerin inceliklerini fark edemeyenler hiçbir zaman gereğince bilemeyecek…

Tarihi Çengelköy Çınaraltı Çay Bahçesi
[📷 Çınaraltı Çay Bahçesi, Çengelköy, (Nostalji Arşivi).]

Az önce bazı sokaklarına da ufacık dalışlar yaptığım Beylerbeyi köyünden on beş – yirmi dakikalık kadar kısa bir yürüyüş mesafesinde duran Çengelköy’ün yine denizle neredeyse iç içe girmiş gibi görünen (az önce yukarıda sözünü ettiğim) Çınaraltı çay bahçesi de bana tüm eksilmelerine rağmen gitmemekte direnenlerin o buruk hikâyelerini hatırlatıyor. Çarşıda hâlâ bulunabilen o küçük, bu kıyının adıyla anılagelen, turşu yapılmaya gelir hıyarlarsa bitmeyen bir tarihin dokunuşlarını tüm mütevazılıklarıyla taşır gibi duruyor. Galiba Evliya Çelebi’ydi, meşhur “Seyahatname”sinde söz ediyordu, bu sessiz Boğaz köyünün adını, Fatih’in şehre girdiği günlerde kıyıda bulunan çengellerden aldığını.

Benim açımdan ise Çengelköy, çengellerinden değil, her zaman, annemin halasının büyük kızının kızı, kuzen Özlen ablamız ve rahmetli Salih ağabeyimizin burada mütevazı bir hayat tarzıyla bizleri her fırsatta davet ettikleri o ahşap konaklarında ağırlamalarıyla önem taşır. Ki Salih ağabeyimizin o uzun denize açılmaların yokluğunda, iki kuzen, annem ile Özlen ablamız, kardeşten de öte bir hayatı paylaşmışlar ve neredeyse geri kalan tüm akrabalara büyük, uyumlu, candan bir değerler örneği sergilemişlerdir.

Hayatların bu nüktedanlıktan ve hayal gücünden kaynaklandığını bir kez daha düşünme fırsatı buluyorum işte.

Diğer taraftan, bir başkası da bana burada bir zamanlar yapılan çengel şeklindeki gemi çapalarından söz etmişti. O artık hayatta olmasa da, gözlerim her hatırladığımda 1989 Mart’ının yirmi birinci gününde, bize, yani benle hayat yoldaşıma, inanılmaz bir ağabeylik ve gelin arabası şoförlüğü icra ettiği anlara kaysa, işte o anda o gözlerim boncuk boncuk gözyaşlarına boğulsa da onun varlığını yaşatan, bugün hayatta olan sadık eşi, Dilek ablamıza da ne kadar borçlu olduğumuzu düşünmeden edemiyor, ayaklarım bir ileri iki geri gitmekten kendilerini alamıyor.

Virajdaki yokuşun başı
[📷 Çengelköy, (Nisan 2017).]

Hazır şuracıktan geçerken kendisine uğramalıyım diyorum ama hem onu işinden gücünden etmemeliyim hem de şu terli bedenimle çalıştığı sağlık kuruluşuna rahatsızlık vermemeliyim diyerek bu sevdamdan birden vazgeçiyorum. Adım gibi biliyorum o, bu satırları okuduğunda çok üzülecek. İçerleyecek. Hatta kızacak, öfkelenecek bana. Ama benim ablam affedicidir. Onun gönlünü almak için izinli olduğu bir gününde hayat yoldaşımı da takarım koluma birlikte gideriz ziyaretine. Böyle bir özel günü ayarlamak daha şık olur diye avutuyorum aklıma karışan biçare ayaklarımı Çengelköy iskelesine yaklaşırken.

Zaten bu enikonu ‘sırt çantalı’ idman programları ve İstanbul’a yapmakta olduğum neredeyse günübirlik geliş gidişler gezinti amaçlı olmadığından yakınlarımla, dostlarımla görüşmek imkânsız gibi. Bu makrohedef ileri bir tarihte başka koşullar altında olabilir ancak. Orta ve uzun vadeli turlarımı erteleyemeyeceğim için mümkünse o güne kadar programımdan sapmamam ve içeriğini sulandırmamam gerekiyor.

Neyse; yürüyüş bandına dönecek olursam tekrar…

Değişen sırtlar
[📷 Çengelköy, (Nisan 2017).]

Çengelköy’ün sırtlarında, Vahdettin Köşkü’ne sırtını dayadığı ahşap evde oturan Kahraman ailesini ziyaretlerimizde bütün büyülü çocukluk dünyamız her türlü merakımızı alt üst eden keşiflere soyunur, Kuleli’ye kadar aramadığımız mağara, bulmadığımız dehliz kalmazdı. Ama korkardık, cesaret edemezdik içlerine girmeye. Kim bilir nelerle karşılaşırdık. Hepsi şimdi birer muamma. Çünkü yol boyunca gördüğümüz o demir kapılar birer birer asfaltlanmış, tarihe gömülmüş.

Bu muazzam ahşap konuttan geriye kalan silik izler, evde, çevresinde, şimdi daha iyi anlıyorum ki, can çekişiyor. Oysa bir zamanlar, bu eve, koruya, sırtlardan, ağaçlar arasından birdenbire görünen denize tutkundum. Kuzenimiz Özlen ablaya gidişlerimiz, bir tür, bayram gezmesi gibiydi, her birimize sevinç verirdi…

İsmin tarihini birileri çengelden çapalara bağlayabilir. Benim için bu hatıraları yeniden anımsama ihtimali bana daha yakın geliyor. Üstelik Hayrünisa ablamla birlikte yukarıda değindiğim Çınaraltı çay bahçesinin kıyıcığında sandalyelerimizi sallarken nasıl denize yuvarlanıp ‘bayramlık’ elbiselerimizi sırılsıklam içinde bıraktığımızı yeniden, yeniden yazmak bu ihtimallerin anı-yaşam öyküleri tarihimin bir yerlerine yazılmış bulunması bana yeterli gelebilir. Asıl önemlisi bu sahilde görebildiklerim, hissedebildiklerim, bana yazılanlar, izini sürmek istediklerimdir zaten.

Şimdi biri çıkar der ki, nah şu çınar ağacı tam sekiz yüz yaşında. Yetmez mi bu? Suyu şifalı bilinen, hâlâ ayakta kalabilmiş Ayazma (Ayios Pandelemion Kilisesi)’nin yıkılmaya terk edilmiş öteki ayazmaların, başka bir deyişle o sahipsiz, metruk dildeki ‘hagiasma’ların, kendi şaraplarını imal eden meyhanelerin, cumbalı evlerin, günümüze ne yazık ki sadece birer harabe olarak gelebilmiş, içinde birçok ölümsüz aşkı büyük saflıkları barındırmış, başka derinliklere, derin ilişkilere dokunmamıza imkân tanıyabilecek, ancak yolları maalesef çoktan kapatılmış bulunan tekkelerin, şehrin bir zamanlar ki birlikte yaşama ruhunu başka bir kaybediliş ruhuyla günümüze getiren, ama tarihin acımasızlığına yine de direnebilen çeşmelerin, zamanın karanlığında çoktan kaybolmuş, köyün sebze ve meyvelerinin şehre dağıtıldığı, kayıkların bağlandığı pazar iskelesinin, Theodora ile İustinianos’un çekildiği İmparatorluk Sarayı’ndan bozma, bize elbette sadece efsanesi kalmış Manastır’ın beni çağırması yetmez mi?

Kıyıdan kıyıdan ilerliyorum
[📷 Çengelköy Sahili, (Nisan 2017).]

Behey diyorum, adımlarımı Kuleli’ye doğru yavaş ve ağır adımlarla birbirine geçmiş kaldırım taşlarına sürterken. Behey!

Çengelköy bu çağrısıyla, adına yakışır bir şekilde, İstanbul’umun duygusunu, beni bir yerlerde ısrarla beklediğine inandığım o hikâyelerle inşa etmem adına, hayatıma hep bir çengel atıyor. Bu bağlanmanın duyurduklarını sonuna kadar yaşamak istiyorum. Duyduklarım zaman zaman içimi acıtsa da…

Asya Yakası’nın bu kıyısında hatıralarla karışık hayaller yolunda, korumak istediklerimle yürümeye devam etmekten başka çarem yok artık. Yürüyorum ben de, yürüyebildiğimce yürüyeceğimi kendime bir kez daha hatırlatarak…

Tam gün ortası… Ve ben babamın yadigârı Kuleli Askeri Lisesi’nin önünden geçiyorum. [Askeri lisenin fotoğrafını çekecektim, kapıdaki nöbetçi askerlerden çekindim, vazgeçtim.] Babamı yalancı çıkarmamak, bildiklerimi bilmez görünmek için ona, bu mektep, yattığı oda, okuduğu sınıf hakkında sualler sormaya devam ediyor, ondan da, bu kuruntumu güçlendirmek için “bir gün gideriz beraber, hepsini görürsün” tarzında cevaplar alıyorum. Oysa hiçbir zaman böyle bir şeyi gerçekleştiremedik. Bunun yerine annemin Çengelköy ilişkisine benzer şekilde O’nun da Beykoz’unun peşine takılmış, Cemile babaannemin kardeşleri Necdet ve Hikmet dayılarımızla, fidanlık, korular, havuzlu ev, tarihi taş ev aranjmanından irtibatlarımızı sürdürmüştük. Beykoz denilince elbette bir de annemin büyük dayısının kızlarından biri olan ve Beykoz’a gelin giden Zehra teyzemiz ve bakkaliye dükkanı işleten Ziya eniştemizi de anmadan geçmeyeyim.

Yaşasalardı bugün her biri seksenlik, doksanlık gençler olurlardı…

Vaniköy
[📷 Film setlerinin baş tacı, Vaniköy, (Nisan 2017).]

Sanırım yine çocukluk yıllarımda, Vaniköy’e taktığım gibi Beykoz adına da fena takmıştım kafayı. Nedense bu ‘Beykoz’ sözcüğü, annemin ve babamın yakın akrabalarının bizlerin Erenköy’de geçirdiği hayatın benzeri bir hayat yaşayabildiği şahane, yeşillik bir yerin adı, ilk hecesi ne kadar cinsiyetçi de olsa, fakat içimdeki çayırlara bayram ettirerek, evde, okulda, iskambil ve hatta öteki bahçe oyunlarında ne de sık geçiyor; bazen bu delikanlılık devrinde farklı münasebetlere de yol açıyor; babamın emekçi maaşı cüzdanını şişiremediğinden, söz gelimi Bebek, Beyoğlu veya Taksim bahçelerinde bira içmeye el verecek kadar dolu olmadığından, ekseri ay başından ay sonuna ancak gidebildiğimiz bahçeli mekânların akraba ziyaretlerinde, bir incir ağacı altında çayırlara dalmışken veya bir kıyı taburesinde oturur denize bakarken, gözlerim, Beylerbeyi ya da Kanlıca kelimelerinden çok Çengelköy’ü ve Beykoz kelimelerini bularak duruyor.

Neden bilmiyorum, fakat Kuleli’yi, Vaniköy’ü bir maraton hızında geçebilirim, sakinlerine haksızlık yapabileceğimi bile bile sessizce, kendimi fazla fark ettirmemeye çalışarak geçebilirim. Oysa Kuleli duvarının dibindeki asker ağa elimdeki deklanşörü patlatır mıyım, patlatırsam ne zaman patlatırım endişesiyle beni gözleriyle takip ediyor, farkındayım. Boş veriyorum. Alın Kuleli sizin olsun der gibi. Oradan taşıyabileceğim hiçbir sahnem yok çünkü. Bazı kıyılar hep geçilir, sadece geçilirdi ya, bendeki Kuleli ve Vaniköy de böyle kıyılardandı işte…

Bahar günlerini çağrıştırır bir şeyler
[📷 Vaniköy, (Nisan 2017).]

Bakırköy’ün meşhur Vita yağı gibi bir bellek bırakmıştı bende Vaniköy Mısır Özü Yağı. Annem pek kullanmazdı. Sevmezdi. Bize de sevdirmedi zaten. Gelgelelim Beykozlu akrabalarımızın has yağıydı bu meret. Kokardı, mokardı ama tok tutardı.

Kandilli
[📷 Güzergâhımda 3’üncü İskele, Kandilli, (Nisan 2017).]

Geçebilirim, işte, gene geçebilirim. Az biraz ilerisi Kandilli’ydi zira. Kandilli… Babamın meşhur liseli güzel kızlar takıntılarının olduğu yerleşke. Hiç bahsetmemişti ama kuşkum yok onlara nice şiirler istiflemiştir. Maalesef orası için de unutamayacağım ve unutmak isteyeceğim bana ait izler ise hemen hiç yok gibi. Adı güzel, şanı güzel o kadar.

Küçüksu
[📷 Sadelikler ve incelikler, Küçüksu, (Nisan 2017).]

Nedenini hiç bilmiyorum ama bu Yaka’nın bu sahillerinde denize girmişliğimiz pek yoktur. Büyüklerimizin, “Bizim Bostancı’mız, Suadiye’miz, İdealtepe’miz, Süreyyapaşa’mız vesaire varken ne akla hizmet buralara gelinirmiş” dediklerinden herhalde. Yanılmışlar. Hâlbuki çok isterdim buralarda da denize dalmayı. Boğaz’ın Marmara’dan çok daha serin sularına… O son demlerimizi yaşadığımızı, kendimize, evet öncelikle kendimize kabul ettirmeye çalışarak…

Yeşil tonlarda bir gelinlik giymiş gibi
[📷 Cemile Sultan korusu, Küçüksu, (Nisan 2017).]

Yürüyüş sürüyor…

Perde tüm muhteşemliğiyle bir iniyor, bir kalkıyor. Benim gördüğüm manzara bu en azından… Akıntıya kapılmadan yüzmek maharet ister elbet. Biliyorum, akıntının bu uzun su yolunda, en çok güç kazanan yerlerinin birindeyim. Teknelerin oraya yaklaşınca rotalarını değiştirdiğini de biliyorum. Denizle asla şaka yapılmaz. Ya yol ile? Ya ben de şu akıntıya kendimi bırakabilsem? Küçüksu’ya, Kanlıca’ya, hatta Beykoz’a kadar gitmem mümkün mü?

Beykoz ayaklarımın altında
[📷 Beykoz’a hoş geldik, Küçüksu, (Nisan 2017).]

İşte bayağı bayağı gidiyorum. Kanlıca’dan sonra Çubuklu. Ama sanırım oradan Beykoz’a ilerlemeyeceğim. O ‘koz’u bir başka tura devretmek istiyorum.

Geçen gün karşı sahilden aynısını yapmıştım. Bu yakada niye olmasın? Üstelik yol daha sakin ve manzara daha güzel.

Coğrafyanın bana zamanla çok uzak kalmış insanları, şehrin henüz yeterince aydınlatılamadığı gecelerde, tekneleri uyarmak, akıntıya yaklaştıklarını işaret etmek için, kıyıya kandiller yakmayı uygun görmüşler. Bir işe yarar mıydı bilinmez ama bu ışıklar o gecelerin karanlığında yaşayanlara bir başka büyüye girme duygusu yaşatmıştır çok büyük bir ihtimalle.

Elde kalanı korumalı
[📷 Küçüksu, (Nisan 2017).]

O titrek ışıklar, o karanlık saatlerde, gecenin derinliğinde, şehrin sularına kim bilir hangi hayalleri düşürüyordu?

Bunu da iskeleden saysam mı?
[📷 Tur teknesi yanaşırken, Küçüksu, (Nisan 2017).]

Ya dizlerime basan şu sıcaklık? O yokuşu ben de tırmansam mı mesajı, ve ziyan etmeye karşı çıkan aklımın reddedişi, kim bilir, belki gençlik özlemi işte… Ya önümde sıraya durmuş uzak? Ya istesem de istemesem de sona erdirmek zorunda kaldığım rüyam, rüyalarım? Beylerbeyi >> Kanlıca yürüyüş turnesi hep böyle bir tarih duygusuna da mı yazgılıydı yoksa?

Anadolu Hisarı’nda bir Göksu

Ah Göksu!

Anadolu Hisarı da böyle bir duygudan geçiyor. İliklerime kadar hissediyorum.

O çocukluğumun İstanbul’u bir daha nasıl olsa geri gelmeyecek
[📷 Çay kenarında çay bahçeleri, Göksu, (Nisan 2017).]

Yaklaşık üç saate yakın bir zamandır yoldayım. Bir molayı hak ettim diyorum. On beş dakika bir kahve dinlencesi iyi gelecek. Biliyorum. Çevreme bakınırken kahvemi yudumluyorum. Yan komşularım, iki ihtiyar, beni süzüyorlar. Bir bana, bir çantama, bir de hal-i vaziyetime bakıp, eminim bir sıfat buldurmaya çalışıyorlar. Bakışıyoruz, hafiften selamlaşıyor ve gülümsüyoruz birbirimize. Hepi topu bu kadar. Ne onlar soruyor, ne ben uzatıyorum.

Anadolu Yakası’nın Hisarı
[📷 Anadolu Hisarı, (Nisan 2017).]

Kıyıdaki, o eski yangınlardan ve yıkımlardan çıkabilmiş, ayakta kalabilmiş, bilenlerin günümüze gelebilmişlerin en yaşlısı dedikleri yalı, benzerlerinin ihtişamını taşımadığı halde, belki de biraz da gizliden gizliye duyurmaya çalıştığı terk edilmişlik havası yüzünden, ilgimi çekmemiş değil. O tahtalara sinmiş yıkım bana şehrimin görmekten çok acı duyduğum yüzünü de hatırlatıyor. Ancak orada yürüdüğümde karşılaşmak zorunda kaldığım, görmekten kaçamadığım bir başka yıkım, doğrusunu söylemek gerekirse, bu yıkımların tümünü gölgede bırakıyor. Vah vah, Göksu deresi çoktan teslim olmuş yahu! Hani şu bizim salçalı soslu dizi haline getirdiğimiz o yasak aşkın orijinal hikâyesinde, Mösyö Adnan ile Madam mı desem, Matmazel mi, ne fark eder Bihter Hanımefendi’nin tekne gezintisine çıktıkları o günün izlerini şuracıkta boş yere arıyorum.

Yağlıboya fırçasından çıkan resim sanatı ile karıştırılsa
[📷 Tablomsu Göksu, (Nisan 2017).]

Tıpkı Küçüksu’da hissettiğim gibi Göksu’nun aldığı rengi bulamadığım ve maalesef artık bulamayacağımı bildiğim için bu suya da bulanık bulanık bakmayı sürdürüyorum. O anda tuhaf bir yabancılık duygusu hissediyorum plazmamda.

Güzergâhımın 4’üncü İskelesi
[📷 Anadolu Hisarı İskelesi, (Nisan 2017).]

Yolcu yolunda gerek…

Sırada Kanlıca var. İskele beni bekliyor, nihai molamı verip denize karşı içeceğim çaylar ve beslenme çantamdan çıkaracağım sandviçlerimle.

Destansı gönüller diyarındayım sanki…

Bu da ikinci köprü. ‘FSM’ diyorlar ona. Pek sevemedim bu köprüyü. Altından geçerken bile irkiliyorum. Tüylerim diken diken oluyor.

Profesör takipte… 🙂 🙂

Kanlıca’ya ilk kez ne zaman, kimlerle, hangi renkli kişiliklerle nasıl gelmiştim hiç anımsamıyorum. Mehmet dedemle bir iki sefer geldiğimizi hayal meyal hatırlıyorum ama. Sonrasında annem, babam ve kardeşlerimle de. Çoğu özel günlerde. Ancak fazlasıyla hatırlayabildiğim seksenlerin sonunda evlendikten sonra çekirdek ailemle fırsat buldukça uğradığımız haller. Zaman zaman yakın çevremizi de peşimizden sürükleyerek.

Kanlıca
[📷 Pudra şekerli yoğurt mu, demli çay mı, Kanlıca İskelesi, (Nisan 2017).]

Şimdi burası da tıpkı diğer yerler gibi iyiden iyiye silinmiş, yine tarihin derinliklerine gömülmüş. Kanlıca ile çok sık yakın temas buluşmalarım az önce değindiğim gibi oldukça geç gerçekleşti. Neden mi? Bilmem, belki çocukluğumda bana hediye edilen İstanbul, oldukça sınırlı, belirli yerlerden oluşan bir şehir havasında, akraba ziyaretlerinin dışında çok içine kapanmış bir İstanbul’du da ondan mı acaba? Boğaz’ın Asya Yakası o yıllarıma birkaç köyüyle girmiş, benim kendimi daha iyi tanıma umuduyla atmayı göz alacağım adımları beklemiş sanki. Yetişkinlik çocukluktan çok farklı elbette. Ne var ki buralarda eski ailemden, eski akrabalarımın çoğundan kimseler yok. Kalanlar sadece Çengelköy’den.

Zaman ne acımasız. Tam dolu dolu yaşayacağız derken bir yanımız hep boş kalmaya devam ediyor.

Leylâksız, mor salkımsız, zambaksız İstanbul olur mu?
[📷 Güzergâhımın 5’inci iskelesi, Kanlıca, (Nisan 2017).]

Her fırsatta Emel’ciğim ile beraber kıyıdaki o çay bahçesine gitmişiz. Hem de bu kez sahiplendiğimiz kendi arabamızla. Yıllar rolleri iyiden iyiye tersine çevirmiş. Eski ailemin üyeleri, akrabalarımın çoğu ya yaşlanmış, ya da bu hayattan ‘emekli’ olup dinlenmeye çekilmişler. Ben büyümüşüm. Gerçekten öyle mi? Bilmiyorum. Hayat tutunmaya çalıştığım yeni bir aileyle devam ediyor. Şehrimin insanlarından inşa etmek istediğim geniş ailemin beni ne kadar kabul edip etmeyeceğineyse henüz bilmiyorum. Ama şu son söylediğim bile bana artık çok gülünç geliyor. Bu şehirde yaşamıyorum artık. İnanın yaşamaya da pek niyetim yok.

Bildiğim, yürüyüş öyküncesi az buçuk bu hikâyelerle yazılmaya devam edecek. Kalmak mı, gitmek mi? Yürümeye devam mı, molada soluk almayı sürdürmek mi? Ne can acıtıcı sorular bunlar. Oysa şimdi yine birlikte olabilmek varken; şu tahta banka değil de bez örtülü tahta masaya pudra şekerli yoğurtlar gelseydi ya… Çok iyi hatırlıyorum hepsini. Zaten herkes buraya bu tadı almak için gelmez mi? Gelir elbette ama bilmezler ki yoğurdun şehrinde yiyebilecekleri en iyi yoğurdun bu yoğurt olmadığını. Bilenler azdır. Üstelik şimdi o civarda bütün çay bahçeleri plastik kaplarla karşımıza çıkmaktadır. Saflık işte. Tamam dillere destandır, efsanedir, belleklerde yer etmiş, böyle yürümüştür. İyiden iyiye yol almıştır yani. Yani herkesin hafızasında bir Kanlıca yoğurdu vardır. Efsanenin haklı tarafı olduğunu yadsımıyorum, ama günümüzde önümüze sürülen plastik ambalajlı yoğurt da neyin nesi!

Gelgelelim Kanlıca’nın gerçekten namlı bir yoğurdu varmış eskiden. Mehmet dedemden, babamdan ve Muhittin amcamdan böyle duymuştum. Hem de benim yetiştiğimden çok farklı, şöhretini hak edecek kadar lezzetli, pembemsi renkli bir yoğurt. Herhalde rengi sırtlardaki otlardan geliyordu. Orada otlatılan inekler bu yüzden pembe bir süt veriyor, yoğurt bu sütten yapılıyordu. Kanlıca adı da mutlaka bu sütten ve yoğurttan geliyor olmalı.

Yaklaşık bir saate yakın verdiğim mola sonrası Kanlıca’yı arkamda bırakıyor Çubuklu feribot iskelesine doğru hareket ediyorum. İki kilometrelik bir mesafeyi kat ettikten sonra karşı sahile İstinye’ye geçecek ve oradan Tokmak Burnu otobüs durağına yürüyerek 41C’yi beklemeye koyulacağım.

Yol boyunca çektiğim fotoğraflarda çocukluğumun Boğaziçi’ni arıyorum. Neredeyse imkânsız gibi.

Güzergâhımın 6’ıncı ve son iskelesi
[📷 Çubuklu Feribot İskelesi, (Nisan 2017).]

Feribotum geliyor, az sonra güvertesinde maviliklere sığınacağım.

Ne güzel geçti bütün gün…

Ne hoş bir sedaydı yürüyüşe katılan bütün gün…

Kendimi iyi ki zamanında yaşamış, görmüş, koklamış, dokunmuş, hissetmiş, bellekte koleksiyon yapmış biri olarak; bu yüzden şanslı bir uzaylı sayıyorum. En azından görebileceğimi görmüştüm. Zira o yılların kıyısı henüz yeşertisini olanca gürlüğüyle koruyordu. Erguvanları, manolyaları, meşeleri, ulu çınarları, kestane ağaçlarını adım başı görebiliyordum. Hepsinin yaprak örtüsü ayrı göz kamaştırırdı. Yoldan giderken yalılar yine görünmezdi, ancak vapurla denizden yol alıyorsak o viran yalıları görebilirdik. Ne kadar yıkık dökük olsalar da işçiliklerini seyretmeye doyamazdık. Hele belirli noktalar arasında sahil boyunca, tıpkı bugün benim yaptığım gibi, yürüyorsak, o sakin, tenha Boğaziçi’nde denizin fışırtısını, suların şıpırtısını işitmek olasıydı.

Efendim, sonra o koca deniz, maviyle külrengi arası, yeşille camgöbeği karışımı alacalarıyla menevişlenen pırıl pırıl bir denizdi.

Ah keşke bir de zamanım olsaydı da şu Göksu’da sandal kiralayıp kürek çekseydim!

TUR ile İLGİLİ DETAYLAR

Tur Tarihi: 19.04.2017; Çarşamba

ROTA: Beşiktaş >> Üsküdar >> Beylerbeyi >> Çengelköy >> Kuleli >> Kandilli >> Küçüksu >> Anadolu Hisarı >> Kanlıca (V)

Güzergâh Seyri: Motor ile Üsküdar İskelesi >> Otobüs ile Beylerbeyi >> Yalıboyu Cad. >> Çengelköy Cad. >> Çengelköy İskelesi >> Kuleli Cad. >> Kuleli Askeri Lisesi >> Vaniköy Cad. >> Kandilli Cad. >> Kandilli İskelesi >> Küçüksu Cad. >> Küçüksu Kasrı >> Küçüksu İskelesi >> Hisar Cad. >> Göksu Deresi >> Anadolu Hisarı >> Körfez Cad. >> Anadolu Hisarı İskelesi >> Barış Manço Cad. >> Mihrabat Tabiat Parkı yanından >> Kanlıca (V) >> Halide Edip Adıvar Cad. >> Piri Reis Cad. >> Çubuklu Feribot İskelesi >> İstinye Feribot İskelesi >> İstinye Cad. >> İstinye Bayırı Cad. >> Tokmak Burnu (D)…

Turun niteliği: Sırt çantalı idman yürüyüşü

Tur mesafesi: 38 km

Yürüyüş mesafesi: 12 km

Toplam kat edilen araç mesafesi: 26 km

Kullanılan ulaşım aracı: İETT Otobüs, Dentur Motor

Toplam tur zamanı: 6,5 saat

Toplam yürüyüş zamanı: 4,5 saat

YAPILAN HARCAMALARIN DETAYI

Ulaşım: 10,10 TL

Yeme-içme: Şahsıma ait “Beslenme Sepeti”

Diğer: 1,00 TL

Toplam Masraf: 11,10 TL

Bir sonraki serüvende görüşmek üzere; sevgiyle kalın,

Gezenti Şeref

***…***

(*) Önceki Makale: “Yoklukta Parlayan Varlıkta Sönen Boğaziçi Figürleri
(*) Sonraki Makale: “Hiçbir Yere Gitmek İsterken Kendimi Emirgan’da Buldum
>>> [iÇERİK dİZİNİ]
error: Content is protected !!