Fener’den At Pazarı Meydanı’na… Karagümrük’ten Edirnekapı’ya…
Fener, Balat ve Ayvansaray’a veda edip bugünkü son durağım, şehrin uydurma altıncı tepesi Edirnekapı’ya doğru yola çıkıyorum. Ama güzergâhım biraz enteresan. Zeyrek ve At Pazarı Meydanı’nı gözümle görmeden tarihi Fevzi Paşa Caddesi’ne kavuşursam, tam anlamıyla bir anımsama yaşayamayacağımı düşünüyorum. Yoksa Ayvansaray yokuşlarından da tırmanabilirdim Edirnekapı’ya ve bu sefer Fatih’e, bu semtten ‘çocukluk’ yürüyüşümü başlatır, tekrar ara sokaklardan Fener’e dönebilirdim.
Yedi Tepeli Şehir
Edirnekapı için ‘uydurma’ tepe diye bir ifade kullandım. Bunu laf olsun diye söylemedim. Gerçekten de uydurma olduğu için…
İstanbul’u betimlerken 7 tepeli şehir diyoruz. Bunun arkasındaki sırrın ise İstanbul’u başkent yapan efsanevi Roma İmparatoru Konstantin’e ait olduğunu sanırım bilen çok azdır.
Vakti zamanında Antik Roma kentinin yedi tepe üzerine kurulmasının, İmparator Büyük Konstantin’i (Constantinus) çok etkilediği, İstanbul’u da Roma’ya benzetmek amacıyla, yedi rakamına yönlendirdiği anlatılır. İmparator, bu yedi sayısını uğurlu ve kutsal saymaktadır. Sarayının ana salonu, “Hepta Likhnos”, yani “Yedi Kandilli” adını almıştır. İmparatoru korumakla görevli, ‘yedi kıtadan’ oluşmuş bir muhafız alayı vardır. Konstantin, kendisini, çevresinde ‘yedi gezegenin’ dönüp durduğu güneş yerine koymuştur. Çemberlitaş üzerindeki heykeli de zaten bu durumu betimlemektedir.
İstanbul’un ünlü tepelerine gelince…
Birinci tepe, bugün Topkapı Sarayı, Hipodrom (At Meydanı), Ayasofya ve Sultanahmet Camisi’nin yer aldığı yüksekliktir (Akropolis). İstanbul’a ayak basan her turistin muhakkak ayak bastığı, görmek istediği bölgedir burası. Hemen herkesin bildiği bu yapılardan başka çok kişinin ıskaladığı Ayasofya’nın da buraya yapılmasının tek önemli nedeni olan “Milyon Taşı” (Million) da buradadır. Bizans İmparatorluğu döneminde “Dünyanın Merkezi” sayılan ve saatlerin ona göre ayarlandığı Milyon Taşı’na nedense hak ettiği önem bir türlü verilmiyor… İkinci tepe, Çemberlitaş diye bilinen, Konstantin Sütununun, Yeni Cami ve Nuruosmaniye Camisi’nin bulunduğu bölge ve çevresidir… Üçüncüsü, Beyazıt Camisi, Üniversite ve Süleymaniye’nin bulunduğu alandır… İstanbul’un dördüncü tepesi, derin bir vadiyle yarılmış olan Fatih ve Fatih Camisi’nin bulunduğu yerdir. Beşincisi Fenerin üst kısımlarında, Yavuz Selim Camisi’nin bulunduğu bölgedir…
Altıncı olan Mihrimah Sultan Camisi’nin yer aldığı Edirnekapı Tepesi uydurmadır, çünkü rakamı yediye yükseltmek için uydurulmuştur. Aslına bakılırsa bu bölge İstanbul’un en yüksek kesimidir ve Mihrimah Sultan Camisi’nin yanında Bizans’ın Blakherna Sarayı’ndan geriye kalan tek yapı olan Tekfur Sarayı’nın ve Kariye Müzesi’nin de bulunduğu yerdir… Son tepe ise Marmara Denizine bakan yükseltidir, yani Cerrahpaşa sırtlarıdır.
Neyse; şimdi dere tepe düz gidebilir, çocukluk hatıralarımı yâd etmeye kalkıştığım turumun ikinci bölümüne geçebilirim…
Rotanın Başlangıcı Cibali
12:30 sularında Kadir Has Üniversitesi’nin olduğu konumdan, Cibali Caddesi’nden başlatıyorum yürüyüşümü.
Cibali Caddesi’nden ilerlerken bir anda Londra’nın Whitechapel semtindeymişim gibi sentetik bir duyguya kapılıyorum Pakistanlı restoranın önünden geçerken. Al Hafiz Pakistani Restaurant’ın önünden geçerken “Acaba köri ile pişirilmiş biftek ve pilavı burada iyi yapıyorlar mıdır?” diye bir soru saplanıyor kafama. Niye yapmasınlar? Gelip denemesi bedava… Kim bilir belki bol acılı şiş kebabı ile çapatisi de güzeldir. Bu restoranı geçtikten sonra sağdaki ilk sokağa, Umurbey Sokak’a dalıyorum.
Esinle dolu bir cami
40-50 metre devam ettikten sonra Şair Baki Sokağı’ndan birkaç blok ötede, solda Esrar Dede Sokağı’yla köşe yapan noktada, Âşık Paşa Camisi’ne geliyorum.
Âşık Paşa, Osmanlı tarihinin erken döneminde, Osman ve Orhan Gazi’nin saltanatları sırasında yaşamış bir şair. Arap ve Fars dillerinin yoğun etkileriyle oluşmaya başlayan yeni Osmanlı dili ortaya çıkarken Âşık Paşa daha sade bir Türkçe ile yazmaya özen göstermiş. ‘Paşa’lığı ailenin ilk erkek çocuğu olmasından ileri geliyor. Asıl adı Ali’ymiş.
Murat Belge’nin aktardığına göre:
(…) Âşık Paşa’nın torunu Derviş Ahmed Âşıki, Âşıkpaşazade adıyla tanınır ve ilk önemli Osmanlı tarihçilerinden biri olur; “Âşıkpaşazade Tarihi” olarak tanınan “Tevarih-i Âli Osman”ı yazar. Âşıkpaşazade de dedesi gibi, ilk Osmanlı gazilerinin safında yer alır ve onların ideolojisini benimser. Onlar gibi Türkçe’ye yatkındır. Ne var ki I. Murat’la başlayan Kapıkulu örgütünden ve orada cisimleşen merkezi otoriteden pek fazla hoşlanmaz. Dolayısıyla, II. Mehmet’le birlikte bazı seferlere gittiği ve bu arada İstanbul’un fethine katıldığı halde padişahın kurmaya çalıştığı düzene muhalif olduğu söylenebilir.
Bu arada; Fatih İstanbul’u aldıktan sonra bilinçli bir şekilde Roma düzenini canlandırmaya kalkışır. Bu projesinin mantığı, Rum’dan dönme devlet adamlarına daha fazla ayrıcalık vermesini gerektirdiği düşüncesidir. Fetihten sonra, İstanbul kuşatması boyunca yeterince şevk göstermeyip Bizans’a yakın davrandığı gerekçesiyle sadrazamı Çandarlı Halil Paşa’yı idam ettirir. Çandarlı ailesi ise, devletin kuruluşundan beri, Osmanlı’ya paralel bir hanedan. Padişah Osmanlı, baş vezir de aşağı yukarı kural olarak Çandarlı’dır. Dolayısıyla Çandarlı’nın şaşırtıcı idamı, onun Bizans’a yakınlığından çok, Osmanlı’ya rakip olabilecek bir aristokratik hanedanın etkisinin yok edilmesi amacıyla açıklanabilir.
Tarihsel bir anekdot
Halil Paşa’nın yerine muhtemelen Rum, ama belki de Arnavut olan Zağanos Paşa sadrazam olur. Onu Rum ve Hırvat asıllı Mahmut Paşa ve Gedik Ahmet Paşa izler. Ayrıca Fatih’in başka paşaları, örneğin Murat Paşa, Mehmet Paşa da Rum asıllıdır. Rum Mehmet Paşa hakkında Ahmed Âşıki’nin şu satırları anlamlıdır: “Osmanlı hanedanının kapısında o vezir oluncaya kadar padişahın yüce eşiğine gelen ulemaya ve dervişlere padişahtan sadaka verilirdi… Hemen ki Rum Mehmet geldi… Bu sadaka kesildi. İyiliği menedici oldu. Sonunda başka vezirlere düşündüğü kendi başına geldi. İt gibi boğdular.” Fatih’in, devletin geleneksel bir gücü olan ulemayı ittiği doğrudur. Bu, kendisi de derviş olan Âşıkpaşazade’yi doğal olarak kızdıracaktır. Hayli sofu Müslüman haline gelen Mahmut Paşa’ya kötü bir şey söylemez. Ama Gedik Ahmet Paşa’yı da pek sevmediği bellidir: “Sonunda, padişah için sandığı kendi başına geldi.”
Fatih’in oğlu II. Bayezid, Gedik Ahmet Paşa’yı, taht kavgası yaptığı kardeşi Cem’den yana olduğu şüphesiyle idam ettirir. Bu pek doğru bir yargı olmamıştır, ama Âşıkpaşazade’nin de Rum dönmeye karşı sofu Bayezid’den yana olduğu görülüyor.
Hâlbuki yalnız Rum değil, Mehmet’in ittifak kurmaya çalıştığı bütün gayrimüslim unsurlara karşıdır Âşıkpaşazade. Örneğin, Yahudi Yakub’a da çok kızar: “Onun zamanına kadar padişahın işlerini Yahudi tayfasına hiç vermezlerdi. Zira bunlar iş karıştırıcı tayfadır derlerdi. Hakîm Yakubi ki vezir oldu, Yahudi’nin ne kadar açı ve uğursuzu varsa… padişahın işlerine karıştılar.”
Aşıkpaşazade konusuna gelince
Fatih döneminin çok ciddi sosyo-politik dönüşümlerine değinmek için oldukça uzun bir ayraç açtım. Gezginin işi arada bir de tarihin burnunu karıştırmaktır. Aslında bunu kültür gezisi kapsamında yapmayı planladığımız tarihi eserler ve yapılar turnesini tasnif ederken dile getirmek daha doğru olabilirdi. Madem girdim bir kere, sonuca bağlayayım ve geçmiş zaman sokaklardaki idman yürüyüşüme devam edeyim.
Şimdi tarihçi Aşıkpaşazade, ben bu lafları sıralarken çoktan önüne vardığım Âşık Paşa Camisi’ni, dedesinin ruhuna adamak üzere yaptırmış. Cami, 16. yüzyıl başında bir bahçe içinde yapılmış, ama 18. yüzyılda Darüssaade Ağası Hüseyin Ağa tarafından onarıldığı için bir parça değişikliğe uğramış. Bir külliye olarak düşünülmediği halde, yanındaki binalarla birlikte külliye özelliği gösteriyor. Çünkü sağ tarafında, kızı Rabia ile evlendirdiği müridi Seyyit Velayeti’nin tekkesi ve mescidi (Kuran Kursu) yer alıyor, karşısında ise Âşıkpaşazade’nin iki bölümden oluşan büyük türbesi yer alıyor. Damadının ve onun ailesinin yattığı türbe de burada. Ayrıca, bahçe duvarında, artık suyu akmayan bir çeşme görüyorum. Böylece, oldukça pitoresk bir çevre içinde, oldukça pitoresk bir külliye şekillenmiş oluyor.
Nedenini bilmiyorum ama anneannemin buralarda pek beğendiği ufacık tefecik bir Tahirağa Camisi’ vardı. Artık beğendinden mi başka bir sebepten mi, çok iyi hatırlayamıyorum, ama madem şimdi buradan geçiyorum, kıyısından köşesinden bir bakınmamda sakınca görmüyorum.
Saliha ananemin anısına
Evet, Âşıkpaşazade’nin az ilerisinde, Esrar Dede Sokağı’na varınca tarihi Asude Hatun Türbesi ile Tahirağa Camisi ile karşılaşıyorum. Eski cami görmeyeli bayağı yıpranmış. Ancak bunun çok daha mütevazı ve çok daha şirin bir tekke ve cami olduğunu söylemeliyim. Ağa’nın (saray kapıcı başlarından, sürre eminliği de yapmış), yalnız başının gömülü olduğunu öğrendiğim camsız türbesinin yanı sıra (gövdesi Şam’da kalmış), Uşşakî tarikatının üçüncü Pir’i, Selâhaddin Uşşakî’nin açık mezarı da burada.
Buradan tekrar dört yol ağzına, Cibali Caddesi’nin bitip Haydar Caddesi’nin başladığı, köşede Cibali Mahallesi Muhtarlığı’nın yer aldığı kavşağa dönüyorum. Bu caddedeki yürüyüşümü sona kadar devam ettirme gibi bir planım var. Çünkü yukarıda, Zeyrek adıyla bildiğim semt var. Çok sayıda güzel ahşap evlerinden ötürü burası SİT alanı haline getirilmiş diye duymuştum, bakalım restorasyon var mı, varsa ne aşamada? Aslında caddeden sağlı sollu yukarı tırmanan sokakların ilginç özellikleri olduğu için bunların hepsini, vaktim olursa, gezeceğim; olmadı bir sonraki sefere…
Adıyla sanıyla anılan sokaklar
Haydar Caddesi’nden ileriye yürürken Haydar Hamamı Sokağı’nı görünce duraksıyorum. Bizde bazı sokaklar, diyorum, mutlaka adına yakıştırılan şeylerle anılırlar; dolayısıyla bu sokakta bir hamamın olma ihtimalini çok yüksek buluyor, dönüyorum. İyi ki girmişim; geçer geçmez birkaç tarihi bina kalıntısı ile karşılaşıyorum: ‘Haydar Hamamı’ (acaba bunun bizim Haydar Paşa ile bağlantısı var mıdır, bakmam lazım) yıkık dökük olmasına rağmen, sanki eski güzelliğini belli ediyor. Aynı paşanın mescidinden ise yalnız yan duvar kalmış. Medrese de maalesef harap, ama hiç değilse daha büyük bir kısmı hâlâ ayakta.
Hazır bu sokağa girdim biraz daha ilerleyeyim diyorum. Az ilerideki Bıçakçı Alaaddin Camisi’nin kendisi pek ilgi çekici değil, fakat önündeki çeşme güzel.
Haydar Hamamı, onun sonundaki Aksak Çıkmazı, Kaşıkçı Sokak, Kaşıkçı Çıkmazı sokakları kibirsiz ahşap evlerin hâlâ çok sayıda ayakta durduğu, son derece sevimli sokaklar. Haydar Hamamı Sokağı’ndan ilerleyerek varılan Bıçakçı Çeşmesi Sokağı yerine Çağa Sokak’tan tekrar Haydar Caddesi’ne çıkıyorum. Tam köşede taburesine oturmuş bir beyamca görünce, hah diyorum bu emmi olsa olsa eskilerdendir, buranın yerlisidir yani, usulca yanına ilişiyorum. Önce şık bir ‘selamünaleyküm’, hal hatır filan, sonra kendisine soruyorum, buralarda yakınlarda öyle enteresan cami filan var mı diye. Beyamca böyle soru mu olur gibisinden yüzüme tuhaf tuhaf bakıyor önce. Az önce yanından geldiğim ‘Bıçakçı Alaaddin Camisi’ni söylüyor. Yok diyorum, başka… Az ileride ‘Eski İmaretiatik Camisi’ var diyor, ‘Yarhisar Camisi’ var diyor, sonra da ekliyor sen en iyisi mi Fatih’e çık diyor.
Çıkış o çıkış
Fatih’e çıkacağım zaten. Ama henüz buralardayken şu iki camiye de bir göz atayım diyorum. Beyamcaya “hayırlı günler” dileyip söylediği camilerin istikametine doğru hareket ediyorum. Madem karar böyle, bacaklara ufaktan kuvvet vermek lazım. Şimdi bir elmayı hak ettim diyor ve goldeni ısıra ısıra paramparça ediyorum. Oooh, bu enerji çok iyi geldi. Şimdi ufak ufak devam edebilirim yoluma. Daracık sokak araları var. Kaybolmamak işten bile değil. Nasıl olduğuna inanamıyorum ama kendimi bir anda İmareti Atik Camisi’nin önünde buluyorum. Geldiğime değiyor. Güzel camiymiş. Belli ki eski bir kiliseden çevrilmiş. Ancak ara sokakların birinde olduğundan varlığı eminim çoğu insan tarafından bilinmiyordur.
Muhteşem bir eser
Zeyrek
Beyamcamın eziyetli halime bakıp arz-ı endam ettiği bu bölgede görebileceğim diğer camiye, Yarhisar Camisi’ne varmak için yine bir dizi sokaktan geçiyorum.
Neyse galiba yolumu doğrultmuş durumdayım. Çünkü az önce sokak ortasında top oynayan küçük kardeşlerime sorduğumda dillerinden ziyade elleriyle çok güzel tarifte bulunmuşlardı. Hatta çok hoşuma gitmişti; kimi ‘amca’ derken kimi ‘abi’ diye hitap ediyordu. Ben ‘abi’ diyenleri dinlemeyi tercih ediyorum, tabii ki. Bir taraftan yürüyor, diğer taraftan da koynumdaki düdüğe iliştirilmiş pusulama göz atıyorum. Haydar İmareti Sokağı’ndan batıya yürüyüp buradan Şebnem Sokağı’na geçiyorum. Kadı Çeşmesi Sokağı’yla kesiştiği köşede Yarhisar ya da diğer adıyla Mustafa Muslihiddin Camisi’ni görüyorum. Meğer bu cami İstanbul’da, Yavuz Er Sinan’dan sonra yapılan ikinci camiymiş ve duvarındaki yazıya göre 1461’de inşa edilmiş. Yaptıran Yarhisarlı Mustafa Muslihiddin de Fatih zamanında kadılık yapmış, ulemadan biriymiş. Cami yüzyıl başlarında kötü bir yangın geçirip bir yıkıntı haline gelmiş, 1955 ve 1981’deki onarımlarla da şimdiki, ama çok da parlak olmayan durumunu almış.
Kadı MM Camisi
Yarhisar Camisi’nin yakınında, Şeyhülislam Muid Ahmet Efendi’nin yaptırdığı ve kendi adıyla bilinen medresenin yıkıntısı harap bir halde duruyor.
Güya Haydar Caddesi’nde ilerleyerek sürdürecektim serüvenimi. Nerdeee? Ben böyleyim işte. Yolda bir şey görürüm, derken bir başka şey, derken bir başka, alır götürür beni upuzaklara. Madem öyle diyorum; bacaklarıma verdiğim özel komutla çıkalım bakalım Haydar Caddesi’ne… Şebnem Sokak’tan Nevşehirli İbrahim Paşa Caddesi’ne, sonra adı güzel Çırçır Caddesi’ne… Bir kavşağa geliyorum, bakıyorum ki solumda Haydar Caddesi. Ama cadde bu işte, sonu gelmiş! Olsun diyorum, kendisine kavuştum yine ya! Şimdi isterdim ki Zeyrek sokaklarına da gireyim, çıkayım. Malum her taraf ahşap konaklarla dolu. Ancak sokaklar, evlerin önleri ana baba günü gibi. Kapı eşiklerinde hanımlar, sokak ortasında oyun oynayan çocuklar, bir takım şeyleri tamir eden ya da yol ortasında muhabbet eden sakallı adamlar. Rahat çekim yapamayacağım. Vaz geçiyorum. Bunun yerine ‘At Pazarı Meydanı’na gitmeliyim artık diyorum.
Yolda ilerlerken çok yeni restore edildiği anlaşılan Şeyh Süleyman Mescidi’nin enteresan mimarisine takılıyorum. Onu ardımda bırakıp sağımdaki Kırbacı Sokak’a daldığımda karşıma çıkan caminin ismiyle afallaşıyorum: Sanki Yedim Camisi… Hafiften bir gülümseme alıyor beni. Ama garanti bu betonarme mimarisiyle adı çok ilginç olan bu caminin herhalde çok eski bir hikâyesi vardır diyorum. Öğrenmem lazım.
At Pazarı Meydanı
Güzeeel… Şimdi bir zamanlar atların alınıp satıldığı meydana doğru devam edebilirim. Karşıma çıkan kemerlerin fotoğrafını çekiyor, At Pazarı Meydanı’na yöneliyorum.
“At Pazarı”nda ne at var ne de pazar
Alanın ortasında bronz bir at heykelinin boy pos göstermesi haybeye değil. Geçmişte burada ne ahırlar varmış, bir tarafta kuru saman kokusu, diğer tarafta nalbantlar… Çekiç sesleri arasında atlar nallanırmış. Çağ alt üst olunca at mat kalmamış. At Meydanı oluvermiş oto sanayi. Ne işse adını değiştirmemişler, aynı kalmış. Oto kaportacıları, boyacılar, rot balansçılar derken, insanların ayak basmak istemediği, hatta geceleri geçmeye ürktükleri bir meydana dönüvermiş At Pazarı Meydanı. Şu anda yürürken sağlı sollu açılmış kafelerle dolu olduğunu görünce insanların yüzündeki gülümsemelerden ne kadar kazançlı olduklarını çıkartabiliyorum. Ne o öyle canım semtin orta yerinde oto sanayii mi olurmuş!
Oto sanayi yan cebime diyorum aslında; ama keşke Zeyrek’teki şu evlerin altına bir inebilsem, ne dehlizler, ne tüneller vardır kim bilir. Garanti yeraltından teee Atatürk Bulvarı’ndaki eski Bizans sarnıçlara, kemerlere ve destek duvarlarına kadar uzuyorlardır.
At Pazarı Meydanı’ndan Mıhçılar Caddesi’ne çıktığımda artık batıya doğru hamle yapmalıyım diye düşünüyorum ve Fatih Türbesi Sokağı’ndan, tıpkı Yavuz Selim Camii gibi, şehrin siluetini süsleyen abidemsi Fatih Camisi’ne doğru ilerliyorum. Açıkça ifade etmem gerekirse Unkapanı köprüsünden Yenikapı’ya uzanan caddenin batısında kalan bütün sur içi bölgesi Fatih sayılmakla birlikte, benim görebildiğim kadarıyla, semt olarak Fatih, aslen Fatih Camisi’nin yakın çevresinin bulunduğu yerin adı. Çocukluğumda da böyle bilir böyle bahsederdik.
Fatih
Ayakapı ile Fener arasını turlarken bir ara düşünmüştüm, şu Çarşamba’ya da bir çıkayım, Yavuz Selim Camisi’ni fotoğraflayayım diye. Sonra vazgeçtim, ziyaret tadı bir sonraki kültür gezimize kalsın düşüncesiyle. Bu caminin bulunduğu semtin adının Çarşamba olmasının nedenini büyüklerimiz bize, fetihten sonra Karadeniz kıyısındaki Çarşamba bölgesinde oturan bir grup insanın burada iskân edildiği ve sonrakilere göç örneği olduğu şeklinde açıklamışlardı. Karagümrük’te oturan anneannemin en sevdiği pazar burada kurulurdu. Çok büyük, çok kalabalıktı. Sanırım hâlâ bu namını koruyor. Galiba Karagümrük adının da surların bu kısmında bir çeşit ülke içi, şehir gümrüğü olmasına bağlı olmasındandı. Böyle hatırlıyorum. Yanılıyor da olabilirim.
Şimdi Fatih Camisi’nin önünden yürüyerek batıya doğru ilerlemeyi sürdürüyorum. Caminin mihrap duvarının arkasında Fatih’in ve eşi Gülbahar Hatun’un türbeleri var.
Fatih’ten Edirnekapı’ya Uzanan Cadde
Buradan ana cadde olan ve hem ışıklı, canlı mağazalarından dolayı kaldırımlara yayılan yayalar, hem de aksamadan akan sıkı trafiği bakımından fevkalade bir çarşı havası estiren Fevzipaşa’ya çıkıyorum.
Hava oldukça sıcak olmaya başladı. İçtiğim suyun haddi hesabı yok. Su içince de böbrekler çalışıyor haliyle.
Solda Vatan Caddesi’ne inen Akdeniz Caddesi var. Şu sokak, cadde isimlerini niye zırt pırt değiştirirler bir türlü anlayamam. Vatan Caddesi olmuş “Adnan Menderes Bulvarı”. İyi isteyen istediğini söyler. Ben nostaljik takılıyorum. Bu Akdeniz’de oldum bittim Osmanlı’nın mutfağını yaşatmaya çalışan güzel lokantalar, restoranlar vardı. Sanırım aynı şanını koruyorlar. Ama şimdi idmana çıkmış bir sırt çantalının midesinden çok bacaklarını usa vurması öne çıkıyor. Uzun yürüyüşüm Bizans, Osmanlı karışımı bir turdan ibaret ya, ondan söz açtım, yoksa ne işim olur oturup yemek yemekle…
Yalnız, Yavuz Selim’e geçmeden önce 100-150 metre yürüyerek ulaşabileceğim Emir Buhari Sokağı’nda, aynı adı taşıyan caminin haziresindeki Sadrazam Ahmet Cevat Paşa Türbesi’ne de göz atabilirim. Düşündüğümü eyleme geçiriyorum. Aynı sokakta, İstanbul’da bulunan Emir Buhari tekkelerinin ilki de bulunuyor. Emir (Ahmet) Buhari Türbesi de burada. Ancak, eski tekkeden eser yok, tamamen ortadan kalkmış, şimdi göze görünen bina ise yeni yapılmış.
Yavuz Selim de nereden çıktı, bura Malta…
Yine gelinlik mağazaların (çoğunluğu da tesettürlü moda) egemenliğindeki Fevzi Paşa’ya geri dönüyor, caddenin karşı kaldırımına atlıyor, Yavuz Selim Caddesi’nden Nişanca Caddesi’ne sapıyorum. Solumda Kumrulu Mescidi’ni görüyorum. İlk bakışta gördüğü onarımlarla biçimi bir hayli değişmiş olan bir mütevazı bina ile karşılaşıyorum. Meğer bu mescit, İstanbul’daki en eski Osmanlı eserlerinden biriymiş; Fatih Camisi’nin mimarı Rum kökenli Atik (Azatlı) Sinan tarafından kendi adına yapılmış. Mescidin köşesindeki (ve şimdi akmayan) çeşmenin ayna taşında, hayat pınarından su içen bir çift kumru kabartması bulunduğundan ‘Kumrulu Mescit’ adıyla meşhur olmuş. Belli ki Bizans’tan kalma. Görünüşe göre, Müslüman olarak da meşrebi, böyle bir kabartmayı kaldıracak kadar genişmiş. Hem ayrıca, Fatih gibi, İtalya’dan Venedikli ressam Gentile Bellini’yi davet edip portresini yaptıran bir padişahın döneminde yaşamış. Bu kabartma, o günden bugüne kadar bir cami duvarında durabilmiş ve kimsenin itirazına uğramamış. Gerçi şaşırmıyor değilim. Zira bugünkü anlayışla, birilerinin gelip bunu sökmesini, hatta parçalamasını, şaşırtıcı bulmam.
Bir çift kumru
Mescitten ayrılıp gene Nişanca Caddesi’nden ileri yürüyünce, bu caddeyi hayal meyal hatırladığımı fark ediyorum. Bir zamanlar buralarda ne güzel ahşap binalar vardı? Şimdi bulabilene aşk olsun. Biraz sonra sağımda bir mezarlık ve solumda Nişancı Mehmet Paşa Camisi’ne geliyorum. Külliyesi de olan çok güzel bir klasik dönem camisi. Mimar Sinan’ın eseri olduğu iddia ediliyor ama doğru mudur tam emin değilim. Belki onundur, belki de onun sağlığında yanında yetişen Davut Ağa veya Mehmet Ağa gibi bir mimarın eseri de olabilir. Valla kime aittir bu ayrı bir konudur ama kesin işini iyi bilen birinin elinden çıktığı bellidir. Bir de içini görmek lazım. Onu da listeme eklemiş bulunuyorum.
Caddenin karşısında, köşede, bir de açık türbe var: Keskin Dede Türbesi. Eskiden bu türbe, Keskin Dede Mescidi’ne bitişikmiş. Şimdi bu alan Keskin Dede Mezarlığı diye geçiyor.
Yaklaşık 200 metre kadar yürüdükten, Yunus Emre Çocuk Yuvası’nı geçtikten sonra sağdaki ilk köşede iki tarihi eserle daha karşılaşıyorum. Önce, oldukça yıkık durumdaki Kaba Halil Efendi Medresesi. Ayrıca bir de güzel çeşme var bu meydanda.
Karşıdaki caminin adı ‘Üçbaş Nureddin Hamza Camisi’. “Al sana yine acayip bir adlandırma daha,” diyorum kendi kendime. Sonradan öğreniyorum tabii. Bu tuhaf adın, camiyi yaptıran Nureddin Hamza’nın doğduğu köyden geldiği anlaşılıyor. Ama rastladığı her tuhaflık karşısında hayal gücü ardına kadar açılan Evliya Çelebi, buna da ilginç bir açıklama bulmuş: Çok usta bir berber, küçük bir para karşılığı aynı anda üç kişiyi tıraş ediyormuş ve müşterisi öyle bolmuş ki, biriktirdiği parayla bu camiyi yaptırmış. Velhasıl, Evliya’nın açıklaması, her zamanki gibi gerçeklikten daha hoş ve şimdiki, bakım+onarım sonrası haliyle, caminin kendisinden çok daha ilginç. Üçbaş Camisi’nin yanında yine bana fazla ilginç gelmeyen bir medresesi de var.
Atikali
Şimdi şu daracık sokaktan aşağı kıvrılıp ana caddeye çıkabilir ve bir zamanlar annemin dayısının kızı, yani kuzeni Ayşe teyzemiz ile eşi Bekir (Peker) eniştemizin oturdukları eve bir göz atabilir, o bloğun hemen altındaki meşhur Atikali turşucumuzdan şöyle bol şerbetli bir turşu ikram edebilirim kendime.
60’larda ve 70’lerde Peker familyanın ikamet ettiği o kadim bina oluvermiş kocaman bir ‘moda evi’…
Nereye sıvışmış benim turşucum?
Çocukluğumun turşucusu (*) ise buhar olmuş kayıplara karışmış… Dükkânı işleten emicenin ne kadar lezzetli turşuları vardı! İç iç doyamazdım o turşu sularına… Sanırım acıya o harikulade dükkân sayesinde daha 6-7 yaşlarımda iken alışmış olmalıyım, şimdi bana mısın demiyor acı biberler, acılı kebaplar… Makarnamın üzerine öyle bir dökerim ki pul biberi, gören de salçalı makarna yiyorum zanneder… Ha bir de tabi çocukken yaramazlık yaptığımda mavi gözleri yuvalarından çıkmış sevgili annemin ağzıma sürdüğü o keskin kırmızı acı biberlerin tadı da aklımdan çıkmıyor.
(*) Tur sonrası bu düzenlemeleri yaparken internette baktım, eğer o bizim bildiğimiz eski Atikali turşucusu ise, Canfeda Cami Sokak’ın çapraz karşısındaki Muhtar Yekta Sokak’a taşınmış.
Madem öyle bende şimdi Atik Ali Paşa Camisi’nin yanı başından şu daracık merdivenlerden yukarı tırmanır, babamın amcası İhsan amcamızın kayınvalidesi, Necla yengemizin annesi Fahriye hanım teyzemizin evini bulmaya çalışırım. Bakalım o daracık sokaklar bana neyi hatırlatacak kabilinden…
Belleğimde bir de Zincirli Kuyu vardı
O evi bulabilmem için önce zincirli kuyuyu bulmam gerekir. Fevzi Paşa Caddesi’nin Atikali durağından, ki bu otobüs durağı da sizlere ömür, o geniş ve ışıklı caddeden istersem Atik Ali Paşa Camisi’nin merdivenle çıkılan bir ara sokak gibi gidip gelinen avlusunun ortasından geçerek, istersem caminin az aşağısındaki kuyu gibi derin ve karanlık sokağa dalarak demirden bir kulenin bulunduğu, semte adını veren küçük bir alan durumundaki Zincirli Kuyu’ya çıkabilirim.
Çıkıyorum, etrafıma bakıyorum ama ne kadar da değişmiş burası! Mümkün değil, bulamayacağım o evin yerini. Küçük alanda eski, büyük bir çeşmeyle karşılaşıyorum. Horasanla örülü geniz haznesi, mermer kabartmalı ön yüzü, derin taş yalağıyla sapasağlam duruyor. Koparılmış lülesinden, yalağın içine toplanmış çerçöpten çoktandır akmadığını, kuruduğunu anlıyorum. ‘Zincirli Kuyu’ hemen çeşmenin arkasında. Aşağı yukarı on metre yüksekliğinde demir bir kuleden ibaret. Demir çubukları yer yer pastan, delik deşik olan kulenin her yanı sarmaşıkla kaplı. Sanki hâlâ kocaman bir çeki taşıyla örtülü kuyunun derinliklerinden su çekmektedir bu sarmaşık. Kulenin hemen ortasında kararmış tahtalarıyla, kırık camlı, karanlık pencereleriyle yıkılmak üzere olan ahşap bir konak yer alıyor. Bitişiğindeki dikenlerle türlü otların boy verdiği eski mezarlığa doğu eğilmiş duruyor.
Zaten buradan gerisin geriye gitmiş gibi oluyor, küçük mezarlıktan hemen sonra Üçbaş Camisi’nin öteden görünen bodur minaresiyle yine karşılaşıyorum. Bunu tekrarlamamak için yönümü Karagümrük’e veriyor, Çilingir Köyü’nden İstanbul’a göçtükten sonra Niyazi dayımın anneanneme terk ettiği o eski yaşam mekânına, Canfeda Cami Sokak’a doğru hareketlenmek istiyorum.
Zaman ne hızlı akıyor ve her şey ne çok çabuk değişiyor. İnsanın aradığını bulabilmesi gitgide zorlaşıyor.
Atikali’ye veda
Atik Ali Paşa Camisi (*) bile ne kadar değişmiş göründü bana. Sanki o çocukluk dünyamda göklere yükselen büyük abidemsi bir duruşu vardı. Sanki bütün Karagümrük semtini bağrına basardı.
(*) “Zincirli Kuyu” adıyla da bilinen bu caminin yapılışı daha eski, yaptıran da bir başka Ali Paşa’dır; Çemberlitaş’taki Gazi Atik Ali Paşa Camisi’ni (ki ben bunu hep Çemberlitaş Camisi olarak söylerim) yaptıran, II. Bayezid’in veziri Atik Ali Paşa. Hadım Akağalar arasından yetişen Ali Paşa, Şehzade Ahmet’in yanında girdiği bir savaşta ölmese, herhalde tahtı sonunda eline geçiren Yavuz Selim tarafından idam ettirilecekti. Doğrusu buradaki camisi Çemberlitaş’taki kadar ilgi çekici değildir. Sıralı taş ve tuğladan yapılmış, dikdörtgen bir binadır ve gene fetih öncesi Osmanlı cami mimarisinin özelliklerini taşır. Altı kubbesiyle, küçük bir Ulu Cami örneğidir.
Cami ile hemen karşısındaki Nakşidil Sultan Türbesi’nin tezyinatını yapan Hattat Rakım Efendi’nin barok türbesi arasındaki dar yoldan geçip sağa kıvrıldığımda, restorasyon çalışmalarının sürdüğü kocaman yapı, Cedit Ali (ya da Semiz Ali) Paşa Medresesi’nin önünden ilerliyorum.
Restorasyona tabii
Sağımda kalan, Semiz Ali Paşa Medresesi’ni yaptıran kişinin binasından daha ilginç olduğu durumlardan biri. Ali Paşa Hersekli bir devşirme. Enderun’dan yetişmiş, Mısır’da ve Rumeli’de beylerbeyi olmuş, sonunda, Rüstem Paşa’nın ardından, sadrazamlığa yükselmiş, oldukça barışçı bir devlet adamı. Nükteleri kadar şişmanlığıyla da ünlüymüş. Rivayete göre, koca imparatorlukta onu taşıyabilecek yalnız iki at bulunmuş. İçi ne durumda bilmiyorum ama dışarıdan baktığımda medresenin iri yarı cüssesinin dışında ve hatta Sinan’ın eseri olmasına rağmen öyle aman aman kayda değer bir tarafı yok gibi yükseliyor kaldırım taşları boyunca.
Karagümrük
İşte geldik çocukluğumun parçalı zamanının geçtiği o kadim semte
Nurettin Tekke Sokağı’na girer girmez, tasavvuf müziğinin ünlülerini de görürüm belki diyorum. Ahmet Özhan’ı yıllar önce görmüşlüğüm var. Sonradan birçok ünlünün buradaki dergâha geldiği söylentisi çıkmıştı. Kimler geliyor, kimler uğruyor çok da önemsediğim bir durum değil. Sokakla aynı adı taşıyan, ‘Cerrahi Tekkesi’, Canfeda Hatun Camisi’nin hemen arkasında.
Hatıratlarıma kazınan sokağa girdiğimde hep o aynı heyecan
Caminin hemen karşısındaki Şayan Apartmanı ise çocukluğumda anneannemi ziyaretlere geldiğimizde, okul tatillerinde yanında kaldığım dönemlerde belleğimde unutulmaz hatıralara yol açan bina. Az önce kısaca değindiğim gibi; annemin küçük erkek kardeşi, Niyazi dayım hemen evlendikten sonra (1969) oturmak için burayı satın aldığında, ben daha okula başlamamıştım. Ancak Niyazi dayım ile bizim Şakacı Sokak’tan tanıştığı eşi, Saliha ablamız, çok kalıcı oturamıyorlar burada. Yolları Londra ile kesiştiğinden… Dolayısıyla daire de oturması için anneanneme kalıyor. Bizler de en yakınları olarak kendisini yalnız bırakmamak adına sürekli geliyoruz ziyaretlerine.
Karagümrük dini bayram zamanlarında olsun, okul tatillerinde olsun adeta en önemli mekânlarımızdan biri olarak tarihe geçiyor. Vefa Stadı, Çiçek Sineması, Hakan Sineması, Stat Sineması, Dörtler İşkembecisi, komşu kuruyemişçi, bakkal emmi, bıçkın manav amca, ‘satır’ lakaplı kasap amca… Ve elbette henüz altı yaşımda, ilk aşkımı bulduğum semttir Karagümrük Canfeda Cami Sokak…
Aslında Erenköy, Kazasker Şakacı Sokak ile karşılaştırdığımda pek sevmiyordum Karagümrük’ü. O boğucu apartmanlarıyla canımı sıkıyordu. Oyun oynayacak bir bahçesi dahi yoktu. Bu yüzden caddede ya da ara sokaklarda oynamak gerekiyordu. Demek ki şu bunaltıcı apartman hayatını daha o yıllardan sevememişim. Dört katlı Şayan Apartmanı’nın ikinci katındaki daire sabah güneşini alırdı sadece. Caddeye bakan salon ile oturma odası ışıl ışıl olur ama sonra o parlak güneş kaybolduğunda birden karanlığa gömülürdü daire.
Ne zaman güneş ön cepheyi rahatsız etmeye başlardı, anneannem hemen güneşlikleri çekmemi isterdi. Koltukların, mobilyaların rengi değişmesin, sararıp solmasınlar diye. Ben de bu güneşliği kenarından sıyırır, cama burnumu dayar pencere ucundan karşı apartmandaki küçük sevgilime el sallar, gülücükler gönderirdim.
Arka tarafın pencereleri zaten bodrum katında oturuyormuş havası verirdi. Güneş almayan, sadece kocaman havalandırma boşluğuna bakan pencereleri yarı toprağa gömülü gibi, nemli, kasvetli loş.
Kadim bir sokağın ve kadim dostların anıları saymakla bitmez
Anneannem 1979 yılında hayata gözlerini yumduktan kısa bir süre sonra buraya Hadımköylü ahbaplarımızdan ‘Çatalbaş’ ailesi taşındı ve ben bu sokaktaki son demlerimi İngiltere’ye gitmeden hemen önce, 1979 yılının yaz aylarında, ailenin büyük oğlu, arkadaşım Yüksel ile yaşadım. Birlikte çok iyi vakit geçirdiğimiz o son günler meğer Karagümrük semtimin de son izleri olacakmış.
[📷 Çocukluk arkadaşlarım: Yüksel Çatalbaş (sağda) ve İbrahim Çankaya (arkada) ile Çengelköylü bir akrabamızın sünnet düğününde, Üsküdar, (Ağustos 1979).]
Anneannemin apartmandaki ve sokaktaki mahalle komşuları ile arası çok iyiydi. Sürekli ya anneannem onlara gider, ya da onlar anneanneme oturmaya gelirlerdi. Eve televizyon geldiğinde benim çocukluk dünyama epeyce büyük bir zenginlik katmıştı. Artık Avrupa Kupası maçlarını, Akdeniz oyunlarını veya Muhammet Ali’nin Joe Frazier ve Ken Norton ile yapacağı boks maçlarını seyretmek için sabahın köründe, daha gün aydınlanmadan kalkar, televizyonun başına geçerdim. Ali kazansın, yenilmesin diye dualar ederdim.
Benim 14 yaş öncesi henüz materyalizme sapmamış, anneannemin tasavvufi hayatından feyz aldığım günlerden geçiyorduk. Ramazan günlerinde birlikte oruç tutar, birlikte namaz kılardık. Bazen ben uyanıklık yapar, sokağa çıktığımda arkadaşlarımla beraber çaktırmadan bir şeyler atıştırır, orucumu bozar, ama akşam iftar oldu mu bol aferinle yemeğimize yumulurdum. “Üç kaat” evrenle tanışmam böyle oldu herhalde. Kendiliğinden işleyen, kendiliğinden gelişen… Teravih namazı için mutlaka Canfeda Hatun Cami’inden başlangıç yapılır sonra semtte ne kadar cami varsa hepsi dolaşılırdı.
İşte bu yüzden bu yazımda bu semtlerime geri döndüğümde bu yapılara özenle değinmek istedim. Bir tür turistik geri dönüş ama gerçekten çok hoş, çok güzel…
Unutmanın mümkün olamayacağı konu komşu
Şayan Apartmanı’ndaki bütün sakinler beni çok severdi. Belki de en fazla bilgiçliğime takıntı yapmışlardı. Çünkü hemen her şeye sevimli bir kulp bulurdum. Gevezelikten ödün vermeyen çenem bir kez açıldı mı hiç durmazdı. Kimin problemi varsa o yaşıma başıma aldırmadan bana kulak vermelerine hayran kalırdım. O sakinleştirici, uzlaştırıcı, ara bulucu bilge yaklaşımlarımla, hüngür hüngür ağlayan teyzelerime tebessümler hediye eder, aşk acısı yaşayan ablalarıma saadetli çözümler üretirdim. Aslında herkesin kendi yaşamlarından örneklerle dolu türlü problemleri vardı ve sanki hüzünlü bir hayat yaşamayı seçmişlerdi. Bense buna fiilen karşıydım ve onları kıyasıya güldürmek için elimden gelen çabayı gösterirdim. Bu yüzden adım apartmanın “Güzin Ablası”na çıkmıştı. Tabii o zamanlar bu ‘abla’ dipnotuna fena bozulurdum; ben ‘kız’ değilim ‘erkeğim’ diye tuttururdum.
Şüphesiz çocukluk yılları insanın en güzel yılları…
[📷 Canfeda Cami Sokak’taki Şayan Apartmanı’ndan son kareler: dairenin son kullanıcısı, ‘büyük’ lakaplı Zehra teyzem ile birlikte, Karagümrük, (Ağustos 2009).]
Troleybüs Hattında Bizans’ın izleri
Bugün o yöne gitmedim ama bir gün bu civara da el atacağımı umut ediyorum, Saraçhanebaşı’ndan Karagümrük Vefa Stadyumu olan Bizans sarnıcının (Aetios Sarnıcı) yanı sıra Edirnekapı’ya çıkan troleybüs caddesinde çocukluğumun o anlamlı durakları vardı.
Bakın ağız alışkanlığından dolayı bile ‘Saraçhanebaşı’ dedim, Saraçhane’ye. Öyle bilirdik. Öyle telaffuz ederdik. Sonra sırasıyla Fatih, Malta, Atikali, Karagümrük… Bizim adlı sanlı Edirnekapı hattımız. Eminönü’nde vapurdan indiğimiz gibi binerdik bu troleybüslere. Bazen Sultanahmet’in orada boynuzu çıkar, arıza giderilene kadar bekleşirdik otobüsün içinde. Ayakta yolcu sayısı ne kadar az, oturacak yerin olması ne çoktu o günlerde. Sonra Yavuz Selim diye bir durak uydurdular. Hâlbuki Yavuz Selim semti çok yukarılarda, Haliç’e bakan sırtta kalmamış mıydı? Orada beşinci tepede, Kanuni tarafından yaptırılmış o muhteşem adıyla sanıyla anılan görkemli cami ile caminin yanında kocaman Bizans sarnıcı Aspar o semti simgelemiyorlar mıydı? O semt ünlü Çukurbostan mahallesi değil miydi?
Sanıyorum o dönemde tarihi yarımadanın her kilometrekaresinin, hatta daha küçük birimlerinin bambaşka bir adı vardı. Bugün de bu pratik naklen devam ediyor.
Çocukluğumun Karagümrük’ü Bizans’a ters bakmaz, azınlık halklarına ise başını çevirmezdi. Sokaklarında geçen günlerimde, bir çocuk, hatta biraz sonraları delikanlı olarak, o eski yapıların yanında yöresinde dolaşıyor, onların arasında kendimize oyun yerleri buluyorduk. Anneannemin kapı komşusu Sevim teyzenin küçük oğlu Murat çok iyi arkadaşımdı. Çocuk ilik kanseriydi ama yüzü hep gülüyordu. Ve ben ona acıdığımdan değil, gerçekten bir arkadaş gibi gördüğümden bağlılığımı koruyordum. Çok sık taşıt geçtiğinden annesi Canfeda Cami Sokak’ta oynamamızı istemez, biz de bazen yan sokak, başıboş Kanat Sokak’ta ya da futbol stadının önündeki Kelebek Sokak’ta oyunlarımıza dalardık.
Mazideki adıyla Vefa Stadı
Vefa stadında ise maç seyretmek ayrıcalıklı bir keyifti. Tribünler genellikle boş olurdu. Eğer anneannemden izni kopartamamışsam ya üst kattaki komşu teyzenin ufacık balkonuna kurulur kuşbakışı seyreder, ya da sokağa oyun oynayacağım diye çıkar ana cadde boyunca ilerleyen duvarın tepesinden görebildiğim kadarıyla izlemeye çalışırdım günün futbol maçını.
İşte şimdi Canfeda Cami Sokak arkamda…
Eski Vefa, şimdiki Karagümrük Stadyumu önünde fotoğraflar çekiyorum meraklı bakışlar arasında.
Karagümrük’ten Acıçeşme’ye
Acıçeşme civarında duraksıyorum. Bu semtte trafik polisi İsmail dayımız ve ailesi otururlardı. Ama tıpkı Malta’da oturan akrabalarımızın evini bulamadığım gibi, bu dayımızın ailesinin de uzun zaman yaşam sürdüğü binayı çıkarabileceğimi sanmıyorum. Bu yüzden yoluma devam ediyorum. Görülecek, gezilecek o kadar çok yer var ki. Bir güne nasıl sığdırılır, imkânsız…
Ekmekçi Baba Türbesi’nin önünden yürürken bunu düşünüyorum. Yok, mutlaka bir kere daha gelmeliyim. Ama bu kez parçalara bölmeliyim, gideceğim semtleri. Öyle çık Unkapanı’ndan git Fener’e, Balat’a sonra dön Ayvansaray’dan gerisin geri çık Zeyrek’e, Fatih’e, bir aşağıya, bir yukarıya, yürü babam Karagümrük’e, Edirnekapı’ya, sonra tekrar in oradan Kariye’nin altından Ayvansaray’a, olacak iş değil.
Hani nerede Unkapanı Zeyrek arasındaki bölüm, Saraçhane, hani nerede Draman yokuşu, Çarşamba, Çukurbostan, Yavuz Selim; e, hani nerede Edirnekapı tarihi surlar vesaire…
İşte tüm bu saydığım ve diğer semtleri, tarihi eserleri ve dolaşılacak yapıları da gezimin içine katacağım seri bir İstanbul turlarının planlamasına bırakıyorum.
Edirnekapı
Bu sevdayla Mihrimah Sultan Camisi’nin yakınına gitmeden, uzaktan fotoğraf çekimini yaparak Şeyh Eyüp Sokak’tan Kariye Müzesi tarafına doğru dönüş yapıyorum.
Eski bir sokakta eski mahalle havası
Kariye Parkı’na gelince Balat’ta girip mola verdiğim parka benzetiyorum çevresini. Bir an aklım çıkıyor. Nasıl olabilir, ben nasıl o parka gelebildim diyorum? Oysa bu park o park değil. Fatih Belediyesi’nin türdeş tasarım eseri, bu kadar yani.
Bir avuç yeşillik işte
Hora Manastırı’ndan geriye kalanlar
Bir buçuk saatlik yürüyüşten sonra, saat tam 14:00’te, İstanbul’da Bizans mimarisine sahip eserlerin en sıradışı yapılarından olan Kariye’ye gelmiş bulunuyorum. Yüzyıllarca kilise olarak kullanılan ardından 1500’lü yıllarda camiye çevrilen Kariye’de restorasyon çalışmaları devam ediyor. Ancak müzeye girilebiliyor ve ziyaret edilebiliyor. Bazı kısımlar kapalı olduğundan her bölümü görme imkânı olmayabilir.
Ayasofya ve Kariye gerçekten bu ülke için son derece değerli. Üstelik dışarıdaki panolardan, kapıdaki güvenlik elemanından aldığım çok kısacık bilgiyle Kariye aynı zamanda Meryem Ana’nın hayatının anlatıldığı çok nadir kiliselerden biri. Ben İngiltere’den de bilirim ki genellikle Hristiyanlık hikâyeleri çoğunlukla Hz. İsa’nın doğumuyla başlar oysa burada görüyorum ki Meryem Ana’nın hayatına ilişkin betimlemeler daha öne çıkmış durumda. Sanırım bu da Kariye’nin kendine özgü özelliklerinden biri.
Dar ama hoş bir sokak olan Kariye Türbesi Sokak’tan aşağılara iniyorum. Otoparkın bulunduğu kavşaktan soldaki yolu tercih ediyorum: Kuyulu Bahçe Sokak. Biraz ilerledikten sonra da Ulubatlı hasan Sokak…
Solumda ‘Tekfur Parkı’, ‘Tekfur Sarayı’ sağımda ise ‘Tekfursaray Hançerli Panayia Rum Kilisesi’ var. O kadar çok yan yollar çıkıyor ki karşıma ister istemez bir tanesine dahi girmemek için direniyorum. Oysaki sağdan insem Balat’a çıkacağım, yok illa Ayvansaray diyorum, kenar mahalleler diyorum.
Ayvansaray
Bu yerleşim bölgesi, Haliç boyunca dizilmiş semtlerin arasında en yoksulu, diyebilirim. Nüfusu, bayağı karışık. Böyle gelmiş böyle gidiyor. Hatta çocukluğumun İstanbul’unda yerleşik Çingenelerin oturduğu birkaç semtten biriydi bu semt, ama kentsel dönüşümler, yeniden yapılanmalar, restorasyonlar, şimdi böyle bir özelliği kalmamış gibi. Haliç kıyısındaki mezbelelikler tamamen ortadan kaldırılmış. Küçükten büyüğe bir sürü tersane vardı. Bugün bile bunlardan bazısı duruyor ve ara sokaklarda yürürken her an karşıma bir tekne çıkabilir diyorum.
Gerçekten ayaklarıma kara sular indiğini fark ediyorum. Bağırıyorlar bana: “E, hadi artık geri dönelim!” Tamam, söz dinlerim ben, diye cevap veriyorum kendilerine. Geri dönüyoruz zaten. İleride solda ‘Panayia Suda Kilisesi’ varmış. Ama buna bakmaya şimdilik vaktim yok diyor yoluma devam ediyorum. Merdane Hamur Kafe’nin de önünden geçerek, Dervişzade Sokağı’ndan yukarıya tırmanıyorum. Solda, Kazasker İvaz Efendi Camisi’nin avlu kapısına geliyorum. Bu küçük meydanda gözüme ilişen ‘Mustafa Ağa Çeşmesi’ bana oldukça tanıdık geliyor. Düşünüce çıkartıyorum ben bu çeşmeyi nereden hatırlıyorum diye. Tabii ki de “Gönülçelen”den!! Tuba ile Cansel ve çiçekçi kız, güzel diziydi, anımsadığım kadarıyla… Altı köşeli, zarif bir meydan çeşmesi. Barok dönemin (18. yüzyıl) son derece süslü meydan çeşmeleri gibi değil, ama belki de bu nedenle, çok güzel.
Eğrikapı es geçilecek bir sur kapısı değil
İvaz Efendi Camisi ise, Fatih Camisi ve Mihrimah Sultan Camisi bir tarafa koyarsam, bu Haliç ~ Karagümrük ~ Edirnekapı gezisi boyunca karşılaştığım en “anıtsal” Türk yapısı olduğunu söyleyebilirim. Yine genel olarak Sinan’ın eseri olduğu söylenen bu caminin mimarisi bütünüyle değişik ve ilginç. Minaresinin yeri geriye doğru kaymış vaziyette. Asıl ilginç özelliği de girişi. Bütün camilerin kapıları ortada yer alırken, İvaz Efendi’nin cephesinde, iki kenarda ikişer küçük kapı var, ortada da pencereler sıralanmış.
Aşağı doğru inerken sağda iyiden iyiye restore edilmiş Emir Buhari Tekkesi’nin yanından geçerken hemen yakındaki ‘Anemas Zindanları’ aklıma bir sürü cinlik getiriyor. Buraya mutlaka uğramalıyım diyorum, küçük ‘akıl’ defterimdeki listeme not alırken. Herhalde yanımda güçlü bir feneri bulundurmamda fayda var diye düşünmeden edemiyorum. Karanlık dehlizlerde ve belki örümcek ağlarıyla pençeleşirken harika bir macera olacağından hiç kuşkum yok.
Kendimi bu zindanlara atıp akabinde de çıkarmış hissettikten sonra Dervişzade Sokağı’ndan geri dönerken soldan yokuş aşağı inen ve gideceğim istikamete doğru kıvrılan dar yola sapıyorum. Buradan, sağda, Bizans’ın ‘Ayia Tekla Kilisesi’ olduğu sanılan Toklu Dede Mescidi’nin ayakta kalmış tek duvarını görebiliyorum.
Bu surlar çevresinde birçok türbe, mescit ve cami var. İsimlerini hiç duymadıklarım, yarım yamalak duyduklarım var. Demek ki, surları gezerken Ayvansaray’ın hakkı da verilecek. O zaman bilgi edinebileceğime inanıyorum. Bilginin edinilmesinde gecikme olmaz. Öğrenmenin yaşı yok ki, benim de payıma düşen bu günlermiş…
Anıların İstanbul’u hakikisinden güzeldir
Çevreye bakıyorum tam bir restorasyon havası hâkim. Ancak mahallenin eski ahşap evleri bu yeni duvarlarla tam bir kontrast yaratıyor. Ayvansaray’ın bu bölgesindeki ahşap evlerde, aslında çok da büyük sayılmayacak bir restorasyon, bu güzel küçük bölgeyi yok olmaktan kurtarabilir ve şehir için bir kazanç olabilir. Bu evlerin arasından geçerek, yeniden Ayvansaray’a dönebilir ve Fener-Balat ile başlayan sonra Fatih’ten itibaren geçmiş çocukluk semtlerime çıktığım Haliç, Karagümrük, Edirnekapı gezimi sona erdirebilirim. Gerçi geziden öte idman yürüyüşü olduğunu ısrarla vurgulamalıyım. Yoksa sabahtan akşama, olmadı ertesi güne değin girmeyeceğim semt, görmeyeceğim sokak kalmaz.
Burada, son olarak da, kara ve Haliç surlarının birleştiği yerde, Arap kuşatması sırasında şehit olmuş Muhammed el Ensari’nin olduğuna inanılan ve bu bölgedeki sahabe mezarlarının çoğunluğu gibi II. Mahmut zamanında yapılan türbeye bir göz atabilirim.
İhtişamlı bir saray ve yolumun üstündeki camiler
Ayvansaray’da ana caddeden yürürken dikkatimi çekiyor; eski kapının bulunduğu yer kendini nasıl da belli ediyor… Kuyu Sokağı’ndan içeri girdiğimde, karşıma ‘Blaherna Ayazması’ çıkıyor. Burası, Bizans zamanında, Blaherna Sarayı’nın ayazmasıymış ve saray alanından çıkmadan buraya gelinebiliyormuş. Ayazmanın üstünde İmparatoriçe Pulheria bir kilise yaptırmış. Birkaç yıl sonra Kudüs’ten gelen iki Bizanslı’nın Meryem Ana’ya ait elbiseler olduğu iddiasıyla yanlarında getirdikleri giysiler bu kilisede saklanmaya başlamış ve böylece kilisenin önemi artmış. Fetihten yirmi yıl kadar önce bu kilise, içinde Meryem’in elbiseleriyle, yanıp yok olmuş. Ancak bugün burada 1900’lerde yapılmış küçük, şirin bir kilise var. Geniş ve bakımlı bir bahçede yer alan ayazma da kilisenin içinde.
Ayazmadan sola doğru yüz metre kadar yürüyünce, solda kalan Çember Sokak’ın içinde, ‘Atik Mustafa Paşa Camisi’ görünüyor (bu yapı Cabir Camii adıyla da tanınıyor). Bir Bizans kilisesinden camiye çevrildiği ilk bakışta anlaşılıyor. Ama kilisenin adının ne olduğu uzmanlar arasında hâlâ tartışma konusu. Bu konuların başta gelen otoritesi Semavi Eyice, Ayia Tekla olduğunu söylüyor. Başkaları da, sura daha yakın olan ve “Toklu Dede” diye bilinen yıkıntıya bu adı yakıştırıyor. Yunan haçı tipinde küçük bir kilise ve çeşitli zamanlarda yapılan tamirlerden görünüşü bir hayli değişmiş.
Cabir Camisi’den semt içine doğru yürüdüğümde, eskiden yoğun Çingene yerleşimi olan Lonca’ya geliyorum, ama artık eski özelliği yok. Bir köşede, sahabeden Ebu Zerra el Gıfari’nin mezarını görüyorum. Yanında bulunan mescit ortadan kalkmış. Lonca Caddesi’ni kesen Yatağan Hamamı Sokağı üstündeki Yatağan ya da ‘Hacı İlyas Camisi’, anıtsal olmamakla birlikte, Fatih zamanından kalma ve bozulmamış, ahşap küçük mescit örneği.
Camiden aşağı inen Hâkim Çelebi Sokağı takip ediyor ve Molla Aşkı Parkı’nın içinden yürüyerek, ana caddeye, ışıklardan karşıya Balat Parkı’na geçiyorum. Parkta bulduğum konforlu bir ağaç altında park ediyor, yiyecek, içecek tezgâhımı seriyorum. Burada bir saat mola verecek ve Haliç’in maviliklerini seyredeceğim.
Acı bir kahveyi hak ettim
Çok faydalı, çok zengin bir yürüyüş turu olduğuna inandığım bugünü unutmam olanaksız. Bana her türlü anılarımı geri getirip, hissettirdikleri için bütün geçmiş semtlerime teşekkür ediyorum.
(*) Sanırım bundan sonraki turneler için şu Müze Kart’ından bir tane edinmeden geçemeyeceğim. Her gezgin vatandaşın bir “Müze Kartı” mutlaka olmalı, değil mi ama?..
TUR ile İLGİLİ DETAYLAR
Tur Tarihi: 27.04.2017; Perşembe
ROTA: Fener >> Fatih >> Karagümrük >> Edirnekapı
Güzergâh Seyri: Fener Özlem Parkı >> Cibali Caddesi >> Umurbey Sokak >> Şair Baki Sokak >> Esrar Dede Sokak >> Âşık Paşa Camisi >> Tahirağa Camisi >> Haydar Caddesi >> Haydar Hamamı Sokak >> Haydar Hamamı >> Astar Sokak >> Küçük Mektepli Sokak >> İmareti Atik Camisi >> Nevşehirli İbrahim Paşa Caddesi >> Şebnem Sokak >> Yarhisar Camisi >> Çırçır Caddesi >> Şeyh Süleyman Mescidi >> Eski Mutaflar Caddesi >> At Pazarı Meydanı >> Mıhçılar Caddesi >> Fatih Türbesi Sokak >> Fatih Camisi
>> Fevzi Paşa Caddesi >> Akdeniz Caddesi >> Emir Buhari Sokak >> Sadrazam Ahmet Cevat Paşa Türbesi >> Emir Ahmet Buhari Türbesi >> Yavuz Selim Caddesi >> Nişanca Caddesi >> Kumrulu Mescit >> Nişancı Mehmet Paşa Camisi >> Keskin Dede Türbesi >> Kaba Halil Efendi Medresesi >> Üçbaş Nureddin Hamza Camisi >> Atikali >> Atik Ali Paşa Camisi >> Zincirli Kuyu >> Nakşidil Sultan Türbesi >> Hattat Rakım Efendi Türbesi >> Cedit Ali Paşa Medresesi >> Karagümrük >> Nurettin Tekke Sokak >> Cerrahi Tekkesi >> Canfeda Cami Sokak >> Canfeda Hatun Camisi >> Şayan Apartmanı >> Kanat Sokak >> Vefa (Karagümrük) Stadyumu
>> Acıçeşme >> Ekmekçi Baba Türbesi >> Edirnekapı >> Mihrimah Sultan Camisi >> Şeyh Eyüp Sokak >> Kariye Park >> Kariye Müzesi >> Kuyulu Bahçe Sokak >> Kariye Türbesi Sokak >> Kuyulu Bahçe Sokak >> Ulubatlı Hasan Sokak >> Ayvansaray >> Tekfur Sarayı >> Hançerli Panayia Rum Kilisesi >> Dervişzade Sokak >> Kazasker İvaz Efendi Camisi >> Mustafa Ağa Çeşmesi >> Emir Buhari Tekkesi >> Anemas Zindanları >> Toklu Dede Mescidi >> Kuyu Sokak >> Blaherna Ayazması >> Çember Sokak >> Atik Mustafa Paşa Camisi >> Toklu Dede >> Lonca Caddesi >> Hacı İlyas Camisi >> Hâkim Çelebi Sokak >> Molla Aşkı Parkı >> Balat Parkı…
Turun niteliği: Günübirlik çocukluk semtlerim etkinliği ve sırt çantalı idman yürüyüşü
Tur mesafesi: 27 km
Yürüyüş mesafesi: 6 km
Toplam kat edilen araç mesafesi: 21
Kullanılan ulaşım aracı: İETT Otobüs
Toplam tur zamanı: 4,5 saat (12:30~17:00)
Toplam yürüyüş zamanı: 2,5 saat
YAPILAN HARCAMALARIN DETAYI
Ulaşım: 2,30 TL
Yeme-içme: Kişisel “Beslenme Sepeti”
Diğer: 1,00 TL
Toplam Masraf: 3,30 TL
Bir sonraki “Gülhane Parkı” serüveninde görüşmek üzere; sevgiyle kalın,
Gezenti Şeref
***…***