Ben Bir Çift Gezgin Pabucum Gülhane Parkı’nda

Kabataş’tan Gülhane’ye… Gülhane Parkı’na…

İstanbul’da o kadar çok görecek semt, sokak, mahalle kültürü, ziyaret edecek eser, gezip tozacak yer var ki; kalp gözüyle yaşayacak gönül, can gözüyle bakacak göz yuvası, can kulağıyla işitecek kulak kepçesi, sevdayla, keyifle dolaşıp, yorulmayan adamını bekliyor. Yani beni. Ben gibileri. Sırt çantalı idman yürüyüşleri zor zanaat; körü körüne gezmeye benzemiyor. Yorulduğumu anlayınca, işte burada birkaç asude mekân, huzurlu bir mavilik, gamsız bir yeşillik, diyor şehir. Sen, buralarda bir çay iç, kahveni yudumla, dinlen, bir başka sefere “Doğada Tabana Kuvvet” yoluna çıkarsın…

Neye Niyet Neye Kısmet

Evet, tıpkı böyle oldu. Gülhane Parkı piyangodan çıktı. Planlarım arasında vardı elbet ama bağ bozumuna doğru. Tam eksiklerimi gediklerimi MetroCity’deki ‘outdoor’ mağazasından tamamlamak için İstanbul’a geldiğimde iç yakıcı bir haberle sarsıldım. Zaten gün evvelinden belliydi, içimde bir sıkıntı, sanki bir şeylerin olacağı habercisi gibiydi.

Yadsılı haber tez ulaşır derler… Bu da öyle oldu. Kocaeli doğa yürüyüşlerine yola çıkacağım sırada gelen ani haberle yıkılıyor; evlatlarım dedelerini, eşim babasını, bense kayınpederimi kaybetmiş olmanın üzüntüsünü yaşıyorduk.

[📷 Kayınpederim Hüseyin Işık (01.05.1929-30.04.2017) ile birlikte… Babaeski, (02/2016).]

Görevimizi yapmış, D.T.K. programımı bir süre ertelemiş, oğlum Çarli ile birkaç günlüğüne İstanbul’a dönmüş, neler yapabilirim diye düşünüp taşınırken belki bir iç huzuru yakalayabilmek, belki kalabalıklardan uzak olabilecek bir başka nedenle Gülhane’ye gitmeye karar vermiştim. İşte bugüne ait yürüyüş yolculuğumun kararı böyle gerçekleşmiş oldu.

Kabataş’a geldiğimde saatim 10:35’i gösteriyordu. T-1 ile Gülhane durağına kadar gidebileceğimi geceden tasarlamıştım. Beş dakika içinde tramvay hareket ettiğinde İstanbul’daki hayatın hızına yetişmenin hiç kolay olmadığını bir kez daha gözlerimle görüyor, her süjenin, her objenin sürekli bir hareket halinde oluşunu sıcağı sıcağına yaşıyordum.

İstanbul ne kadar küçülmüş meğer. Bense hep büyüdüğünden dem vuruyorum. On dakikada varıyoruz ineceğim durağa. Sanki Eminönü’nden Cağaloğlu’na yürüdüğüm zamanlar çok uzunmuş gibi! O güzelim Bâb-ı Âli yokuşunu tırmanır, on beş dakika içinde Piyerloti Caddesi’nde olurdum. Laf işte! İstanbul bu, her şeyi değişir, yollarının menzili kolay değişmez.

Soğuk Su Kapısı
[📷 Gülhane Parkı, (Mayıs 2017).]

Ne desem?

Gülhane Parkı’nı gerçekten çok özlemişim.

Hesapladım en son 2005’te Çarli’nin sünnet etkinliği döneminde gelmişiz. Aradan geçmiş tam on iki sene.

Bakalım değişen neler varmış diye merakla burnumu içeri sokmaya çalışıyorum. Şansa bak! Ben kalabalıklardan uzak olurum derken bütün gençlik bugünü bulmuş gibi okullar almış öğrencilerini otobüslerle getirmişler buraya. Çeşit çeşit kalabalıklar. Her yaştan, her cinsten, her türlü giyim kuşamdan insan kalabalığı. Bununla beraber parkın içi o kadar büyük ki, herkese yetecek, koşturup oynayacak kadar yer bol. Zaten büyük öğrenci kitleleri önce Topkapı Saray’ına hareket ediyorlar. Diğer köşede ise mukaddesatçı topluluk İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi önünde kümelenmişler içeri girmek için sıra bekliyorlar.

Harika bir gün olacak. Bunu hissediyorum. En azından içimdeki gönül sıkıntısından uzaklaştırmayı becerecek bir doğa parkı Gülhane. Çocukluğumdan beri pek sevdiğim, hayvanat bahçesi için babama ölmekten beter tutturduğum. Ne zaman Karagümrük’te oturan anneanneme gideceğiz diye yola koyulsak, Gülhane’nin önünden geçerken yalvarıp yakardığım, troleybüsün içindeki kimi yolcu teyzelerin susmam, yatışmam için avucuma yığdıkları akide şekerlerini tattığım o benzersiz günler…

Kuşkusuz şeker sadece avucuma yakışan bir şey değildi. Gülhane Parkı da adını, eskiden burada gülbeşeker (gül reçeli) yapan imalathanelerin yeri olmasından ötürü almıştı.

Gül reçelini annem de çok güzel yapardı. Bahçemizden topladığı reçellik gülleri şekerli suda kaynatır, marmelat yapardı bize. Hiç unutmam, pek öyle iştahlı bir çocuk değilim ufaklığımda, annem ise beni kandırmanın yolunu bulur, ‘Sana’ yağlı ekmek diliminin üstüne sürdüğü gül reçeliyle peşime düşer, ben önde annem hemen kuyruğumda bahçenin içinde dört döneriz. Kısa bacaklı olmanın dezavantajı tabii, yakayı çabucak ele veririm. Elime tutuşturduğu o gül reçelli ekmek parçası bütün dünyamı değiştirir, ağzıma tat verdiği gibi iştahımı da açardı…

Anılarımda izi silinmeyen yapı
[📷 Eski Soğukçeşme Askeri Rüştiyesi, Alemdar Caddesi, (Mayıs 2017).]

Tramvaydan indiğimde ilk gözüme çarpan yapı 19. yy’da Soğukçeşme Askeri Rüştiyesi olarak inşa edilmiş sonra bir süre Adli Tıp ve benim hatıralarımda da antipatik bir yer edinmiş, eski Devlet Güvenlik Mahkemesi olarak kullanılmış, kapısının yanında sivri kemer çerçeveli beşer penceresiyle, cumba çıkıntısıyla caddeye soğuk bakan yapı. Sanki 1989’u yaşar gibi titriyor bedenim.

Çocukluğumun, gençliğimin gelişli gidişli caddesini ne hale getirdiler? Neredeyse bir tramvay yolu bütün caddeyi bitirmiş durumda. İyi. Nasılsa modern kentin yeni yüzü bu. Şehir planlamacılarından daha mükemmel bilecek değilim ya. Benimkisi de nostalji ukalalığı… Bir yandan yürürken sırt çantamın içinden fotoğraf makinemi çıkartıyorum. Giriş kapısının bitişiğindeki ‘I. Ahmet Çeşmesi’, parkın dışındaki ‘Zeynep Sultan Camisi’ ve yine Alemdar Caddesi tarafında Gülhane Parkı’nı çevreleyen duvarın sol köşesindeki ‘Alay Köşkü’ tarihi önemi olan bir yerde olduğumu dillendiriyor bana.

GÜLHANE PARKI

Kemerler şeklindeki İstanbul Kapısı’ndan parkın içine girer girmez büyük bir oksijen bulutu ciğerlerime akın ediyor. Çevre ise çok iyi bir düzenlemeden payını almış.

Yürüyüş parkurları muhteşem. Rengârenk çiçeklerin, ki lale sezonu olduğundan ağırlıklı olarak her tarafa laleler ekilmiş, gölge yapan dev ağaçların arasından yürüyüşe geçiyorum. Yol kenarlarında banklarda oturanlar bu güzelliğin tadını çıkarıyorlar. Gelen geçeni boş boş seyredenler, kimselere aldırış etmeden okudukları kitapların içine gömülenler, çimenlerin üzerine yayılmış piknikçi aileler, ‘sotto’ yani sota bir yer bulmuş olmanın sevincini paylaşan sevgililer, el ele tutuşan gençler, bebeğini yumuşak çimlerde yürütmeye çalışan anneler, çiçeklere değen fıskiyelerin yalnızlığı gibi tek başına olmanın tadını çıkaran orta yaşlı, bayağı yaşlı dedeler, anneanneler, babaanneler, ben gibi sadece yürüyüş yapmayı tercih eden gezginler.

Burada en çok yürüyüş yapılır, fotoğraf çekilir ve alabildiğine dinlenilir. İster kendi getirdiğin öteberiyle, ister bir çay bahçesine oturup kalabalık masalara karışarak…

Doğaya adım atmak bir başka duygu

İstanbul şehrinin en eski ve en güzel tarihi parklarından birisi olan Gülhane Parkı, Alay Köşkü, Topkapı Sarayı ve Sarayburnu arasında yer alıyor. Osmanlı döneminde Topkapı Sarayı’nın arazisi içindeyken dış bahçesi olarak kullanılmış olan park, çok büyük bir alanı kapsıyor. Git git yol bitmiyor. Yürüyüşüme, Alemdar  Caddesi tarafından, İstanbul Kapısı’ndan girdikten sonra sağ koldan başlatıyorum.

Parkın yetmişli yıllardaki hali oldukça bakımsızdı. Doksanlarda ise biraz göze batmaya başladı. Ama esas değişimi herhalde ikibinli yıllarda gördü. Gerçi Gülhane’nin tarihi geçmişi göz önünde bulundurulduğunda buradaki bitkilerin zaman içerisinde büyük değişimlere uğradığını hem okuduğum kitaplardan hem de büyüklerimin anlattığı hikâyelerden çıkarıyorum. Örneğin Fatih, hasbahçe olarak kullandığı bu parka çok sayıda zeytin ağaçları dikmiş. Bu dönemden sonra bazı egzotik zeytin çeşitlerinin de dikildiği, bir bölümünün tarla olarak kullanıldığı ve sebzeler ekildiği biliniyor. Bu nedenle olsa gerek dışarıdaki bahçelere Gılman-ı Bağçe-i Hassa adını yakıştırmışlar, bostancılar buralarda emek vermişler. O tarihlerde bütün has bahçelere dikilen çınar, dişbudak, ıhlamur, karaağaç, çitlembik, defne, meşe, erguvan ve ahlat ağaçlarının taze ve yetişmiş fidan halinde İzmit, Karamürsel ve Yalova’dan getirildiği anlaşılıyor. Gülhane Parkı’nın adının geldiği gülbeşeker imalatı için gereken gül desteğinin de yine bu parktan sağlandığını düşünüyorum.

Yol boyunca yürüyüşümü sürdürürken etrafa dağılmış tarihi ağaçların atmosfere salgıladığı oksijen yoğunluğuna tutulduğumu hissediyorum. Ne müthiş bir duygu bu! Tanıdığım ağaçlar var aralarında, tanımadıklarımı ise kimselere tek tek soracak halim yok ya, hayranlığımdan önce şöyle aval aval bakıyor, ardından yalnızca fotoğraflayıp geçiyorum. Ne yalan söyleyeyim, ağaç çeşitleri ve canlı türleri bakımından oldukça zengin bir parkın içinde yürüdüğümün bilincindeyim. Zaman zaman duruyor, derin derin nefes alıp veriyor, havayı bir güzel kokluyorum. Kim bilir kaç çeşit ağaç türü ile muhabbet ede ede şu sırt çantalı antrenman yürüyüşüme katkıda bulunuyorum. At Kestanesi, Karayemiş, Defne, Kiraz, Şimşir, Akasya, Çınar, Hanımeli, Zakkum, Sedir, Dişbudak, Ladin, Erguvan, Dut, Manolya, Ihlamur, Mor Salkım…

Hasbahçe”nin Çiçekleri

Ben böyle dedim de yine bahçede çalışan emekçilerden birini yakalayıp soramadan edemedim. Dedim, şu açık pembe ipek gibi çiçekleri olan, hoş kokulu ağacın cinsi nedir? Adam bir güzel tebessüm etti önce. Niye soruyorum der gibisinden. Sonra cevap verdi: Gülibrişim onlar… Vay be dedim, Gülhane’ye de pek yakışmış bu gülibrişimler. Bir daha asla unutmam. Ya şurada kenarda uzayıp giden, mor, beyaz salkımlı çiçekleri olanlar? Onlar da ‘Kelebek Çalısı’ imiş. Harbiden çalıların arasında dolaşan kelebeklere benziyorlar. Güzel. Daha soramadım ama bana az ileride ufak bir fidanlığın orayı tarif etti eliyle. Meraklıysam bakabilirmişim. Bakarım tabii.

Kim diyecekti ki ben Papaz Külahı, Porsuk, Acuba, kartopu, Alaca, Abelya, Taflan, Kokar Ağaç, İspir ile de tanışacağım. Zaten Latin kökenli adı olanların birçoğunun adını hatırlayamıyorum bile.

Güya İstanbul eski Belediye Başkanı, Cemil Paşa (Topuzlu) zamanında düzenlenerek 1912 yılında park haline getirilmiş ve halka açılmış bu parkın girişinde sağ tarafta İstanbul şehremini ve belediye başkanlarının büstleri bulunuyormuş. Ya ben oksijene dalmış olmanın rahatlığıyla ‘kör gözüm güzel eyler’ deyip görmezden geldim ya da onları çoktan yerlerinden etmişler.

Gülhane’nin Saray ve Müzeleri

Sağımdaki büyük duvarların ardında Eski Şark Eserleri Müzesi, İstanbul Arkeoloji Müzeleri, Topkapı Sarayı ve Çinili Köşk yapıları yükseliyor. Şimdi yürüdüğüm yolun alt kısmında kalan fakat iki giriş kapısı arasında parkın ortasından uzayan iki yanı ağaçlı ‘ana’ yol geçiyor. Bu yolun sağında ve solunda dinlenme yerleri, bir de çocuk bahçesi bulunuyor. Keza her taraf çiçek tarlası gibi.

Sanatsever bir park
[📷 Ressam, arkeolog ve kaplumbağa terbiyecisi Osman Hamdi Bey, Maket Kreasyon, Gülhane Parkı, (Mayıs 2017).]
[📷 Uçta görünen Sarayburnu Kapısı, Gülhane Parkı, (Mayıs 2017).]

Boğaza doğru kıvrılarak inen yokuşun hemen sağında bir Âşık Veysel heykeli, yokuşun sonuna doğru biraz üst kısımda ise Romalılardan kalma Gotlar Sütunu var. Şimdi bu alana doğru yavaşça tırmanıyorum.

Sarayın yolu

Çiçeklerle selamlaşma…

Bir yanda yüksek kaya gibi duvarlar, öte yanda yeşillik ve ağaçlar

Yeşilliğe dayanamam…

Köşkler ve Gülhane Kasrı

Korunun içinde karma cins bitkilerin yanı sıra; ‘İshak Paşa Köşkü’, I. Selim’in ‘İki Mermer Köşkü’ ve I. Abdülhamit tarafından yaptırılan ‘Gülhane Kasrı’ da bu parkta hayat bulan önemli yapılardan. Ancak bunların şimdi sadece kalıntıları göze çarpıyor.

Zaten şehrin bu yakasını bizler her zaman Tarihi Yarımada olarak bilirdik. Her taraf tarifi derin bir tarihsel dokuyla bezenmiş gibidir. Sarayburnu rıhtımında eskiden Bizanslılardan kalma ‘Aya Barbaro’ kapısı varmış. Padişah II. Mahmut bu kapıyı yıktırıp yerine topların koruduğu güzel bir saray yaptırmış. Maalesef bu saray 1862′de yangında kül olmuş. Yine yürüyüşümü çemberlediğim bu burun çevresinde ‘Gotlar Anıtı’, birçok kapılar, bodrumlar varmış ki en büyükleri Bizanslılardan kalma ‘Aya Sotiri Manastırı’na aitmiş. Burada ayrıca, Kennedy Caddesi üzerinde, devrin sadrazamı, Koca Sinan Paşa tarafından yaptırılıp III. Murat’a hediye edilen ‘İncili Köşk’ün kalıntıları da göze çarpıyor.

Topkapı Sarayı ile Gülhane Parkı arasında hem Sarayburnu hem de Alemdar ve Ayasofya yönlerinde yollar bulunuyor, padişahlar ve saray halkı koruya bu yollardan gidip gelirlermiş. Öte yandan rivayete göre padişahın dairesinden koruya giden gizli bir yol daha varmış. Bu yolun eskiden Sarayburnu yönünde olan köşklere çıktığı ifade ediliyor.

Yürüyüşümün en başında belirttiğim gibi Gülhane Parkı’nın hemen sağ tarafından Topkapı Sarayı’na giden yolda şimdi birbirinden güzel ilginç müzeler yer alıyor. Bu müzelerin altında bazı büyük bodrumların olduğu, bunların Bizans İmparatoru Arcadius tarafından yaptırılan hamamlara ait olduğu sanılıyor.

Gotlar Sütunu

Topkapı Sarayı’na çıkan yol…

En eski abide

Parkta görülmesi gereken kısım ve eserler arasında 3. yüzyıldan kalma ‘Gotlar Sütunu’, kuzeydoğuda yer alan Kennedy Caddesi ve eşsiz manzarası yer almakta. Burada oturup manzaraya karşı çay içmek istiyorum. Sonra vazgeçiyorum. Bir iki tur daha atayım öyle diyorum. Önce; bu kez Sarayburnu Kapısı’ndan giriş yapıyormuş gibi başlayayım ve kıyıdan kıyıdan ilerleyeyim. Sonra, gene İstanbul Kapısı’ndan giriş yapıyormuş gibi orta yoldan yürüyeyim, bazı fotoğraflar çekeyim düşüncesindeyim. İşim bitince tekrar yukarı tırmanır, en sağdaki kulvardan tepeciğe döner, molamı veririm. Bu renkli düşünceler arasında çiçeklerin, salkımların arasına dalıyorum.

Boğaz manzaralı anıt

Gotlar Sütunu alanı ve paha biçilmez Boğaz manzarası…

Mümkünse çiçekleri ellemeyelim incinirler

Dalıyorum derken çimenleri, çiçekleri çiğnemiyorum. Ama fııır fııır düdükler ötüyor. Bana mı çalıyorlar anlayamadım. Yok, canım niye çalsınlar, kenarlarda özenle duruyorum, bahçe içlerine ayak basmıyorum bile. Meğer az ilerideki çimlerde lobicilik faaliyeti yapan hatunlara sesleniyormuş görevliler. İyi yapıyorlar tabii. Selfie çekeceğiz diye çiçekleri ziyan etmek de neyin nesi…

İstanbul’un en büyük ve en ünlü parklarından olan Gülhane, birçok tarihi olaya tanıklık etmesi açısından da epeyce önemli. Bizanslılar tarafından kışla, Osmanlı döneminde ise kutlama alanı olarak kullanılmış mesela. İstanbul’un fethinden sonra daha da önemli hale gelen Gülhane’de ‘İncili Köşk’ inşa edilmiştir. Osmanlı’da ilk demokratikleşme hareketi olarak bilinen ve Tanzimat hareketinin başlangıcı sayılan “Islahat Fermanı” 3 Kasım 1839′da, Padişah I. Abdülmecit’le devlet büyüklerinin, elçilerin önünde 101 pare top atıldıktan sonra o zaman Hariciye Nazırı (Dışişleri Bakanı) olan Mustafa Reşit Paşa tarafından burada okunmuştur. Türkiye’nin Batılılaşma hareketinde ilk adımın atıldığı yer olarak “Gülhane” adı önemli bir yer tutar.

Atatürk Heykeli

Cumhuriyet devrinde ise “Gülhane Parkı”, Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’ndan sonra İstanbul semtinde ilk ayak bastığı yer olarak ayrı bir önem kazanmış, ‘Başöğretmen’ sıfatını alarak 24 Kasım 1928’de bizzat kendisi ‘Latin Harfleri’ni burada tanıtmıştır. Sarayburnu kısmında 1926′da Atatürk’ün ilk heykeli dikilmiştir.

Parkın Atatürk’ü

Atatürk heykelinin bir başka versiyonu parkın en başköşesinde…

Şanlı 1 Mayıs’a uydurma bir bayram yakıştırması

Park o tarihten beri, halkın çok sevdiği bir gezinti yeri olmuş, 1950′den 1958′e kadar İstanbul Belediyesi tarafından düzenlenen «Bahar ve Çiçek Bayramı» Gülhane Parkı’nda açılmıştır.

Ne oldu o hayvancıklara acaba?

Şimdi şurada en sevdiğim hayvanların barınakları vardı. Küçük çapta kurulan «Hayvanat Bahçesi» benim henüz hayvanlara zulüm edildiğini pek de idrak edemediğim o bastıbacak günlerimde her zaman gözdem olan bir yerdi. Deve, Leopar, Yaban Keçisi, Geyik, Sansar, Kamerun Koyunu, Porsuk, Kızıl Maymun, Ayı, Tilki, Sırtlan, Yaban Domuzu, Tavşan, Sincap, Ceylan, At, Aslan, Akbaba, Leylek, Atmaca… Ama en çok aslan kardeşe, bir de şempanzelere bayılırdım. Onlarla vakit nasıl geçerdi hatırlayamıyorum bile. Aslında çocukken sırf onlar için gelmek isterdim bu parka. Şimdi düşünüyorum da deniz kıyısında oluşu, parka ayrı bir özellik veriyor. Yürü, oksijen depola, otur, dinlen, manzarayı seyrederken çay iç…

Şenlikli Park

Seksenli ve doksanlı yıllarda şenlikler ve konserler, çocukların sevgilisi hayvanat bahçesine ilaveten en kalabalık manzaralardı.

Bugün Gülhane günü, neşe doluyor insanın gönlü

İlkbahar sonunda parkı boydan bölen geniş yola standlar, çardaklar kurulur, bu kaşık kadar portatif butiklerde çarşı, pazarı aratmayan mallar satışa sunulurdu. Hediyelik eşyadan tutun da, her türlü yiyecek, içecek, kitaplar, şaka malzemeleri, oyun aksesuarları, çeşitli kartpostallar, takılar, porselenlere kadar hemen her şey. Gece etkinlikleri kapsamında nemli ve balık kokan atmosferine rağmen açık hava sahnesinde birikmiş kalabalıkları coşturmasını bilen tamamen beleş halk konserleri, gösteriler, skeçler gerçekleştirilirdi. Program önceden hazırlandığı için kim ne zaman çıkacak bilinir, izleyici hayranlar sahnenin çevresinde yer kapmaca oynarlardı. Bu sahneye çıkan sanatçılar öyle amatör filan değildi. Zamanın en ünlü, en popüler ve fakat komplekslerinden arınmış halk sanatçılarıydı bunlar. Pop müziğinden sanat müziğine, özgün müzikten halk müziğine, arabeskten fantezi müzik tarzına çeşit çeşit sanatçılar…

Tabii o dönemde akıllı telefonlar, cep telefonları olmadığından insanlar sadece müzik dinlerlerdi. Ne selfiler çekilir, ne cır cırt mesajlar yazılır, ne de onu beğencem, bunu beğencem yarışına girilirdi.

Duyduk duymadık demeyin!

Hangi yıldı hatırlamıyorum ama Galata Köprüsü’nün, Eminönü’nün, Sultanahmet’in ve elbette Gülhane Parkı’nın birkaç yıl içinde “ahanda böyle olacak” tasarım edilmiş vaziyet planı, “siz İstanbullular böyle tramvaya binecek, şöyle kaldırımlarda yürüyecek” rüyasının uçurulmuş maketi, bir fanus camekân içinde halkın gözlerinin içine sokuluyor, kimileri heyecandan dört köşe oluyor, kimileri ise İstanbul yine rant uğruna elden gidiyor korkusu yaşıyordu.

Çok geçmemişti ki her taraf alelacayip bir şantiyeye dönmüş, hummalı çalışmalar baş göstermişti…

Bugünkü Galata Köprüsü’nün ayakları çakılıyor, pabuçların nallama sesleri kilometrelerce öteden “duyduk duymadık demeyin” nispetiyle tüm halkımıza duyuruluyordu. Hemen her gün gülünç olaylar cereyan ediyor, basın bunları çok yakından takip ediyordu. Ayaklarımızın altındaki İstanbul kayıyor, iktidarlar el değiştiriyor, bambaşka çehresiyle yeni nesillerin gönlünü fethetmeye gelen bir şehir havası ortalığa yayılıyor, laikliği savunan bir kesim ile muhafazakar, mukaddesatçı diğer kesim arasında derin ayrışmalar yaşanıyordu. İstanbul sanki ikiye bölünüyor, lakin Gülhane şenlikleri olanca hızıyla devam ediyordu. En sevilen sanatçılar nedense Ahmet Kaya ile Müslüm Gürses olarak sahneye hâkim oluyordu. İlkinde solcusu, sağcısı, fularlısı, türbanlısı el ele seyrederken, ikincisinde iç geçirten jiletler ortalığı kana buluyordu.

Hafta içi olsa bile binlerce, on binlerce insan akın ediyor, hafta sonunda ise o kapılara insanlar zor sığıyordu. İçeri adımını atanlar zafer narası atıyor, o geniş parkur dolup taşıyor, “acaba ben yanlışlıkla Pekin’e filan mı geldim” diye bir şaşırtmaca surat sahneliyor, ya da sanki hacı olmaya gelmiş büyük bir kitlenin karşı koyamadığı stabil bir akıntıyla standların, butiklerin, seyyar satıcıların önünden akıp gidiyordu… Velhasıl, bırakın vitrin alışverişi yapmayı, ilgi çeken bir serginin önünde durmak bile neredeyse imkânsızdı. O stres yüklü portatif dükkânlara girenler sevinir, adak adamış olduğuna inanır, alacağını alır çıkıp gene kervana katılırdı. Giremeyenler ise uyanıklık yaptığını sanarak ana yoldan çıkar, ağaçların arasından dolanarak, kimi zaman maymunsu davranışlarla daldan dala tutunarak geri döner, şansını bir kez daha denemeye kalkışırdı.

Bazen bütün gece sürerdi bu hengâme.

Abuk sabuk bir kentleşme peşinde

Ben diyorum, bu İstanbul içiyle, doğusuyla, güneyiyle Anadolu ve yüzde yüz Karadeniz kültürüyle yoğrulduğundan beri sureti şaştı, İstanbul olmaktan çıktı ve kozmopolit bir şehir yaşantısına dönüştü. Her semtte gettolar, varoşlar oluştu. Bu renkliliğe diyeceğim hiçbir şey yok. Sayısız Avrupa başkentleri de böyle. ABD ise başlı başına göçmenler ülkesi. Yani mesele buraya insanların ekonomik ihtiyaçları için çıkıp gelmeleri, bu şehirde yaşamak istemeleri değil, bu elbette renkliliktir, zenginliktir, fakat mesele gelenlerin yerleştikleri bölgeleri geldikleri yerlerin esaretine terk etmeleri ve bunu da biraz baskıcı usullerle yapması. Haliyle, tarihi şehir tahrip oluyor, çoğu farkında bile değil…

Tabii o yetmişli, seksenli günlerden bugüne çok şey değişmiş gibi geldi bana… Bilmem yanılıyor muyum yoksa…

İşte ne var ki o şenlikler, konserler bitti. Standlar, butikler hayal oldu. Hayvanat bahçesi kapandı. İşportacıların, sokak satıcılarının içeriye girişleri yasaklandı.

Ve sanki bugünkü kalabalığıyla o günlerin Gülhane Parkı arasında muazzam bir farkın ortaya çıkmış havasını sezinliyorum. Eskiye göre çok daha sakin ama olağanüstü yeşil hali var karşımda sanki.

Herkese Arzuladığı Bir Aktivite Var

Dinlenmeye gelenler…

Yürümeyi tercih edenler…

Fotoğraf çekilmeyi sevenler…

İlla müze gezeceğim diyenler…

Bana ne benim işim eğlenmek diyenler…

Yeter ki mangallı cızbızlı piknikçiler olması

Az önce yukarıda sözünü ettiğim gibi Osmanlı döneminde Topkapı Sarayı’nın has bahçesi olan ve adını buradaki gül bahçelerinden, gülbeşeker imalatçılarından alan, Şehremini (Belediye Başkanı) Cemil Paşa döneminde kamuya açık parka dönüştürülen Gülhane Parkı, başta dikilen güller olmak üzere yeşil alanların arttırılmasıyla eski halinden çok farklı görünüyor. Parkta halk konserlerinin ve şenliklerinin artık yapılmaması, piknik alanının bütünüyle kapatılması nedeniyle cazibesini yitirmiş gibi görüntü veriyor.

Ha, ben şikâyetçi miyim? Asla. Zaten park dediğin böyle olmalı. Konser mi izleyecekler var, gitsinler konser meydanlarına. Mangallı, yemeli, içmeli, bol kızartmalı piknik mi yapacaklar, öyleyse gitsinler bu hedefle belirlenmiş mesire alanlarına… Sade pikniğin kimseye zararı yok ama insanı burnundan eden tiksindirici et kokularının etrafı sardığı bir parkta günümü öldürmek istemem doğrusu.

Parkta gezerken, çimenlere basanlara, çiçekleri çiğneyenlere düdük çalan bisikletli görevlilere rastlıyorum. Atlı süvari kılığında polisler de güvenliği sağlayan ekibin içinde. Turistik bir kostüm havası içindeler. Fazlasıyla şık ve gururlular.

İnsan Bitsin İstemiyor

Güzel; buradan itibaren artık son turuma geçiyorum. Mola verme zamanım yaklaşıyor. Nicedir araç trafiğine kapatılmış, asfalt yerine granit taşlarla yaya yolları yapılmış kulvarda yürüyüşümü tırmandırıyorum. Hoşuma giden taraf ise şu: parkın en az yüzde 80’i yeşil alan haline getirilmiş.

Gülhane’nin muhteşem yürüyüş parkuru…

Süslü çeşmede süslenelim

Eskiden çocuk bahçesinin altındaki büyük sarnıcın yanında (Akvaryum teşhir yerinde) süslü bir ayna taşından ibaret bir çeşme vardı: Gülhane Parkı Çeşmesi. Suyu sürpriz bir şekilde akıyordu. Ancak Tanzimat müzesi ve Bizans döneminden kalma sarnıç binası içindeki akvaryum kaldırılmış durumda; çeşme ise akmadan duruyor. Su isteyene alın size su der gibi parkın içinde derinliği az olan bir süs havuzu yapılmış; su sesine burada kulak verebiliyor insan.

Fıskiyeler altında duş zamanı

Köprülü su havuzu…

Hayvanat Bahçesi’nin kaldırılmış olmasına da pek üzülmedim doğrusu. Çünkü bakımsızdılar ve herkesin maskarası olmuş gibi bir halleri vardı zavallı hayvancıkların. Bu bölümün de yeniden açılmayacağını öğrendiğim için mutlu oluyorum.

Keşke yaşasaydı

Mola yerine geldiğimde daha önce yürürken fark etmemişim, yani bakmışım ama görememişim demek ki, Sarayburnu’na bakan tarafta bir “Set Üstü Çay Bahçesi” vardı, bugün yerinde yeller esiyor… Nasıl ki Emirgan’a gidince insan Çınaraltı’nda çaysız yapamaz, Gülhane Parkı’na gelip, çay bahçesine de girmeden yapamaz. Eğer ekibim yanımda olsaydı biz de pek çok kişi gibi Gülhane gezimizi Gotlar Sütunu’nun as ilerisindeki şu açık alanın ucundaki Set üstü çay bahçesinde dinlenerek bitirebilirdik. Ancak malum olaydan dolayı ya kapandı ya da tadilatta. Çalışma alanı olarak çevrili vaziyette.

Şüphesiz bu çay bahçesinin en büyük avantajı, tahta zemini, tahta masa ve sandalyeleri ile insana tam bir nostalji yaşatırken muhteşem bir Boğaz manzarasına sahip olmasıydı. Bir de Gülhane parkındaki tek çay bahçesi olmasıydı.

Gözlerimi bir an kapatıyorum… Ve işte karşımda İstanbul silueti… Değişen İstanbul’u bir de böyle uzak bir havadan yakalayıp izleyebilmek… Ayazağa ormanlarının bile temizleyemediği, göğe yükselmeye devam eden Maslak beton mezarlıklarının iğrenç görüntüsü… Bazıları bu pitoreske bakınca kendisini Huston’da filan hissediyor; gülüp geçiyorum böyle zavallılara… En azından önde Dolmabahçe Sarayı’nı, Saat Kulesi’ni, Dolmabahçe Camii’ni görebiliyorum. Önümden bazen bir vapur, bazen bir feribot, bazen de bir motor, bir tanker geçiyor.

En büyük yeteneğim ‘Polyanna’ avuntusu

Çiçekler şimdilik bana yeter…

Ya da ağaçlar…

Ya da ne bileyim, ilginç strüktürler mesela…

Bir ağacın altına çöküyorum. Saatim 12’yi gösteriyor. Tam olarak 1 saat 10 dakika yürüyüş yapmışım. Şimdi çayımı içebilir, kısacık da olsa manzaranın ve park havasının tadını Nazım Hikmet’in “Ceviz Ağacı” şiirini muhteşem yorumlayan Cem Karaca’nın ağzından söylermiş gibi yaparak çıkarabilirim:

Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz.. Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda.. Budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz.. Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.. Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda. Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl.. Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril.. Koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil.. Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var.. Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul’a.. Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım.. Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul’u.. Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.. Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda.. Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında..

Zaman nasıl geçti, hiç anlayamadım

İnsanın bu parkı bırakıp gidesi gelmiyor…

Ama yolcu yolunda gerek…

Verdiğim on beş dakikalık mola sonrası Sarayburnu Kapısı’ndan çıkıyor, Gülhane Parkı ile vedalaşıyorum.

Edebiyat kütüphanesi

Ama bir sonraki gelişimde Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Müze Kütüphanesi’ne kesinlikle uğrayacağımı düşünüyorum…

Sarayburnu Kapısı’ndan çıkış

Yaklaşık bir saatlik bir yürüyüşle Ayakapı’da olurum düşüncesiyle yoluma devam ediyorum.

Sarayburnu ve uçta görünen Atatürk Heykeli… (Buraya ayrıca bisikletimle bir tur düzenleyeceğim.)

Sarayburnu’ndan manzaralar…

Sözünü ettiğim Atatürk Heykeli
[📷 Atatürk Heykeli, Sarayburnu, (Mayıs 2017).]

Eminönü

Eminönü yine her zamanki gibi…

Tıpkı imgelediğim gibi 13:15’te Ayakapı’ya varıyor, Şair Nedim Parkı’nda günün son molasını veriyorum.

14:00’de bindiğim 41Y ile Ayazağa’nın yolunu tutuyorum.

Ah güzelim İstanbul’um…

Hem biraz hüzünlü hem de kafayı, bedeni meşgul tutarak acıyı bir nebze dindiren bugünkü serüvenimle birlikte “GAZA GELDİM🚶: İstanbul’da Tabana Kuvvet” maceralarıma ara veriyorum. Yakın bir gelecekte başlatmayı programladığım bisiklet turlarımı önceleyen “Sırt Çantalı İdman Turlarım” bu sayede sonlanmış oluyor. “🚲TURNE: Günübirlik İstanbul Turlarım [2017]” gezilerim için kendimi oldukça fit ve doğaya, kamplara hazır hissediyorum. Artık gönül ve beden rahatlığı içerisinde bu yolculuklarımın ütopyasına (esintiler) geçiş yapabilir, adrenalin yükseltici bisiklet serüvenlerime girişebilirim.

TUR ile İLGİLİ DETAYLAR

Tur Tarihi: 04.05.2017; Perşembe

ROTA: Kabataş >> Gülhane >> Gülhane Parkı (V)

Güzergâh Seyri: Kabataş (T-1) Tramvay >> Gülhane Tramvay Durağı >> Alemdar Caddesi >> Gülhane Parkı (İstanbul Kapısı) >> Park İçi Yolu >> Sarayburnu >> Kennedy Caddesi >> Eminönü >> Reşadiye Caddesi >> Ragıp Gümüşpala Caddesi >> Unkapanı ~ Kadir Has Üniversitesi >> Abdülezelpaşa Caddesi >> Ayakapı…

Turun niteliği: Günübirlik park etkinliği ve sırt çantalı idman yürüyüşü

Tur mesafesi: 41 km

Yürüyüş mesafesi: 7 km

Toplam kat edilen araç mesafesi: 34

Kullanılan ulaşım aracı: İETT Otobüs

Toplam tur zamanı: 4 saat 45 dakika (10:00~14:45)

Toplam yürüyüş zamanı: 2 saat

YAPILAN HARCAMALARIN DETAYI

Ulaşım: 4,60 TL

Yeme-içme: Kişisel “Beslenme Sepeti”

Diğer: 2,00 TL

Toplam Masraf: 6,60 TL

Bir sonraki Belgrad Ormanı” serüvende görüşmek üzere; sevgiyle kalın,

Gezenti Şeref

***…***

(*) Önceki Makale: “Çocukluğum Ayrılmıyor Sezinden Gençliğim Dönüyor Eski Semtlerimden

(*) Sonraki Makale: “Hatırlamalı Mevsimleri Yeniden Ağaç Dallarına Tüneyecek Bülbülleri”

>>> [iÇERİK dİZİNİ]

error: Content is protected !!