ÜTOPYA.. Hayatı geçerken.. Tek başıma içerken.. Yolculuk nereye diye sordum.. Cevabı beklemiyordum.. Cevaba sarıldım ve baktık yıldızlara.. Bir an için yalnız hissetmedim.. Onu ben hesap etmedim.. Benimle kalırsa belki mutsuz olabilir.. Ama mutsuz olmayı da sevebilir.. Yine de kendisi bilir..
gEZENTİ şEREF ~ E-2017/037
Esinti Tarihi: Salı, 27/06/2017
Dünya kentleriyle ilişkim genel olarak üç aşamada gelişti. Bunların birincisi on altı yaşımda Londra’da başlar ve dokuz yıl sürer; başlıca özelliği, eğitim ve kariyerdir. Çalışarak kazanmanın tadını çıkarmanın, kazanırken siyasallaşmanın da önünü açan bir mertebedir.
Türkiye’den ilk kez yurtdışına çıkıyor, ilk kez yabancı bir ülke ile tanışıyordum. Oradayken, çok farklı semtlerde kalmıştım. Sokaklar ve evler birbirine ne kadar çok benziyordu. Bu yüzden başlarda epey kaybolduğumu hatırlıyorum. Londra, bir iç şehir olduğundan Ankara’yı andırıyor ve kozmopolit havasıyla da İstanbul’a çok yakınlaşıyordu. En güzel kentler ise kıyıdaydı, kuzey ise basbayağı ormanlıktı. Londra’da ise hepsinden parçalar bulunurdu. Nehirse nehir, ormansa orman. Ama beni en çok büyüleyen her semtin mutlaka büyükçe bir park alanına sahip olmasıydı. Bu ağaçlıklı parklarda uzun yürüyüşlere çıkmayı seviyordum. Böylece, aynı yerleri, farkları çok belirgin dört mevsim boyunca görmüştüm. Sanırım bu bende, kendim de farkında olmadan, mekân duygusunu geliştirdi. Dokuz yılın sonrasında, Türkiye’ye, İstanbul’a dönüşümde, doğa yerine kaba trafiği bakımından zengin, mezarlığı andıran betonlaşmış yapılarıyla insanların da yabancılaştığı bir kentte buldum kendimi.
“I’m on the ball today”
Londra yıllarımda ‘büyüme’ çağındaydım ve her şeyi anlamak istiyordum. Gene de, fazla rasyonel bir anlama çabası değildi benimkisi. Bir mekân görüp çok seviyordum, örneğin. Neresi olduğu çok önemli değildi. Basit bir mahalle kütüphanesi ya da kapalı havuz tesisi, veya bir semti dekore eden müzesi, sanat galerisi, eğlence merkezi. Hele pubları en görkemli kafelerden bile en öndeydiler.
Yaşanmakta olan hayata ilgim daha fazlaydı. O yeri rengi ve kokusuyla, atmosferiyle, yaşıyordum. Üzerinde düşünmüyordum. Hani şu arka sokaklar diye tabir edilen sokaklar vardır ya. Eğri büğrü bir sokakta, bizim varoşları andıran, çerden çöpten bir “ev”in pencere niyetine yapılmış bölümünde, ‘içi geçmiş’ bir teneke kutusuna ekilmiş bir sardunya, açelya görünce, bu yaşama sevincine ben de çok seviniyordum. Ne de olsa bana geride bıraktığım eski mahallemi anımsatıyordu.
Covent Garden’daki ‘Fransız’ kafeteryalarında oturur, gün boyu yetenekli sokak göstericilerini seyrederdim. Doyamazdım. Bugün kamu hizmet binasına çevrilmiş eski dil okulumun olduğu yerde kalın bir duvar örülmüştü, Marks’ın kütüphanesini bile küstürmüştü kendisine. O duvar dibinde, küçük, ama oldukça doğal bir park konuşlanmıştı. Çevresine demir parmaklıklı örgülü teller gerilip korumaya alınmış bir bahçe ve bu bahçeye de nedense zevksiz çiçekler ekilmişti.
Gelgelelim Barking Park’ta bile en zevkli, en natürel çiçekler süslerdi çevresini. Ki o park şehrin göbeğinde ne bir Hyde Park’tı, ne Green Park, ne de Battersea Park’tı. Kew Gardens bile değildi. O parkın köşesinde her yanı rengârenk çiçeklere bezenmiş şirin, cici, küçük bir bungalov vardı. Hep görüp “neyin nesidir?” diye düşündüğüm bu “ev”den bir gün sevimli ve konuşkan bir ihtiyar kadın çıktı. Böyle manzaralar çok etkiliyordu beni, eksantrikliğiyle.
Sonra, şehir turlarına katılarak gördüğüm yerler hakkında daha çok şey öğrenmeye, gördüğüm şeyler arasında da bağlar kurmaya başladım. Bu aşamada çok katlı Foyles Kitabevi gibi bir ad aklımda kalıyordu; ayrıca, merak ediyordum: “Kimmiş bu Foyles?”, “Ne zaman yaşamış?”, “Bu binanın o zaman yapıldığını nasıl anlarım?” gibi.
Dünyanın her yeri benim memleketim
Vaktiyle Kadıköy Sular İdaresi’nin hemen bitişiğindeki, liseyi okuduğum, Özel Marmara Koleji’nin asıl ne olarak ve kimler tarafından yapıldığını öğrenmek, Surp Takavor Ermeni kilisesinde ortodoks haçı tipini tanımak, Osman Ağa camisinde kubbenin kaç dayanağa oturduğuna dikkat etmek, bu birinci dönemin ilgileri arasındaydı.
İkinci dönem ise çalışma hayatımın İstanbul’da İsveçlilerle karıştığı renkli bir döneme düşmüştü. Bu arada daha önce hiç görmediğim başka dünya şehirleri de görüp tanıdığım için karşılaştırmalar yapabiliyordum. “Kentler”e ilişkin bilgi deryası ve gözlemler zihnimde birikiyordu. Ama bu ilgilenme ve bilgilenme, sürekli ve düzenli değildi. Bilinçaltı bir eğilimim olmuştu herhalde ve böylece belleğimde dünya şehirleri bilgilerine özel yer açmıştım; ama bilgiler ben özellikle farkına varmadan birikiyordu.
2000’lerde dünya kentleriyle ilişkimin üçüncü aşaması başladı. Bu basamağın en önemli özelliği duygusallığıydı. Fırsat buldukça ailemi ve peşimizden gelmeyi kafaya koyan gönüllü konvoyla birlikte türlü şehir turları düzenliyor gezdikçe geziyorduk. Bu geziler çok tuttu. Benim, kısa zamanda, Antalya çevresinden başka Akdeniz’de ve Ege’de hatta orta Anadolu’da birçok semt ve bölge gezdirmem gerekti. Bu iş en son büyük Karadeniz turumuzla sona erdi. Tam 7.000 km civarında yol kat etmiş girmediğimiz yayla, ıskalamadığımız şelale kalmamıştı.
Ne verirsen elinle o gelir seninle
Sevdiğim birçok şeyi başkalarıyla paylaşmaktan hoşlanmışımdır. Bu çerçevede, gerek İstanbul’u, gerek Antalya’yı, Muğla’yı, Ankara’yı, Nevşehir’i, İzmir’i, Mersin’i ve hatta bir baştan diğer başa bütün Karadeniz’i, Trakya’nın, Ege’nin, Akdeniz’in ve Anadolu’nun tamamını ilgi duyup da fırsat bulamayanlara göstermenin, tanıtmanın iyi bir tarafı var. Sadece yurttan sesler mi? Elbette hayır. Programa aldığım yurtdışı turları da fazlasıyla mevcut. Bu gezdiğim/gezeceğim yerlerin tamamını “GAZA GELDİM🚶” ve “🚲TURNE” bölümlerinde, gezi-anılarımın kronolojisi çerçevesinde, paylaşmayı düşünüyorum.
Çok kişi, yaşadığı kenti az tanır. Bunun anlaşılır bir nedeni vardır: “Nasıl olsa buradayım, bir gün gider görürüm,” tavrı. Ama söz konusu kent, mesela İstanbul olunca, buna başka etkenler ekleniyor. Batılılaşma sonucu yaşadığımız kültürel ikilik nedeniyle, insanların mekânları da ayrışmıştır burada. Peyami Safa’nın bir romanına “Fatih/Harbiye” adını vermesinin altında bu yatar. Batılı eğitim görmüş kesim şehrin belirli arterlerinde dolaşır ve bunun iki sokak ötesine gitmez, gidince de “turist” muamelesi görür. Muhafazakâr kesimin zaten böyle merakları ya da böyle bir “gözü” yoktur. Onlar ancak yıkmayı bilir, göçertmeyi becerir. Üstüne de iki taş koyup rant sağlamaya çalışır. Adamların tek derdi paradır. Kültürel zenginlikten bunu anlar.
Sadece gezmek yetmez, gezdiklerini ‘anılaştırmak’ gerek
Öğrencilik yıllarımda gelen misafirlere Londra’yı ve taşrayı gezdirmek durumunda kalınca, üstüme sorumluluk bindi. Gerçi bu gezilerde yerleri bir tarihçi, bir sanat tarihçisi gibi uzmanca tanımadığımı, Britanya ile ilişkimin bireysel ve yaşantısal olduğunu hep söylüyordum ve kimse benden bu tür bilgi sormuyordu. Gene de, daha çok bilmek gereğini duydum ve öğrenciliğimle diğer faaliyetlerimin yanında hem Londra’yı hem de sevdiğim belli başlı şehirleri öğrenmeye başladım. Yetmezdi tabi. Bunları bir de anılaştırmak gerekiyordu. Aşamaların en ağırı bu olabilirdi hâlâ da olabilir ya da oraya doğru gelişebilir. Çünkü bu noktada iş gezi yapmakla kalmıyor. Kendi ülkemde ve dünyada tur bilincinin yükseldiği bir evreye rastladı şimdi önümdeki süreç için planladığım geziler. Bu yolculuklarda yazıyor olmak eskisi gibi hiç kolay değil. Sanki gençlikte el daha güçlü tutuyor kalemi. Haliyle zaman darlığı ve daha fazla yer görme dürtüsü yazılması istenilenleri arkaya itiyor. İstenildiği kadar teknoloji ilerlemiş olsun. Yazı yazmanın mantığı değişmiyor.
Neyse ki, yazma gücümün kendisi çok dayanıklı, çok zengin. Kurulan bağın duyusallığını ve duygusallığını o kendisi koruyabiliyor. Sonunda biraz bıktırma, gezdiğim yerlerden olmaz, kendi anlattıklarımdan bıkmakla olacak.
Bu yolculuklar da sonuçta öncelleri gibi bir uzman turnesi değil. Sanat tarihi, mimarlık tarihi konularına neredeyse hiç girmem. İşim değil. Arzu edenler için yığınla site var. Oraya bakarlar. Benimkiler daha çok kamuya değil bireye yöneliktir. Özellikle de kendi hatıralarıma daha çok ağırlık vermeye çalışırım. Nihayetinde “gEZENTİ bİSİKLET” bu konuda eğitici-öğretici bir alan değil. Daha çok eğlendirici diyebilirim.
Dünya vatanım; bilim dinim; uluslararası coğrafya bayrağımdır
Türkiye’ye başka bir gözle bakmanın ve dünyanın nasıl böyle olduğu konusu başlıca merakım. Kaybolan çok şey olduğunu biliyorum, ama her yerde çok şey kaybolur. Öte yandan, belki Lavoisier burada geçerli sayılabilir. Bir biçimde kaybolan, belki başka bir biçimde yaşamaya devam ediyordur. Hasbelkader dünya vatandaşlığının gezgin duyarlığını, ruhunu yakalamaya çalışıyorum. Onun için, ben daha çok oralarda geçen olaylar ve mekânlarla ilgili kişiler hakkında hikâyeler anlatmayı tercih ediyorum. Dolayısıyla bu hikâyeler, mekânların sırasını izliyor. Gene de, her bir yolculuğumun sonunda, buralarda yaşanmış karmaşık tarih ve sosyoloji hakkında da epey ayrıntılı bir resmin oluşacağını sanıyorum.
Bir toprak biter bir diğeri başlarken, boydan boya memleket ve seçici bir dünya turu ister istemez son yıllarda, özellikle yirmi yıllık dönem içinde, belirgin bir biçimde, “nostaljik” bir konu haline geldi. Bunun bir kaçınılmazlığı var. Böylesine hızlı bir büyüme, sindirilmesi güç bir değişim yaratıyor. Bu yeryüzünün herhangi bir kara parçasında daha uzun süre yaşamış olanlar, her şeyden önce, değişenin bilincine varmak durumunda kalıyorlar. Dikkatleri, zamanla, kalandan çok kalmayana yöneliyor. Bu ruh halini doğrusu ben de paylaşıyorum ve sanırım gelecek yazılarıma da yansıtacağım.
Düşünün ki doğduğum ev, çocukluğumu geçirdiğim evler, üniversite yıllarımı geçirdiğim evler, ilk evlendiğimde oturduğum ev, sonrasında çocukların doğduğu evler, iki çocuğun büyüdüğü evler, bugün yok. Veyahut aynı biçimsellikte değiller diyelim. Bu, sade benim tarihimle ilgili kısım. Tanıdıklarımın, akrabalarımın, arkadaşlarımın içinde vakit geçirdiğimiz, bize aşinalaşmış binaları da, aynı şekilde, yok. Çoğumuz bu durumu oturup bilinçle düşünmüyoruz bile. Ama bu mutlaka bilinçaltımıza işliyor. Bu kadar yoğun bir geçicilik insanın kalıcı herhangi bir şeye güvenini sarsıyordur diye düşünüyorum.
Sırf bu münasebetle olsa gerek benim hiçbir zaman yerleşik bir düzenim tam manasıyla olmadı. İşte göçmen geldim göçmen gidiyorum!!!
Takvimler yaşlandıkça hatıratlara gömülmek istiyor insan
Örneğin bir yerden hep geçersiniz, onun için dikkat etmezsiniz: Berlin’e inerken o duvarı, örneğin, o zihinlerde oradadır, hep orada olmuştur. Bir gün o duvarın orada olmadığını görürseniz, tuhaf bir duygu gelir. Sanki yalnız duvar oradayken kaybolmuş değil, siz de sokağa ayakkabı giymeden, çorapla çıkmışsınız gibi, tedirgin edici bir eksiklik.
Tabii sorun yalnız binalar değil. Bütün insanlar değişiyor. Ve bu gerçek hemen her yerde yaşanıyor. Kaşla göz arasında, mahalleden ya da okuldan arkadaşlarım ortadan kayboldu. Bunu, o yıllarda okurken, pek anlamadım. Sonra bir gün geldi, bir de baktım ki kimse kalmamış. Geçen yıllar içerisinde çok sayıda insan gittiği halde, çok daha fazla sayıda insan da geldi hayatıma ve şimdi onu bile saymakta zorlanıyorum. Hayat başka türlü akmaya devam ediyor. O bastıbacak zamanlardan beri bu temponun içindeyim. Yalan Yok. Ne zaman “gelecek” denen şeyin anlamı değişince, “kaybolan zaman” birdenbire değer kazandı benliğimde, “nostalji” başladı. Ben ve benim gibiler, hepimiz Proust’laştık.
Ama, neyin nostaljisi?
Ne yazık ki, yitirdiklerimizin çoğunun, hem de sudan nedenlerle, yok olup gittiği bir zamanda. Bu da, genel bir kural olmalı. Bazı şeyler, ancak yok olurken ya da yok olunca daha sözlü anlaşılıyor.
Bana göre nostalji’yi aşmanın tek yolu ise hayatınıza getireceğiniz yeniliklerdir. Yeni bir hayat tarzı kolay olmasa da böyle.
Ütopyalarım bir gün gerçek olacak
Benim ütopyam ise geleceğimi uzun yollarla, ulu dağlarla, yemyeşil kırlarla, engin denizlerle, göllerle, derelerle, vadilerle, renkten renge karışan gökyüzüyle, her mevsim güneşle, geceleri ayla, yıldızlarla, sırtımda taşıdığım rüzgârlarla, fırtınalarla, tipiyle yoğurmak. Hamur açmak düşüncede kolaydır. İş uygulamaya gelince irade ister, arzu ister, aşk ister. Gerçek bir manzara talep eder.
Buradan devam et…
“Bazen hayat seni bulunduğun yerden alıp başka bir yere koyar!“
Kâh ailemin içinde kâh yakın çevremde bana benzer kimlik kimdir diye sorsam, bir ikincisi maalesef yok. Bu konuda yapayalnızım yani. Marjinalliğimin çocukluk yıllarımdan ve o sevimli hergele yılların alışkanlıklarından geliyor dersem pek abartmış sayılmam. Maceraperest ruhundan asla taviz vermedim, vermem. Açıkçası konforlu gezileri pek sevmem. Saltanat bana batar. Yeri gelir, gerektiğinde çadırda yatar uyurum, gerektiğinde bir pansiyona uğrar konaklarım, lezzetinden ve samimiyetinden dolayı salaş yerlerde yemek yemeyi tercih eder, yol boyunca fotoğraf çekmeye bayılırım. Çocuklarım anneleri gibidir. Üç yapışık can türündendirler. Konfor olmazsa tüm dünyayı verin onlara mutsuz olurlar. Özellikle Emel ve oğlum Çarli… Çadırda uyumak mı? Sabaha kadar nöbet tutmayı yeğler ikisi de. Kalınacak pansiyon ve yemek yenilecek restoran seçiminde az buçuk buluşsak da mırın kırın eylemeden rahat edemezler. İyi ki tek anlaştığımız nokta: doğada piknik yapma düşüncesi vardır ki pek sıklıkla günübirlik heyecanları yaşamanın keyfini tadarız.
Bırakın dünyayı, onu zaten bir yana fırlattım, velespitle memleket yolculukları fikri mi? Hiçbiri yanından geçmez. Varsa yoksa aşk böceği “Herbie” olmalı; ha, o yoksa konforlu bir karavan da iş görür. Bense hem bisiklet düşüncesine hem de doğaya delicesine aşığımdır. Ve bence doğayı en iyi keşfetmenin yolu motorlu araç değil, insan bedenine en güzel yakışan ve istenilen istikamette hareket eden çifttekerdir.
İşte bunun için yalnızım diyorum… Ne ailemin fertlerinden, ne yakın dostlarımdan, ne de yakın akrabalarımdan bir birliktelik, bir yoldaşlık, projelerimi paylaşacak bir dayanışma beklemiyorum. Beklemek hayaldir diyorum.
İşte bunun için turnelerime öncelikle ‘solo’ velespit hikâyeleriyle başlamak istiyorum… Belki ileride birilerinin kanına girer, birilerinin dikkatini çekerim. Tıpkı eski günlerde olduğu gibi takarım peşime bir dizi hayranımı…
Haydi bakalım hayırlısı…
Bir sonraki esintiye kadar kalın sağlıcakla…
Mürekkebe banmış esintili Sevgilerimle,
Gezenti Şeref
***…***