Sonunda o gün geldi… Kapımızın önünde duran turuncu güzeli Peugeot biz ateşli çocukları, hepimizi heyecanlandırmaya yetti.. 70’lerin bahçeli evlerinin donattığı mahallem Kazasker, Şakacı Sokak’tan, gençliğimi geçirdiğim doğal Bağdat Caddesi, Suadiye, Bostancı, Kadıköy, Mecidiyeköy ve Hadımköy’den bugün eser yok.. 2010’ların İstanbul’u tam bir kaos, tam bir keşmekeş, tam bir kargaşa..
gEZENTİ şEREF ~ E-2017/034
Esinti Tarihi: Pazar, 24/06/2017
İki tekerlekli, havalı, afet gibi bir bisiklet ile ilk tanıştığımda 11 yaşındaydım. Sene 1974 idi. Eğer o sene sınıfını takıntısız bir şekilde geçerse kendisine bir bisiklet hediye edileceği sözünü alan ağabeyim dediğini yapmış, sınıfta ne ikmale ne bütünlemeye kalmış, sıra annemizin sözünü tutmaya gelmişti. O da biricik oğlunu kıracak değildi. Sözünde duracak, ağabeyim de muradına erecekti. Ancak kısa bir süre daha sabırlı olması bekleniyordu kendisinden. Ta ki biz ailecek gittiğimiz Mersin gezisinden geri dönene ve tam o esnada Yunanistan ile Türkiye arasında patlak veren Kıbrıs Savaşı’nın ilk ciddi etkisinin bastırılmasına ve karatma gecelerinin sona ermesine değin.
Ve sonunda o gün gelmişti… Kapımızın önünde duran turuncu güzeli Peugeot biz ateşli çocukları, hepimizi heyecanlandırmaya yetmişti.
Ben de en az ağabeyim kadar büyük coşku içerisindeydim. Günler geçti, haftalar haftaları kovaladı. Kolları sıvayan ağabeyim bisiklete nasıl binmem, nasıl bir sürüş izlemem gerektiğini madde madde sabırla anlattı durdu. Teorik başlayan bu dersler nihayet pratiğe kavuştuğunda ben yine önce ağabeyimin akademik yeteneklerini kendisine katlanarak izlemiş, bana öğretilenleri sırasıyla uygulamaya girişmiştim.
Karartma günlerinde ışıldayan çiftteker
Gelgelelim büyük, ciddi bir sorunum vardı. Boyumun kısalığından dolayı bacaklarım pedallara bir türlü yetişemiyordu. Bisikletin kadrosu benim boyuma göre çok yüksekte kalıyordu ve onu küçültmem, daraltmam hiç mümkün değildi. Bunu şıppadak algılayan beynimdeki cingöz benlik sayesinde öncelikle tek pedal üzerinde gitmeyi tecrübe etmeye başlamış, akabinde üst, alt ve yan demirlerin arasından geçirdiğim ayaklarımla pedal çevirmeye yeltenmiş, bisiklet bir yana yatmış ben diğer yana yatmış öyle yampiri sürmeyi adet edinmiştim bir süre. Her koşulda dengede durmayı becermenin hazzı sonsuzdu. Şaşkınlığım bir tarafa bu benim için müebbet bir zaferdi. Ne kendime ne de bisiklete zarar verecek şekilde düştüğümü hiç hatırlamıyorum. Bu eğlenceli zamanlar yine haftaları, derken ayları kovalamaya devam etti. Artık bu azimli başarılar sayesinde yeni tecrübeler edinmenin sırasının geldiği inancı yerleşmeye başlamıştı bende.
Nasıl olduysa, belki cesaret, belki boyumun serpilip gelişmesinin verdiği güven, bilemiyorum, bir gün kendimi turuncu bisikletin üzerinde bulduğumu hatırlıyorum. Hatta önceleri üstüne konforlu yerleşmek için bir taş, bir tretuvar, bir yüksek toprak birikintisi aranırken kendimi tek pedal giderken bacağımı selenin üzerinden atarken buluvermiş sanki Western filmlerinde ata sıçrayarak binen kovboylara benzetmiştim kendimi. Ancak bacaklarım hâlâ yere bir türlü erişmediğinden seleye oturup istediğim gibi süremiyordum. E, demokrasilerde çareler tükenmez, benim hayatım da öyle. Her şeye her zaman bir çözümüm vardı. Belli bir zaman da böyle oturaksız ayakta sürmenin keyfi sürecekti bu defa. Önemli olan gidonu sarsmadan, elde titretmeden, oraya buraya ani çevirmeler yapmadan, dengede sürmeyi kıvırmaktı. Gerektiğinde aheste gitmenin, gerektiğinde hızlanmanın, ihtiyaç halinde yavaşlamanın veya acil fren yapmanın, kendimi katiyen yormadan yokuş yukarı tırmanmanın, büyük keyifle yokuş aşağı salmanın, şaka yapar gibi elleri bırakarak gitmenin bütün tüyolarını kazıyordum beynime ve pistonlarıma.
Portakal çiçeği: “Orkide”
Turuncu renkli şehir bisikletimiz Peugeot, Bisan tarafından üretilen 3 vitesli bir bisikletti. O günlerin şartlarında vitesli bir bisiklet herkesin hayal edebileceği ama öyle kolay edinemeyeceği bir şeydi. Bunun da mahallede şahsa avantaj sağladığı, ayrıcalıklı bir karizma yarattığı su götürmez bir hadiseydi. Öyle ki peşinde koşturduğun civan kızların gözdesi olmak hiç zor değildi.
Her neyse, bisikletle erinçli bağlılığımı kaydeden benim asıl sevdalı hikâyemin başladığı tarih ise 1978 yılına gelindiğinde, ağabeyimin bisikletinden hevesini almış, yıllarca keyfini sürmüş sıra mirasını bana devretmesiyle taçlandırdığı zamana denk düşmüştü. Turuncu güzeli artık benim oyuncağımdı!!! Hemen yapmam gereken ilk şeyi yaptım ve ona bir isim verdim. Bundan böyle onu “Orkide” olarak çağıracaktım.
Önce kendi mahallemizin çevresinde ufak turlamalar… derken yakın semtler üçgeninde gezintiler… derken planları biraz daha büyüterek uzun mesafeli macera arayışları… bazen Kadıköy istikametinde, bazen Kartal, Pendik yönünde pedal çevirme serüveni… Bir mahalleden başka bir mahalleye bisikletle yolculuk etmek, o diğer semtlerde yaşam kültürleri ile yakından tanışmak, ki çoğu zaman bu bir kız peşinde heyecanlı kovalamaca oynamaktan ibaret en beğendiğim birini tavlamaktan geçiyordu, bütün hayallerimi süsleyen en güzel, en hoş aktiviteydi benim için.
Sınırları aşmanın haylaz yolları
Gelgelelim deniz aşırı tur yapmam yasaktı. Her ne kadar gözlerim Adaları, Yalova’yı kestiriyor, İstanbul’un öte yakasına, Galata’ya, Pera’ya, Tarihi Yarımada’ya ibretle bakıyorsa da arzuladığımı bir türlü gerçekleştiremiyordum. Bunda zamanın rolü çok büyüktü. Kötü ve tehlikeli günlerden geçiyorduk. Hemen her gün sokak aralarında, tamtakır arsalarda, tenha köşelerde, bahçeli evlerin, apartmanların önlerinde, okullarda, üniversitelerde, kafelerde, kahvelerde ölümler oluyor, sol-sağ birbirine girmiş adamlar dövülüyor, pusuya düşürülüp katlediliyor, bir yerler sürekli bombalanıyordu. Haliyle ev halkımın endişeleri de büyüyor benim saklıca yaptığım sevimli, moleküler kaçamaklardan sakınmaya davet ediyorlardı.
İnadım inat bisiklet maceralarım ciddi uzaklaşmalar yapmadan epeyce sansasyonel sürmüş, öğrencilik hayatımı ve gelecek hayallerimi büyük planlarla devam ettireceğim Londra’ya kapağı atana kadar semtler arasında pedallamaya devam etmiştim. Zamanımı büyük oranda bisiklete binerek geçiriyor ve kendimle sürekli yarış yapıyordum. O delikanlı zamanlarda da süratli bisiklet kullanmayı sevmiyordum. Benim için önemli olan hız yapmak değil, gezmekti. Bisikletli serüvenleri farklı bir gözle seviyordum. Bazen sokaklarda, bazen tarlalarda, korularda, doğada, bir deniz kıyısında, bir parkın kenarında, bazen keşfettiğim harabeler, mağaralar, yıkıntı kale surları arasında…
Ne var ki, özel nedenlerden dolayı uzun yıllar tur yapmaya ara verdim. En son Antalya’da ikamet ederken hafta sonları çıktığım turlardı. Çok sevdiğimden olsa gerek en fazla Kemer, Olimpos ve Adrasan’ı tercih eder, Saklıkent yolunda tırmanmayı, Lara’nın ıssız korularında kaybolmayı, yine otellerin henüz dikilmediği tenha Belek kıyı şeridinde, ormanlarında pedal çevirmeyi programlardım. Hepsinin ayrı ayrı bir doğal güzelliği ve macera tadı taşıdığını düşünürdüm.
Kaos maos her hayal maviliklerle başlar
İşte şimdi Saros’dayım ve kendi güllük gülistanlık yaşam merkezimden sesleniyorum…
Sanmayın ki kendimi sadece yaş aldığım ve emekli olduğum için yollara atıyorum. Evet, emekli olmanın ve zorunlu hiçbir şeye bağlı kalmamanın, yani mümkün mertebe kendi başına buyruk özgür olmanın sınırsızlığını burada tartışacak değilim. Katkısı büyük elbette. Bisikletli yolculuklarda zaman kısıtlaması, iş-güç vesaire tehdidi yok. Demem o ki maceraperestlik benim doğamda var. Çocukken de böyleydim, şimdi de böyleyim. Zannetmeyin ki unumu eleyip eleğimi duvar astıktan sonra kendimi yollara atıyorum. Bu durum gücüm pedalları çevirmeye yettiği sürece de böyle devam edecek.
Bir sonraki esintiye kadar kalın sağlıcakla…
Mürekkebe banmış esintili Sevgilerimle,
Gezenti Şeref
***…***