Önemli Olan Tur Atmak Değil Turu Patlatmak

ÜTOPYA, aklın egemen duvarlarını yıkabilmektir…

gEZENTİ şEREF ~ E-2017/038
Esinti Tarihi: Cumartesi, 01/07/2017

Yazın göbeğindeyiz ya sıcak ve hafif bir yazıyla taçlandıralım. Geçmişe oranla daha az, hatta yok denecek kadar stressiz bir hayatım var. Çünkü özellikle bu yılın (2017) başında kendimce aldığım orijinal kararlarla büyük bir dönüşümün içindeyim. Dönüşüm derken yanlış anlaşılmasın. Büyük planlarım var. Ütopyam geniş bir coğrafyaya yayılıyor. Hummalı bir şekilde bunun çalışmalarını yürütüyorum.

Bir terslik olmadığı takdirde bu sene kendimi her şeyden emekli ediyorum. Yani ıvır zıvır faaliyetler içinde kaybolmaktan, iş güçten elimi eteğimi çekiyorum, ayak bağı bilumum her şeyden ve sadece, ama sadece hayalimdeki bisikletle yapacağım büyük, uzun, maceralı turnelere hazırlanıyorum.

Aile fertlerimle anlaşamadığım tek konu her zaman olduğu gibi araç ve mesafe meselesi. Bakalım nereye varacak, kazananı kaybedeni kim olacak, yoksa orta bir noktada mı anlaşacağız zamanı gelince bunu anlayacağız. Belki düldül ve ben, “yalnız bir kovboy” da olabilirim; kum saatinin içinde gizli. O vakte kadar dert yok, stres yok, gerginlik yok; yoğunluk ve sorumluluk ziyadesiyle tasarım, planlama ve program çıkartma eğilimlerinde. Bu yük de benim omuzlarımda. Çünkü bu Türkiye yolculukları ve dünya turu projelerinin en aktif aktörü bendeniz oluyor. Diğer yoldaşlarım bu janr hayallerden uzak, hovarda krokilere mesafeli pasif üyeler ve salt izlemekle yetiniyorlar. Kim bilir belki de benim gece-gündüz iyimser düşler kurduğumu düşünüyorlardır.

Bir Sevda Portresidir Dünya

Evet; yalan değil. Yıllardır dünyaya açılmanın hayalini kuruyor, sevdasını yaşıyorum damarlarımda. Bir zamanlar “Nostalji İnsanı” web-sitesini işletirken yazmıştım. Şimdi bunlar arşivimdeki DESTAN BUKETİ >> Anılar Koleksiyonu >> Cilt-8, Cilt-9 & Cilt-10 ve RESİMLİ YAŞAM >> Hayatım Foto >> Şimdi Nereye Böyle? dosyalarımın içerisinde yer alıyor. Bu alanları tasarladığım yıllar 2006-2007 arası, siteye eklediğim yıl ise 2008’dir. Yani bir 10 sene önce planlamışım 2017 ve sonrasını… [ANILARIM]

Her şey planlandığı gibi gider, bundan kuşku bile duymam. Çünkü her şey hayal kurmakla başlar. Ve insan ütopyasına inansın, bunun için çalışsın yeterli.

Aslında bu çekişmeli konuda kardeşlerim ve yakın dostlarım dâhil birçok kişiyle anlaşamam. Onlar Aristoteles’in zağlı mantık çizgisinden gitmeyi, yerleşik düzenlerine elektrikli bağlılığı pek severler. Gerek memleket köşelerini, gerek dünyayı az buçuk gezeceklerse ciddi bir ‘turist’ gibi gidip görmeyi ve tekrar yuvalarına dönmeyi tercih ederler. Benimse sanata, edebiyata ve kültür anlayışına verdiğim değer ortadadır. Ütopyalar sanatçının, düşünürün ve onların izinde olanların kelebek etkisidir.

Neyse stres yok…

Oysa stresli ve yoğun çalışan, çok sorumluluk aldığım yıllarda kendime, sözgelimi üst düzey yönetici olarak tavsiye ettiğim bir betimleme vardı: “Kardeşim, bırak en az 1 ay tatil yap!”

Nedeni de ilginç:

Muhasebe-iktisat-finans işleri bir işletmenin kalbidir. Olmazsa olmazıdır. O kalbi çalıştırmak stres ister. Haliyle yorulur insan. Oysa kalbi yormak kimsenin işine gelmez. Ya maazallah bir durursa. Gitti şirketin paracıkları. Yandı gülüm keten helva. Kim kına yakar, kim zil takıp düğün dernek çiftetelli oynar, beyaz mı siyah mı anında belli olur.

Yıllardır bu ‘mesut’ oyunu çok değerli, saygıdeğer oyuncularla karşılıklı oynadım. Keyfim her zaman yerindeydi. İşler hep tıkırında mıydı? Yoo, hayır. Dinamik organizasyonlarda her an bazı şeyler ters gidebilirdi. Ve gitti de. Böyle koşullarda mesele güçlü olarak ayakta durabilme meselesi haline gelebilirdi. E, tabi o ‘kalp’, şirketin can damarı, o zaman hedef tahtasına oturtulurdu. Zaman zaman damarıma basarlar, köşeye sıkıştırırlar, çıkmaz sokakta düelloya davet ederlerdi. Mali tabloların stresinden mısır gevreğine yumulur, biradan çıkartırdım acısını. Kendimi övmek gibi olmasın benim gibi yönetici her eve sokulmazdı. Çünkü hem yabancı yatırımcının paracıklarını koruyacaksın, hem yerli işçinin hakkını savunacaksın, hem de kendine göre bir sistem kurup dış kapının dış mandalı yerli-yabancı partilerle it dalaşına gireceksin.

E, tabii sabahın köründe, yedilerde başlayan ve akşam üstü altılarda, yedilerde biten mesailer yormuyor değildi. Yoruyordu pekâlâ. Peki, net ve açık söyleyeyim, perişandım! Amma ve lakin beni en çok yoran işin niteliği değil ahmak insan profiliydi. Bu ikinci faktör oldum bittim tüm işletmelerin en belalısıdır. Adına insan denen ögeyle uğraşmak akıl ister, yürek ister ama her şeyden öte sabır ister.

Nostalji İnsanı versus Gezenti

Hele adını şimdi vermek istemediğim, ama bir gün yine yaşam hatıralarımı döşeyebileceğim “Nostalji İnsanı” kabilinden blog açarsam (*), “AH ŞU ANILAR” bölümü içinde yer alabilecek makaleleri okuduğunuzda görebileceğiniz gibi, vaktiyle çalıştığım bir işletmede yol arkadaşlarımın deyimiyle, akşam fazla mesai saati bana her bildirildiğinde, “Oha falan, yok yok, çüş falan oluyorum!“.

[(*) Yeni kişisel hatıralarımın yer aldığı web sitemi (blok) “gEZENTİ bİSİKLET” unvanıyla açtım.]

(https://gezentibisiklet.blogspot.com)

Çalışma Hayatımdan Enstantaneler

Diyorlar ki, “Şeref Bey, bu akşam 2-3 saat daha kalacağız. Kısmetse yarın sabah da saat altı buçukta …’e gitmek üzere yola çıkacağız”; işte o anda bana bir “kal geliyor” ki, üüüf…

Affedersiniz, nah kalırım!!! Ben Avrupa görmüşüm. Disiplinli iş hayatını gerektiği gibi yalamış, yalakalık yapmamışım. İnsan haklarını, çalışma haklarını bilirim. Üstelik sosyalistim. Bana öyle şıpsevdi numaraları, mavralar sökmez yani. Yok öyle keyfi 18 saat faaliyet!! Aklı olan gün içinde lak lak, tak tak yapmaz işini zamanında yapar. Üstelik evde çoluk çocuğum var benim. Gidip bebeğimi seveceğim, onunla agucuk gugucuk baba-oğul translara gireceğim. Kızımla baş başa oturup saç baş yolacağım. Eşimle karşılıklı şöyle bir iki kelam edip günün hain yorgunluğunu çıkaracağım. Başlarım sizin gece mesainize. Gündüz saatleri torbaya mı girdi cancağızlarım!!

Her günün canavarlığında…

Güya o yaz Didim’de yayıla yayıla yatacaktım. Deniz kıyısındaki minderden balkon şezlonguna, oradan kanepeye, oradan yatağa. Akşamüstü serinliğinde pencereyi de açarım dibine kadar, ağaçlar fışır fışır, sinek telinin arkasından, güvenilir bir mesafe, hem resmiyet kazandırır hem de kan emicilerden güç bela korur ve hep o seviyeli bir ilişkiyle cır cır cır diye ağustosböcekleri. Vay be, ne uyunur ama.

Onun yerine sabahın köründe havalı bir klakson sesi. Ne banal, ne görgüsüz bir şoför bu. Milleti kaldıracak; yok galiba kaldırdı bile. Ah-ha, ana-avrat küfrü de yedi işte. Oh olsun! Seher serinliğinde, birisi mini çantamla uğraşırken, tepemde cır cır cır diye rol çeken bir şirket ortağı! Abi, onun işi de zor tabii, ben sabahları nasıl çalışkan ve aktif olursam o da o kadar suratsız oluyor, yeni yeni öğreniyor bu sabah işlerini garibim.

E, uzun lafın kısası, yine tatilimi çalmışlar, kafamda boza pişirmişlerdi efendim! Ne o, keşke akşam mesaisine kalsaymışım işlerimiz daha kısa sürede bitermiş… miş… mış… Yok anacığım, o seyahate de katılmazdım ama malum bol figürlü, kantitatif ve kalitatif raporları benden başka okuyabilecek adam yok şirkette. Hep diyorum bir back-up alınsın diye, bu işlerin hastalığı var, doğumu var, ölümü var, hem de tatili var, dimi ya… Ama nerde, yabancı ortaktan zırnık sızmıyor. Cimri şeyler n’olacak. Ben size göstermez miyim kamu çıkarını, dayatmaz mıyım o çok sevdiğiniz kâr-hanelerini, çakmaz mıyım kurumlar vergisi beyannamesinde bol sıfırlı meblağları…

Aradığınız numaraya ulaşılamıyor…

Yine yıllar önce şirkete olduğu kadar kendine de çok çalışan yabancı uyruklu, itibarlı bir genel müdürüm vardı. Bana tüm hayat deneyimlerini şiddetle tavsiye eder, kendisini yakından izlememi arzu ederdi. Diğer dalavereci işlerinden çakmadım, daha doğrusu bulaşmak istemedim, ama en sevdiğim yanı her sene ustalıkla yaptığı tatiller ile ilgili programlarıydı. O gün çıkıp gelince, bana sıkı sıkı tembih eder ve kendisi ayrıldıktan sonra arkadaşları yemekhanede toplayıp uzunca bir söylev çekmemi isterdi. Oooo, sadece işyerindekilere mi? Yoo, hayır; iş çevresinden tanıdıklara, yakın-uzak tüm arkadaşlarına ben ve sekreteri birlikte iletirdik ki: Efendim, ladieees and gentlemeeen, bizim patron bu yıl da, her zamanki gibi, 1 Temmuz – 31 Ağustos arası yok… Kendisine ulaşabileceğiniz hiçbir iletişim numarası elimizde mevcut değil. Boşuna uğraşmayın yani. Cep telefonu da kapalı.

Özellikle şirket arkadaşlarımıza belirtirdik. Hiçbir şey sormayın, her şeyi kendimiz halledeceğiz, şirkette kriz bile olsa patron mevta olmuş gibi davranacağız!

Valla, ne diyeyim, bu patrondan bana en muhteşem miras şu tatil programının kenetli çerçevesi oldu. Gittiğim her beldede cep telefonumu kapattım. Vatandaşların bana ulaşmasını engelledim. Herkes sorunlarını ben olmadan da çözmeyi öğrendiler. Ben artık o şirkette çalışmıyormuşum gibi davrandılar. İşte bir işi başarıyla delege etmenin ardındaki motivasyon buydu!

O günden beri hiçbir zaman tatilimin içine edilmesine müsaade etmedim. O şezlongdan, bu kanepeye, o koltuktan, bu yatağa rahatça geçişlerimi sağlamış oldum. Bunu herkes anlamıştı. Artık iznim kaç günse şahane bir tatil yapar dönerdim.

Gönlüme Göre Versin

Ya bugün?……..

Nicedir bırakın cep telefonunun “off” düğmesine basmayı, cep telefonu kullanmıyorum. Ne bir iletişim numaram var, ne ihtişamlı bir aletim. E, diyorlar ki, o kadar yollarda olacaksın, şimdi bile fıtı fıtı geziyorsun, yarın daha fazlasını yapacağım diyorsun, GPS, navigasyon, sosyal medya falan filan… Onlar ne olacak? Kaybolursan ya da başına bir şey gelirse kime, nasıl haber ulaştıracaksın?

Biiir, yalnız olduğumu söylemedim ki. Akıllı telefonu olan aile fertlerim: eşim ve evlatlarım sağ olsunlar. Yok, eğer onlar yanımda değillerse ne olur, onun da tecrübesini ettim. Benden kralı yok.

Muziplik bir yana telefona gerçekten ihtiyacım yok. En azından şimdilik. Zaten ömür billah şu telefonda gerekli gereksiz konuşmayı hiç sevemedim. Bana göre bir alet değil. Ben ki yetmişlerin nostalik adamıyım. Bana ne lazım teknoloji! Ha-ha-ha… Sanki o yıllarımızda telefonumuz vardı da biz kullanmamak için ölüyorduk… İnsanın gözünün içine bakarak muhabbet etmek varken sanal bir hatta dertleşmek kanıma dokunuyor, kanıma!!!

Sadece telefon mu? Internet bağlantım bile ben arzu etmediğim sürece yok. Yani öylesine sınırlı bir kullanıcıyım. O da şu blog adresi için veya arada bir film vesaire seyretmek için. Artık güncel haber filan da izlemiyorum. Her yerde şahsıma yakın ‘ayaklı gazete’lerim bol miktarda mevcut. Haberleri onlardan dinliyorum. Tarafgir de olsa, önemli değil; mesaj mesajdır. Ha, bir de şu e-posta kutusu var, değil mi ya! Onu bile ayda bir filan kontrol ediyorum. Kutu bana acayip bozuluyor. Çünkü o kadar yükü kaldıramadığından filan şikâyet ediyor. Ben de onu rahatlatmak için yüzlercesini çöpe sallıyorum. Boşalıyor, rahatlıyor… Aslında “gEZENTİ bİSİKLET” ya da “gEZENTİ şEREF” blokları olmasa, internete de hiç ihtiyacım olmayacak diyebilirim…

Çılgın Bir Proje

Bittabi… Herkese tavsiye edemem böyle yaşamayı. Ben hemen her şeye biraz ‘anarşist’ muhalif olduğum için herhalde çok basit geliyor böyle şeylerden vazgeçmek.

Oysa önümde bir ‘dünya’ coğrafi yolculuklar var. Benim için bu nosyon çok daha önemli. Marco Polo olmak gibi bir niyetim yok. Zira seçtiğim rotalarda hür ve özgürüm. Zaman sınırlaması yok, saat yok, telaş yok. Şu saatte şurada olmalıyım diye bir kaygı hiç yok. Gideceğim yerlerde istersem bir gece, istersem bir ay veya daha fazla konaklayabilirim. Kime ne! Guiness rekorlar kitabına adımı yazdırmak gibi bir kuruntum da olmadığına göre özgür kafa iradesiyle yola koyulmak en şahanesi. Yeter ki yaptığımdan zevk alabileyim. Kapısından çıktığım yere kalıcı bir geri dönüş olmayacağı için hep ileriye hep ileriye uzaklaşmak tek hedefim. Geri dönüşler ancak zorunlu sebeplerden ve ancak geçici koşullar ile mümkün olabilecektir.

Ben ki çok uzun zamandan beri, yıllarca yaşadığım kentlerden eğer bir kere çıkmışsam, o kentlere dahi bir daha geri dönüş yapmadım, yapmıyorum. Hele söz konusu Türkiye sınırları dâhilinde ise bu olasılık zaten kafadan sıfırlanıyor.

Bisikletle Türkiye turu böyle ateşli, çılgın bir proje. Dünya turu ise başlı başına bir âlem. Gidersen dönemezsin, dönersen bir daha kolay çıkamazsın.

Kuruntusuz ormanda manzara şahane

Bu ütopyam ile ilgili daha çok yazacağım. Tur öncesi hazırlıklar sürerken bu süreci kaleme alacağım gibi turneler ile ilgili genel bilgileri de aktaracağım. Esasen turun kendisi ile ilgili fotoğraf şölenini, belki birkaç video ile de besleyebilirim, rotadaki yer ve gezi ile dokümanter yazısını kendi ilgili alanında paylaşacağım. Ama muhtemelen bu belirli aralıklarla olabilecektir. Yoksa rotamı takip edenler “bir gece ansızın” latifesi yapabilirler J

Biliyorum şu dünya turu yüzünden uykusuz geceler, vicdan azabı dolu güneşlenmeler, serinkanlı gölgelenmeler ve delikanlı fırtınalar yaşamaktayım. Ama bu heyecan sürdükçe kaçınılmaz duygulardır, esaret altına alamazsınız. Diyorum ki önce büyük bir antrenmandan geçeyim. Mesela yetiştirebilirsem sıcak denizlere kaçayım. Olmadı dağlık bölgelerin haritalarını yedekleyeyim, bir yandan fotoğraflayacağım manzaranın, ‘vahşi’ doğanın, olası yaşam kültürlerinin senaryosunu inceleyeyim, heyecanlanayım, korkayım derken, aaa bir de bakmışım ki dönüvermişim.

Belki birinci hafta stresli şahsiyet, farkında olmadan çalışmaya devam eder. Yolları kolaçan etmeler, kim bilir belki insandan dönme zombiler ağaçların arasından çıkıverirler diye etrafa iyice göz kulak olmalar, tedirgin kamp kurmalar, saldırgan iki veya dört ayaklılar, not tutmalar, arada mektup yazmalar ama ortalıklarda pul alabilecek bir postane bulunamadığından mektubu en iyisi elden teslim etmeyi düşünmeler, alayına fotoğraflamalar, videolamalar, kapatıldığında tam bir sessizliğe bürünen ses kayıt cihazına röportajlamalar, oltayı atınca kancaya takılmayan balığa fırça atmalar, sinirlenmeler… Hatta “Yahu ben manyak mıyım, ben niye geldim buralara” diye bir söylem çıkarmak da kısmi rahatlatıcı olabilir. Geride bırakılanların haber alamama özgürlüğüne getirilen kısıtlamalar. “Ama hiçbir şeyi bensiz halledemiyorlar ki”ler.

Ömrümün güvensiz geçidindeyim

Tam birinci haftayı kazasız belasız atlatmışken geri dönmeye kalkmalar. Denizi, kumu, güneşi, ay dedeyi ve yıldızları, coşkun akan suları, tavşanları yadırgamalar. Hatta yoluma çıkan eğlenen insanlara sinirlenmeler, vadide hayatın içine ettikleri için onları anlayamamalar! Farkında olmadan evi özlemeler. Sürekli yerleşik bir düzen geçişten bahsetmeler, falanlar filanlar.

Neyse ki haftayı şöyle adamakıllı devir etmişim. İkinci hafta o tuhaf şehirdeki gergin hayatı yolculuk ortamına taşımamalıyım, ve bütün sene biriktirdiğim planlama ve programlama stresinin patlamalarla ortaya çıkmasını önlemeliyim. Biraz fark yaratıp, kendi hafif nevalemden gayrı salaş bir Rum karışımı Türkiş lokantasına girip etrafımdakilerin sirtakisine sırt dayayıp demleneyim diyorum. A, o da nesi stres meğer patlama noktasına gelmiş, patlatıyorum içimdeki balonu:

Kardeşim, bu ne biçim kalamar, bu ne biçim midye tava, böyle istemedim ki, kimse işini adam gibi yapmıyor mu burada!

Zaten az önce bisikletime ayar olsun diye bir Jet-ski kiraladım. Olmaz olaydım. E, madem yapamıyorsan bu işi, git başkasına devret. Anlıyor musun beni? Önce bir sistem oturtacaksın kardeşim, al eline kalem, sabahtan beri binenlerin listesini yap!

Gibi can bozucu durumları bu haftaya sığdırmalar… Garsonları haşlamalar, hani akşamı şöyle çadırda değil de sıcak duşu olan ucuz bir pansiyonda kalmaya karar vermeler, yetmedi pansiyon sahibine akıl vermeler, yetmedi yan komşuları belli bir disiplin içine sokmaya çalışmalar…

Off ki off…

Sevdalı kalp ile çatlak beyin arasında…

Hatta her turun amaçlı, planlı ve programlı bir aktivite olmasını savunarak çevreye kültür gezileri yapabilirim. Bununla da yetinmez bölgede çok etkin olan belli bir sporu öğrenme, ata binme gibi, hedefler saptayabilirim ve bu hedeflere uymayan biri çıkarsa fena bozulabilirim.

Birden aklıma takılabilir nasıl tanıdık gelmektedir bu davranışsal manevralar. Watson ve Pavlov’a bile tersten külâh giydirebilirim. Freud bile dayanamaz bu küstah hallerime.

Neyse ki üçüncü hafta imdada yetişir. Gergin turcunun gevşeme haftasıymış meğer. Uzun ve derin uykular, ikide bir şekerleme yapmalar, zaten şu ‘narcolepsy’ ile başım epeydir dertte, boş boş yayladan aşağılara bakmalar, enerji düşüşü, hatta hafif soğuk algınlığı, mide rahatsızlığı gibi bir iki günlük problemler bu dönemde olurmuş. Ufak tefek depresyon belirtileri ve bağışıklık sisteminin zayıflamasına dikkat etmek gerekirmiş. Bu haftanın sonuna doğru turcu, gülümsemeye, kavga dövüşü bırakıp rahatlamaya, kendisiyle, kendinden başkasıyla şakalaşmaya başlarmış.

Artık sonraki haftaları yazmama bile gerek yok… Tatil yapar gibi tur mu olur canım?

Bakalım gerçekten ben ilk rota programımda ilk haftayı nasıl geçireceğim? Kaç kere üst üste yaşayacağım bu ıstıraplı ‘uzun’ haftayı sevgili dostlar!

Yukarıda anlattığım nedenlerle 2+2=5 “Bir ay yokum, sakın ola beni aramayın” formülünü uygulamayacağım. Çünkü zaten ulaşılmazım. He-he-he… Ama belki tarihleri saptayınca ilgili köşede mini minnacık bir bildiri yapabilirim. Temennim o tarihlerde e-mail bile atmayın, okuma şansım hiç olmaz. Boşu boşuna doldurup da strese, panikatağa sokmayın kutumu. Arka arkaya dördüncü haftayı yaşıyor olacağım zira!!!

Dünya turunu aklına koymuş turcu ‘çatlak’ adam ne zaman adam olmuş ki, ben olayım!

Bir sonraki esintiye kadar kalın sağlıcakla

Mürekkebe banmış esintili Sevgilerimle,

Gezenti Şeref

***…***

(*) Önceki Makale: “Dünyalar Kadar Dertsiz Bir Dünya İsterim

(*) Sonraki Makale: “Cek.. Cak.. Macera Hayatınızı Değiştirecektir

>>> [iÇERİKdİZİNİ]

error: Content is protected !!