ÜTOPYA, bütün ilerlemelerin ilkesidir… Yol güzelse, nereye vardığının ne önemi var…
gEZENTİ şEREF ~ E-2017/039
Esinti Tarihi: Pazar, 02/07/2017
Kocaman bir orduya ihtiyacım yok. Ordu derken bagaj dolusu eşyayı kastediyorum. Mühimmatım hava ve su olsun yeter. Gerçekten yeter mi? Yoo, muziplik yapıyorum. Yetmez ama bir tosbağa gibi evi de sırtımda taşıyacak halim yok ya!
Güvenli Seyahat
Dünya uzaktan bakıldığında ürkütücü bir yer gibi görünebilir. Hatta öyle söylentiler işitmişimdir ki insanı yerinden zıplatmaya birebir. Ta ki içine doğru adım atmaya başlayana değin. O adımı bir kez attınız mı söylentilerin en az yarısını yıkmaya başladınız demektir.
Dünya güvenli bir gezegen midir bir insan için? Hadi sadece insan demeyelim. Tüm canlılar için? Hem evet hem hayır. Canlılar bir yanda kendi içlerinde diğer yanda birbirleriyle kıyasıya bir yaşam savaşı yürütürken bu soruya verilecek en iyi cevap budur. İnsan insanı yemekten zevk alır. Hayvan da hayvanı. Bununla kalsa iyi mi diyecektik? İnsan karnını doyurmak için hayvan, hayvan da kâh kendisini korumak güdüsüyle, kâh midesine indirmek ihtiyacıyla insan yer. Belki de en cansızı bitkilerdir. Onların birbirlerini yediği pek görülmez. Ama hem insan hem hayvan bitkileri yemekten zevk alır. Öldürme dürtüsü insanlar ve hayvanlar için biçilmiş kaftandır.
Ya Türkiye?
İşte orası da muamma. Özellikle demokrasi konusunda sınıfta kalmış, ilerici demokratik bir hayatı bizlere fazla görmüş ceberut devlet erkinin gelenekçi eseri memleketimde hava gericilikten yana esiyorsa fazla iyimser olmaya gerek yok. Son 10 yılda halk zaten iyice ayrışmış durumda. Kıç yalayıcılar bir tarafta, kış yalayıcılara karşı dimdik duranlar öte tarafta…
Neyse konumuz Türkiye sorunları değil tabi. Biz dünya turundan nem vurmaya devam edelim…
Dünya Serüvenler Ütopyası
E, öyleyse gelin… şimdi de kendinizi korumadan şu hayalinizdeki dünya yolculuğuna çıkın. Ana konu bu olunca tabi herkeslerin lafazanlıkta ustalaştığı ve birbirine sataşmadan duramadığı bir dilemma halini alabilir.
Kâğıttan kayıklarla hazırlamışım donanmalarımı. Uçaklarımı eski gazete yapraklarından yapmışım. Oğlumun küçüklüğünden kalma ve bana armağan ettiği ‘kurşun’ askerlerim içim seferberlik çıkarmışım. Önümdeki bütün yollarım yağmalanmış. Ne kadar patikam varsa param parça hale getirilmiş. Gel de isyan etme! Şimdi alırım elime arka tekerin çamurluğuna iliştirdiğim isyan bayrağını, dalgalandırırım içimden dışarı.
Hakikaten, ütopyası bir kenara, bütün dünya yolculukları heyecan verici gibi gelir insana. En azından ben öyle hissederim. Yalan yok; beni düşüncede en az korkutan kıta Avrupa’dır. Acaba neden?! Amma ve lakin Ortadoğu, Afrika, Asya ve Latin Amerika gibi egzotik yerlerde heyecan doruğa çıkabilir. Biliyorum ki bu uygarlıklarda muhteşem kültürler ve yakından tanımayı çok istediğim insan kütleleri var. Onlarla farklı koşullarda tanışmak ayrı bir heyecan olsa gerek. Yoksa git turist gibi zevk alamazsın böyle şeylerden.
Bugüne kadar sayısız macera kitapları okumuşluğum vardır. Filmler ise cabası. Ta ki perdenin gerisindeki senelerden 2012’ye kadar “Atlas” dergisine aboneydim. Televizyonda en çok belgeseller hoşuma giderdi. Doğa, yaban hayat, kültürel miraslar, coğrafyanın tadına doyum olmaz. Hele National Geography’nin o görkemli fotoğrafları yok mu? İçimde her zaman büyüttüğüm ve onlarla ‘kılıç kalkan’ [fotoğraf çekim seti] kuşandığım… Coşkun, cüretkâr hikâyelerin yer aldığı maceralar… Üstüne üstlük ben her zaman bu tür ülkelerin, yerleşim birimlerinin gerçek gezginler, seyyahlar için olduğunu varsaymışımdır; tozlu, çakıllı, kumlu, çamurlu ve sinir kat sayısını yükselten, izleyerek değil bizatihi yaşayarak tecrübe üzerine tecrübe kazandıran. Bir insanın elde edebileceği maksimum deneyimler. Vahşi yaşam pek abartılı gelse de yine de görmeye değer diye düşünüyorum. Evdeki rahatlığa benzemeyeceği aşikâr.
Macera ve Maceraperestlik
Kısacası…
Eminim ki herkes gezmekten, tatil yapmaktan keyif duyar. Kim hoşlanmaz ki?
Ama maceralar?
Sanırım macera denilince başta herkesi ürkütür. Çünkü bilinmeyeni çok fazladır. Ne ile karşılaşacağınızı, sonuçlarının ne olacağını kestiremezsiniz.
Hele benim gibi cep telefonu mülksüzü iseniz vay halinize. Elimdeki tek teknik donanım pusulam ve haritalarım. Google harita tam bir görsel şölen ama ben gittiğim yerlerde elde ettiğim yerel haritalarla iş görmeye alışkın biriyim. Renkli kâğıtlar aynı zamanda benim arşivim. Aldığım notların en büyük destekçisi.
Macera fikri benim gibi adamları ürkütmez. Devrimcilerin korktuğu nerede görülmüş ki biz maceradan korkalım. E, devrim de başlarda bir ütopya, bir macera değil midir?
Yok, yok bu yazıda devrim, devrimci vesaire uzun bir tartışmanın içine girmeyeceğim. Yeri burası değil.
Ama maceradan korkmaya gerek yok. Hayatınız bir anda değişir. Altını kalın çizgiyle çiziyorum: Macera hayat değiştirir.
Maceranın yokluğunda bir fiskeyle bile tükenirim ben. Bir teşekkür edemeden doğa anaya, avuçlayamadan küllü toprağı, uzanamadan çimene, gözlerimi gökyüzüne dipsiz bir huzurla çakamadan, tadamadan o şahane yerlerin en güzel yemeklerini, öpemeden gül yüzlü yanakları, göremeden yaşamak o yapayalnız ‘gâvur’ heykelleri, maceralarımı set set dolaşıp kanlı canlı canlandırmadan çıkmak istemiyorum bu bedenden.
Hasretinden ölmek an meselesi.
Oltayı Attım Denize
Bir yaz günü macera aramaya koyuluyorum. Yok, bikini mevsimi ile alakası yok. O farklı bir kahır.
Kahır dedim de: Maalesef yurdum kadınlarının ki en fazla şehirli olanlarının yaz başı henüz düşmeden sendromdan sendroma girdikleri bir durum benim macera anlayışımı etkilemez. İster Latin Amerika sendromu deyin, ister Uzak Doğu, bu sendromların fonunda genetik olarak kalçasının, baseninin genişliğini, göğüslerinin küçüklüğünü, bacaklarının çok uzun olmayışını bir türlü kabullenmeyen, ‘top model’ mankenlere benzemeye çalışan, onca çaba ve para harcayıp sinir sahibi olan Türk kadınlarının hastalığı. Bugüne değin gezdiğim yerlerde böylesine tanıklık etmedim. İstanbul Boğazı’ndan Akdeniz’in en uç köşesine uzanan absürt bir kültür. Japon kadınların uzamak için bacaklarına yükseltici demirler taktırarak uzamaya çalışmasını, Arap kadınların kendi renklerini beğenmeyip cilt açma kremleri kullanması gibi bir şey.
Lüzumsuz yani. Bırak dağınık kalsın! Eh be kızım, senin de elin ayağın güzel, idare et işte! Diyeceğim de, laf söylemeye de gelmez bizim kompleks hazinesi kadın yurttaşlarımıza…
Neyse devam ediyorum…
Rüzgârı Aldım Arkama
Başlamak için sinir sistemime çağrı yapıyorum. Ve diyelim ki yola koyuluyorum. Çıkış o çıkış. Tepesine atladığım velespitime (*henüz bir ad uyduramadım- eskisi bir depoda kilitli; yenisine sahip olunca mutlaka bir ismi olacak, söz açıklayacağım..) ısınmam uzun sürmüyor, geride bıraktıklarıma el sallayarak pedallıyor ve uzaklaşıyorum. O gündür bu gündür hâlâ pedal çevirdiğimi var sayarsam dönüşüm ne zaman olur diye hiç merak etmiyorum. Biliyorum ki bir macera biterken bir diğeri başlayacak ve ben pedallamaya devam edeceğim.
Bırakın memleketi, dünyayı bisiklet ile gezmek harika bir duygu olsa gerek. Şimdiden havasına girdim bile sayılır. Bütçem yeter mi, yetmez mi? Bunları konuşmanın sırası değil. Büyü bozulur. Havası kaçar. Şimdi maceradan maceraya atılmak düşüncesine sımsıkı sarılıyorum. Bugünün anlamı bu. Diğer tüm konular planlama (hazırlık) sürecinin içerisinde irdeleyeceğim konular.
Ne yardan geçerim, ne serden…
Cesurum ama yalnız yolculuk yapacaksam o cesaret de insan doğasıdır yarıya düşebilir. Aile fertlerimden herhangi birisi ya da tamamı bana yol arkadaşlığı yapacaksa, ohooo, o zaman benden cesuru olamaz!! Yahu bu erkek adam türü ne biçim bir şey? Sokak duvarında yalnız otururken bir kıza laf atamazken yanında bulunan en az bir adet hemcinsi olunca aslan kesilir ve laf atma şampiyonu olur. Grup psikolojisi diyelim. Ama bu yazıyı ‘yalnız süvari’ üzerine kurguluyorum. Yani ben en kötüye hazırlanayım ki, şerbetlisi ile karşılaştığımda sevk ve idareyi daha rahat ve kolay yapabileyim; dünya turunu işaret parmağımın üstünde oynatabileyim.
Cesaret kısmını bir çırpıda geçiyorum. Hâlen en mühim mesele ‘fitness’ arapsaçını çözmek. Uzun zamandır spordan uzak durduğum için fit değilim. Yani zinde sayılmam. Ama dert değil; uygun bir antrenman programıyla kısa zamanda bunun üstesinden gelebilirim. Ne de olsa spora çapkın bir bedenim var.
Belki de en iyisi paldır küldür kısacık bir rotayı göze kestirip bir yerden başlamak. Al sana en mükemmel idman. Tek sıkıntı gidebileceğim rotalarda bol miktarda serbest dolaşan saldırgan köpeklerin varlığı. Aman dikkat! Bütün tur şevkini öldürebilir bu itler. Onları çok sevmeme rağmen, yabancı olduğunda farklı bir zemine çekiveriyorlar seni. Ortadoğu’ya gitmek kadar sakıncalı bir duygu seli yaşanabilir. Riskli diye vazgeçmek olur mu? Olmaz tabii. Dikkatli ve akıllı bir davranışla her tehlikenin mutlaka alt edilebileceğini biliyorum.
İşte Macera Budur!
Yaşayarak öğrenme süreci.
Yok, bana uymaz diyorsan, otur evinde, uzat ayaklarını cici televizyonunun karşısında, çekirdek çıtlatmaya, mideye indirdiğin biranın etkisiyle geğirmeye devam et sevgili kardeşim. Sakın üzme kendini. Macerayı bırak bizim gibi çatlaklar özgürce yaşasın.
Bilmeyen mi var? Yaşadığımız dünya her yerde rizikolu. Sıcacık evinde bile. Yani her gün ölümden, bilmem şeyden korkarak yaşamak hangi akla, uzva sığar?
Ayrıca şunu görmekte fayda var: Eminim gideceğim yerlerde iyi insangiller de bulacağım. Onlarla tanışıp bana ikram edecekleri yemeklerini paylaşacağım. Hatta bana konaklayabileceğim sıcak bir yer bile ayarlayacaklardır. Böyle adamlar yok olmadı henüz. Her ayrıldığımda mutlaka güler yüzleriyle el sallayacaklardır arkamdan.
Evet, haşarı uzun yolculuklar kimi zaman ısı seviyesi yüksek, sıcak ve tozlu kimi zaman zemheri soğuk ve buzlu olabilecektir. Ve bu yol güzergâhı haftalarca sürebilecektir… Ya da tam tersi…
Egemen iktidarlar kendi ülkeleri hakkında, dünya ülkeleri hakkında ne kadar öfkeli konuşmaya devam ederse etsinler, gündeme düşen dünya haberleri ne kadar acı ve incitici olursa olsunlar, toplumların marjinal kastları ne kadar acımasız işler yapıyorlarsa yapsınlar, biliyorum ki, dünyanın muazzam bir kütlesi iyidir, güzeldir çoğunluktadır ve benim, senin gibi sıradan insanlardır.
Denemeye değer...
Bunun doğruluğunu yerküremizin çevresinde seyrettiğimde: belki 25, belki 50, belki de 75 ülkeyi arşınlayıp yakından görme fırsatım olduğunda daha net aktarabileceğim…
Gezegenimiz, genel anlamda, güzel bir yerdir. Yapacağım yolculuklar ‘insani’ gözümü şimdikinden daha fazla ve sosyolojik olarak daha enternasyonalist açacaktır; hiç kuşkum yok.
Ama şimdi öncelikle kendi memleketimin yollarıyla yetinsem… Dağlarına tırmansam, yaylalarına çıksam, denizlerini aşsam, nehirlerinde, göllerinde yıkansam… Ormanlarına dalsam… Şehirden şehre pedallarımı koştursam, tarihi yerlerini ziyaret etsem, yerel kültürlere bir başka gözle tanıklık etsem, müzeleri, sanat galerini turlasam, yöresel yemeklerin tadına baksam, güneşiyle ısınıp, yağmuruyla ıslansam, mehtabıyla kafa bulup yıldızlarını koynuma alsam, her geçtiğim köyünün, kasabasının, havasını solusam, insanlarıyla şakalaşıp muhabbetlere çakılsam…
Olur tabii…
Maceraların idman yerleşkelerinin nerede gerçekleştireceğim konusunda çalışmalarımı muazzam ağırbaşlılıkla kesif bir şekilde yürütüyorum. Üstte kısa rotalardan bahsetmiştim. Bu ilk adımım. Esasen, dünya yolculuğuna çıkmadan ciddi aralıklarla çeşitli karakterde kısa-orta-büyük mesafeli yolculukları programlıyorum öncelikle. Ve görünüşe göre bunları yurdum topraklarında yapabileceğim: Trakya, Karadeniz, Ege ve Akdeniz hatta Orta Anadolu’da uygulayabileceğim fikri daha öne çıkıyor. Çünkü bir kez daha yapma şansım olmayacak. Husul bulmaz ise eğer; yakın Avrupa ülkelerinden birinde de olabilir. Birçok kısa rota olabileceği gibi, birkaç orta menzilli ya da iki upuzun rota bile düşünmüyor değilim.
Tüm rotalarım önümüzdeki aylarda son halini alacak; bunları zaman zaman paylaşacağım.
Hedef bu ay memleket turlarına start vermek. Ve ilk çerçevede İstanbul’u programıma aldığımdan buradan başlayacağım.
Görüp Göreceğim ÜTOPYA
Ütopya odur ki günü geldiğinde sınırları aşacak ve hayalimdeki destinasyona: Avrupa’ya; sonra İspanya üzerinden Afrika’ya… Yine Ütopya odur ki, kafamdaki Asya geçişi nasıl olur bunu natürel koşullar belirleyecek. Hele bir yollara koyulayım; Asya kıtasından Avustralya’ya ulaşmak ise hayli kolay. Hadi canım!! Latin Amerika’ya uzanışı yine en son bulunacağım nokta belirleyecek. Afrika ile Asya bu açıdan yer değiştirmeye aday. Ama Amerika kıtası son durak.
İşte bunun için ilk adım: Ü–T–O–P–Y–A
Velespitle mi, “Herbie” ile mi, karavanla mı?! Bugünden cevabı yok bu sorunun. (Vay, şimdiden kıvırdım bile, he-he-he.)
Büyük konuşmayayım ama tek söyleyebileceğim bu işte hava yolu kesinlikle olmayacak. Karadan ve denizden ulaşmak düşüncesi projenin havasına egemen.
Hangi araç olursa olsun dünya turu düşüncesi mükemmel. Rüyalarınızı süsleyen dünyayı en yakından keşfediyorsunuz. Pandora’nın kutusu fırlayarak açılmış ve bütün hazinesi ortaya saçılmıştır. Şunu görmeye çalışın ki gezgin olmak düşüncesi üzerinde yaşadığımız gezegeni size daha yaklaştıracak ve o güne kadar göremediğiniz bir yığın güzellikleri göstermeye başlayacaktır. Sadece dünyayı mı? Hayat kavramını ve şahsınızı olduğunuzdan daha fazla bir birey olduğunuzu da yaşatacaktır size. Kuşkusuz hayatınız çok değişecek ve asla eskisi gibi olmayacaktır… Macera hayatınızı değiştirecektir. Kendinize bu sürprizi ikram etmek kendi ellerinizde…
Ne macerası canım? Hayatımız Kebap!!!
Canımız iskender çekti bir ara. İskendercide oturuyoruz. Ben, eşim ve oğlum tereyağlı bir buçuk götürüyoruz, kızım sadece salatayla yoğurt istemiş. Üstelik yoğurdun da yağlı olduğundan şikâyet edip duruyor. Annesinin tabağından bir salçalı pide araklamış, hâlâ onun vicdan azabı içinde!
Arka arkaya geçen sıcak günlerden sonra, kapalı, serin bir hava. Soğukla beraber bizim üç iskelette hemen “yağ depolama içgüdüleri” belirmiş, kendimizi pilav üstü dönere, tereyağlı iskendere, künefeye vermişiz.
Kim demiş yağlı yemeyin diye? Bakın Avrupalılara, incecik bedenleriyle her gün ölüyorlar. Bu topraklarda sadece yağlı, şişmanlatıcı gıdaları seven, onları lezzetli bulan atalar hayatta kalmış çağlar boyunca. Merakımdan kızıma soramıyorum. Korkuyorum sormaya aslında. Ama öteki ‘salatacı’ sıskalar, önce av hayvanlarının yok olduğu dönemlerde, soğuklarda, sonra kıtlıklarda, buldukları her şeyi yememiş olmanın pişmanlığıyla göçüp gitmişler. Ben mesela obur köklerimin torunuyum, misal Mehmet dedemin tereyağlı sahanda 10 yumurta kırıp yediğine şahidimdir ve bizler genetik olarak kilo yapan, uzun zaman enerji veren gıdaları lezzetli bulma eğilimindeyiz!
Karşımızda salata tabağıyla oturan kızım, şahane bir evlat. Ama neye yarar, ani bir kıtlıkta bu genlerini gelecek kuşaklara geçiremeyecek! Ve fakat, deniz mevsiminin gelmesine çok az fark kalmış bulunan günlerde, biz ailenin çoğunluğu olarak döneri götürürken, karşımızdaki kızımız, kara kara düşünüyor! Belli ki zafiyet geçiriyor!!
Hepimiz biliriz ki bahar ayları, insan vücudunun kendini bel beden genişlemesine, ayva göbeğe verdiği aylardır. Kış aylarında biriktirilen kilolar, depolanan yağlar, baharın gelmesiyle birlikte zirveye çıkıp iyice göze batmaya başlar. Ne var ki, yazın hava ısınır, yüzmenin, yanmanın, en azından yürümenin etkisiyle vücut toparlanır, sıcaktan kebap-künefe faslı azalır ve Ağustos ayına doğru, herkes kendi ölçülerinde “gayet şahane” olur!
Aman ne döner kebabı dediğim günlerdeyim ne de beden ölçülerine kafaya takmanın bulanıklığı içindeyim. Sadece aklıma takılan tek şey maceraya atılmak. Ağustos gelince ateş böcekleri gibi yollarda olacağım günler hiç de uzak değil…
Bir sonraki esintiye kadar kalın sağlıcakla…
Mürekkebe banmış esintili Sevgilerimle,
Gezenti Şeref
***…***