Bisiklet Dünyasında Spora Hayır Turneye Evet

ÜTOPYA, aklın egemen duvarlarını yıkabilmektir..

gEZENTİ şEREF ~ E-2017/040
Esinti Tarihi: Çarşamba, 05/07/2017

Türkiye’yi (ve Dünya’yı) kıyasıya dolaşmak ve uygarlıklar arasında kaybolup farklı kültürleri yaşamak istiyorum. Hayatımın bu belki de son dönüm noktasında bugüne kadar yaşadıklarımdan farklı, heyecanlı, sürükleyici, alevli, ateşli, deli dolu, kuduruk bir şeyler yapmak için çıldırıyorum. Gündelik yaşamın başıbozuk monotonluğundan sıyrılmak, bana artık fazlasıyla anlamsız gelen rutinlikten, sıkıcı ve tekdüzelikten kurtulmak, her tarafımızı ahtapot gibi sarmış boğucu haber bombardımanından uzaklaşmak ve kendimi azat etmek için can atıyorum. Macera istiyorum ben, macera!!

BİSİKLET ÜTOPYASI

Bu makale ile birlikte planlamakta olduğum geniiiş çaplı Türkiye (ve dünya) yolculuklarımın tablosunda velespit ütopyasına da giriş yapmak istiyorum.

Öncelikle şunu söyleyeyim: bisikletçi değilim. Bisikleti bir spor aleti olarak görmüyor, onu spor yapmak için edinmiyorum. Bisiklet benim için bir ulaşım aracından farksızdır. Onunla hem gitmek istediğim yerlere gidiyor, görmek istediğim yerleri görüyor ve geziyorum. Birlikte eğleniyoruz yani. Bisiklet çocukluğumdan beri hayatımın bir parçası olduğundan onun varlığının olmadığı yerde mutlaka eksikliğini hissettirmektedir bana.

Dünya turumun programatiğinde bisiklet önemli bir yer teşkil etmesine rağmen %100 bisikletle dünya turu yapmayı hedefliyorum diye bir kaide yok. Bunun için şimdiden söylemekte fayda görüyorum: eğer bisikletle dünya turu nasıl yapılıyormuş, nelere ihtiyaç duyuluyormuş, nasıl bir rota izleniyormuş gibi sorulara yanıtlar bulmak için “dur hele bir de şu adamın sitesine bakayım” diye buraya uğradıysanız yanlış yerdesiniz diyebilirim.

Benim dünya turu anlayışımda çok değişken ve çok keyifli araçlar vardır. İstersem bir bisiklet tepesinde, istersem bir küheylan tepesinde, istersem bir “Herbie”, istersem bir karavanın içinde, istersem bir trenin arka vagonunda, istersem bir teknenin, bir pupa yelkenlinin üzerinde, bir geminin güvertesinde ya da ne bileyim beni hiç yalnız bırakmayan, bana doğuştan bağlı iki sadık dostumun eşliğinde yollara koyulabilirim.

Herkesin yolu yordamı farklıdır

Yani diyeceğim şu: şayet bisiklet ile dünya turu hayal ediyor ve bilgi edinmek istiyorsanız bununla ilgili bisikletiyle dünya turuna çıkmış, turlarını tamamlayarak geri dönmüş veya hâlâ turda olan bir yığın bisikletçi gezginin bloglarına başvurmanızı tavsiye ederim. Onların tecrübelerinden bir şeyler edinin. Ve hatta benden her birine sıcak bir selamımı iletin; çünkü her biri çok cüretkâr ve başarılılar. Hepsini seviyor ve saygı duyuyorum.

Ama yollarımız ayrı. Anlayışımız ayrı. Yaklaşımlarımız tamamen farklı. Her şeyden önce onlar turlarını yapıyorlar ve evlerine geri dönüyorlar. Yukarıda sözünü ettiğim tek bir araca bağlı kalmadan bir dünya turu planlamak fikrinden ayrı olarak bu tutumda bile birbirimizden bütünüyle ayrılıyoruz. Çünkü benim ‘dönüş’ diye bir kavramım yok, yerim yoook, yurdum yoook… Dönmeyi isteyebileceğim ne bir yuvam var ne de ülkem. Bu yeryüzü yetecek kadar hepimizinse eğer, benim evim dünyanın her yanıdır, her köşesidir.

Aidiyet ruhunu bir an dâhi sahiplenmediğim, bizatihi kendisine ziyadesiyle illet olduğum bir kimliğim ve koynumda oradan oraya taşıdığım bir pasaportum var elbette. Keşke yaşadığımız gezegende sınırlar olmasaydı da hepimiz istediğimiz yerde yaşamayı seçebilseydik. Lakin bu mümkün değil. Bunun için uygarlık tarihini, siyasal tarihi, iktisat tarihini ama özellikle de Marksizm’in ‘tarihsel materyalizm’ öğretisini iyi okumak gerekiyor; neden, niçin böyle olamadığını, olamayacağını. Bakın eskiden, az biraz geçmişte, dünya iki kutupluydu. Sovyetler Birliği çöktükten sonra dünyanın her tarafında pıtrak gibi ufaklı büyüklü devletler türedi. Yani sınırlar daralıp birleşeceğine, genişleyerek büyüdü ve zorluklar katlandı. Artık her ülkeye gidebilmenin yoruculuğu iki üç kat arttı diyebilirim. Hele bir de ay-yıldızlı pasaport taşıyorsan vay haline. Dünyayı dar ediyorlar insana. İstediğin kadar sayısız ülke gezmiş, giriş çıkış yapmış ol. Emperyalizmin hülyasına katkıda bulunan anlayış yıkılmadıktan sonra “köprüden geçti gelin” türküsünü dillendirebilirsin ister istemez.

Yörüngem karınca duası misali

Bir başka farklılığımız da rota belirleme süreci. Herhangi bir ülkenin sınırları içinde şehirlerarası veya kıtalararası ülkelerde pedal çeviren arkadaşların büyük çoğunluğu rotalarını önceden planlayarak yollara koyuluyorlar ve hedeflerine ‘koşar adım’ ulaşmaya çaba gösteriyorlar. Benimse böyle ne bir planlamam söz konusu ne de kendimi dağıtacak telaşım. Hâliyle varmak istediğim destinasyonlar kâğıt üzerinde belli. O anlamda rota da sabit. Ancak bunlara ulaşmak istediğim güzergâhlar anlık kararıma bağlı. Şehirlerarası yolları mı kullanacağım, yoldan çıkıp kasaba yollarına mı sapacağım, daha iç kısımlarda köylerden mi geçeceğim, dağ tepe çıkıp bayır aşağı mı salacağım velespitimi, yoksa vadinin ortasından geçen bir akarsuda mı yıkanacağım, kıyı kıyı yol alırken ormanın içine mi dalacağım o anki ruh halime ve kalbimin talepkâr dümtekesine (temposuna) endeksli. İvedilik yok, zamanla yarış yok, sadece maceranın keyifli ve güvende geçmesini sağlamak var.

Neyse konuyu dağıtmayayım…

VELESPİT TURNE

Kısacası beni izlemek, yazdıklarıma göz atmak isteyenler başka şeyleri de okuyor olabileceklerdir. Yoksa bu salt bir gezginin bisikletiyle kendi ülkesinde bir takım yolculuklara ve yeri geldiğinde hayalindeki dünya turuna çıktığı bir blog mecrası değil, “I’m afraid.

Şu anda velespit turnelerimi yapacağım bisikletim henüz yok. Bir tane emektar var ama o daha çok şehir içi turlamaları için uygun ve uzun yollara çıkamayacak kadar hayli yaşlı. Fakat insanın içindeki o, ah o nostaljik, geçmişe özlem duyan duygusal bağları yok mu! Bırakın depoya kaldırılmış emektar Peugeot’u, kırk yıl öncesinin, 1974 model Bisan’ı bile burnumda tütüyor.

Şimdi yeni edineceğim bisikletime hasretlik yakabilirim: Hadi gel de soluk ver ciğerlerime. Sızılarımı dindir, yaralarımı sar. En mahrem yerlerimden öp, ısıt buz gibi ellerimi. Hayalin her sabah saat beş dedim mi penceremin önünde. Resimli bir aktüel dergiden kestiğim renkli fotoğraflarına bakıp bakıp kokluyorum. Gözlerimi sildiğim kâğıt mendiller sanki gidon çantasında benim için saklı. Bir zamanlar sırtımdan düşmeyen çamur kokuları eskidi. Bende sana ait ne varsa, çıkıp geleceğin günü beklercesine orijinal, tıpkısının aynısı. Sen olmayınca dizelere kalıyorum şiirler bahçesinde. Özlemin kaç kışımı, kaç baharımı, kaç yazımı çaldı. Bari, bu yazı kucakla getir. Tekerleklerinin yanı başında yatayım, jantlarına hasretle dokunayım, özlemle oturup selene pedallarına basayım. Ellerimin, parmaklarına hasretini dindir. Sen gelene kadar, yastığım bir yerde, yorganım bir yerde. Geliver de kamp yaptığım çadırımı, yatağımı yine sen toplamama yardım et. Bagaj çantamıza doldurduğum Fransız kırmızı şarabı paylaşalım seninle.

Dediğim gibi sporcu anlamında bir bisiklet sürücüsü, bisikletçi değilim. Sadece bisikletine tutkulu ve yollarda onunla birlikte yol almak isteyen gezgin biriyim. Bunu tüm yazılarımda sanırım tekrarlamaktan bıkmayacağım. Şimdi sıkı bir ütopyam var. O da 2017 model bisikletimle Türkiye yollarına düşmek, kilometrelerce pedal çevirmek. Hatta az önce üst paragraflardan birinde andığım gibi “Velespit Turne” olsun bunun adı.

Motorlu Araçlar Dünyasında Bisikletin Rolü

Çocukluğumun rüyası, iş dünyasına atılmakla birlikte ne yazık ki ikinci plana atılmış, gözümden düşmüş, bir yol aracı olmaktan çıkmış ve sadece hafta sonları ya da akşamüstleri hobi olarak sürdüğüm bir alet oluvermişti. Evet, doğru konforundan ve hızlı olmasından ötürü onun yerini “motorlu” araçlarım almıştı: Art arda aldığım binek arabaları… Gitmek istediğimiz yerlere daha pratik daha rahat ve süratli gidiyorduk ya! Ne kadar yanılmışım hâlbuki. Keşke o otuzlu hatta kırklı yaşlarımda büyük bir Türkiye düşü ya da ne bileyim seçkin bir dünya turu patlatıverseymişim ya! Olmadı. Hata yaptığımı bugün daha iyi ölçebiliyorum. İşte bugün günahıyla sevabıyla bunun telafisi peşindeyim. 54 yaşında bir dinozordan ancak bu kadar geç karar çıkabilirmiş meğer.

Bisiklet yakınımdaki birçok ‘yetişkin’ ahbabıma göre lüzumundan fazla çocuklara göre dizayn edilmiş ‘çocuksu’ bir araçtır. Onlar böyle düşünebilir. Ve dışarlıklı kalmaya devam edebilirler. Ama benim gibiler için bisiklet sevdası öyle kolay tükenip gidecek bir şey değil.

Şimdi eminim bisikletin havasını alıp bundan vazgeçecekler ve “te, bu yaşta bisikletle dünya turnesi mi olur?” diyecekler. Eh, pes! Benim biyolojik yaşımı bilemedikleri için konuşurlar da konuşurlar… 🙂

Hayallerini erteleme sakın

Geçtiğimiz dokuz-on yıldan beri içimi kemiren bu hayalimi neden erteledim ben de bilmiyorum. Üstelik o günkü çalışma koşullarında hak ettiğim uzun izin periyotlarıyla bunu pek sık yapabilirmişim. Tabi öyle aylara, yıllara sarkan bir şey olması mümkün değildi. Ancak kısa Avrupa turnelerini pekâlâ gerçekleştirebilirmişim. Ya şimdi? Gerçekten çok mu geç kaldım ben bu işe soyunmak için? Sanmam. Ancak yepisyeni, gıcır mıcır 2017 model çifttekerimle uzun, ırak yollara dökülmeden önce gerçekten ciddi bir kondisyon sürecinden geçmem gerekiyor; malumunuz bendeniz ‘motor’ olmaktayım. Bunun için de evvela kısa-orta-uzun yol planlarım var. Eğer bir terslik yaşamazsam Ağustos/Eylül ayı itibariyle yollara vuracağım kendimi ve eminim bu süre zarfında yapacağım harikulade kilometreler sayesinde, kaybedeceğim kilolarla da reel kas kütlemi koruyarak daha yağ-tulumsuz ve epey sağlıklı bir noktaya ulaşacağım. Zannedersem bu yolculuklarım esnasında gerçek dünya turnesi için geri sayımı da başlatabileceğim. Ne heyecan ama! Hayal kurması bile çok keyifli!!

Acep gezgin mi doğdum ben, ne?

Bunca yıl uğraş, didin, çalış, çabala… Ola ola bir “CFO” parçası ol! Yuf be, ben, muhasebeci ve finansçı olacak adam mıydım!.. Beni ne hostesler, ne genetik mühendisleri istedi; (tabii hanım hostesler ve hanım genetik mühendisler J)… Ama kısmet değilmiş, ne yapalım, kader! Ben, artık bir CFO, bir muhasebeci, finansçı olmak istemiyorum. Ama ne olmak istiyorum, işte galiba sorun tam da bu!

Bir süre bana verilen tavsiye doğrultusunda kovboy olmayı düşündüm, ama yaş geçtikçe ateşli silahlarla oynamanın tehlikeli olabileceğine kanaat getirmiştim. Malum çevrede iti var, kopuğu var, hırlısı var, hırsızı var, çetesi var, çetesizi var. Dayanamam indiririm birini, al dertsiz başına gamlı belayı. Hem yaşadığım mekâna atımı bağlamak sorun çıkarabilirdi.  Attan anlamayan, at kafalı diyeceğim ama hayvanın asaletine küfür ediyor gibi olacak, kalın kafalı dangalaklara dalaşacağım. Yine dertsiz başıma ağrılar çökecek. E, atsız kovboy olamayacağına göre, kovboyluktan vazgeçtim.

Bir ara yüzümü karalar bağlamış, kara kara düşünürken, aklıma tıbbiyeli olmak fikri geldi. Hatta cep fotoromanlardan gördüğüm beyaz önlüklerinin diz üstü olanlarından bir kısmını da diktirdim. Amma ve lakin bu operasyonlarda elimde kanla dolaşmak zorunda kalınca, tıbbiyeli olmanın zor bir zanaat olduğuna karar verdim. Beni kan tutar da! On’çüün renkli hastane ortamlarını pek sevmem.

Ayıptır söylemesi bir ara sinemacı olmayı düşünmedim değil…

Dedim bari Tarzan olayım. Ancaaak koskoca cangılda Ceynsiz Tarzan mı olunur, dedim kendi kendime. Üstelik memleketin birisinde Manisa Tarzanı diye bir hanzo çokmış bütün Tarzanların karizmasını çizmiş. Vazgeçtim tabi anında.

E, dediler bari yazar ol. Yok, anam babam bir kitap bastıracaksın kuyruğa gireceksin dediler. Ulema kitlesi karar verirken de torpilli olanlara veriyorlarmış torpili, geride kalan zavallı zümreye basıyorlarmış maganda kurşunu, sizin bu âlemde ne işiniz var dercesine. Zaten bir yayınevine yapılan bilmem on binlerce başvuruyu görünce önce afallamışlar sonra da sınav yapacağız diye tutturmuşlar. Sanki dışişlerinde makam istiyoruz, Dışişleri bakanı zaten beni beğenmez. Neden beğenecek ki! Sen yıllardır devrimci muhaliflik yap sonrada memleketi temsil edeceğim de. Yerler mi? Yemediler tabii.

Şimdi bütün umutlar beslediğim şu tuhaf meslek girişimlerimden umutlarımı yitirmiş olarak gezginlik yapıp, Türkiye yolculuklarına çıkıyorum… Falım tutarsa bir de dünya turu patlatacağım; kesin!

Memleketin yörüngesinde fırdolayı pedal çevireceğim günler hiç de uzak değil. Topu topu üç yüz otuz gün kadar uzağımda. Geliiiir, geçeeeer…

Eko Sistem – Ekonomik Sistem

Bisikletle turne düzenlemek ve kamp yapmak nispeten ekonomik bir sistem. Aynı zamanda basit, sade, süssüz de. O hem yapması her şeyden kolay olanın ama hem de aklı/beyni zorlayan bir özverinin, meydan okumanın mükemmel harmanlanmış hali: eğlenceli fakat bir güç dengesi gerektiren uğraşı; yavaş fakat çabuk; çılgınca fakat başarılabilir. İnsanın gittikçe öğrenebileceği ve deneyim kazanabileceği, giriş engelleri olmayan tek seçenek. Bindikçe krallara layık şekilde işe en uygun hale gelme durumu. Zaten her bir bisiklet sahibi olan biniciden kralı yoktur.

Eğer bu krallığı kimseye vermek istemiyorsam ve ben de bu yaşıma rağmen hâlâ uzun yollarda aktif bisiklet sürebiliyorsam, arzuladığım takdirde memleketin bir ucundan diğerine gidebilir, kıtaları aşabilir, gezegeni hakkıyla fethedebilirim. Dağılmış saç, baş, birbirine girmiş sakal, giyim, kuşam kimin umrunda, ki bulduğum her fırsatta kendi bakımımı kendim yapacak kadar haysiyetliyimdir, lakin bir kafa dolusu kadar en değerli olan kalıcı anılardır.

Bilmiyorum; ilk üç ayda, ilk 6 ayda, 1 yılda, 5 yılda toplamda kaç kilometre yapabileceğim. Bildiğim böylesi büyük çaplı turnelerin her şeyden daha ekonomik sonuçlarla bilançoma taşınacağı.

Gelecek yazımda düşlediğim uzun yol bisiklet yolculuğunun anahtarlarını anlatacağım. Uzun yol bisiklet yolculuğu hiç de kolay olmayabilir, ama o son derece sade olandır.

Bir sonraki esintiye kadar kalın sağlıcakla

Mürekkebe banmış esintili Sevgilerimle,

Gezenti Şeref

***…***

(*) Önceki Makale: “Cek.. Cak.. Macera Hayatınızı Değiştirecektir

(*) Sonraki Makale: “Uzun İnce Bir Yörüngedeyim

>>> [iÇERİKdİZİNİ]

error: Content is protected !!