ÜTOPYA… benim yapacağım övgüye ihtiyacı yok, tıpkı atasözünde söylendiği gibi bu, güneşi fenerle göstermeye benzer…
gEZENTİ şEREF ~ E-2017/046
Esinti Tarihi: Çarşamba, 12/07/2017
Hemen herkesin hayatta en çok yapmak istediği bir şey vardır, benimkisi de ‘makbul’ kaliteden bir tur velespiti sahiplenip tek yön biletimle yollara düşmek. Hallice kaliteli; çünkü daha kapıdan dışarı çıkmamla birlikte beni yarı yolda ekecek cinslerden olmamalı. Hele o kapıdan bir çıktım mı bırakın haftaya nerede kimlerle olacağımı bilmeyi, sonsuz olasılık evreninde hangi kıyılara doğru açılacağını bile bilemez insan…
Çıkış için bir uğurlu sayı mı kovalamalıyım? Niye olmasın. Belki o zaman her şey yolunda gider sanrısı ile hareket edebilirim. Ama ne! Bisikletimin kredi milleri olduktan sonra altından kalkamayacağım, üstesinden gelemeyeceğim hiçbir sorun yok. Türkiye yörüngemin hali-i pür melali belli. Topu topu 7 bölgeden oluşuyor, canım. Yani bir bakmışım Trakya’da gündöndü topluyorum, bir bakmışım Karadeniz’de çay veya fındık atıyorum el yapımı ağaçtan sepetime. Yetmezmiş gibi Ege’de şarap Akdeniz’de sinarit Anadolu’da kadim uygarlıklar peşinde dönüp dolanıyorum. Ama mesele dünya yörüngesine gelince… Dünya rotamda Avrupa – İskandinavya – Afrika – Asya – Güneydoğu Asya – Okyanusya (Avustralya ve irili ufaklı adacık parçaları) – Güney Amerika – Kuzey Amerika var. E, maşallah, geriye bir şey kalmadı ki zaten. Yok, canım kalmaz mı? Hayatta hiç ama hiç gitmek istemeyeceğim Ortadoğu ve Arap yarımadası izleyeceğim rotada yer almıyorlar. Bu eksantrik fikir şimdilik başparmakta gizli kozlar olarak duracak gibi.
“One Way Ticket”
Kim ne derse desin, gerek Türkiye yolculukları gerekse Dünya turu sıfır maliyet değil. Ulan; bu bir zamanlar birilerinin ‘sıfır sorun’ demesine benzedi. Beğenmedim… Değiştiriyorum… Kim ne derse desin, ne memleket turu, ne de dünya turu bedelsiz değil. Yani ister çiftteker üstünde yapın, ister çift ayaküstünde yapın, dünyanın en ekonomik olayı değil tabi ki. Bununla beraber motorlu araçlarla kıyaslandığında her iki yöntemin de fazlasıyla olumlu sonuçlar doğuracağı aşikâr. Benim kafamdan geçen, bunca deneyimden sonra biraz da şansıma güvenerek, çizdiğim rotada karşılaşabileceğim ucuz yollu yaşam seçeneklerini zorlamak. Kombine hayat tarzı bu, neden şikâyet edeyim ki!
Ne zaman nereden nereye gideceğimi büyük ölçüde planlamış olacağım. Bununla ilgili minik detayları rotam ile ilgili makalemde biraz bahsedeceğim. Uzun mesafeli yolculuklar söz konusu olunca mutlak bir dönüş bileti kavramı olmayacağı için en makbul planlamayı yapmam gerekecek. Ama bunun için önümde en az bir dokuz-on ay var. Bir sürü yenileme, düzeltme yapabileceğim bu esnada. İş zaten Dünyaya açılmaya gelince en yakınımızdaki ‘çağdaş’ ülkelere gidebilmek için bile en zorlayıcı madde her seferinde karşıma bir iblis gibi dikilen ‘vize’ sorunu. Ay-yıldızlı desenin kibirli kaderi bu, neyleyebilirim ki. Bundan dolayı kervan yolda düzülür hesabı elimde “one way ticket” (tek bir bilet) ve kabataslak çizdiğim levent bir rota var.
Madem büyük bir sevda bu, madem bu işe soyunup tam özgür dünya olsun dedim, ceremesini de çekeceğim. Açıkçası bu kadar uzun zamandır kafaya taktığım bu serüvenler için çok daha fazla hazırlık yapmaya çalışıyorum. Her şeyi en ince noktasına kadar inceliyor ve değerlendiriyorum. Birçok gezginin sitelerinden ve yazdıkları bloglardan faydalanıyorum. Herhalde kendimi emekliye ayırmadan önceki şu hayatımda zaman fakiri olduğum için olsa gerek tatil anlayışım bambaşka zeminlerde çalışırdı şimdi kafam epeyce rahat.
Büyük heyecanlarla başlardı… Kapıdan dışarı çıkan hayatım…
Daha önce yazdım… Dünya turunu hangi araçla yaparsam yapayım (ki bu şekil değiştirene kadar velespit ütopyasıyla kurgulamaya devam etmek istiyorum) bu ‘grand’ turne bir tatil programı değil. Kim görmüş yıllarca, belki on yıllarca, sürecek bir maceradan tatil çıkartılabileceğini.
Kapıdan çıkışa değin kimi sıkıntılar yaşansa da heyecan dorukta olduğundan her şey hoş, her şey güzel. Bununla beraber bu uzun seyahatin zorluklarını tahmin etmek güç değil!
Mevkiini terk et adam gibi adam ol!
“Hayatta iyi bir mevki sahibi olmak mı? Amma da iş! Sırf büyük bir patron, büyük bir tüccar olmak gayesi ile yaşamak ha? Rahatlıktan, maddi refahtan başka aranacak şey yok mu?.. O zengin dedikleri adamların acınacak hayatları gözümün önünde, nasıl yaşadıklarını, neleri sevdiklerini, nelere düşkün olduklarını görüyorum. Gözüm yok benim öyle şeylerde! Dünyaları verseler duygularımı onlarınkine değişmem. Onlar insan solucanlarıdır. Hayatın büyüklüğünden hiç ama hiçbir şey anlamazlar…”
Adrian Zografi, kime söylüyor bunları? “Adam olmasını” isteyen annesine!
Adam olmak: Diploma, iş, mevki, eş, çocuk, düzenli yaşam… Hepsi bu! Çok şey mi istiyordu, “yumurtalarından ördek yavruları çıkmış tavuğa döndüm yüzme bilmediğim için oğlumun peşinden suya dalamıyorum” diyen annesi?
Annem yaşasaydı bana bunları söyler miydi diye depderin düşüncelere dalmıyor değilim. “Adam olmak”ın hangi engelli seviyesinden zıplayıp geçmedim ki. Annemle aramızdaki ana-oğul bağlarında “adam olmak” elbette önemliydi ama ikimizin de hayata özgürce bakış açımız daha fazla önemliydi. Yalan değil, özgürlüklerim konusunda ne annemden ne de babamdan hiçbir zaman hiçbir şekilde baskı da görmedim, uzun uzadıya listelenen o abuk sabuk nasihatnamelerden de. Beni her daim kendime bıraktılar. Dokuz yaşımdan beri özgür addederim kendimi. Neden dokuz? Benim hikâyem de “Yüzüklerin Efendisi’nin Dokuzları”na pek benziyor, ondan mıdır? Yoo, hayır. Dokuz, çünkü 1972 yılı yani benim dokuz yaşıma bastığım tarih, ailemizin en köklü otoritesi Mehmet dedemin ölüm yılıdır. Onun vefatıyla büyük değişimlerin başladığını gözlemleyebiliyordum ailemde. Bir milat gibiydi dedemin ölümü. İşte benim de özgürlüklerimin bana bahşedilmesi bu tarihten sonra olmuştur. Kimse işlerime karışmamış, hatta çok yönlü teşvikler aldığım bile olmuştur ailem tarafından.
Özgür İnsan Ben
Böyle bir ailenin çocuğu olarak yetişmek herkese kısmet olmaz. On altı yaşımda kendimi daha özgür hissedebileceğim İngiltere maceralarım ise bu sessiz sedasız gelişen konseptin çiftleşmesi olmuştur. Galiba annem ve babamla tek anlaşamadığımız konu siyaset mecrasında delifişek gibi ilerleyişimdi. Buna karşı çıkmazlar, beni baskı altına alacak herhangi bir demeçte bulunmazlar, ancak çok tedirgin olurlardı ve söyleyebildikleri dört sözcük sadece şuydu: “Oğlum, dikkatli ol yeter.”
Hep özgür fakirin kazandığı düello!
Evet, ben de Adrian gibi, hayatı nasıl anladığımı anneme (ve babama) süslü cümlelerle açıklamaya bir hayli çalışmıştım ama boşunaydı: edebiyatı ve güzel sanatları sevmek; yeryüzünün güzelliklerini tatmak; insanları ezenlerin saflarında yer almamak; onun için de maddi bakımdan aza kanaat etmek; doğruluktan ayrılmamak; insanlarla kardeşçe geçinmek; iyi bir arkadaşa bağlanmak; çevresine elinden geldiği kadar iyilik yapmak…
İşte, “Arkadaş”ta yer alan benzer ana-oğul dile getirişlerindeki bu iki hayat görüşünün düellosudur benim özlü hayatım. Ama misal ağabeyim, çok tarafgir bir hakemdir, bu da ayrı bir mevzu.
Evrenin içinde zaten bit kadar bir toz parçasının üstünde yaşıyoruz. Bu toz parçasının üstünde yaşayan insan toplulukları kendi ülkesini ve milletini dünyanın merkezine koyuyor. Ne aptalca bir duygudur bana göre. Yok, efendim, Türkün Türk’ten başka dostu yokmuş, e öyleyse bir yerlerde de Filipinlinin Filipinliden başka dostu yok mu diyeceğiz yani? Ne saçma!
Bir çıkayım yollara bunun aksini kanıtlayacağım böyle düşünenlere… Zaten yıllardır Türkiş firmaları yerine yabancı sermayeli şirketlerde çalışmayı tercih ettim. Bunun tek bir sebebi vardı. Uluslararası yabancı şirketlerde insan bağımsız ve özgür olabiliyor, Türk işi firmalarda yetkili adamlar hâlâ ceket düğmesi, bacak bacak üstüne atılır mı atılmaz mı’larla uğraşıyorlardı.
Tam da burada çok sevdiğim Vikki Carr’ın “Adoro”sunu anmadan geçemeyeceğim.
Konvertibl para biriminden şaşma!
Para konusuna gelince, çok çalkantılı bir konudur onun için kişiye göre değişir diyebiliyorum ancak. Ancak yurt dışına çıkılıyorsa en sağlam enstrüman Dolar olabilir. ABD’ye ve onun monetarist ve monopolistik para birimine bayıldığımdan değil, Dünyanın en çok konvertibilitesi yüksek döviz cinsi bu olduğundan. Avrupa için Euro kullanmak da söz konusu olabilir. Fakat iyi bilindiği gibi seyahatler ile ilgili büyük giderler dolara endeksli. Diğer bir konu da bankadaki parayı nakde çevirmek. Çünkü nereye gidersem gideyim, yollarda üzerimde olması gereğinden fazla para taşımam. Ancak bankalar yurtdışı para çekimlerinden %2-3 komisyon alıyor. Bir de kendi para cinsini kullanan ülkelerde nakit çekerken dikkat etmek, çift tarifeli paritelerden gol yememek lazım. En iyisi bu kur olaylarından firar etmek için debit kartlar kullanabilirim, becerebilirsem eğer, olmadı her türlü dövize bağlı kredi kartımı kullanacağım demektir. Debit Kartlar ATM’den nakit çekerken komisyonu ortadan kaldırıyor, daha akıllıca.
Ama bu para pul işleri finans mesleğinin icraatları. Hele bir de iktisat yalamışsanız oohhh tadından yemeye doyum olmaz.
Varsayalım ki, ben ekonomistim! Yatırımdan anlamam, ekonomik tahminler yapamam, paramı idare etmeyi bilmem. Ama varsayalım ki biliyorum, siz yine de benim yaptığımı yapmayın! Bazen, yıllarca Londra’da ne okudum ben diye düşünmeden edemiyorum. Muhasebe, ekonometri, matematiksel ekonomi, finansal matematik, insan kaynakları, istatistik, marketing, işletme gibi birbirinden kazık dersler oku, hepsinden geç… İnsanın kendisine bir faydası olur değil mi?
Çok şükür, “Çooook paracıklar kazanıyorum, bu kadar büyük bir serveti nereye yatırsam!” diye dertlenen insanlardan değilim. Hani dolardaki yüzde beşlik, onluk düşüş-çıkış, benim eritilmiş emekli paramda çıplak gözle fark edilmeyecek bir değişikliğe sebep oluyor! Anlayın artık.
Benden feyz alın ama feyz aldıklarınızı uygularken iki kez düşünün
Dünya turuna beni örnek almayı kafasından geçiren arkadaş varsa hemen şu dakikada vazgeçsin. Yarını görüp görmeyeceği konusunda hiçbir sorumluluk almam ona göre. Yılların ampirik istatistiklerine dayanarak şunu konforla söyleyebilirim: Ben nereye çekip gidiyorsam ve/veya yatırım yapıyorsam, takip edin ve fakat o ideadan/yatırım aracından kaçın!
Hani bir de şöyle bir müftehir hâlim vardır: Zaten üç kuruşun var, bu işten de anlamıyorsun, bırak dağınık kalsın, değil mi? Yok. İlla dolar alacağım, doları bozup bono alacağım, onu ona böleceğim, kafama göre tahminler yapacağım, ve sonunda, başlangıçtakinden daha az param olacak. Ama ben yine de tura çıkacağım.
Ne yapalım, aracı kurumlar kazansın!..
Gördüğünüz gibi, yatırım bilgisi feci, fakat bütün ekonomik terimler yerli yerinde. İşte ekonomi eğitimi böyle bir şeydir. Tek yapmadığım bir gazetenin ekonomi servisine makale yazamamak oldu. Memleketin, (ki bu kendi memleketimin herhangi bir şehri de olabilir), birinde öleceğim güne kadar kalma düşünü sürdürseydim bu fikriyatımı da hayata geçirirdim. “Erken kalkan yol alır”… Anlaşılan tam zamanında sıvışıyorum.
Öğrenecek O kadar Çok Şey Var ki!
Peki, şimdilerde öncelikle düzenli geçitlerle başlayacağım ya, (idman günlerimi kastediyorum), velespitimle yapacağım turların bana yaklaşık maliyeti ne kadara patlar?
Şimdi, eğer, tutar ben idmanlarımı Bulgaristan da yapacağım dersem başka bir düdük, Makedonya’da yapmaya kalkacağım desem başka bir güdük hesabı dünyaya gelir. Bu konuda son aşamaya geliyorum. Sanki artık turnelerimi o memleketin birinde yapacağım. Çünkü haliyle seneye kamusal emeklilik işlemlerim olacak, kimlikler, ehliyet, pasaport, vizeler vesaire yenileme işlemlerinden geçeceğim, son bir defa daha yapmam gereken hizmetler olacak. Dolayısıyla ilk kısa-orta-uzun menzilli turlarım doğuştan bildiğim ve yollarına iyi derecede aşina olduğum topraklarda gerçekleştireceğim. Bu demektir ki ön hesaplamaları buna göre yapabilirim.
İçimizdeki en ölümcül zehir; “ARABESK”
Zırt pırt konaklamaya, suya para harcamazsam, lokantalarda yemezsem, ‘mikrop’ alışkanlıklarımdan feragat edersem, bisiklet turlarım çok ucuza mal olacaktır. Normalde memleket şartlarında bisikletle yola çıkarken konaklama için para harcamamaya karar verdiysem yanıma mesela her orta mesafeli turne için 100 TL almam yeterli olur. Bazı zamanlar günde 10 TL harcarken bu kimi zaman 50 TL bile olabilir. Bunun ortalamasına göre hazırlık yapmak ve bütçe dışında bisikletin bir yerine 100-200 TL’lik acil durum parası saklamak fikrimce en iyi davranış olur. Yani, bu ortalamaya göre uzun mesafeli turlar 700-1.000 TL’ye mal olabilir.
Konaklamalarımda pansiyon ve kamping kullanacaksam günlük 50-75 TL tutarında bütçe hazırlamam uygun olabilir. Bu bölgeye göre değişkenlik göstereceğinden burada net bir şey yazmam ahmakça olur. Orman kampingleri bile sadece çadır için 20-25 TL istediği yerleri biliyorum ve buna hiç bir şey dâhil değil Ama en iyisi mi ücretsiz kamping alanlarında konaklamak ve bunlardan bol miktarda var tahmini yol güzergâhımda.
€/$ ile yırtınan ülkelere yapacağım turlarda konaklamaya para harcamayacaksam eğer, gündelik 20-25 €/$ tutarında bütçe hazırlamam mütenasip görünüyor. Adı sanı daha az duyulmuş topraklarda maksimum 20 €/$ tutarında bir ekonomik bütçeyle muhtemelen günlerce geçinebilirim. Yok, ben illa konaklamayı da düşünmem lazım diyorsam, ki bazen kafam atar böyle yapmak isteyebilirim, €/$ sevdasıyla didinip geçinen köklü topraklara yapacağım velespit turnelerimde mola verip dinlenmeye para harcayacaksam, günlük 40-50 €/$ tutarında bütçe hazırlamam cazip olacaktır.
Nerde beleş orda yerleş misali…
Şaka değil, öyle kısa-orta ve hatta uzun yol yolculuklarda eğer sadece birkaç saatlik mehtabı ve yıldızları seyretmek için geceleyeceksem ücretli servis yerlerinden uzak durur benzincileri, kırsal alanları filan tercih ederim. Safi birkaç saat uyumak için konaklamaya para harcanır mı? Hiç sevmem böyle abuk sabuk anti-tutumlu manevraları. Bu sebebi ziyaretten dolayı güvenli noktalarda para harcamadan pineklemek bana en entelektüeli geliyor.
Peşinizde gürül gürül esen sam yeli, kendinizi serüvene doğru fışfışladığınız işin yolculuk tarafını bir tarafa koyun, gerçek şu ki, bisiklet turlarının en büyük masrafları aslında tur öncesindeki hazırlık sürecinde gerçekleşiyor:
Kendisiyle bir ömür aşk yaşayacağınız velespitin kendisini satın almak, turda gerekli çeşitli malzemeleri temin etmek, eğer ihtiyaç duyuluyorsa, bisikletin tur öncesi değişmesi gereken ıvır zıvır parçalarını değiştirmek bilmem kaç bin liraya mal olabiliyor. Yurtdışı turları söz konusu olduğunda “dünya ayıbı” vizeler için yüzlerce lira gerektiğini de bir tarafa yazmak gerekiyor.
Varsayalım ki…
Ekonomi okuyanlar bilir. Kitaplardaki her cümle “Varsayalım ki..” diye girizgâh yapar. Benim cilt cilt iktisat kitaplarımın da böyle paragraf başlıkları attığı görülmüştür: “Let’s assume that..”
Varsayalım ki, “bir ülkedeki tüm imalatçılar eşit rekabet içinde, hammaddeyi ayni fiyattan alıyorlar, fiyatlar tamamen serbest, gelir eşitsizliği yok, devlet kesinlikle işin dışında. O zaman bu ülkede…” diye uzar gider bu masal mesela. Bulalım o ülkeyi, oturalım o zaman!
Alt tarafı bir dünya çevresini gezeceğiz, üstelik kimselere zararımız dokunmadan, tam çevreci zihniyetimizle, hümanist değerlere önem veren psikolojimizle ama daha bir kapıdan çıkışta başlıyor eziyet, öbür kapıdan içeri girişte devam ediyor yine aynı eziyet. Yani o zaman sadece küçük adımlarla geçtiğimiz iki sınır kapısı aralığı mı koca “free” dünya!
Bir örnekleme ile süsleme…
Muzipliği çok seven bir arkadaşım ballandıra ballandıra anlatmıştı. Bir fizikçi, bir kimyager, bir ekonomist ıssız adaya düşerler. Açtırlar. Bir fasulye konservesi bulurlar. Ama nasıl açacaklardır? Kimyager deniz suyu, yosun ve kumu belli miktarlarda karıştırıp bir tür patlayıcı yapmaya çalışır. Denerler, patlamaz… Fizikçi konserve kutusunu bir ağacın altına koyar ve ağacın dallarından birine bir taş bağlar. Hesaba göre o taşın ağırlığı ve düşüş açısıyla, konserve kutusu açılacaktır. O da olmaz… Ekonomiste sorarlar: “Senin bir önerin var mı?”
“Tabii,” der ekonomist, “Varsayalım ki bir konserve açacağımız var!!” 🙂
Turlamalarım sırasında velespitimde önemli bir teknik arıza çıkarsa parça değişimleri için ben de aynı varsayışı (hipotezi) yapabilirim mesela. Aksi hâlde hiç hesapta yokken yüzlerce lira harcamadan kurtuluşum imkânsız gibi. Yeri gelir nadir de olsa halime acıdığı için bana fonlama çeken iyiliksever yatırımcılar bile çıkabilir. Böyle serbest ikramcıların varlığını işitiyorum.
Ya bunda bir fenalık yok ki. Birilerinin acıma duygusu çalışıyor, diğeri de dilencilik yapıyor gibi düşünmem. Üstelik felaketzede bir mevzu da değil. Bisiklet turcularına bir şeylerin ikram edilmesi gayet normaldir. Kendileri birçok yerde övgüyle karşılanır. Çünkü zor zanaattır sevdiklerinizden hayli uzak uzun yollarda riskli maceralar yaşamak. Yeri gelir o gün hiç para bile harcamayabilirim. İnsaniyetli insanlar zırnık harcatmayabilir çünkü. Çay/kahve/mate çayı ikramı ise en sıradan durumlardan birisidir. 🙂 🙂 🙂
İşte Budur Yaşamak
Yaşasın dünyanın tüm iyiliksever melek insanları!
Dünyanın bütün ikramcı insanları birleşin!
Kulağa ne hoş geliyor bu sloganlar değil mi? Kim demiş yazdığım makalelerde sırf politik belgiler kullanıyorum diye.
Daha önce yazdığımı hatırlıyorum. Bir daha hatırlatayım. Benim insanlarla diyaloğum son derece güçlüdür. Kendimi sevdirmesini bilirim. Bu da en ziyadesiyle karşımdakine gösterdiğim meziyetli sevgi ve saygıdan kaynaklanıyor. İşte böylesi ilişkiler söz konusu olduğunda benim sırtım yere gelmez, omuzlarım düşmez, kolay tuş olmam hayatta. Ayrıca turlarımı çok daha ekonomik bütçeyle sürdürmem içten bile değildir. Yerli olsun yabancı olsun hiç fark etmez. İnsanlardan bir şeyler isteme konusunda utangaç değilimdir. Ama bunu gereksiz durumlarda yapmam.
Düello deyip geçmeyin vardır bir sırrı…
Mihail nerede mi devreye giriyor? Düellonun ikinci kısmında.
Mihail de kim demeyin, hani şu bizim Adrian Zografi’nin değişik “Arkadaş”ı yok muydu, onun başucu kahramanlarından biri.
Her şey bir anda paldır küldür paylaşma düellosu. Bir arkadaş her şeyini vereceği, her şeyini verecek, çıkarsız, içten, sorgusuz sualsiz, ölümüne, anlayacak bir arkadaş arayışındaki Adrian, onu börekçi Kir Nikola’nın dükkânında bulur. Üstünde paçavralar, omzunda gezen bitlerle çırak durmuş, Alphonse Daudet’nin Jack’ını Fransızcasından okuyan Mihail’i…
Hayatı ezilenlerden yana paylaştım, paylaşıyorum; roman deyince akla gelen bir entrika öykülemesi, şaşırtıcı olaylar, sürprizler, karmaşıklaşmalar, ters çevrilmeler beklememelidir okur. Ben velespit turnelerimle alakalı olarak şimdilik dertlerimi anlatıyorum, olayları değil! Bir roman gibi. Akıcılık, bir yanımla son derece duygusal yapımdan kaynaklanan fırtınalı ısrarcılığım, kimseyi üzmemeye koşullanmışlıktan kaynaklanan mızıkçı dalgalanmalarım, coşkularımla, diğer yanımın durmuş oturmuş kişiliği, olgunluğu, hayatı tanımışlıktan gelen temkinliliği ekseninde örülen diyaloglarla sağlanıyor. Bu ikiliye eklenen 2016 model velespitim, hali vakti yerinde bir çiftteker kimliğiyle, diyaloglara gezgin / sanat / sanatçı, aydın / halk tartışmasını da taşıyor.
Kum Kum Kumbara
Bisiklet turları uzaktan biraz pahalı gibi görünebilir ama hiç bir tatil şirketiyle 1 aylık bir tatile her şey dâhil mönüyle 1.000 TL’ye çıkamazsınız. 1.000 TL’ye bir tatil şirketiyle en fazla, maksimum 3 günlük bir tatile çıkarsınız. Tabi bisikletle seyahat edince daha fazla yeri göreceğinizi sakın unutmayın. Dolayısıyla bisikletle seyahat çok ucuzdur.
O zaman kumbara mantığımı da irdeleyeyim. Basıyorum paracıkları kumbaraya sonra bir devir sonra çil çil geri dökülüyor, al sana katmerli helva diyor.
Bizim kuşağın ekonomiyle sınavı kumbaralarla başlamıştır. 70’li yıllarda ve daha önce çocuklara kumbara verip para biriktirmeye teşvik etme âdeti vardı. Bankalar falan hep kumbaralar hediye ederlerdi. Ben nedense ablama armağan edilen İş Bankası’nın kumbarasına gözlerimi dikmiştim. Beni yatıştırmak için annem elimden tutmuş, götürdüğü YKB’dan kocaman bir ev maketinde bir kumbaram olmasını sağlamıştı. En büyük yatırımcılarım Mehmet dedem, Cemile babaannem ve Saliha anneannemdi. Torun torba psikolojisi işte. Onların verdikleri kuruşlarla kumbaram şiştikçe şişiyordu.
Kumbaralar biliyorsunuz, böyle alttan anahtarla açılırdı. Benimkinin kilidi arka kapağının alt kısmındaydı. Kumbaramın daha sıska olduğu zamanlarda, büyük bir heyecanla götürürdüm anneme. Annem şöyle bir sallar ve der ki: “A daha hiç para yok ki, dolsun öyle açarız, oğlum.” Ben başlarım kendimi paralamaya. Bisküvi alamam, gazoz alamam, leblebi tozu alamam, elma şekeri alamam, bayramları beklerim, bahşiş peşinde haylazlıklar yaparım… Bir sene geçer, iki sene geçer, kumbaram çiling çiling dolar, şişmanlamaya başlar. Ben o parayla neredeyse bir ev, bir araba, hadi olmadı bisiklet o da olmadı Karaköy alt geçidinde bir oyuncakçı mağazasında gördüğüm otobüsü, falan alırım diye düşünürken, annem anahtarı çevirir, paralar dökülür, sayılır. Ve, aynı annem der ki: “Ayy bak yazık, nasıl değeri düşmüş, çocuğum bunlarla gazoz al, bisküvi al, başka bir şey alınmaz!”
Enflasyon canavarı kumbara dadanırsa
‘Başka bir şey alınmaz’ı hiç ama hiç anlamamıştım. Nasıl ya? Bisküviyi, gazozu daha ta o en başında, “Bekle de para biriktir” dediğin zaman da alabiliyordum ben?
Nereden bilecektim ki memleketin tepesine zebella gibi binen enflasyon canavarını o ufacık yaşlarımda. Hak mıydı şimdi bu? Niye para biriktirttiniz kardeşim o zaman?
Zannederim biz 60-70 kuşağının enflasyondan bu kadar korkmamızın sebebi, o çocukluk yıllarına dayanır. Yoksa salgın, illet iktisadi bir durumdur yani. Hani “canavar” adı verilmesinin sebebi falan o çocukluk kâbusları derim ben. Gerçi rüyalarımda ejderha yerine insan yiyen iki ayaklıları daha çok görürdüm ben. Ekonomist dediğin de böyle olur!!!
Güvenli Bisiklet Yolları
Düşünüyorum da, uzun mesafe velespit turnelerime bir roman değil, felsefe diyalogları desem, ne değişir?
Dünyayı arkadaş sofrası kılmak, arkadaşımdan, annemden, babamdan, kardeşlerimden, evlatlarımdan, eşimden öte bir şeydir. Hiçbir kan bağıyla, sözleşmeyle tanımlanamaz. Hazır bulunamaz. Bir arada duruşu zorunlu kılan tek bir kuralı yoktur çünkü. O, seçilmiş, gönüllü bir şeydir. Birbirinden razı olma, razı gelmediğinde sineye çekebilme halidir. Çıkar, beklenti, hesap, kitap, para, mülk yoktur orada. Pazarlıksızdır. Kefesiz terazidir. Katıksız sevgidir. Hiçbir şeyin alınmayıp, her şeyin verildiği bir ilişkidir. Herkesle paylaşarak çoğalmadır benim dünya arkadaşlığım. Birbirini üretmektir. Birbirinin öğretmeni, öğrencisi olmaktır.
Demokrat olmanın zayıf halkası…
İşte, bu nedenle yoksulların dünyasını daha çok yakın bulur onları anlatırım hep. Bu nedenle, arkadaşlarım, genellikle bitli turistlerden, fakir çulsuzlardan çıkar hep. Çünkü, özellikleri aktarılan arkadaşlık, dünyaya çocuk gözleriyle bakabilenlerin işidir. Emekle kotarılabilir. Emekçi karakterinde barınabilir. Bu, benim kendimde bir idealleştirme değildir. Yeri gelir emekçileri tam manasıyla yüceltemezsem, dünya arkadaşlığı anlar beni. Anladığı için yanlarında saf tutarım, mükemmel oldukları için değil.
“Bir zamanların güvenli ormanı artık o malum hayvanlara tekin görünmüyor. Arkalarına bakmadan teker teker ormanı terk ediyorlar. Belli, içerilerde bir yerde büyük bir yangın var. Akbabalar havada çember olmuş ha bire dönüyorlar. Yerden kanatlanıp kanatlanıp yine yere konuyorlar. Belli, o çemberin ortasında bir leş yatıyor. Bir zamanların sadık köpekleri bağlı oldukları bahçelerde acı acı ulumaya başladılar. Yıllardır uysalca taşıdıkları tasmalar artık boyunlarına ağır geliyor. Dilleri uzadı, dişleri keskinleşti. Belli, efendi artık gerçekten güçten düşüyor. Bu gidişatın sonrasında ne olacağını anlamak istiyorsanız, güvenli ormanlara en önden sığınanların, her türlü leş kokusunu ilk alanların, boyunlarını tasmalara gönüllü sokanların şu an ne yaptıklarına bakın. Onlar, hep kazanan ata oynayarak hayatta kalmakla marifetlidirler. O yüzden hayvancık yaralanmaya görsün, gözlerini kırpmadan onu vuruverirler.”
İyi ki böyle evrensel bir dünya kardeşliği projemin alt yapısına tazyikli baskı uygulayan ütopik bir kararda kararlılığımı ortaya koyuyorum. Anne tarafımdan köklerim Deli Orman’ı arkalarında bıraktıklarından bu yana 82 yıl geçmiş. Bense başlı başına kocaman deli bir ormanı büsbütün arkada bırakmama sadece sayılı günler kaldı. Yanıma alabileceğim en iyi şey kuşkusuz her koşulda pozitiflik. 🙂
Son sözüm:
Türkiye/Dünya turuna çıkmak asla bir tatil değil. Günlerce süren rahatsız yolculuklar, hijyen kelimesiyle aynı evrende var olmayan otel odaları, tuvaletler, lokantalar… Bütün bunlara alışınca paranın satın alabileceği en iyi şeyi yaptığımı göreceğim.
Ya siz?..
Bir sonraki esintiye kadar kalın sağlıcakla…
Mürekkebe banmış esintili Sevgilerimle,
Gezenti Şeref
***…***