ÜTOPYA… Biz senle hiç normal olmadık mesela… hiç yan yana gelmedik mesela… hiç konuşmadık mesela… HİÇ BİZ OLMADIK mesela…
gEZENTİ şEREF ~ E-2017/047
Esinti Tarihi: Perşembe, 13/07/2017
Geçtiğimiz senelerde birçok kapısından döndüğüm topraklara bu defa sızmayı başarmak. Bir büyük sıçrayışa hazırlanmak… Çıtayı aşmayı, ötesine geçmeyi hedeflemek… Ve bunun için, elde ne varsa tümümü ve ona köstek değil, destek olabilecek her türlü araçların her zerresini kullanmak… Son sürat geliştirmekte olduğum velespit turnelerimin hazırlık sürecinde en önemli noktalardan birine gelmiş bulunuyorum: yoluma kimlerle devam edeceğim?
Cevap bekleyen soru şu olacak: Turlara ‘yazgı’ deyip, yalnız mı çıkacağım yoksa yoluma arkadaşlık edecek bir yol arkadaşım olacak mı?
Yollarda Yalnız mı, Kalabalıkla mı?
Hangisi daha tadımlık?
Bu temelde verebileceğim karar aslında bana ait değil. Yani hızlı bir sürüş mü yapacağım yoksa keyfini çıkartacak şekilde yavaş mı kullanacağım gibi bir sorunun muhatabı değil bu konu. Hatta bir “pislik herif” imajıyla turumu besleyecek ve vahşi doğada kamp yapıp, ucuz yemekler yiyecek ve uzun yollar mı kat edeceğim? Yoksa, bir “sosyete kavalye” tayfıyla hareket edip en iyi konaklama merkezlerinde kalacak, lezzetli, güzel ve pahalı yiyecekler yiyecek ve kısa, hatta oldukça kısaltılmış, gündelik turlarla mı geçiştireceğim? Gibi kolay yanıtlanabilecek sorulardan daha karmaşık, daha hassas bir husustur yüzleşeceğim, “Yolculuk kiminle, hemşerim?” suali. Ve ne yazık ki buna karar verebilecek kişinin ben olmaktan çıkıyor olması…
Sormak adettendir. Beklenti başka yönde olabilir. Kabulde sevinç çığlıkları atılabileceği gibi “gelseydin iyi olurdu” gibi dışa vurulan içsel kelime oyunları da yapılabilir. Tıpkı reddiye arz eden bir durumda hüzünlenip iki damla gözyaşı dökülebileceği gibi, “canım neyse, bir dahaki sefere, inşallah” gibi sözcüklere sığınılan ama daha çok ‘yan cebime koy’ misalini anımsatan bir yaklaşım da söz konusu olabilir.
Uzun Bir Görev Listem
Planlama aşamasında ne çok konu var oysa üstüne eğilmem gereken. Her birinin bir diğerinden daha ciddi ve kayda değer olması başıma feci ağrılar sokmuyor değil. Resmen bir proje yönetiminden farksız. Sanki bir yapı inşa ediyorum gibi. Gibisi fazla, doğrudan doğruya oldukça geniş kapsamlı bir yapının imalatı içindeyim. Hataları minimize etmek için bu planlama şart. Yoksa al eline velespitini, çık yola, bas pedala götürsün seni istediğin yerlere değil.
Proje defterimin içine gömülmüşüm. Sonradan fark ediyorum kahve kokusunu. Burnumun delikleri açılıyor, beynim eski yerine geliyor. Nerede kalmıştım? Ha, evet, yoldaşlık sorusuna cevap arıyordum. İki elim sıkı sıkıya başımı aralarına almış masum bir çocuk edasıyla kara kara düşünmemi sağlıyor. Heyecanım kat be kat artıyor. Önüme bakıyorum karaltılar içerisinde kendimin de olduğu birden fazla bisikletli görüyorum. Sevincim sevincime karışıyor. Rahat bir nefes alıyorum. Bir şarkı patlatmak geliyor içimden.
Yoo, mırıldanmama gerek kalmıyor, Astor Piazzolla imdadıma yetişiyor, “Libertango”suna başımla ve ayaklarımla tempo tutuyorum. Fena kaptırmışım kendimi. Neredeyse kahve fincanını yalayıp duracağım. Fincanda kahve kalmamış dibinde bir tortu gözüme çarpıyor. Neskafe ne zamandan beri tortu bırakıyor gibi bir suale kafamı takıyorum. Tortunun göbeğinde kendimi buluyorum, velespitimle aşırı coşkulu bir halde sürüş seyrediyorum herhalde. Başımı arkaya doğru çeviriyorum. Ardımdan gelenleri kontrol etmek için. “A, nereye kayboldu bunlar şimdi?” demekten kendimi alamıyorum. Yanımdan hızla geçen arabaların estirdiği zamkvari rüzgârla yalpalıyorum. Peşimde bir çıngırdak, bir gölge, bir siluet, bir heyula dahi yok. Hüzünleniyorum ister istemez. Bu kez Giovanni Marradi çın çın çınlatıyor kulaklarımı, “Poesie”sini hiç böyle koygun, dramatik dinlememiştim daha önce…
Heyecanlar iyidir...
Anlık da olsalar iyidir. An aslında zamanın en küçük parçası demek değil. An yekpare bir zaman. İnsanı yaşatır. Ömrünü uzatır. Kahve fincanı bir tarafa, proje notlarımın sürdüğü defter yaprağımın en sade başköşesine kocaman bir soru işareti, “?”, yerleştiriyorum, sarı fosforlu kalemle üstünü gelişigüzel boyuyorum. Antonio Banderas, bas bas bağırıyor: “Take the lead!”. Yok arkadaş, liderlik filan istemiyorum bu kez. İpleri almayacağım elime. Sitem değil bu. Bir kez olsun doğal akışına bırakacağım. Kim bilir belki o zaman Santa Maria iyi gelebilir şırıltılara.
Ne bileyim bu defa daha natürel bir davranış tarzını yeğliyorum Gerçi bir kaç günlük turlara bulabildiğim kadar kişiyle çıkmam fena fikir gibi gelmiyor bana. Pek sakıncası olmayabilir. Fakat yıllardır hayalini kurduğum haftalar, aylar, hatta yıllar sürecek ‘uzun bacaklı’ bir yolculuğa ya çok iyi tanıdığım birileriyle, Emel’le ve evlatlarımla ailecek çıkmalıyım, ya da tek başıma.
Fazla söze ne hacet! Yanlış seçilen bir yol arkadaşı, yıllardır hayalini kurduğum velespit turnelerimin, dünya turumun içine edebilir. Şüphesiz uzun mesafeli yolculukların en ideali iki kişi olarak çıkmaktır. Hem harmoni, hem güvenlik hem de eğlencelik olması açısından böyle. Fazla kişi ise basbayağı sorun demektir.
Yollarda sürpriz karşılaşmalar
Uzun turlarda aynı yöne giden tur bisikletçileriyle karşılaşma olasılığım sanırım çok yüksek. Ancak ben kısmi sohbetler dışında kimseye bağımlı olmak istemem; herkesin tur anlayışı farklıdır. Ne benimki onlara uyar, ne onlarınki benimkine. Aynı yöne bile gittiğimizi farz edelim, benim kimsenin peşine takılmak gibi bir düşüncem olmaz. Herkes kendi yoluna.
Tur konusunda eşimi ve evlatlarımı zorlayacak halim yok. Kaldı ki her birinin başka meşguliyetleri söz konusu. Kimseyi ne işinden, gücünden alabilirim ne de böyle bir sevdaya onlar istemediği sürece mecbur edebilirim. Böyle soyut bir dayatma içerisine ne girerim, ne de kimseyi kendi fikirlerimle oyalamak isterim. Üstelik bizim turun aracı şeklen velespit olunca ailenin dört sayısı otomatik olarak ikiye iniyor. Ama o kalan yarının da yürürlük süresi şu müstacel yakın zaman diliminde pek mümkün görünmüyor. Belki aralarda katılma, birleşme yolları bulunabilir, en iyisi mi bunu da zamana bırakayım.
Velespitle Dünya turu hayal ötesi gibi anlam kazandırsa da lügatime, bisikletle Türkiye yolculukları bile çok yönlü ve çok farklı bir hayat tarzıdır. Müşterek düşüncede yüzde yüz paylaşım olmadığı zaman sürecin mutsuzluğu yüzlerden okunur, hayalle başlayan ayrıntılı değişim işkenceye dönüşür.
Hayat paylaşınca güzeldir
1983 yılının sonlarına doğruydu. Ağabeyim henüz evlenmeden önce East Ham’da birlikte yaşadığımız evden ayrılma vakti geldiğinde, sevimli cadı, tonton Mrs. Rogers’ımıza “bye-bye” deyip, Clapton’daki yeni mekânımıza taşınmıştık. Evin sahipleri, biri beş, diğeri yedi yaşlarında iki cimcime, şipşirin kızları olan öğretmen karı-kocaydı. Evin alt katını tamamen bize tahsis etmişler, üst katı kendilerine ayırmışlardı. Mutfak ve banyo ortak kullanıma açıktı. Fakat biz taşınır taşınmaz, “Çocuklar, biz bir tekne aldık, ekseriyetle orada kalacağız. Ev sizindir, tepe tepe kullanın,” dediklerinde şaşırmıştım.
Nasıl yani?
Teknede yaşam mı olur, onunla sadece gezilir… Ben böyle sanmıştım. Yanılmışım. Ya çocuklar, onların okulu yok muydu? Vardı elbet. Bir nehir üstünde tekne-ev onların ailecek mutlu bir hayatı tercih ettikleri yöntemdi. Kim ne diyebilirdi ki! İş-okul-tekne arasında gidip gelmeler. Arada bir eve uğradıklarında seviniyor, hayat hikâyelerini bir de canlı olarak onların nakletmesini istiyordum. Her ikisi de konuşkan kişilerdi. Ve öyle canlıydılar ki, her ikisi de hayat dolu. Yeni bir hayat tarzını seçmişler, kim bilir hangi nedenle, ve o hayatın içinde mutluluğu bulmuşlardı. Yüzlerine yansıyan bu aşırı memnuniyetlik yıllarca hiç aklımdan çıkmadı.
Ve bir gün biz kendilerine taşınacağımızı bildirdiğimizde, ne sevinmişlerdi, ne de üzülmüşlerdi. “Siz bizim ilk ve son kiracımız oldunuz. Sizden sonra evi satıp tamamen teknede yaşamayı düşünüyoruz,” demişti Gale. Bu kez şaşırmamıştım. “Hayatta hep mutlu olun, mutlu kalın,” diye birkaç kelam etmiştim. Gülümsemiştik birbirimize. “Siz de öyle,” derken bile ne kadar samimiydi karısı Marcie.
İşte böyle bir şeydi hayatı paylaşmak, paylaşarak yaşamak.
Eğer ikisinden biri teknede yaşamaya karşı çıksaydı böyle bir tablo karşımıza asla çıkmazdı. Yaşam birine zevk verirken diğerine zulüm olurdu. Bunun için seçimlerimizi yaparken hem kendimizi hem de karşımızdakilerini düşünerek karar vermeli. Mutluluk kapısını ardına kadar açacak tılsımlı anahtar herhalde bu olsa gerek. Olmadı; insan hâliyle kendi hayallerini yaşatacaksa eğer, bunu mutlaka yalnız yapmalı; kimseleri o hayalin en küçük parçası bile yapmaya çalışmamalı. Yoksa o hayal, hayal olmaktan çıkar, zorlama bir karabasana tahavvül edebilir.
Ey Hayat
Onur Akın, zırt diye girer kapıdan içeri:
“Ey hayat.. Sen şavkı sularda bir dolunaysın.. Aslında yokum ben bu oyunda.. Ömrüm beni yok saysın.. El oğlu sevdalardan dem tutar.. Aşk büyütür yıldızlardan.. Seninse düşlerin yasak dokunamazsın..”
Şavk mı?.. Su mu?.. Ne diyor bu adam yahu?
Şavk ve su denilince benim aklıma başka şeyler gelir, kimleri, kimleri hatırlamam ki?
Kaçınılmaz gerçeklik…
Alan Woods – Ted Grant “Aklın İsyanı: Marksist Felsefe ve Modern Bilim” adlı kitaplarında şöyle diyorlar:
“Güneş sistemimizin doğumu, yaklaşık 4,6 milyar yıl kadar önce, bugün artık tükenmiş bir yıldızın dağılmış enkaz bulutundan gelişmiştir. Bugünkü güneş, bu dönen yassı bulutun merkezinde vücut bulmuştur, gezegenler ise güneşi çevreleyen farklı noktalarda gelişmişlerdir. Dış gezegenlerin -Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Plüton- orijinal bulutun numuneleri olduğu düşünülmektedir: Hidrojen, helyum, metan, amonyak ve su. Daha küçük olan iç gezegenlerse -Merkür, Venüs, Dünya ve Mars- ağır elementler bakımından daha zengin ve helyum ve neon gibi gazlar açısından daha yoksuldurlar, bunlar zayıf kütle çekimden dolayı dışarı doğru kaçabilmiştirler…
“Aristoteles, dünyadaki her şeyin olumlu olduğunu, ama, göksel olan şeylerin değişmez ve olumsuz olduğunu düşünüyordu. Bugünkü bilgilerimiz farklı. Gece gökyüzünün uçsuz bucaksızlığına şaşkınlıkla gözümüzü dikip baktığımızda, karanlığı aydınlatan bu göksel kütlelerin bir gün sönüp gideceğini biliyoruz. Yalnızca ölümlü insanlar değil, ilahların isimlerini taşıyan yıldızlar da, değişim, doğum ve ölümün ıstırabını ve coşkusunu yaşamaktadırlar… Ve ilginç bir şekilde bu bilgi bizi, kendisinden geldiğimiz ve bir gün ona geri döneceğimiz doğanın büyük evrenine daha da yaklaştırıyor. Güneşimizin bugün şu haliyle kendisine milyarlarca yıl daha yetecek kadar hidrojeni mevcut. Ne var ki, er ya da geç kendi sıcaklığını, dünya üzerinde yaşamı imkânsız kılacak bir noktaya kadar yükseltecektir. Her tekil varlık ölmek zorundadır, ama tüm sayısız dışavurumları içerisinde maddi evrenin harikulade çeşitliliği olumsuz ve yıkılmazdır. Yaşam ortaya çıkar, geçer gider ve sonra yeniden ve yeniden ortaya çıkar… Bugüne kadar böyleydi. Bundan sonra da öyle olacaktır.”
Durup dururken niye şimdi bu uzun alıntıyı yapma ihtiyacı duydum? Şundan dolayı: Dünyamız böyle bir “Kaçınılmaz Gerçek”likle hayatını sürdürüyor. Vaktim varken ben niye böyle devasa bir projeyi erteleyeyim ki. Niye hayallerimden vazgeçeyim ki! Ama esas varmak istediğim yer bu meseleye bakışın eşsiz bir uzantısı. Böylesi “Kaçınılmaz Gerçek”in bir de şiirsel tanımı var; bunu usta ne güzel anlatmaktadır bize.
Hadi bir de Nazım’a kulak verelim…
Hikmet’in “Masalların Masalı” adlı şiirinde, gerçekten “en tılsımlı boyutlar”a ulaşıyor bu gerçeklik. Tabii anlayana. Binlerce bilimsel kitaptan, on binlerce sayfalık bilimsel yazıdan çok daha açıklayıcı, çok daha kucaklayıcı, çok daha aydınlatıcı; ama bir o kadar da acı verici ve acıtıcı olan bu şiir şöyle, hatırlatayım:
“Su başında durmuşuz.. çınarla ben.. Suda suretimiz çıkıyor.. çınarla benim.. Suyun şavkı vuruyor bize.. çınarla bana.. Su başında durmuşuz.. çınarla ben, bir de kedi.. Suda suretimiz çıkıyor.. çınarla benim, bir de kedinin.. Suyun şavkı vuruyor bize, çınarla bana, bir de kediye.. Su başında durmuşuz.. çınar, ben, kedi, bir de güneş.. Suda suretimiz çıkıyor, çınarın, benim, kedinin, bir de güneşin.. Suyun şavkı vuruyor bize, çınara, bana, kediye, bir de güneşe.. Su başında durmuşuz.. çınar, ben, kedi, güneş, bir de ömrümüz.. Suda suretimiz çıkıyor, çınarın, benim, kedinin, güneşin, bir de ömrümüzün.. Suyun şavkı vuruyor bize, çınara, bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze.. Su başında durmuşuz.. Önce kedi gidecek, kaybolacak suda sureti.. Sonra ben gideceğim, kaybolacak suda suretim.. Sonra çınar gidecek, kaybolacak suda sureti.. Sonra su gidecek, güneş kalacak; sonra o da gidecek…”
Behey, daha ne demek lazım… Kesmedi beni, tuttum bir de Ruhi Su’dan dinleme ihtiyacı duydum; o nefis gür sesiyle.
Bu kaçınılmaz kayboluş; beynimiz, benliğimiz, insanlığımız, kalbimiz için o kadar ağırdır ki Nazım Hikmet, şiirini şöyle bitirmek zorunluluğunu duyar:
“Su başında durmuşuz.. Su serin, Çınar ulu, Ben şiir yazıyorum.. Kedi uyukluyor, Güneş sıcak.. Çok şükür yaşıyoruz.. Suyun şavkı vuruyor bize.. Çınara bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze…”
Buz Devri mi?
Chris Wegde ve Carlos Saldanha’nın 2002 yapımı “Ice Age”i gibi karikatürize etmemize gerek yok bu ağır meseleyi. “Big Bang”, “Big Chill”, “Big Crunch”, “2012-Kıyamet” tüm bu “yaratılış ve yokoluş” tanımları, yaklaşımları, “senaryolar”ı çınara, bize, kediye, güneşe, bir de ömrümüze vuran “Suyun Şavkı” karşısında sönüp gidiyorlar.
Oysa ben bugün aylaklık hakkımı istiyorum!
Bisiklet Cumhuriyeti
Dünya turnesine hazırlanıyorum. Ve velespitimle yapacağım turneleri tasarlıyorum. En yoğun günlerim, sabahın köründe bir elimde takvim, bir elimde tükenmez kalem, kucağımda kâğıtlar ve ajandam, önümde laptopum. Tıpkı eski günlerdeki gibi. Koltuğumun altında dosya klasörleri, bir elimde de bilgisayar çantasıyla sersefil, ayaklı kütüphane gibi yürüyorum kaldırımda. Ben kendi kendime sözlü sataşmalarda bulunarak, stres içinde, dükkânların önünden geçerken, turistlere hediyelik eşya satan amcalarım güneşin altında, koltuklara yayılmış, günün ilk Türkiş kahvesini içiyor oluyorlar!
Adamlar muhtemelen cumhuriyetin ilan edildiğinin bile farkında değiller! Kıskançlıktan çatlıyorum. “Ah, şu emeklilik gelse de bisiklet turlarına bir çıksam!” diye hayıflanıyordum aylardır. O da geldi nihayet, bin defa teşekkürler hızlı hareket eden memure kardeşlere…
Neyi Yaşamak İstiyorsan Onu Yaşa
Fırsatını buldum mu hiç kaçırmıyorum. Kimi esir alabilirsem, yakasına yapışıyorum. Mahalle arkadaşı, iş arkadaşı, akraba, patron hiç fark etmiyor. Hepsine işten, güçten, sıkışıklıktan, stresten ve ‘o gün’ geldiğinde mutlaka şu sarp kapısından çıkıp uzaklara gidip bir daha dönmemekten bahsediyorum. Kimsenin sıkıldığı yok. Sabırla dinliyorlar. Ama arada bir dalgaya alıp ince belli laf sokuşturanları da var. Umursamıyorum. Aynı ciddiyetimi koruyarak anlatmamı sürdürüyorum. Bu mevzuda ciddiyetimi kimselere yedirmem.
Beat kuşağının babası Jack Kerouac’ın, 1947’de gerçekleştirdiği ve 3 yıl süren uzun yolculuğunun “Yolda” adıyla romana dönüşmüş halinin sinema uyarlaması olan filmin o aynı yerine takılmışım bir kere. Sadece o değil tabi. 1976 Batı Almanya’nın yapımı kült yol filmi “Im Lauf der Zeit” (Zamanın Akışında) nasıldı ama! Ya, Camilla Belle’yi “Open Road” (Açık Yol) filminde izlemek bir sanatseveri nasıl bir transa geçirebilir, kim merak etmez ki! Ama benim en sevdiklerim arasında girmeyi başaran son yapıt “The Revenant” (Diriliş) oldu ki, gerçek doğaseverlerin mutlaka izlemesi gereken bir film. Hele bir de başrolde Leonardo DiCaprio varsa…
Neyse konuyu dağıtmayayım. Hani şu Kevin Spacey ile Mena Suvari’nin birlikte oynadıkları “American Beauty” (Amerikan Güzeli) filminde stres ve sorumluluktan fenalık geçirip, her şeyi bırakan işadamı ve aile babası Kevin Spacey yok mu, adam bir hamburgerciden iş isterken, “Hiyerarşi veya ücret umurumda değil. Sadece en az sorumluluk isteyen pozisyona talibim!” dediği sahne yok mu. Bunu patronum Papo’ya anlattığımda hiç onu bu kadar katıla katıla kıkırdarken görmemiştim. Bayılmıştık o repliğe!
İşte ben de öyle günün birinde alacaktım heybemi çıkacaktım uzaklara; organizasyon şemaları yok, hiyerarşi yok, ‘downsizing’, ‘rightsizing’, ‘re-structuring’ gibi hacıbaba kavramlar yok, kaşarlanmış panelistler ve iflah olmaz panelkolikler yok, küresel ellemeye sıcak bakanlar yok, dil özürlüler yok, miş gibi yapanlar yok, sistemkoliklik yok, fincancı katırı gibi bilançolar düzmek yok. Ne var? “Yeter, söz artık Şeref’indir” var…
Sonra teker teker dökülmüştük… Yapılacak işler listesi!
Hayaller bir başka bahara…
Aynalı Denemeler
Oscar Wilde birader ne demiş? “Kesinlikle hiçbir şey yapmamak, dünyanın en zor şeyidir, en zor ve en entelektüel!”
Yıllarım akıp giderken, suyun şavkı vururken bana, evime, aileme, çalıştığım işyerine sorumluluklar, tarihler, toplantılar, iç yazışmalar trafiğinde, hiçbir şeyi kaçırmadan, herkesten hızlı koşmaya çalışarak yaşayan ben, en gergin günlerde hayalini kurduğum iştigallerden bahsetmeye başladım bir süre sonra.
Aslında herkesin kafasında değişik bir planı var. Çoğu stresi olmayan, pazarlaması, reklamı olmayan işleri yapmak istiyor emekliliklerinde. Fiyat belli, talep belli, al, sat, oh ne güzel dünya! Diye açıklıyorlar sebebini!
Bense… Türkiye’mi şöyle bir güzel baştan başa gezsem! Dünyayı ise kafama göre şöyle fırdöndü dolaşsam!! Macellan mezarından çıkıp beni selamlasa…
Oysa benim planım başka. Ben her sabah Konyaaltı’ndan kıyı kıyı işe, Serbest Bölge’ye binek otomobilimle giderken önünden geçtiğim muhteşem kumsalın berisindeki maviliğin ufukta nasıl birleştiğini devralmayı kafamda kuruyorum.
Özellikle güneşli günlerde, kumsala yayılanlar, geceden sabaha, açık havada sürekli çay kahve içerek etrafı seyredip, arka fonda Ahmet Kaya’nın “Kum Gibi” şarkısı, kumdan kuma muhabbet ediyorlar. Zannediyorum Osmanlı’dan beri, nesiller boyu aynı işi yapıyorlar.
Hatta belki cumhuriyetin ilan edildiğini bile bilmiyorlar!
Dipyazılar
Stanislavski, vücudunu iyi kullanmayı öğrenmek isteyen aktör adaylarına, kedileri dikkatle gözlemlemelerini öğütlermiş. Bir kedinin, sıçrama anında, vücudunun bütün kaslarını, eklemlerini, omurgasını nasıl bu işe hazırladığını, tümünü, bir zincirin etkileşimli halkalarına çevirerek tek bir amaca doğru yönlendirdiğini incelemelerini istermiş…
Kedi çevikliğinde sıçrama…
Belki de, Sergey Bubka, böyle bir çalışmanın sonucu olarak, sırıkla atlamada uzun yıllardır kırılamayan rekorların sahibi olmuştur. O, yalnızca vücudunu değil, vücuduna bu sıçrayışta yardımcı olacak dayanakları ve faktörleri de, amacı doğrultusunda kullanmayı, kendisinin bir parçası kılmayı başarabilmektedir…
Yol Üstünde Hancı
Çok yakında yeni velespitimle turnelere çıkacağım. Kimler olacak yanımda? Daha doğrusu birileri olacak mı? Ajandamın üst sayfasında sarıya renklendirerek noktaladığım çengelli işaret hâlâ yanıt bekliyor. Ama, ıı-ıh ses, seda yok. Bisikletle organize edilecek turlar konusunda, beni ve “diğerleri”ni ayrıştırmada turnusol işlevi görecek böyle bir metafor kurulabilir mi?
Eğer hayali “yol arkadaşları”mın dünya turumu karikatürleştirme çabaları, gerçek anlamda karikatürlerde ve çizgi filmlerde defalarca kullanılan bir sahneyi aklıma getiriyorsa, neden olmasın?
“Hatırlayacaksınız. Bir sırıkla atlamacı, izleyicilerin coşkulu tezahüratları arasında, ortaya çıkar. Şöyle bir, tepeden bakışla süzer kalabalığı mütebessim, vakur, kendinden emin, çıtanın yüksekliğini umursamazdır. Biraz sonra kolayca aşacağı çıtaya bakar bir süre. Sırığını elinde tartar, kavrayacağı noktayı saptar. Sonra tekrar izleyicilere çevrilir gözü, tekrar çıtaya… Alkışlarla verilen tempo içinde, fuleli adımlarla koşar, koşar, sırığını dayar yere, yaylanır, yükselir, nefesler tutulur… Heyhat! Sırık dimdik durmaktadır şimdi, dayandığı noktada. Bizimki, elleriyle ayaklarıyla dolanmıştır sırığa. O vakar, yerini şaşkınlık ve mahcubiyet karışımı bir ifadeye bırakmıştır yüzünde. Sessizlik. Kahkahalar barındıran bir sessizlik. Sonra, ağır ağır sırıktan kayışı ve yere, başlangıç noktasına çakılışı biçarenin. Aşmak için hamle yapacak kadar bile irtifa kaydedememiştir, ne yazık…”
Bu, karikatürlerde ve çizgi filmlerde, gerçekçi bir biçimde ele alındığı, böyle bir duruma düşen atletin ruh hali, olması gerektiği gibi işlendiği için, şaşkınlıktan ve mahcubiyetten söz etme gereğini duydum. Çizgi atletin hazin, iç burkucu tavrı, gerçek hayatta, kanlı canlı “yol arkadaşlığı” açısından bakıldığında, durum komiğin ötesine geçebiliyor.
Kim bilir belki ben de yalnızlığa düştüğüm yerin, çıtanın öbür tarafı olduğu yanılsamasını yaşıyorumdur. Şaşkın bisikletçi! Basit sorunları aştığımı, ötesine geçtiğimi sanıyorum. Ve kara mizah, burada başlıyor.
Bu kalem bukalemun
Öksüzlüğe düştüğüm yeri teorize etmeye gerek yok. Bu büyük projeden vazgeçip sonra da bunu makul göstermemi kimse beklemesin benden. Ütopyamın avuçlarımın arasından kayıp gidivermesine izin vermem.
Çaresiz, yalnız kalma durumlarında, yalnızlığa methiyeler düzen, kimsesizliği öven, upuzun erimli yolculuklarda partnerimsi “yol arkadaşlığının” anlamsızlığını, gereksizliğini, değer bilmezliğini anlatırdım uzun uzun. Bir reçete gibi “yol arkadaşlığı” kullanmaktan vazgeçildiği için, bir dayanak da gereksiz hale gelebilir. Sonra, o “yol arkadaşlığının” ötesine geçmek için, ille beyni ve yüreği zorlamanın gerekmediğini, pekâlâ bir yüksek atlama sırığının altından yürüyerek geçilebileceği gibi, yumuşak mindere ulaşılabileceğini ileri sürebilirim mesela. Olmadı, “yol arkadaşlığı”nın zaten yanlış kulvarda durduğunu kanıtlamaya çalışabilirim. Bütün bunları toparlayıp, bir adım ileri atabilir ve yalnızlığı aşmanın fuzuli çaba olduğunu ilan edebilirim, yol arkadaşlığının bir de “bu tarafı”nın erdemlerini sayıp dökebilirim.
Evet evet, kara mizah, bütün bu ara duraklardan geçip yola koyulunca başlıyor. Sav ile karşı sav arasına sıkışmış “Aşmışlık”, “aşmanın gereksizliği”nde konaklıyor. Yüksek kuram, yere çakılmış pratiği sarıp sarmalıyor. Zihinsel aşma, pratikte aşmaktan çok daha cazip, ne de olsa. Zahmet ve sınanmışlık gerektirmiyor en azından!
Tek Başına – yaşamasız
Ne diyordum? Ha, zor iştir “yalnız kovboy” gibi tek başına yollara koyulmak. Bütün ütopyanı, amacına tabi kılacaksın, her zerresinde. Bir koyuluşta birkaç bin fersah yol kat etmeyi, masallara terk edecek, gerçekleri gözeteceksin. Aşabileceğin her noktayı hesap edeceksin. Üzerinde yer aldığın ince çizgiyi, iyice tetkik edeceksin. Altındaki kaldıracın parçası kılacaksın kendini. Ona sırf âşık olmaz yetmez. İyi tanıyacak, sıkıca kavrayacaksın tutamak noktalarından. O artık senin yek ve yalnız “yol arkadaşı”ndır. İlerleme için dayanaklarını fantezilere kapılmadan saptayacaksın. Esnek olacaksın. Girift olmayacaksın. Gidona iyice yapışıp velespitini hangi noktadan yaylandıracağını ve uçuracağını düşüneceksin…
Ve işte o ânı, bisikletini yaylandırıp ileriye fırlatacağın ânı, salise hesabı ayarlayacaksın. Bunları bir tek şey için yapacaksın: Aşmak! Ötesine geçmek! Adaaam sen de, kim uğraşacak… Altından yürüsen de, aynı yere varırsın…
Nah varırsın!.. “Uçmayı koy kafana / Kuş, ölümlüdür”…
Siyah-Beyaz çekişmeler
Maalesef her niyet ettiğim planlama aşamasında karşıma dikilir böyle tepişmeler. Her hesaplaşma dönemi, böyledir. Ayrışmayı netleştirir, tozu dumanı dağıtır. Bir çıta, çırılçıplak bir sorudur aslında. Gerçekten aşmaya niyetli olup olmadığımı beyan etmemi dayatan bir soru. Dünya turnesi bir çıtadır. Onun ötesine geçmeyi koymuşsam kafama, aşağılara çekilmesine sessiz kalamam, onaylayamam. Onu çok gerilerde bırakmış pozuyla, elimdeki velespiti bir kenara bıraktığımda, çakılıp kalmışlığımı, çok daha aşağılardaki bir düzeyi içime sindirip kabullendiğimi uzun süre gizleyemem.
Ne tuhaf! Şu çizgi filmlerdeki seyircilerin sessizliği, bastırılmıştır kahkahadır ve çetin dönemeçlerdeki samimi ikrarlarınızda patlar bir gün.
Lakin artık o çengelli işaret bana göz kırpıyor. Galiba cevabı buldu.
***…***
Sahibinin Sesinden
Aniden saplanan bir sancı kadar şiddetlidir duyduğum özlem. En suskun anımda bile diğer sesleri unutturan çağrısı gibi tenim… Giderek hızlanıyor, parmak uçlarımda kayarcasına, sessiz adımlarla geri dönüyorum. Gecenin nemine bulanmış saçlarımı okşayacak bir eli özlüyorum, içime üflenen soluğu, beni ısıtan, dirilten, kendim yapan soluğu, bakışımı yerden kaldırıp ufka tamamlayan bir başka bakışı özlüyorum. İçinden geçtiğim bütün yollara bir ufuk çizebilecek o tek bakışı…
Yeterince bakıyorum karanlığa, hayali bir ufkun ötesinde yokluktan başka bir şey olmadığını görecek kadar. Belki de yalnızca yorulmuş, üşümüşümdür. Kentin kokusunun sindiği eşofmanımı çıkarmak, bedenimin biçimini tanıyan yumuşak çimlere uzanmak, çayımı yudumlamak istiyorum. Ve anlatmak… Göz alıcı ya da tüyler ürpertici hiçbir şey olmamıştır yolculuğum esnasında, ne bir mucizeye ne de bir vahşi cinayete tanıklık etmişim, ama gene de içinden çıkıp geldiğim geceyi anlatmak, anlatarak kendi yalnızlığımı yıkmak istiyorum. Cebimden çamurlu bir yaprak ya da kedi yavrusu çıkarıp gösterir gibi… Taşlara dağılan sesleri, anıları, görüntüleri toparlamak, anılara, öykülere, bir yaşamöyküsüne dönüştürmek…
Artık yeterince yitirdiğimi fark ediyorum, tek bir adımım bile yalnızca bana ait olmadığını görecek kadar, hiçbir iz bırakamadığımı gecenin granit yüzünde, yalnızca bir başka bedenin yollarında geleceğe doğru yürüyebildiğimi… Artık yeterince cesaretim var, o ele ve bedene bir isim verecek kadar… Ancak o isim birleştirebilir saksafonun boğuk sesiyle ölümsüz caz ezgisini, ağaçların öyküsüyle insanlarınkini, yeni açmış erguvanların kokusuyla uykusuz kuzey göğünü, bir başka yalnızın gecesiyle benimkini… Floresan ışıklarının altında toplaşmış Latin kadınlarla erkeklerin bakışlarını birleştirdiği gibi. Bir çapayı çekip çıkarıyor yüreğimden, sözcüklerle kahkahalar parlak türkuaz denizine salıyor bedenimi. Kendi açtığı yarayı iyileştiren el, kilitlediği kapıyı açan anahtar gibi, labirentlerinde dolaştırdığı karanlıktan kurtarıyor beni, insanların gerçek gecesinden, orada, ıslak kaldırımlarda, sonsuza dek yakalandığım ezginin asıl çağrısından…
Kapının önünde, elimde deniz kabuğu biçimli anahtarlığımla duruyorum. Gecenin soğuğunu içime çekiyor, yarım kalan bu soluğu tamamlamak için içeri giriyorum. Aynadaki yüzüm karışlıyor beni, beyaz gecelere benzeyen yüzüm…
Güz gelmeden, kar tipiye dönüşmeden…
Türkiye/Dünya turu projelesine nasıl baktığım, onu ne yönde kullandığım, geleceğe dönük niyet ilanımdır aynı zamanda. Var olduğu ütopik haliyle korumak değil, “sol cevahir”e bakan payandalar eşliğinde yalnızlığın saçma sapan dinamitlediği mevzileri, bilinmeyen yolların, geçici gezginlerin ve tur acenteliğinin yok ettiği kazanımları bir kez daha elde etmek için, yeniden, dünya arkadaşlığını çok daha ileriye sıçratacak bir sofranın kurulmasını gündeme alarak…
Nitekim, işte tam sırasıdır be, kalleş aklım… Oxford Bulvarı’nda yürümeye benzemiyor, şu dünya turu! Sıra sende, bağır ey alçak aklım!..
Öyledir… Benzemez… Velespitle Türkiye/Dünya Turnesi, bir gezginin büyük bir yalnızlığı devirdiği aşırılıktır. Pek zarif, alicenap, hoşgörülü, nazenin olamayabilir öyle, ne yaparsınız.
Bunu bildiğim içindir ki, uzun yolculuğumda beni yalnızlığıma terk etmeyecek namuslu bir velespit lazım bana. Bir dayanak noktası. Cümbür cemaat her zerresini vücudumun, bir sıçramaya hazırlayacağı. Öteye geçmeye. Çıtayı yükseltmeye…
Zaten zaman şimdi Orson Welles’e eşlik edip “I Know What It Is To Be Young” şarkısını birlikte söyleme zamanı…
Bir sonraki esintiye kadar kalın sağlıcakla…
Mürekkebe banmış esintili Sevgilerimle,
Gezenti Şeref
***…***