ÜTOPYA… Ne zaman uzak bir düş kursam, ertesi gün bana yakın hayal kırıklarını topluyorum…
gEZENTİ şEREF ~ E-2017/048
Esinti Tarihi: Cuma, 14/07/2017
O an… Tam kenarına oturdum. En kenarına… Her şey dönmeye, kalbimin gıcırtılı sesi kulaklarımı acıtmaya başladı. Tüm dünya ayaklarımın altındaydı. Uğruna mücadeleler verilen, herkeslerin arsızca bir toprak parçasını “benim!” diye sahiplenmeye kalktığı yere havadan bakan ve fakat bir türlü mülk edinilemeyen o kritik eşikte, bir Marslı gibi ürkerek bacaklarımı sarkıttığım ihtişamlı gökyüzünün taraçasının kenarında, tam sınırda dikiliyordum.
İlk adımı atmam gerekiyordu.
Biliyorum Sana Giden Yollar Kapalı
Uzunca süredir rüzgârı arkama almıştım. İşlerim tıkırındaydı. Sistem, cebime para koymuyordu belki ama hep lehime tezahürat yapıyordu. Tribünlerim hınca hınç doluydu. Mesaiye koyulduğum işe sağlam bir üçlüyle başlıyordum: “sol.. sol.. sol” Nedense bu üçlüyü artık pek söylemiyor futbolcular, sahaya çıkıp taraftarlarını selamlarken. Kentlerin dönüştüğü gibi insanlar da dönüşüyor. Neyse; ben “Nostalji İnsanı” ardılı “gEZENTİ bİSİKLET” ve “gEZENTİ şEREF”im, üçlememi yaparım, arkadaş. Buralar hep benim. İstediğim yere istediğim kılık kıyafetle giriyorum. İstediğim saatte, istediğimi yiyip, istediğimi içiyorum. Ben nedense hep haklıydım. Hep doğruydum. Kendim gibi düşünenler dışında kimsenin de pek sesi soluğu çıkmıyordu zaten. Doğrusu nasıl çıkacaktı ki?
Ben o kadar haklıydım ki, yüreğimin derinliğindeki o çelimsiz sesler kulak zarıma ulaşmadan, sonsuzlukta yer almaya başlıyordu.
Köşe başını tutmuştum. Ama bütün vücudum kasılmış, arkamdan gelen anonsu bile anlayamaz noktaya, yani tam kilitlenme haline gelmiştim. Oysa kelleme devetabanı gibi küttedek konmuş korkumu yenmek ve başıma musallat olan bu geniş yapraklı projeye egemen olmak için çıkmıştım buralara…
Ufacıkken “hadi çarp, taş et, ağaç yap beni” diye seslendiğim Tanrı’nın umursamadığını görünce nasıl güçlendiysem, nasıl Hadımköy tren istasyonunda dumanlar çıkararak yeni kalkmış kara bir canavara benzeyen lokomotifin önünden, 7 metre kala çığlıklar arasında karşıya geçip istasyondakilerin yüreğini ağzına getirdiysem, sıra yüksekten seyir ettiğim yetişkin projemin yere indirilmesiydi. Onu da yapacaktım, akdedecektim.
Ama hâlâ ilk adımı atamıyordum
Çünkü kafamda hala belirsiz sorular dolaşıyor, rüzgârın uğultusuna karışıyor, aşağı sallanan bacaklarımı titretiyordu. Dünyanın en çok neresi beni heyecanlandırıyordu? Hangi mevsimde hangi yerde olmalıydım? Hangi aracı kullanacaktım? Param nereye kadar yeterdi? Gerçekten yeter miydi? Kuzeyler mi, güneyler mi daha pahalıydı? Doğular mı, Batılar mı en tehlikesiz, risksiz yerlerdi? Risk almaktan korkmuyor muydum? Ulaşması güç noktalara havadan mı gitmeliydim, denizden mi? Demiryolları demir ağlar gibi örmüş müydü bütün dünyanın çevresini? Her şey bir tarafa bir bisiklet mi almalıydım iki sadık sevgili dostum ayacıklarımın yanına? Bildiğim rotadan çıkmayıp, yine bildiğim kültürlerde mi dolaşmalıydım, yoksa, aman ne olacak canım, macera bu macera, deyip, henüz dumanı üstünde arayışlar içinde mi olmalıydım? Yolculuklarımda epik hikâyelere yer vermeli miydim (Sibirya, Sahra, Antarktika vb)? Yoksa tadını çıkaracağım yerleri mi öne almalıydım?
Her şey şen şakrak rengârenk bir rüya ile başlamıştı. Yıllardır üzerinde çalıştığım dünya turu projesinin ilk adımları böyle karman çorman, karma karışık duyguların beni esir aldığı bir setti. Ancak gittikçe şekil alan ve form değiştiren bir noktaya doğru yatkınlık gösterdi. Nihayet bu yılın çiçekli bahar aylarında netleştirebileceğim bir aşamaya geldi.
Neden “ütopya” sanrısı altında ‘hayali’ bir “ESİNTİLER” sayfası açtın, diye sorulabilir. Açıklayayım, efendim.
Dünden Güne Değişenler
Bir zamanlar, yani “Nostalji İnsanı” henüz hayattayken “KEPÇE~KAZAN” adı altında bir bölüm oluşturmuştum. Bunu da iki birbirine eşit olmayan kategoriye bölmüştüm. İlkine “Şiirsel Yolculuklar” ismini vermiş, 1979 ilâ 2016 yılları arasında yapmış olduğum bütün turistik gezi amaçlı seyahatlerimi (yurtiçi ve yurtdışı) ilgili yıllara göre ayrıştırarak burada paylaşmaya hazır hale getirmiştim. [Biliyorum, şu anda bu blogda böyle “DÜNDEN GÜNE” eskiye dönüş arşivlik alanı bomboş görüyorsunuz… Ya da ‘hayali’ görüyorsunuz… Haklısınız. Çünkü blogdan kaldırdım, artık yoklar… Ama bir gün yine marjinal bir karar alır ve tekrar bu geçmiş gezileri saklı sandığımdan çıkarır, devreye sokarsam bütün bu alandaki makaleler yaşam-anı yazılarımın kronolojisine göre bu blog içinde de yerlerini alabilirler… Ne yazık ki ana tema 2017 ve sonrasının “gEZENTİ şEREF” yolculukları olunca şimdilik bunlara pek ihtiyaç duymuyorum.]
“KEPÇE~KAZAN” bölümünün ikinci kategorisi ise aslında en güncel olan, “Dünya Turu” ismini verdiğim kombine alandı. Bunu da projenin seyri ile alakalı olarak alt sınıflara ayırmıştım. Ki, bunlardan ilki, bu projemin bir hayalle başladığını bastıra bastıra anlatmak istediğimden ve uzun yıllar sürecek ve uzun mesafeler kat edeceğim dünya turuma dair kendisine bir proje adı vermek isteğimden oluşmuştu.
İşte “gEZENTİ şEREF” mahlaslı bu bloğumda da bu yüzden adını “ESİNTİLER” koyduğum bir ön fikirler sayfası yaratmak işime geldi. Bu sayfada Türkiye yolculuklarıma ve gelecekte olası bir Dünya turuma ait bütün bir hazırlık sürecinin bilgi ve detaylarını vermek istedim. Diğer sayfaları ise gerçekleştireceğim bisikletli turların ve/veya sırt çantalı yolculukların serüvenli hatıratlarını paylaşmak için açtım. Kuşkusuz, çıktığım gezilerde yaşadığım kamp maceralarını da paylaşacağım. Tüm gezilerin kalitatif ve kantitatif verilerini, istatistiklerini, mali yükümlülükleri de gözden kaçırmadan.
Peki, rotam belli mi?
Aslında bu soruya önceki makalelerimde zaman zaman yer verdim.
Ancak bundan önce yine kritik bir hatırlatma yapayım. Türkiye/Dünya turu projemde kullanacağım araçlar üç aşağı beş yukarı şekillendi. Bunların arasında bir tek havayoluna yer vermedim. Bisiklet ise bu yolculukların ne kadarında var, sadece bir kısmında mı, önemli bir bölümünde mi, yoksa tamamında mı? İşte maalesef bu sorunun cevabını bugünden vermeme imkân yok. Çünkü yolculuklarımın şeklini ve tarzını da belirleyecek olan sağlık da dâhil olmak üzere yaşam koşullarıdır. Otuzlarında ya da kırklarında olan biri değilim. İllaki çeşit çeşit sağlık sorunlarıyla burun buruna geleceğim. Bu gerçek göz önünde bulundurulursa fazla hayalperest olmanın âlemi yok derim. Sadece şunu ilave edeyim ki, gidebildiğim yerlere kadar bisikletle uzun turları yapmak istiyorum.
Motorlu binek aracı mevzusu ise hem en kolayı hem en zoru. Kolaylığı ulaşım bakımından. Zorluğu, bütçeyi derinden sarsabilir korkusu.
Rota eğrisinin mahiyetine dönecek olursam…
Dünyada neler oluyor neler? Bir tarafta, sürekli yeraltı tünelleri, hızlı trenler yapılıyor. Havaalanları inşa ediliyor. Ay’ı boş verdim, handiyse Mars’a seyahat zaten turistik bir tur olmak üzere! Hatta dünyanın en zavallı fanatikleri her gün, kendi içlerine seyahat edebilsinler diye yoga, meditasyon, astral seyahat kursları açılıp duruyor! Ama neye yarar? Bugün, dünyanın hemen her yerinde, insanlar seyahat edecekken birkaç kere düşünüyorlar. Bu evden işe, on dakikalık bir metro, otobüs, vapur yolculuğu olsa bile!
Gelgelelim ben son derece rahatım. Adına stres denilen bulaşıcı hastalık benim gibi mikropların yanına yaklaşmaya cesaret edemiyor. Virüs virüsü yiyecek değil ya!
Birleşik bir Türkiye/Dünya turu planı resmetmeye çalışıyorum.
Uyandım Uyandım, Hep Seni Düşündüm
Az bir zaman önce, henüz Leonardo’nun “The Revenant” filmini görmüşlüğüm yoktu, “Türkiye gezilerim tükenince, Dünya turuna çıkayım bari,” dedim kendi kendime. Ne bileyim, “Arada bir değişiklik olur,” dedim. Artık çok mu dillendirdim bu hususu, yoksa yakın etrafıma çok mu ballandıra ballandıra anlattım, göz mü, nazar mı değdi, ne oldu, bilmiyorum. Bir türlü o çıkışı yapamadım, yapamıyorum. Süper program yapmıştım hâlbuki. Mesela kuzeyin balinalı denizlerine kadar açılacak, bu arada yol üstünde nicedir uğramadığım ikinci evime, Londra’ya uğrayacak, Leicester Square’de her akşam bir oyun seyredecektim. İngilizler bizim gibi değil. Shakespeare yazın tatil yapmıyor. Yapsaydı da üzülmezdim. Nasılsa bir sokak berisinde diskotek bolluğu var. Girer birine, kurtlarımı dökerdim. E, gitmişken görmemek olmaz, girmemek olmaz. Performans sadece kapalı alanlarda mevcut değil ya. Yola çıkmışım, Hyde Park’ın içinde şöyle adamakıllı cirit atmaz, Trafalgar’da kumruları beslemezsem olmaz. Hem bu arada Knigtsbridge’de sosyetik ünlüleri seyretmenin ne zararı var?
Yoksa Paris’e de uğrasa mıydım? Tüh, Moulin Rouge’da enfes bir ‘can can’ kabare şov programı varmış; kaçırmışım!
Her neyse, hepsine bir ayar çekildi mi? Her gün az biraz yol, her gece bir oyun!
Kardiş, yolculuk nire?
Yolda giderken yanımdan gelip geçenler üstümdeki meczup kıyafetlere bakıp durakalıyorlar. Hâlbuki giyimim bana göre hem spor hem rahat. Velespit ancak böyle konforlu sürülüyor. Ama anladım onlar daha çok başımdaki elipsoit kaska ve kıçımda sallanan ve bir anlam veremedikleri bayrağa takmış durumdalar. Öyle bir flama yapmışım ki dünyanın hiçbir ülkesini temsil etmiyor. Benim kendi icadım yani. Sizlere göstermek isterdim ama henüz olmaz. Sırası gelince velespitimle birlikte yakışıklı bir fotoğrafını paylaşırım. “Eee yolculuk nereye, hemşerim?” diyen herkese ballandıra ballandıra anlatıyorum: “Dünyayı geziyorum!” Arkamdan salladıkları ellere bakılırsa bu işaretlerde görülebilecek en yüksek enflasyonu gördüğümü söyleyebilirim. Ne kadar çeşitlilik kazanmış, meğer!..
Dünya galiba acayip bir yolculuğun içine sürükleniyor ve benim planladıklarım kadar sevimli bir seyahat anlayışından ne kadar uzak bu. Bir tarafta, sürekli kaza kaza bitiremedikleri yeraltı tünelleri, acayip astronomik direkler üzerinde hızla uçan trenler yapıyorlar. Herhalde bizim konforumuzu düşünüyorlar, gitmek istediğimiz yerlere daha çabuk varalım diye. Yetmedi; devasa havaalanları inşa ediyorlar. Yolları durmaksızın genişletiyorlar. Bu gidişle etrafta kıyı kalmayacak, denizleri doldura doldura. Bir gün, olur da dünyanın başına berbat şeyler gelir diye, kalkıp başka bir gezegende yaşamaya devam ederiz diye, uzay yolculuğunu bile planlıyorlar! Komşu gezegenlere gidip geleceğiz artık, başka yolu yok.
Canım bunda ne var? İstediğin yere, istediğin zaman gitmek, hayatın en büyük özgürlüğü değil midir?
Bunda hiç kuşku yok. Yüzyıllardır insanın kabahat işlemişler için bulduğu en geçerli ve etkili cezanın, onları bir yere tıkıp hareket özgürlüklerini kısıtlamak olduğunu hatırlarsak? Ne yazık ki işte bu temel özgürlük gittikçe azalıyor.
Pusulamı takipteyim, üstü kalsın…
Benim “Yolculuk nereye, hemşerim?” sorusuna şu anda verecek bir cevabım yok. “Ne bileyim ya, bakıyorum işte, belki de gitmem bir yere,” olabilir örneğin. Çünkü göz değip hevesim kaçmasın, evde oflayıp pufluyorum, diyeyim ben en iyisi mi.
Ama galiba aynı soruya, dünyanın vereceği cevap daha vahim! Son yaşadığımız terör olayları tam bir felaket. İnsanlar arasında nefret büyüyor, saldırganlık artıyor. Uçlara savrulan geri dönülmez kamplaşmalar eskisinden daha kesif. Belki çok karamsar yazdım? Merak etmeyin, böyle bir atıf, bu bölümün en kronik parçası! Bir daha da kolay kolay hatırlatmam! Tabii başıma gelmediği sürece…
Dünya turnesine çıkmaya niyetlenen iyi niyetli birinin elinden çok fazla bir şey gelmiyor ne yazık ki böyle durumlarda. Ama belki dünyadaki herkesin, kim olursa olsun, neyi savunursa savunsun, kendi kılavuzuna, karar vericilerine sorması gereken bir soru çıkıyor ortaya: “Şşş, hooop, yolculuk nereye hemşerim?” Ama en basit bir toprak parçasını bile silme kendilerinin sanan zihniyetin bunu anlayacağına şüphe duyarım. Zaten sormadım bilin.
“Hayat bir varış yeri değil, bir yolculuktur” desem ortaya ne çıkar? Görünen o ki, bindim bir alamete, gidiyorum kıyamete! Eh bana da tüm kalbinizle candan bir “hayırlı yolculuklar” dilersiniz artık!
Neyse konuyu fazla sulandırmadan geleyim sadede…
Rota konusu projemin dinamizmidir. Bütün hayaller aslında onun için kurgulanmıştır. Bu nedenle üzerinde en fazla çalıştığım alan bu alandır. İnce montaj şöyle çalışmaktadır:
İki kalın daldan birincisi, ön hazırlık, yani egzersizler dönemi; ikincisi ise gerçek dünya turlarının yer aldığı rotalardır. Mesela ilkini doya doya gerçekleştirmek için 10-12 aylık bir sürem var. Bu sürecin sonunda geri dönüşü olmayacak bir dünya turu rotası planlamaktayım. Dikkat edildiği üzere bu birinci dalı tamamen bisiklet üzerinde geçirmeyi planlıyorum. Hiçbir şekilde bir binek aracını kullanmayacağım.
Ön hazırlık dönemini de üç ayrı parçaya ayırmış bulunuyorum:
- Kısa mesafeli turlar
- Orta mesafeli turlar
- Uzun mesafeli turlar
Ne yalan söyleyeyim, finansal planlama gibi bir şey oldu zannettim bir an. Fakat bu ayrıntılar önemli. Şunu belirtmekte ayrıca fayda görüyorum. Burada hemencecik spesifik bir rota belirlemesi yapmıyorum. Sadece kabataslak tasarladığım ve gidip görmeyi istediğim belli başlı yerleri açıklamaya çalışıyorum. Rotam her daim esnektir. Yol öncesinde değişebileceği gibi, yoldayken de değişebilir, bir yerden bir yere nakil ederken de. Onun için meraklı izleyicilerim varsa onlar gerçekleşmiş turların makalelerini yayınlayacağım zaman ilgili alanlarda incelemelerini yapabilirler. Baştan yine uyarayım ki bu salt gezgin amaçlı site olmadığından aradığınız her şeyi bulamayabilirsiniz. Zira burada yer alacak makaleler daha fazla anı-yaşam çizgisinin çok özel parçacıkları gibi olacaktır.
Tatbikat programlarıyla yüklü bu ön hazırlık dönemini, son âna kadar bir densizlik olmaz ise, muhtemelen Türkiye sınırları dâhilinde gerçekleştireceğim. (Aslında ‘Dünya Turu’ adı altında yazdıklarımın tümü ‘Bisikletle Türkiye’ yolculuklarımın tamamı için geçerlidir, ki memleketimin ne kadar büyük bir coğrafyaya sahip olduğu tartışma götürmez.)
Bir Bahçenin Ortası Yönetim Merkezi
İşe bir karargâh, yani headquarter, yani bir kumanda merkezi seçimi ile başlayıp oraya tercihli kamp kuracağım. Kamp dediğim çadır değil, basbayağı beton barınak. Bu kendimi yurtlandırma meselesinde bir ilerleme olduğunda ikinci adıma geçeceğim ve kondisyon geliştirme ağırlıklı kısa tur programlarıma başlayacağım. Bunlar garnizonum ile merkezin etrafında bulunan yerleşim alanlarına günü birlik gidişli-gelişli turlardan ibaret olup günde maksimum 100 kilometreyi geçmeyecektir. Bunun için yaklaşık bir 30 günlük tur karnesi çıkartmış bulunmaktayım.
Birinci aşama biter bitmez ikinci seviyeye kolları sıvayacak ve orta mesafeli turnelerime başlayacağım. Bu turlarım belirli bir rota üzerinde kısa mesafeli turlarımın konaklamalı gelişmiş halidir ve birbirine bağlantılı noktalara ulaşarak, sonrasında ana merkeze dönerek, seyrimin tamamlanması ile son bulacaktır.
Bu bölümde gitmeyi planladığım 21 yer bulunuyor (harf sırasına göre):
- Abant
- Ağva
- Avşa Adası
- Anadolufeneri
- Bozcaada
- Burgazada
- Büyükada
- Gökçeada
- Heybeliada
- Kapıdağ Yarımadası
- Kınalıada
- İğneada
- İznik
- Kıyıköy
- Marmara Adası
- Paşalimanı Adası
- Polonezköy
- Rumelifeneri
- Sapanca
- Yalova
- Yedigöller
Bu merkezlerin bazıları belirlediğim çeşitli rotaların güzergâhı üzerinde bulunmaktadır.
- Trakya: Kırklareli ili ve çevresi
- Trakya: Edirne ili ve çevresi
- Trakya: Tekirdağ ili ve çevresi
- Batı Karadeniz (kıyıdan)
- Güney Marmara
Bu turlarım için maksimum 120 günlük tur karnesi çıkartmış bulunmaktayım.
Belki ikinci aşama zarfında, belki o tamamen kapandıktan sonra yapacağım uzun tur mesafelerinden sanıyorum en fazla iki ya da üçünü gerçekleştirebileceğim.
Seçeneklerim arasında:
- Kıyı kıyı Ege
- Çanakkale – Geyikli – Bozcaada
- Asos – Adatepe – Kaz dağları
- Ayvalık – Dikili – Bergama
- İzmir
- Kuşadası – Milas – Bodrum
- Datça – Marmaris – Gökova
- Köyceğiz – Dalyan
- Göllerin, akarsuların ve tarihin izinde
- Şarköy – Saroz – Gelibolu
- Kapıdağ Yarımadası
- Bursa
- İnegöl
- Bozuyük
- Eskişehir
- Doğu Marmara-Batı Karadeniz
- Sapanca
- Maşukiye-Kartepe
- Abant
- Kıyı kıyı Karadeniz
- Karasu
- Ereğli
- Amasra
- İnebolu
- Sinop
- Samsun
- Ordu
- Giresun
- Trabzon
- Rize
- Hopa
- Artvin
- Orta Anadolu: Kapadokya
- Ankara
- Nevşehir – Ürgüp – Göreme
- Bunların dışında uyarsa yakın menzildeki Yunan adaları:
- Midilli
- Sakız
- Sisam (Samos)
- Kos
- Rodos
- Meis
Bu turlarım için de maksimum 120 günlük tur karnesi çıkartmış bulunmaktayım. Ancak uzun turlarım arasında yer alan “Kıyı Kıyı Karadeniz” turunu, eğer Avrupa’ya Gürcistan üzerinden çıkarsam o zaman gerçekleştirmek daha işime gelecektir. Böylece birden fazla faydalı sonuç elde etmiş olacağım. Kim bilir belki, Kapıkule’den, belki İpsala’dan çıkar, yukarılara kadar tırmanır bütün Avrupa’yı dolaşır, sonra Türkiye’ye bir turist gibi girer Karadeniz’den Gürcistan’a geçer, Asya’ya devam ederim. Ama sanki bana Afrika’ya en iyi geçiş İspanya’dan yapılan feribot seferleriymiş gibi geliyor. Dolayısıyla Asya, gideceğim üçüncü kıta gibi görüntü veriyor.
İşte tüm bunların hepsi nefes kesici ikinci dalın uzun konusu. Yani reel “Dünya Turu”…
İki Kalp Arasında En Uzun Yol
Bu alanda sonuç alma yolunda atacağım adımlarımı da en geç 2020’nin ilkbaharında netleştirebileceğimi ümit ediyorum. Hedefim her kıtayı en az bir defa ziyaret etmek ve ortada gezilmedik ülke bırakmamak. Tabii riskli bölgeleri pek tercih etmeyeceğim. Savaşların sürdüğü, bombaların patladığı, insanların avlandığı yerlerden geçmeyeceğim. Bu nedenle Ortadoğu planımda hiç yok. Arap yarımadası beni ruhen cezbetmediği için oraları da es geçiyorum. Vahşi yaşamın ve sert doğa koşullarının olduğu bölgelere girer miyim, bunu da iyi saatte olsunlar vaktine ve tatlı gönlüme bırakıyorum. Ne kadar macera istiyorum ve ben bu serüvenler çerçevesinde ne kadar tecrübe kazanmışım, şüphesiz bunlar belirleyecektir o tip seçenekleri.
Bu arada bir not düşmeden geçmeyeyim… Birinci dalda işaret etmeye çalıştığım kumandanlık ve etrafında çemberleyen turlar Türkiye merkezli “A” planıydı. Öte yandan bu kışlayı Balkanlar’a taşıyabileceğim bir de “B” planım mevcut. İçerisinde Bulgaristan, Yunanistan, Romanya, Hırvatistan, Sırbistan, Bosna-Hersek, Karadağ, Kosova ve Arnavutluk’un yer aldığı ama Makedonya’nın genel kumanda merkezim olarak tercih edileceği büyük coğrafya. Ne var ki bu planımla ilgili detayları burada vermeyeceğim.
GPS sessizliğin çocuğu, yalnızlığın yapıtıdır…
Hangi amaçla olursa olsun, hangi mesafede yolculuk yaparsam yapayım, bisikletimin üzerinde mutlaka bir destek donanımım olacak. Günümüz dünyasında GPS/navigasyon cihazı olmadan bisiklet turlarına başlamak herhalde maceradan öte tam bir salaklık olur. Sadece bu değil elbet. Yanıma mutlaka iyi ölçekli mümkünse renkli basılı haritalarımı almalıyım. Bunun için Atlas dergisinin hediyesi bir yığın görkemli haritalarım var. Tek sorun ağırlıkları. Onu da mesele yapmayacağım galiba. Gerçi gittiğim ülkelerden de sağlayabilirim. Bu konuyu da düşünmüyor değilim. Her ne kadar özel ajandamda aldığım notlar arasında detaylı veriler olsa da hiç beklenmedik durumlarda bazı sürprizlerle karşılaşabilirim. GPS cihazım arıza yapabilir, uyduyu bulamaz, pili biterse başım fena halde ağrımaya başlayabilir. İn cin top oynayan bir yerdeysem yol soracak kişi bulamayabileceğimi de hesaba katmalıyım. Herhangi bir sebepten ötürü rotadan çıkmam halinde hapı yutmak pek akıllıca bir iş sayılmayacaktır. Eh zaten yerleşim birimlerinin olduğu yerler sorun yaratmayacak, insan kaynağı ve tecrübesi ışığıyla yol gösterecektir.
Demek ki haritam, GPS’im olduktan sonra pusmama gerek yok. Galiba Jean Francois Maurice’in “Aranjuez Mon Amour”u dinlemek için tam bir mola zamanı…
***…***…***
Bisikletler Toplanmışlar Göçüyorlar
“A” planında sözünü ettiğim Türkiye turlarımı tamamlayıp, bir yıl sonra geriye baktığımda, kamplarda edindiğim harikulade sofra muhabbetleri konusunda Trakyalılaşıp ve Egelileşip uzun uzun demlenen insanlardan biri olduğumu görmek istiyorum. Diğer yöre yemekleri içinse damak tadında uzmanlık alanımı genişletmiş sayılabilmeliyim. Amma ve lakin farkındayım ki, bu yolculukların amacı için düğüm yiyecek ve içki miktarını artırmak değil, lokmaların arasındaki muhabbet süresini açmak gerekiyor! Efendim böyle her yerde zırt-pırt mola verip lak lak yaparsam nasıl geçişler yapabilirim ben bu çıktığım turlardan; ziyadesiyle nerde rakı bol, şarap bol, balık bol, peynir bol, zeytin bol, zeytinyağı bol, üzüm bol, incir bol, iklim yumuşak(!) oraya yanaşmadan edemem. Ne yapmış Trakyalı, çekmiş kafayı üc-beş destan yazmış. Egeli? Aşklar yaşamış, şiirler yazmış…
Bizim bu yörelerdeki efsaneler, savaş öyküleri bile sert iklimlerin hikâyelerine göre daha keyifli, daha sempatik. [Ha, bu arada Köroğlu’nu, Dadaloğlu’nu ve diğer mert efeleri, Pir Sultanları başkalarıyla nasıl aynı kaba koyabilirim ki. Onları unutmuyorum elbette.] Açıkçası ne Trakya’da ne Ege’de hunharca öldürme, işkenceler etme, orasını kesip burasını dikme hikâyeleri yok! O malum derin işler başka yaygaracı, geçimsiz yörelere haiz. Ama adlarını vermeyeceğim. İsteyen gider lügatlere göz atabilir. Bana göre her iki kültürün (Ege & Trakya) içindeki bu hoşgörü, bu gülümseme, bu ‘vur patlasın çal oynasın’ şölen merakı, hayatın çok zor olmayışından. Doğa insanı koruyup kolluyor bir kere. Yiyecek bulmak nispeten kolay, su var, hava ne çok soğuk ne çok sıcak.
E, birader, o zaman sen niye çekip gidiyorsun?
Diye sorulabilir. Madem buraların tadından, havasından geçilmiyor.
İşte bunun yanıtını vermek için demek ki daha çok yazacağım. Bulduğum nafiz boşluklara kakayım ki, artık bana böyle sorular sorulmasın.
Evet, ne zaman Trakya’yı sayıklasam bir hoş memleketli olurum. Anne tarafından kan bağıyla, eş tarafından kâğıt üzerinde Trakyalı olduğumdan, zaten Babaeski’ye inince biraz memlekete gelmiş gibi oluyorum. Ege’de ise en fazla İzmir’i severim. Hem de bugünkü İstanbul’dan çok daha fazla. Ancak Egelilerin geneli çok makbul insanlardır. Muhabbetleri iyi, gülümsemeleri daim, dedikoduları biraz boldur! Eğlenceyi, müziği, şenliği, gırnatayı, yiyip içmeyi tıpkı Trakyalılar gibi pek severler. Yine onlar kadar eğlenceyi, müziği, yiyip içmeyi gayet iyi bilirler! Kavga, tepişme, dövüşlerinde bile bariz bir estetik, bir ‘efe’lenme vardır. Arkadan vuran, kalleşlik yapan pek çıkmaz. Hem ayrıca her iki bölgenin halkları sapına kadar cumhuriyetçidirler; toprağın eski yerleşim olmasından belki, medeni, yeniliğe açık insanlardır.
Beni ayakta tutan bu yol sevdan
Gelgelelim rotalarımın üzerinde yer alan birçok ülke için de aynı şeyleri söyleyebilirim. Daha önce gezdiğim, gördüğüm yerler oldukları için söylüyorum, işkembe-i kübradan sallamıyorum. Kimi yerler hem Ege’den, hem de Trakya’dan daha steril, daha güvenli, daha homojen, daha serin, daha temiz ve lüks olduğu kesin. Kişinin tercihine göre bu saydıklarım vasıf veya eksik sayılabilir! Zaten biraz da gelişmişlikle de alakası var; ama ben şimdi buralara pek girmeyeyim. Sonra bir 10 sayfa daha, çıkamam. Size yazık olur…
Başta da dedim ya, rota meselesi bir hayli ince mevzu. Üzerinde titizlikle durulması icap ediyor. Güzel bir planlama şart, abartıya kaçmadan, (ki beni bilen bilir, 1 sayfa yazacağım derim 10 sayfa yazarım, 3 dakika konuşacağım derim, 30 dakika konuşurum, huyum kurusun, babadan-oğula genetik miras işte :)) önce küçük gezilerle kişinin kendisini şöyle bir tartıp iyice tanıması önemli. Hareketli programa bağlı seferberlik antrenmanlarını bunun için yapacağım, dayanıklılığımı sırf ölçmekle yetinmeyip artırmaya çalışacağım. Yıllar öncesinin sportif formuna, üçgen vücut filan, kavuşur muyum bilinmez ama denemeye değer bir çaba olduğu ortada. Kolay kolay pes etmem. Ayrıca rota belirlerken nelerden hoşlanırım, nelerden nefret ederim, neleri yeğlerim, nelerden sıkılırım gibi sorulara da yanıt ararım. Ne var ki, en girift mevzu dönüp dolaşır yine tepeme dikilir: tek başıma yapabilir miyim?
Dostum nereye’den kim(ler)le’ye…
Önceki makalede “rotada kimlerle?” sualine dokunmuş, inceden inceye beklentilerimi ve yalnızlık durumunda neler yapmam gerektiğini en kılcal ayrıntısına kadar değinmesem de birtakım senaryo kurgusu etrafında yazmaya çalışmıştım. Evet, yalnızlığı oldum bittim sevmem. Mesafeler ne olursa olsun fark etmez. Gezilerde tek başınalık bana zevk vermez. Onun için son 25 yılda yalnız bir yerlere gitmişliğim yoktur. Nereye gittiysem, sadece eşimi ve çocuklarımı sürüklememiş ardımızda kafalık bir küçük orduyu da ihmal etmemişizdir. Konvoyun böylesi tatlıydı ve gün çabuk biterdi. Gerçi bu hususta kayda geçtiğim anti parantezimi de hatırlatmamda fayda var.
Ancak şimdi kendimi bu potansiyel projede ıssız, yalnız başıma kalacakmışım gibi hazırlıyorum. Dolayısıyla bu da benim için bir ilk olacak. Bisikletli uzun yolculuklarda, tek başına gezmek yorar mı yormaz mı bunun tecrübesini o zaman anlayacağım. Cevabını bilemediğimden net bir şey söyleyemem.
Peki, korkmuyor muyum?
Hiç hayatında uzun yol bisiklet turculuğu yapmamış birinden nasıl bir yanıt vermesini beklerdiniz?
Evet, elbette, tedirgin olduğum bazı meseleler var. En fazla da ıssız yerlerde musallat olabilecek dört ayaklılar şu andaki kâbusum. Ayrıca tabi gece kamp yaptığımda birçok şeye alışmam gerekecek. Zannımca dünya turu macerası böyle bir şey. Bir sürü bilinmeyeni taşıyor. Peki, korkularımı yenebilir miyim? Ne demem lazım; Chesney Hawkes’ın dediği gibi: “I’m the one and only”… yaşayıp görmek en iyisi…
O ilk adımı atacak cesareti, kaskatı vücuduma kimse veremiyor. Ancak şimdi tam sırası. Nedenini az buçuk tahmin ettiğim için bu yalnızlığın getirdiği korkuyu yenemez miyim?.. Çocukluk hayallerim uçmak ve uçurmak üzerine kurulu olan, en çok Ay’a Seyahati ve Robinson Crouse’yi okumayı seven ben, Teksas ve Tommiks çizgi romanlarıyla her gün bahçenin altını üstünü getiren ben, ölüm korkusunu omuzlarımda hissetmeden devrimciliğe soyunan ben, 20-25 yıl sonra yalnızlık korkusuna mı yenileceğim?
Ailemizin birer bireyi gibi yıllardır sahiplendiğimiz Flash (collie), Alf (rottweiler), Şimşek (husky) en fazla benim aşk böceklerim değil miydi? Evet, herkes tarafından sevilirlerdi ama ne onlar bensiz, ne ben onlarsız yapabilirdim. Köpek korkusu mu? Hadi canım sende!
Diyeceğim de bu akıncı, saldırgan köpekler bir başka abi!.. Köy köpekleri de böyle. Ve her nedense ben bu yaratıkları mıknatıs gibi çekerim üstüme.
Aklımda karmaşık düşünceler, yüzlerce görüntü, yüzlerce anı, Nazım Hikmet’in “Karayılan” satırları…
Ateşi ve İhaneti Gördük Biz
Hani “Karayılan.. karayılan olmazdan önce.. Antep köylüklerinde ırgattı.. Belki rahatsızdı, belki rahattı.. Bunu düşünmeye vakit bırakmıyorlardır.. Yaşıyordu bir tarla sıçanı gibi.. Ve korkaktı bir tarla sıçanı kadar..” diye başlayan dizelerle anlatılan savaştan kaçan, fıstık ağacından alınıp indirilen ürkek bir karayılan… Ama gülfidanı dibinde yüzükoyun yatarken bir taşın arkasında kafasını kaldıran karayılanın bir kurşun gelip canını alması sonrası değişen karayılan…
Ve kulaklarımda Fazıl Say’ın piyanosuna eşlik eden Genco Erkal’in eşsiz sesiyle: “İbret al deli gönlüm.. Demir sandıkta saklansan bulur seni.. Ak taş ardında kara yılanı bulan ölüm..”
1977-1979 yıllarında yıktığım değerlerle geldiğim noktada mucizelere inanmam ama “korkma” diye haykırdı sanki iç sesim… Sol ayağım, bir pedala bastı. Yüzyıllar gibi geçen bir saniye sonrasında sağ ayağım sağ pedala… Belimde sert selenin gerginliği, elimde kelebek gidonun yola çıkış zili… Artık sen sağ ben selamet diyenlerin önünde yola akıyorum.
İlk adım korku doluydu, ikinci adım mükemmel ve sonrası büyük rahatlama… Damarlarımda adrenalin denizi, yüzümdeki hafif esinti ve korkudan unuttuğum öpüşme-uğurlama sahnesi… Artık ne sokak köpekleri korkusu var, ne derin uçurumlar gibi gelen zemindekilerin şaşkın bakışları… Sadece ben varım özgürüm, başarmıştım. DT korkularımı yenip özgürlüğe adım atmıştım.
Artık baltalı ilah Zagor kadar yeryüzü tutkunu, ormanda kamp yapma aşkıyla doluyum… Varsın Çikocuklar olmasın…
İki ayaklı sersemler, sizden hiç bahsetmedim, hoş görüp unuttum zannetmeyin, zaten ateş olsanız n’olur, cürümünüz kadar yer yakarsınız anca. Bence tanışmayı bile denemeyin, derim, yok illa tanışalım derseniz de buyurun gelin, sizi bekleyen hoş sürprizlerim olacaktır…
Dünya bu açıdan güvenli mi? Valla, memlekette seyahat nasılsa, oralarda da öyle. İyiler her yerde iyi, kötüler her yerde kötüler.
Sevdiğim bir Fransız yazar var: Marcel Proust. Diyor ki, “Gizem yeni yerlere seyahat etmek değil, yeni gözlerle bakmak.”
Bir bakış bakar, kaybolur bütün acılar…
Bir yaz sabahı dünyayı keşfe çıkacağım ve bunu yaparken yanıma kılavuz olarak Proust’u da alacağım. En meşhur yemeğini tatmaya gittiğim bir yerde offroad sürüşler yapacağım, deniz, kum, güneş, dağ tepesi, orman, vadi, nerede bulursam atacağım kamp yeri çevresinde trekkingler yapmayı deneyeceğim, şehir merkezlerine inip tarihini, mimarisini keşfederken bir taraftan, aylaklık yapıp sokak faaliyetlerini fotoğraflayacağım, tiyatro, opera, rock konseri, festival artık hangisi çarparsa duvar yazıma. Bakış açımı değiştireceğim her seferinde. Çevreme yepyeni gözlerle bakacağım. Sözüm ona daha önce de buralara gelmiş gibi hissedeceğim. Ve o gelişlerimde meğer neler kaçırmışım ben diyerek, avuç dolusu bir çığlık atacağım maviliklere.
Ama şimdi bu prolog kısmında daha basit, daha yakın, daha güvenilir bir seçenek arıyorum…
Bir sonraki esintiye kadar kalın sağlıcakla…
Mürekkebe banmış esintili Sevgilerimle,
Gezenti Şeref
***…***