Onlara yanaşacağımı sanıyorlar ama değil. Yabancısı değilim buranın. Anlamaya çalışıyorlar. Şimdi kim bilir neler kuruyorlar. Söğüşlenecek bir yabancı. Cin gibi bakıyorlar. Kalelerin kalesine çıkmak istiyorum, götürür müsünüz beni, diyorum. İlk kez tırmanacağım. Uzak değildir umarım. Yakalanıyorlar. Para sorun değil. Gene de biraz fazlasını versem mi? Oysa gözüm velespitimde. Emekli olunca o da öteki abilerinin yanına, müzeye kaldırılmadan şöyle kelli felli bir dünya turu atabilirsem, başına bir iş gelmeden, hep yanımda taşırım fotoğrafını.
**KAMP~2017-008**
Velespit gerçekten gitti, gider. Kanatlarını açar, uçar gider. Basarım pedallarına, çekip gideriz. Sonra ne olacak? Nereye dayanacaksınız? Onu düşünün bakalım. Yine yayan kalırsınız. Benim bazı bazı yaptığım gibi. Doğduğunuz sokaklara sığamazsınız. İşte geçip gidiyorum sokağın sonuna doğru. Az sonra sarp kayalıklardan yukarı kaleye tırmanmaya başlayacağım. Ne onlar bakıyor ardımdan, ne ben onları düşünüyorum.
Özdemir’in “Yurt” filminde melodramı izlemiştim. İnsanlarımızın kendi coğrafyalarını ne kadar tanıdıklarını, doğayla olan ilişkilerini irdeliyordu.
Ben de memleketin çeşitli kırsal coğrafyasında gezelerken nelerle karşılaşacağım? Muhtemelen bir terk edilmişlik, bir ıssızlık ağırlayacak beni. Ve o köylüler görünüşe göre kalıntı gibiler.
Sen Kendi Ülkende Bir Yabancısın
Neden böyle söylüyorum?.. Otomobilimizle yaptığımız son büyük turlardan biri de Trakya turu idi. Özellikle Kırklareli ve Edirne bölgesinde girmediğimiz ilçe, kasaba, köy kalmamıştı. Gittiğimiz her yerde sokakta ya da kahvelerde bulabildiğimiz insanlarla konuşmaya çalışmıştık. Ama şu gerçekti ki kırsal alanlarda genç nüfus hemen hemen hiç kalmamış, yerler tamamen ihtiyarlara emanet edilmişti. Ve çoğu köy o kadar ıssızdı ki, bir insan varlığı gördüğümüz zaman içimize bir serinlik çöküyordu.
Karadeniz’de dağlarda, yaylalarda, vadilerde gezip tozarken de böyle manzaralarla sıkça karşılaşıyorduk. Yetmiyordu, bazen resmi, bazen sivil takibe de uğruyorduk. Resmisini anlıyorduk da, merak ettiğimiz sivil takibin nedenini sonradan öğrenmiş oluyorduk. Tee Akdeniz’in incisinden gelmiş bu minyatür ailenin define arıyor olabileceği kuşkusu.
Bir zamanlar cennet gibi gelen yerler şimdi nasıl “kül rengi bir hammadde yığınına” dönüşüyordu. Bu insanın içini acıtıyordu. Kendi doğasına küsen ve onu hunharca tahrip eden böyle bir ülkenin eşi benzeri yoktu. O kadar çok yer gezdim, gördüm, ama böyle bir zihniyetin esamisiyle karşılaşmadım. Benim ülkemde ise ne acıdır ki, tabiat para etmez hale geldiği için terk ediliyor, kayıtsız bir halk ona küsüyor; para eder hale getiren kapitalist “yatırımlar”, inşaatlar da geriye pek tabiat bırakmıyor.
Aklıma Sisyphos geliyor. Hani şu Yunan mitolojisindeki koca gövdeli kayayı yokuş yukarı ittirip çıkarmaya çalışan karakter. Çıkarır çıkarmasına da, kaya bu, nafile yerinde durmaz, Sisyphos yukarı varınca geri yuvarlanır kaya; hadi al baştan. Bu onun cezası, lanetlidir. Memleketimdeki taşları uçurumdan yuvarlayan halkın kendisi bir nevi kontrastlı Sisyphos, yani tersten. Gerçek Sisyphos, mitolojide kötülüklerden ötürü cezalandırılmıştır, melun, hilekâr, düzenbaz bir anti-kahramandır. Bizim tersinden Sisyphos’larımızın cezası yok, onlar kafasına göre takılmaya devam edebilirler.
İşte böyle bir coğrafyaya akıp gideceğim, kısmetse. Velespitimle yapacağım bu ilginç yolculuklarımda neler göreceğim neler, kim bilir? Nelere tanıklık edeceğim, neler yaşayacağım? Bunu zamanı gelince öğreniriz de ben şimdi bu turlarda nasıl bir beslenme politikası izleyeceğim, onu kovuşturmam lazım.
Gezenti Şeref’in Yol Günleri
Birisi bana bu orta ve uzun mesafeli turnelere çıktığımda neler yemem gerektiğini söylerse çok mesut ve bahtiyar olacağım!
Aslında en pratik ve en zevkli yol fast-food’dan geçerdi. Böyle bilirdik, çalışma hayatımızın köşe taşlarında. Ama gelin görün ki, en son gelişmeler hidrojene yağların, yani fast-food dediğimiz ayak-üstü yenilen gıdaları pişirirken kullanılan, işlem görmüş, yüksek ısılara dayanıklı donmuş yağların kanserojen olduğunu gösteriyor.
Buyurun buradan yakın diyeceğim, ama bu yağlar yanmıyormuş da! Acaba diyorum üzerimde birikmiş yağlarım da bunun eseri mi?
Hamburger köftesinin, patates cipsinin kızartıldığı hidrojene bitkisel yağlar, içinde defalarca kızartma yapıldığı halde yanmıyor, ancak çok yüksek bir ısıda normal yağlar gibi davranıyorlarmış. Yani, vücudumuzun 36-37 derece olduğunu düşünürsek, hidrojene yağlar vücutta, öyle oldukları gibi takılarak, obeziteye, daha sonra da belki kansere yol açabiliyorlarmış.
Ah ben bunları biliyordum da işte… Yedik bir halt bir kere… Bir daha yer miyim?.. Tövbe!!!
Yollarda bir ıslık…
Şimdi onun için velespitime binerken, yokuş yukarı çıkarken, rüzgârda, yağmurda, çamurda, balçıkta, karda pedal basmaya çalışırken zorlanacağım biraz. Ta ki iyi bir kilo seviyesine düşene kadar, tabii zafiyet geçirip ayılıp bayılmadan. Kocaman dokuz on ay var önümde. Zaten kış kilolarıma oranla epeyce iyi konumdayım, ama velespitim için çok daha fazla endişelenmek durumundayım, üstünde taşıyacağı yükü düşününce.
Çocukluğumdan beri benim hamurlu yiyeceklere ve ızgaralara karşı bir zaafım var. Pastane mahsullerimi, ızgara balığımı, beyaz etimi, kırmızı etimi asla ihmal etmem. Neden? Ben sağlığını düşünen, uzun yaşamayı planlayan, çağdaş bir insanim. Yanında içki servisi bol olsun lütfen!!
Haliyle yağmurlar ve soğuk başladığında vücudum çift biyolojik tepki veriyor. Birincisi hafif gıcık ruh çöküntüsüdür: “O şeye gitmem. Acayip yorgunum. Zaten sabahın köründen akşamın körüne çok çalışıyorum. Göz bebeklerim mi pörtledi? Bileğimde uyuşma mı başladı? O, kim; belki sonra arar konuşurum. Narkolepsim tuttu, hadi bana çüüsss. Bari bir yürüyüşe gidelim. Serin hava iyi gelir. Sinema mı? İndir bilgisayarına, mis gibi seyret rahat koltuğunda. Çekemem ben şimdi o tuhaf kalabalığı! Höfffsssss…”
Mangal dansözü
İkincisi ise, daha nazik bir tepki olmakla birlikte, aşırı talepkâr olandır. Bedenimin bütün organları ve tüm kimyasıyla, mantıya karşı hissettiğim özlem, lahmacuna duyduğum hasret hatta maraz sınırlarındaki zaaftır! Ha bir de durduk yerde mangal yapayım diye tutturdum mu, vay bizimkilerin haline. Sokak ortasında mangal mı olur canım, diye vazgeçirmeye çalışsalar da ikna etmeleri güç olur. Bu nedenle kolumdan tuttukları gibi en doğal manzaraya göç eder, sabahtan akşam değin kömür kokusunda pişirdiklerimizi yer, yanında bir de adabı muaşeretten bir büyük patlatırız. Hatta bu davranış biçimim bazen sinir boyutlarını aşar, sabahın beşinde milleti ayağa diker, “Hadi kalkın gari, gidiyoruz, denize, mangal yapmaya.” Evlatlarım sabahın köründe deniz, kum, güneş kısmını anlarlar da, mangal kısmına bir türlü anlam getiremezler. Emel’ciğim getirir getirmesine de o da bazı bazı anlamamazlıktan gelir.
Tabii bu söylediklerim milattan önceydi. Artık uzun zamandır böyle vücuda zararlı şeyleri yapmıyoruz. Benim de huyum değişti tabiatıyla. Sokaklarda yürürken, hangi semt olursa olsun, sadece kebapçılardan gelen lahmacun kokularını algılıyorum. Onların birkaç kilometre uzakta olması önemli değildir, ben varlığını hissederim. Ne var ki yasağa uyuyor, şimdiye kadar yediklerime sayıyor, sadece kokusuyla yetiniyor, bir süre sonra unutup gidiyorum.
Şimdi nasıl mı beslenerek yaşıyorum?
Ot gibi…
Nasıl Yani?..
Basbayağı ot gibi. Otçu oldum ben. Vejetaryen takılıyorum yani… Sabah yağsız salata, öğlen bol zeytinyağlı mevsimlik salata, akşam ton balıklı salata. Allahtan sonuncusuna az biraz mısır ve az biraz kapya kırmızı biber konuluyor da tadı tuzu geliyor salatanın. Et tüketimini son üç yılda bir hayli azalttım. Mangal sayısı ise yılda 0,0000 gibi telaffuz edebileceğim basamaklara kadar indi. Yaşasın velespit! Şimdi onun sayesinde özlediğim karbonhidratlara, proteinlere kavuşabilirim belki…
Hem yerli hem yabancı bisikletçilere baktım, çıktıkları uzun mesafeli turlarda nasıl besleniyorlar diye. Hemen hepsinin yedikleri aynı tür. Sanki oturmuşlar, üzerinde madde madde anlaşmışlar gibi. Beynelmilel bir anlaşma mı var diye merak ettim doğrusu. Listelerinde ufak tefek versiyon farklılıkları haliyle söz konusu. Bu da daha çok geldikleri kültürlerden. Ama bayağı bir fikir edindim sayılır. Ben de kendime bir beslenme rotası çizdim. Sonra bunlardan hangilerini sürekli gıda stokumda bulundurmam gerektiğini, hangilerini gerektikçe satın almam gerektiğini ayırarak bir yemlenme profili oluşturdum.
Bir günde kaç öğün yemem lazım?
İşin doğrusu en az üç, değil mi? Doğal sağlıklı beslenme zaten bunu öğütlüyor. Ancak ben velespit üzerindeyim. Enerji tüketiyorum, laptopuma habire anı-yaşam, hatıra döşemiyorum. Açıkçası oturmuyorum. Sürekli efor harcıyorum. Diyorum, o vakit, ben çok sık ama az yiyen bir tüketici olabilirim.
En sağlıklı yöntem meyve ağırlıklı beslenmek. Kısa öğünler şeklinde sürekli olarak beslenmeye çalışabilirim. Gidon çantamda her daim acil durum kiti olarak bir miktar kuru erik, kuru incir, kuru kayısı ya da kuru üzüm mutlaka barındırmam şart. Ayrıca Tahin helvası, yaz helvası gibi çok az yer kaplayan, ama yüksek kalorili ve besleyici gıdalar çok verimli olur.
Çıkacağım turlarda bazen yöresel yemekler yiyebilirim. Ancak hedefim harcamalarımı kısıtlı tutmak. Bunun için bir önceki makalede belirttiğim gibi bir ocak sahibi olursam işim epey kolaylaşır. Ocak taşımak o kadar da külfetli değil sonuçta. Canım sıcak yemek mi çekti yak ocağı, koy yemeği fırına. Şahane menemen yaparım. Tavuk sote yaparım. Macır yemeği yaparım. Ama kolay olması bakımından makarna yapmak akıllıca olur. Hem besleyici hem pratik. İstersem soslu yaparım, İtalyan usulü, istersem sossuz, öğrenci usulü.
Eğer kamptan ayrılacaksam, sabahları yola başlamadan evvel hiçbir şey yemeden yola koyulurum. Sadece limonlu su içerim. 15-20 kilometreye kadar bedenim iyice acıkır. Bu seansı spor olarak kabul ederim. Sabah sporundan sonra kahvaltı etmenin daha randımanlı olduğunu bilirim. Yılların alışkanlığı. Ha uzun yürüyüşüme çıkmışım, ha bisiklete binmişim. Fark etmez. O ilk 15-20 kilometre sabah sporu görevini üstlenir ve daha sağlam bir kahvaltı yaparım. Bu kahvaltı molasıdır ve acele etmeden usul usul yaparım kahvaltımı. Bedenim iyice dinlenir. Sonraki her mola yerinde kısa atıştırmalar şeklinde devam edebilirim, ta ki akşam karanlığı çökene kadar.
Sağım solum her yönüm yemek deposu
Sanıyorum seyir saatlerinde insanüstü bir acıkmam söz konusu olmaz. Ama ola ki bünyem halsiz kalıyor, tuzlu ayran, mevsimlik meyve, limonlu salatalar çok işe yarayabilir. Gözlerim mi kapanıyor, açarım termosumu çaydan öte ne var, ayıltır beni anında. Sıvı tüketimim fazla olacaktır haliyle. Değindiğim gibi bazen suyun yanında termosumda taşıyacağım çaydan ve ayrandan alabilirim. Yanımda varsa maden suyunu da tercih ederim. Zaten öğlen vakitlerinde beni çok susatacak konserve balık, kurutulmuş ya da kızartılmış et ve benzeri ürünleri tüketmekten kaçınırım. Çünkü bu tür gıdalar tokluk hissi verdikleri kadar fena halde susatabiliyorlar.
Yol yorgunluğu gittikçe çöker, bacaklarımda kramp, dizlerimde uyuşma belirtileri başlarsa muza yüklenebilirim. Muzun faydaları o kadar çok ki! Muz enerji verir, kan basıncını dengeler, sindirime yardımcı olur. Aşırı kramplar için magnezyum diasporal tavsiye ediliyor, bundan da bir kutu yanımda bulundurabilirim.
Bambaşka Kültürdü Efsanevi Londra Hayatım
Efendim, ’79 yılında Londra’ya gittim ben. Dil okulunda ilk günüm; öğlen ders bittiğinde, ağabeyim ve ablamla oturduk okulun kafeteryasına. Tabi buradaki ilk İngiliz yemeğiyle tanışma merasimim çok eğlenceli oldu: tabağımda ufak bir tavuk göğsü üzerinde gravy sosu, yanında haşlama sebzeler ve patates püresi. Haşlamalar arasında brokoli, havuç ve bezelye var. Ve o günden sonra anladım ki haşlamalar İngilizlerin hayatlarının önemli bir yemek kültürü.
Derken gel zaman git zaman, yüksek öğrenim yıllarım. Central London College’de yeni tanışılan Grek arkadaşlarla öğle yemeğine çıkıldı. Tottenham Court Road üzerinde, okula birkaç blok uzaktaki bir “YMCA” kulübe götürdüler beni. O gün şöyle düşündüğümü hatırlıyorum: “Sporsever gıda nasıl bir şey ola ki? Her şey mi spor bu İngiltere’de?” Tabi fitness, spor ve beden eğitimi hizmetleri sunan bu kulübün meğer ardında bir de misyonerlik faaliyetleri varmış, bunu da sonradan öğrenmiş oldum. Neyse, konu o değil. Konu, sporsever gıda. Haşlamayla başlayan İngiliz kültürüm yeni bir alanda gelişmeye adaydı. Binanın yemek salonu yok. Lobide oturur gibi oturuyorsun, istersen tepende yüzen milleti seyrediyorsun, ister çevrendeki akvaryumlara takılıyorsun. Fonda hoş bir müzik loş ortamı delip geçiyor: Village People söylüyor, “Y.M.C.A.” Sipariş vermek için alt kata iniyorsun, orada Sporsever gıdaları sergiledikleri bir dükkân var. Bizim meyhanelerdeki gibi bir camlı buzdolabından farksız. Oradan bakıp yiyeceğini seçiyorsun. Ya ‘take-away’ satın alıp paketlettirip gidiyorsun ya da yukarı katta alaca karanlıkta oturup yiyorsun. Tepende milletin mayolu, bikinili kulaçları, dört bir yanında Digitürk’ün rengârenk balıkları gibi balıklar.
Sürpriiiiiz…
İlk tepkim: camlı buzdolabına baktığımda, kelimenin tam anlamıyla, “Bu sporsever lokantada yiyecek bir halt yok yahu!” oldu. Tipsiz, tuhaf saplı sapsız otlar, kahverengi ekmek, birkaç bulamaç görünüşlü karışım. Anlamadım tabii. Ama erkekliğe de yediremediğimden sormadım hiçbir şey. Yukarı çıkıp mönüden siparişlerimizi verdik. Yanımdaki iki esmer Grek kız şimdi ismini hatırlayamayacağım gibi telaffuz da edemeyeceğim mönüden istediler. Dedim, kızlar bu işte ustadır, heriflerinki mutlaka ağır yağlı, tatsız tuzsuz cins falan olur, o halde ben de kızlarınkinden takılayım. Çünkü resimden çıkardığım kadarıyla bildiğim salataya benziyor, hani karışık yeşilliğin üzerinde yumurta, ton balığı, zeytin meytin vardır diye düşündüm. Ton balığını da ağabeyimle Sainsbury’den yaptığımız bir hafta sonu alışverişimizde alıp denemişiz; çok hoşumuza gitmişti. Tamam, bu kesin ton balıklı salata…
Amanıııınnn… Sonuç tam bir fiyaskoydu! Ben ton balığının ne idüğü belirsiz (ve dolayısıyla muhakkak sporsever) bir sos içinde ezilip perişan olmuş halini didiklerken, kız arkadaşlarım, içine pis kokulu tatsız tuzsuz yeşilliklerin saplarından doldurulmuş kepek ekmeklerine yumuldular! Heriflerinkini tarife ise arif gerekti!!! Ben hayatımda bu kadar şaşırdığımı hatırlamıyorum. Hadi haşlamaları anladık da bu nasıl acayip bir şeydi böyle. Yok sporsevermiş, yok beden severmiş. Sizin olsun sporunuz da, beden ölçüleriniz de. Bir insan böyle bir şeyi öğle yemeği olarak yiyebilir miydi? Madem bunlar dindar kesimin temsilcileriydi aynı zamanda, öyleyse Tanrı kimseyi açlıkla terbiye etmesindi, ve daha önemlisi ben bu Londra denen yerde nasıl yaşayacaktım?! Çıkışta yeni ‘Y.M.C.A.’li arkadaşlarımı ektim ve kendimi Oxford Street’in köşesindeki Shawarma’cı Yusuf’un yerine attım ve Londra’ya gelmiş tüm göçmenler için şükrederek karnımı doyurdum. (Shawarma = Şavurma, döner gibi bişi.)
Şurup gibi hatıralar serüveni
Londra’daki öğrencilik ve emekçilik yıllarım sürüsüne bereket bir dizi bunun gibi anılarla doludur. Neyse, ben şimdi tekrar, velespitimle yapacağım turnelerin seyrindeki ve konakladığım geceler kısmındaki beslenmeme dönüyorum. [Bundan sonrasını geniş zaman kipiyle anlatmayı yeğliyorum; ama siz tüm bu yazdıklarımı –ecek, -acak gelecek zaman veya –meli, -malı gereklilik kipiyle de okuyabilirsiniz, isterseniz.]
Akşamları asıl kuşluk vaktidir. Konaklamak icap eder. Günü sonlandırmayı planladığım yerleşim biriminin bir öncesindeki yerleşim merkezinden akşamlık nevalelerimi alırım. Kamp yerimi belirledikten sonra çadırımı kurar, hava kararmadan yemek işini halletmeye çalışırım. Kalsiyumun turlar için çok önemli olduğunu duyduğum için en yüksek kalsiyum oranına sahip olduğunu gördüğüm Hellim peynirlerine yumulurum. (Bu hellimle de ilk seremoniyle tanışmam, sağ olsun Londra’da, New Road (Whitechapel) üzerinde bakkaliye çalıştıran Kıbrıslı Hasan ağabey vasıtasıyla olmuştur.) Hellim peynirleri aynı zamanda çok tuzlu olduklarından gün içinde kaybettiğim tuzu da karşılayacaktır. Hellim peyniri ile ekmek iyi bir çift olabilir. (Tıpkı dans sanatçıları gibi.) Gün sonunda erken uyumak istersem ayranı tercih ederim. Yoksa geleneksel içeceğim her zaman çaydır.
Budur Benim Çabam
Konaklamamın kısa mı, uzun mu olacağı kararına göre akşam yemeğimin mönüsü değişir. Kısa gecelerde konserveler uygun. Yanında istersem makarna, bulgur, pirinç pilavı da yapabilirim. Gerek duymayabilirim de. Ama uzun kalacağım bir ortamsa ve üstelik bir dere, göl kenarıysa tutmak isteyeceğim taze balıklardan şaşmam. En mükemmel seçenek budur çünkü. Diğer taraftan uzun turlarda karbonhidrat ağırlıklı beslenmeye dikkat etmem, her gün makarna veya pilav yemeye özen göstermem önemli bir husus. Zira günlük 100 ka-me ve üstü ortalamayla yapılan uzun turlarda sıkı beslenmeye dikkat etmek lazım. Aksi takdirde kontrolsüzce kilo kaybına sebebiyet verebilir ve yağ yerine kas yakabilirim. Kasları parçalarsam yedek parçasını bulmam kolay olmaz. Bu nedenle protein deposu tavuk benim naçarımdır.
Ah bir de şöööyleee bir, bir-buçuk İskender olacaktı ki! Bol tereyağlı, ince kıyılmış domates soslu, yanında da kalsiyumu! (yoğurt)… nedense şu televizyonda türeyen doktormatik danışmanlar, gıda ürologları, çokbilmiş perhiz uzmanı, hocaların hocaları muhteşem karakterler yok mu, bütün iştahımı yok etmekte öyle becerikliler ki. Ama asla seyretmem onları. İşime gelmez. Benim hem judocu hem yüzücü Namık Ekin hocamın bile dizi dizi yazdığı kitaplar bir tarafa, ikimizin de spora düşkünlüğümüzden dolayı bana kanı kaynayan eski Yahudi patronum Eli Papochado’nun kendi el emeğiyle yazdığı ‘spor & beslenme’ kitabı çıktığında “İşte budur!” demiştim. Yemek yemeyerek zayıflayamazsın! İyi de, birlikte kebapları ve buzlu rakıları devirirken o formunu koruyor bense şiştikçe şişiyordum. Reçetede şaibeli bir şey mi var diye sorduğumda, senin işin oturarak ondan, diyordu. Ya bir de şimdi gelsin, görsün. Yollarda bir deri bir kemik, eski CFO müsveddesi!!
Bu mangal, kebap, lahmacun vesaire zaafımın kaynağını uzun yıllardır düşünürüm. Özellikle kırmızı et ve tereyağının “toksin” olarak nitelendirilmeye başlandığı 9O’lı yılların ortalarından itibaren, kırmızı eti ‘bırakma’ çabalarım ağırlık kazandı; kazandı da başarılı olamadım ki. Ancak 2010’lara geldiğimde kırmızı beyaza dönüştü. Ama kırmızı şarap nedense hep kırmızı kalmayı sürdürdü.
Tez elden değişsin yemek yeme alışkanlıklarım
O gündür bugündür zaten TV’deki eksantrik hocalara bakılırsa konserve edilmiş gıdaların çoğunda kanserojen madde var… Sebze ve meyvelerin iri yarıları hormonlu… Kırmızı et zaten zararlı, tavuklar ise kendi başına buyruk eşelenmeden yapay çiftliklerde yetiştiriliyordu, denizler, hava kirliydi ve görünüşe bakılırsa, bu durumda yeşil otlu kepek ekmeği en güvenli seçenekti!!!
Şimdi o güvenli seçeneklerimi zeytinyağlılara çevirdim. Zaten ezelden beri, çocukluğumdan beri, çok severim. Asla vazgeçmem mümkün değil. Hani Egeli kadar sayılmasam da benim de böyle acayipsi bir zeytinyağlı kültürüm vardır yani.
Zeytinyağlı deyince, yemekleri turda umumiyetle kendim yapacağım için ufak bir şişede zeytinyağı bulundurmayı ihmal etmemem gerekiyor. Nedense en alınması gerekenleri bazen unutabiliyor insan. Bunun için liste yapmanın kayda değer bir yanı var.
Her akşam, her akşam makarna olmaz. Arada bir mideye şölen yaşatmalıyım. Yaparım şahane bir pirinç pilavı, açarım yanına bir de konserve barbunya, ondan sonra, tam olsun. Aklıma nostaljik kovboy filmleri geldi şimdi. Yerler fasulyeyi, sonra basarlar gazı havaya. Valla evde bulamam bu kadar lüksü. 🙂
Her şey abur cuburlarla değişip güçlenecek bir gün
Şunu unutmamam gerekiyor. Her ne olursa olsun her gıdanın tazesi makbul. Taze yenilmesi gereken besinleri en kısa zamanda tüketmeye çalışmalıyım. Öte yandan velespitimin sırt ağrılarını da düşünmek insani bir tavır olacaktır. Velespitimde gereğinden fazla konserve, kavanoz, bakliyat, sebze meyve taşımak gerçek bir hamallık. Yazık ona. Kıyamam.
Son bir söz de başta giriş yaptığım hidrojene bitkisel yağlı maddeler. Sadece fast food’da değil, her yerde hidrojene bitkisel yağ var, ona bakarsam. Yani uzun zaman dayanması istenilen bütün gıdalarda: Cipsler, bisküviler, gofretler, çikolatalar, mikrodalgada ısıtılıp yenen donmuş yemekler… Ve bu hidrojene bitkisel yağ, vücut ısısında yanmadığı için, hayatımızın sonuna kadar, tüm anlarında bizimle birlikte yaşıyor, ayrılmaz bir parçamız oluyor, sonuçta da bizi, şişman, nedense kilo veremeyen, üstelik kanser olma riski yüksek kalabalığın arasına katıyor.
Açıkçası fast food’dan artık eskisi gibi zevk almayan bir insan olarak, abur-cuburlara da karşıyım. Yoksa zamanında futbol maçlarını, Galatasaray’ımın muhteşem UEFA günlerini, dünya kupasını, Avrupa şampiyonasını, olimpiyatları, hatta en harika filmleri heyecanla seyredeceğiz diye bira+cips yapmadım mı! Oh olsun işte, şimdi.
Evet, hiç kuşku yok, bisiklet turları gibi ağır fiziksel aktivitelerde abur cuburlardan, gazlı ve asitli içeceklerden uzak durmaya çalışmalıyım. Eğer kamping alanındaysam, kiraladığım mini buzdolabında sakladığım gıdaları en kısa sürede tüketmem icap eder. Yoksa hemşirelik vakalar yaşanabilir.
Ye iç eğlen çok kısa ömrün
Sıcak havalarda dahi sıcak içecekleri tüketmeyi severim; sıcak çay içince terliyor ve daha kontrollü ve zararsız bir biçimde soğuyorum.
Kafein içeren enerji içecekleri sporcular için uygun değildir, diyorlar. Doğru, uzun yol bisikletçiliği gibi bazen olağanüstü efor gerektiren sporlarda ince uzun metal kutularda satılan kafeinli enerji içecekleri tehlikeli olabilir… Ben zaten bunu da almıyorum. OK işareti koydum, geçti…
Alkollü içecekler: Sen kalk şimdi turun ortasında leyla ol. Olacak iş mi? Zaten hava sıcaksa sen daha o yolun başına çıkamazsın. Bir alkol çarpar, bir de yer çarpar. Aman dikkat et de kamyon mamyon çarpmasın. Kural bir, içkiliysen alıp başını yola filan çıkmayacaksın. Git soğuk bir duş al, sonra yat zıbar, kendine gel. Geceler torbaya girmiyor ya. Bak bana akşamdan akşama. O da her akşam olmaz zaten. Gönül ister, ortam ister, damak ister. Yani “hadi ben bir içki alayım, kafa bulayım” demekle olmaz o iş. Yarını da düşünmek lazım.
E, onu yeme, bunu yeme, yok şunu ye, yok bunu ye. Yahu, şu hayatımızda her şey mi düzenli, disiplinli olmalı? Hani benim içimdeki muhalif anarşik ateş? Kim ne derse desin, arkadaş, ben bu gidişatı biliyorum. Önce ateş pahasına bıngıl bıngıl, ufacık, tefecik, yampiri domatesler almaya başlarız, yumurtayı köyden getirtiriz, onun da kabuğu sarı olmazsa almayız, ardından yediğimiz tavuğun soyağacını isteriz.
E valla, seni bilemem, ama beni en son yakalayabildiğin yerde, Norveç’te şirin, sıcakkanlı bir orman lokantasında yeşil otlu sosa ve kekiğe bandırılmış koca bir geyiği götürürken göreceksin!! 🙂 🙂
***…***
(*) Önceki Makale: “Doğanın Göbeğinde Birkaç Yüz Gece“
(*) Sonraki Makale: “Köpükler Ele Geçirecek Dansı Bal Görünüşlerle“
Bir sonraki “Kamp Alanında Banyo” serüveninde görüşmek üzere; sevgiyle kalın,
Gezenti Şeref
>>> [iÇERİKdİZİNİ]