Köpükler Ele Geçirecek Dansı Bal Görünüşlerle

**KAMP~2017-009**

Kavuşma müthiş duygu. Önüne konan her şeyi olduğundan küçük gösteren kırık merceklerin birleşip bir fotoğraf makinesi olmasına benziyor. Randevu makinesinden buluşmaya, bugünün iyimserliğinden geleceğe bakmak, taşkın bir kalp temposunu kamerayla izleme hissi veriyor. Perde çoktan kalkmış ama ne fark eder; makarada film ‘pek yakında’dan ‘gelecek program’a geçiyor. Hayat, coşkun kalpler festivalinin en tanıdık fotoğraf karesi, aferinler, muştuluklar hep iyi beklentilere kayıyor.

Bir de şöylesi var tabii:

Hasret tuhaf duygu. Önüne konan her şeyi olduğundan büyük gösteren kırık merceklere benziyor. Gurbet dürbününden sılaya, bugünün bezginliğinden geçmişe bakmak, bir kalp kırıklığını büyüteçle izleme hissi veriyor. Perde çoktan yanmış ama ne gam; makarada film hâlâ dönüyor. Hayat, kırık kalpler festivalinin en tanıdık filmi, ödüller hep kötü adamlara gidiyor.

Kalp kırılır yen içinde kalır. Zaten hiç de öyle kan pompalasın falan değil, düpedüz kırılmak için yaratılmıştır diye düşünülür çoğu zaman. Sanki birileri gelecek, sevecekmiş gibi yapacak, eline alacak, sonra nar gibi çatlatıp binlerce minik kızıl parçaya ayıracak. Bu mu yani? Tamam onu kendi haline bırakırsan, o incecik, narin yapı, ki oyuncakların en kırılganıdır, dayanıksız Çin malları misali, kırılmaya doyamamasıyla nam salacaktır. Ekseriya içine aldıkların tarafından parçalanacaktır.

Lakin kırık parçalar sevilmeye devam edecektir. Tıpkı kıranı sevmekten öyle vazgeçemediğiniz gibi.

HİJYENİK DÜNYA

Mesela ben düş kırıklıklarını bana yaşatan katillerime kıyamam. Tutar kalbimle hesaplaşırım. Tabi sonrasında azıcık uzaklaşmak gerekir. Çünkü şairler başka türlü dese de, başımı alıp gitmek de sevdaya dâhildir. Bilirim. Az gidip, uz gidenlerin çoğu bir arpa boyu yol almayışın hayretini tecrübe ederler. Bense az gitmek ne kelime, upuzun bir yolculuğa hazırlanıyorum. Amma ve lakin bu bir kalp kırıklığı meselesi değil. Bilakis ona hayat verebilecek, kan verebilecek en doğal, en muhteşem bir rüya. Kürkçü dükkânından kopamayan tilki gibi dolaşanlara benzemem ben. “Velespit Turne” projesi büyük bir hayaldir ve böyle bir hayali gerçekleştirmek isteyenin kafasında ne tilkiler olur ne de kürkler.

Doğrusu bu âlemde yapılan tekmil yolculuklar böyledir. Gitmek denen şey her zaman asla dönmekten ibaret değildir. İnsan, ruhuna şifa bulmak için ömrünü yollarda geçirmeye kalkışırsa ve bunun kati kararlılığını dünya âleme gösteriyorsa, bunun önüne kimse geçemez. Geride bırakılan yaralar tek adres değil, buna karşın bambaşka bir ruh haliyle gezip görülecek koca dünya tek adrestir. Dolayısıyla marifet önünde sonunda dönüp dolaşıp o yaralara geri dönmek değil, o yaraları kalbimizin derinliklerine gömüp, ilelebet ileriye adım atmaktır. İşte bir dünyaya hijyen bakabilmeyi başaran bir kalbin ritmik sırrı buradadır.

O hijyen anlayışıdır ki insanı sadece “Velespit Turne” maceralarına çıkarmaz, aynı zamanda bütün rotalar boyunca kalbin hijyen kalmasını sağlayacak tedbirleri de alır.

Aslında bu gidişler-dönüşler, gidilir mi, gidince dönülür mü, dönülürse ne olur, dönülmezse ne olur, mevzusu bir başka konunun, ileride yazmayı programıma aldığım “Dünya Evine Hoş Geldin” adlı makalenin bahsi, bugünün değil. Bugün, çıkacağım orta ve uzun mesafeli yolculuklarda, konaklama gayesiyle vereceğim molalarda, dikkate değer ‘hijyen’ konusunu ele alacağım. Onun için bu sıhhatli, dinç temadan fazla sapmadan yolumuza devam edelim…

Kamp Serüveni

Amacım bu “KAMP” dizisine başlarken arasıra komik, güldürücü şeyler yazmaktı… Hayatı çekilir kılmak için yanıma kese kâğıdı dolusu çerezlik mizah almıştım… Fazlasını sana verecektim… Çıktığımız yolda yersin diye… Malum kısa yollar çabuk bitiyor. Ama az biraz uzayınca insan can sıkıntısını giderecek şeyler aranıyor. Yollarda sağlıklı biçimde hayatta olmak ve hep genç kalmak. Yaşarken… Yollardayken… En kızdırıcı durumlardan bile kahkaha elde edecektim. Gülecektin ben kızdıkça… Derin çelişkilerle eğlenecektin. Manik tarafımı sunacaktım sana, dünya turu takıntısı haline getirdiğim agresifliğimden sakınacaktım seni. Ben Nostalji İnsanı’ndan devşirme “gEZENTİ bİSİKLET” sahibi “gEZENTİ şEREF”im çünkü… Tam bir “özel isim” bile sayılmayan…

Adımın ilk harfinin büyük yazılması beni özel isim yapmaya yetmiyor çünkü “ismini ilk kez duyduğunuz ama hepinizin tanıdığı” ve sanal hayatlarımıza sunulan bir gölgeydim ben…

Bu yazıyı nasıl ve neden bir veda ikliminde yazıyorum bu satırları bilmem… Dedim ya agresif tarafıma denk geldin işte… Neden bugün böyleyim bilmem… Belki de bir temmuz ayının olmadık bir perşembesinde beklenmedik bir şafak saati çıktı ortaya, ondandır… Hava oysa düne kadar ne çok güzeldi ve ortada hiç komik bir şey yoktu. Bilmem belki de komiklikler, maskaralıklar serpiştirmişimdir satırlar arasına. Bunları bile hatırlamıyorum şimdi.

Hayata üfleyen ozanlar

Hava daha aydınlanmadı ama nasıl güzel ve ben nasıl agresifim, yoksa depresif mi demeliyim?.. İyi havaları sevmez şairler. Yağmur çocuğudur onlar… İyi de ben şair değilim ki. Tamam, bugüne kadar yaklaşık üç yüz küsur şiir yazmışlığım vardır. Ama kendimi şair görmem. Şair olmak başka bir şey. Benimkisi hayat felsefesi. Yaşam tarzı. Sevdiğim her şeye maydanoz olurum ben. Fakat kendimi onun mülkiyet tahtına oturtmam. Bana ne!

Neyse, şairler diyordum… İyi havalar iyi gelmez has şairlere… Nazım’ın, Ahmet Telli’nin, Can babanın, Arif ağabeyin, Süreyya’nın, Dağlarca’nın, Özdemir Asaf’ın, Şükrü Erbaş’ın, Orhan Veli’nin havalara dair şiirlerini bir hatırla bakalım… Ve bir de gelecekteki planlı hijyenik sevda yolculuğunu düşün…

Bana gelince, çok çaplı “Velespit Turne” sevdası aklımı başımdan çelmiş. Büyük tutku. Aşk. Sanki her şeyi daha önce yaşamış gibiyim… Belki sen de öyle. Oysa az kullanılmış ilişkilerdeki ikinci el ucuzluğunu aşk zannediyoruz… Hayır, o sözler söylendi… Maalesef, o şarkıya ağlandı daha önce… Ne yazık ki, o çiçekler birer pahalı klişeden ibaret… Kırmızı gül aşk demekmiş! Yok ya? Bütün aşklar aynı şey demek değil ki! Sarı gül ayrılık anlamına gelirmiş! Hadi oradan! Kim uyduruyor bunları! Hangi çiçek toptancısı isim verebiliyor binlerce şairin milyon yıldır adlandıramadığı şeylere?

Vay canına, aşkı, ayrılığı, sevdayı şairlerden daha kolay anlatıyor çiçekçiler! Parasını ödeyin yeter… Cııırt, kumbaraya göz diken çakal kapitalist ilişkiler sarmış etrafımızı. Doğum günlerini, evlilik yıldönümlerini bir hafta önceden hatırlayın yeter… Yerli yerinde olsun klişeleriniz… Şarabiniz ve mumlarınız elinizin altında hazır olsun…

Kuytuda kalmış klişeler

Bisiklet yolculuğu mu? Hem de sağlığa uygun bir uzun bir yol turu, bir kamplı turne serüveni mi?

İşte sevmek için iyi bir yürekten çok aksesuarlarınızın tam olması önemlidir…

Kimseye ne kızarım ne de bana kızılmasına aldırış ederim. Ben bu “özel” günleri çoktandır unuttum… Umursamıyorum yani. Şimdilik Bir tek 21 Mart’ı es geçemiyorum. Yoksa ‘kapı’ dışında bulurum kendimi. Yani mart ayının herhangi bir günü “birlikte olduk” diye sene-i devriyesini neden kutlayalım ki? Diye bir düşünce geçemez aklımdan. Olmaz zaten. Bırakalım, o kutsal gün mabedimiz olsun. Doğum günleri mi? Evlatlarınkinden başkasını hatırlamıyorum bile. Çünkü bunu da onlar hatırlatıyorlar ister istemez. İnsan nasıl berbat bir duruma düşer bazen… Eve girersin, ışıklar söndürülmüş, mumlar yanmaktadır… O saniye anlarım, o gün unuttuğuma denk gelmiş, bir “özel” gündür… Allah’ım neydi bugün? Ayın kaçıydı? Daha da önemlisi hangi aydayız?

Hep küstüler bana hayatım boyunca…

Sevmedim, sevdiysem de önemsemedim zannettiler…

Yanıldılar… Seviyordum, önemsiyordum Önemsemediğim, daha doğrusu anlamadığım klişelerdi.

Ama ya bisikletle Türkiye, dünya turu ütopyası? Gel de bunu unut! O sevda yıllar önce başladığında da başkaydı, hem fazla sadeydi. Hem aksesuarlarım eksikti. Hala da eksiktir…

Olsun; hayatta her şeyin bir başlangıcı vardır ve her başlangıç beraberinde sayısız beklentiyi getirir. İnsan beklenti olmadan yaşayamaz ki. Zaten bu dünyayı çekilebilir hale getiren bir şey varsa o da hayal dünyamızdır. Kötü ya da olumsuz sonuçlar doğuracağını bile bile kimse bir işe başlamaz. Hep bir umutla başlarız, hep pembe tonlar ama o pembeler hayata karışınca kararıyor çoğu zaman. Bunu da göze alırız ama aklımızda çok fazla tutmayız.

Birini çok sevmek gibi bir şeydir bisiklet turlarına çıkmak

Görmek istediğin her şeyin türü, konusu önemli değilmiş gibi gelse de içinde yaşarsın kırpıntılarını. Ama daha önemli olan senin içindeki senin özgür bırakılmasıdır.

Benliğimize sunduğumuz bu fırsat, kendimize verebileceğimiz en büyük hediyedir işte.

Hayatta insanı mutlu etmek için çok fazla seçenek var. Bazen bir yoksula yardım ederek de mutlu olabilir insan. Yoksul bir çocuğun eğitimini üstlenmek de bir başlangıçtır ve işin başına dönersek, bir beklentidir.

Atılan her adım bir başlangıç, her başlangıç ise bir beklentidir…

Elbette benim de çok fazla beklentilerim var bu hayattan ve o beklentilerimin olmama ihtimali beni korkutmuyor. İşte burada mükemmelleşiyor insan. Beklentilerimden korkmuyorum, çünkü kaybedecek bir şeyim olmadığını biliyorum. Bunu yaşayarak tecrübe edindim. Beğeneyim, beğenmeyeyim, başarısız olmam bir anlamda tekrar kendime dönmem demektir. Sadece hayatıma bir başarısızlık eklemiş oluyorum. Hepsi bu. Bu beni hiçbir zaman karamsarlığa sürüklemez.

Şimdi yeni başlangıçlarımın eşiğindeyim

Ve bu kamplı “Velespit Turne” projem her şeyin bir başlangıcı olabilir.

Avluda kediler oyun oynuyorlar. Ben yazı yazıyorum. Bu meselenin hiç yabana atılmayacak 10 yıllık bir tarihi var… İlk anlatılardan, mitoslardan, efsanelerden, destansı şiirlerden bu yana hep var olan ve baş tacı konular içinde olmazsa olmazlığını koruyan bir konudur iki, ikili, ikiz, öteki, öteki ben, çift, double. Dostoyevski, “The Double: Bir Peterspug Şiiri”; Shakespeare, “12. Gece”; Stevenson, “Dr. Jekyl & Mr. Hyde”; Mary Shelley, “Dr. Frekenstein ve canavarı”; Laurel & Hardy; Sherlock Holmes & Dr. John Watson; Metin ile Zeki; Batman ve Robin; ve daha niceleri… İşte Ben ve Dünya: que sera sera… artık hayallerimin farkını geçti, kucağında…

Çam ağaçlarının uzun kıvrımlı dalları cırcırböcekleriyle dolu. Hafiften sıcak bir rüzgâr esiyor. Etrafta kuş sesleri doğayla tam bir ahenk içinde. Muhteşem.

İyi, güzel, kampı kurmuşum; ama daha ilk günden başıma hamur büyüklüğünde düşen bir tasa. “Ulan, ben bunu hiç ciddiye almamıştım, bu velespit turnelerimde safiyet problemi ile nasıl baş edeceğim?” Tamam, ortama ayak uyduracağım da hakikaten can sıkıntısı bir vaziyet ile karşı karşıyayım. Duş almam lazım, duş teknesi yok. Çamaşırlarımı yıkayacağım, ellerimden başka makinem yok. Tıraş olacağım, oramı buramı temizleyeceğim. Ayaklarım bütün gün kapalı alanda cirit atıyor. Bakım şart. Yoksa hastalıklara davetiye. Hadi duştan geçtim, ortalıkta su yok. Her yerde su bulunmuyor ki. Kurutmuşlar bu dereleri, gölleri. Sulak alanları tarıma çevireceğiz diye, üstlerine kondular dikeceğiz diye kurutmuşlar! İyi halt emişler! Çamaşırlarım elde çitilemekten kaç hafta dayanır, tahminde zorlanıyorum.

Ben yazı yazıyorum. Bisiklet turlarına karşı bir yığın anti-tez üreten beynimin diğer yarısı, iktidarını koruyabilmek savını güçlü kılmak için yapacağı son şeyi de yaptı; Beni mikrobik terörle ve pasaklılıkla tehdit etti. Şimdi de pazarlık peşinde.

Sırtımda Duşa Kabin

Gayet iyi anladım. Olağan durumlarda uzun bisiklet turlarında her gün duş almak zor. İyi de neresi bunun olağan? Normallik nerede? Alışılagelmiş hal vaziyet nerede? Bunu bilmem mi gerekiyordu.

Evet, maalesef.

Duş almak için her gün bir yerler bulmam imkânsız. Ama, aklıma bir fikir geldi(!)

Galiba bunun için birkaç günde bir kamping, motel, pansiyon, otel gibi yerlerde kalabilirim. Yeterli olur. Ne kâfisi? Zıpkın gibi olurum, zıpkın! Hem ayrıca, yol güzergâhım üzerinde karşıma çıkan, yerleşim yerlerinin dışındaki çeşmelerde temizlik ihtiyacımı giderebilirim. Yeter ki çantamda bir sabun ve bir şişe şampuanım stokumda olsun. Bazıları bu cici çeşmelerden akan ve muhtemelen bünyeye soğuk gelen bu suyla yıkanmanın üşütücü etkisine dayanamaz; neyse ki bende böyle takıntılar yok. Yaban ellere aşinayım vesselam.

Kirin gizli günlüğü

Kapının önünde iki keçi var bağlı. Hareket ettikçe boyunlarındaki çanlar çınlıyor. Gözüm onlara takılıyor. İnsan bedeni zamanla terleme konusunda dönüşüm yaşar, değişim geçirir, terleme belli bir düzene girer ve aşırı zorlamadıkça fazla terleme olmaz. Dolayısıyla insan kendini her gün kirli hissetmediğinden öyle aman aman büyütülecek bir sorun olmaktan çıkar.” Diyor gönül kubbem. Beynimin diğer yarısı da ona iştirak ediyor. Bu ikili acayip bir şey. Müthiş bir ortaklıkları var. Biri bir şey der, öbürü hemen kafasını sallar. Destek verir. Öbür yarı ile zinhar bir araya gelemezler. Çünkü o Mandıra feylesofu Mustafa abi gibi hep “her şeye karşı”!!!

Güzel ama tıbbi bir açıklama gibi geldi bana. Kalbim her zaman doğruları söyleyecek diye bir durum yok. O da hata yapabilir, insan parçası sonuçta. Doğruluğunu test etmek için yaşayıp görmek lazım. Tabii onların demokrasisinde çareler tükenmiyor. Bana birkaç kalıp sabun, bir şişe şampuan yanında iki paket de kolonyalı mendillerden aldırdılar. Duş imkânı bulamadığım zamanlarda bu ıslak mendillerle koltuk altlarımı, genital bölgeleri ve ayak tabanlarımı, parmak aralarını iyice temizlememi salık veriyorlar; iç çamaşırlarımı da değiştirdiğimde misler gibi duş almış gibi olurmuşum.

Valla hiç fena fikir değil, hani.

Bütün mesele iç dünyalar…

Beynimin optimist olanı zeka seviyesine ilave katkı şey etmeden yapamıyor: Şeref’ciğim, bizim memlekette sorun olmaz da sen öte tarafları düşün(!) Öte taraf? Hangi öte taraf, ulan! Nerden çıktı şimdi bu!

Büyük dünya coğrafyasının diğer garip guraba bölgeleri diye bir düzeltme yapma ihtiyacı duyuyor. Ben de haliyle rahatlıyorum sanıyorum; ama sanki araya bir kaygı ünlemi koymuştu!

Meğer durum anlaşılıyor, açıklığa kavuşuyor. Bizim memleketin yollarında bazı tesislerde (zannımca benzincileri kastediyor) bulunan araba duşlarında pekâlâ yıkanabilirmişim. Ulan, bütün milletin içinde dök, şampuanı, dök dök, sür süngeri bedenine, ooooh ne ala memleket! Ben bunun yerine, bazı tesislerde, tuvaletlerde duşlar olduğunu görmüştüm, bu daha mantıklı… Yeter ki sağlıklı bir ortam olduğuna kendimi ikna edebileyim. Hani camilerde, şadırvanlarda, mescit gibi yerlerde de olduğunu söylüyorlar ama ben oralara pek girmem. Ne o öyle abdest alır gibi imamı mı kandıracağım! Elimi, ayağımı, kafamı yıkamam zaten problemim değil ki, yolculukta sorunlu bölgelerim oralar değil çünkü. Onları benzinci tuvaletlerinde bile hallederim. Mesele iç dünyalar…

Kaç Gündür Yollarda Kilitliyim

Ama şimdilerde havalar sıcak. Sıcak havalarda en güzel olan şey kıyı kıyı yapılacak turlarda kumsallardan çıkmamak. Plaj duşları, oto yıkama duşlarına oranla en muhkem, daha sıhhatli temizlik enstrümanları. Hem oralarda tüm insanlar yıkanıp paklanıyor. Diğerinde ise sadece araçlar. Ne o, ben bir binek miyim şimdi?

Aslında en kralı bu plaj meselesiyle birlikte ele alınacak olursa, deniz, göl, dere, nehir ve benzeri akarsulara girerek hem yüzme hevesini giderebilirim, hem de temizlenme sanatını icra etmiş olurum.

Arada duvarda asılı şeylere bakıyorum. Annemin, babamın gençliği, annemin gelinlik, babamın damatlık içindeki izdivaç çerçevesi, Emel’le kendimin virtüöz eşliğinde verdiğimiz tangovari portremiz, evlatlarımın bebeklikleri, sadık dostlarımın mahzun bakışlı halleri, biri kulübesinin önünde bana dilini çıkarmış, diğeri kucağımda yan gelip yatmış, başka çerçeveler de var, ama bir takvim yok mesela, ne bileyim, bir duvar saati de yok… Beri tarafımda koca duvarı kaplamış kocaman bir Türkiye atlası, bir de onun arkasına gizlenmiş Dünya haritası. Küçük uzun kolon üstüne baştan aşağı dizilmiş çeşitli pusulalar.

Musluktan sızan havayla ışık

Sonra yine yazıyorum. “Ne bir susuzluk tanırım ne bir pis su. Su da benim, susuzluk da benim, demesi bu yüzden. Bizi heyheyler deryası içinde endişelendirerek yolumuzdan vazgeçirmeye çalışıyor. Zaten bugüne kadar hep bu yöntemle ilerledi; ilerlemedi mi? Yine en iyi bildiği şeyi yapıyor!

Bilmem. Belki de. Ama tamamıyla haksız da değil. Zor zanaat susuzluk. Temizlik uzun yolculuğun en başat belalısı gibi görünüyor diğer ufak tefek problemlerin yanında. Ama gerçekten öyle mi? Yüzleşebileceğim her bir sorunun kendine göre birden fazla düğüm noktası var. Kim diyebilir ki, velespit arıza yaptı, bakım & onarım az sorunlu, ya da güvenlik mevzuu, ya da şahsımın başına gelebilecek herhangi bir hastalık durumu. Ya da ne bileyim elektroniklerden birinin başına bir şey gelse, mesela pasaportum kayıplara karışsa, mesela sağanak yağmur, şiddetli rüzgâr, fırtına, yolu tıkayan kar, tipi, mesela doğal afetler… Hangisi daha az sorunlu diyebilir ki insan. Hepsi önemli. Tedbir alındığı sürece halledilmeyecek problemler değil, lakin.

Yalnızlık hiç de tanrısal değil, bırakalım su da çürüsün…

İstemeye istemeye başım televizyona doğru kayıyor. Altyazıda kayıp giden haberlere göz atıyorum. Cenazeler, patlamalar, soygunlar, bu karmaşadan fayda sağlamaya kalkışan zevatlar. Hiç mi doğru dürüst haber olmaz bu dünyada, diyen kaşlarım çatılıyor, dudaklarım büzüşüyor. Üst dudağım alt dudağımın kıvrılan iç kısmına doğru hamle yapmış üstüne baskı uyguluyor. Yazmaya devam ediyorum. Herkes hâlâ birbirini dürtüp, dürtüp duruyor, ama kimse kalkıp kendinden olmayana dürtme birader diyemiyor, en yakınındakini, en benzer olanını, onu, bunu dürtmeye devam ediyor.” Tıpkı sevdalanmaları kaybetmiş atlı süvariler gibi: dıgıdık… dıgıdık… Kimse kimseyi sevmiyor… Herkes birbirini sever gibi yapıyor. Çünkü birileri bir şeylere hem hemencecik, çarçabuk sevdalanıyor, hem hemen, şipşak bıkıp vazgeçiyor.

Çünkü şimdiki sevdalanmalar ayaküstü hızında… Aşırı süratin içinde yitirilen güzelim bir yavaşlık… Daha yavaştık eskiden… Demleye demleye konuşuyor, öyle seviyorduk birilerini, bir şeyleri… Hayallerimizle konuşur gibiydik… Öyle hemen pattadak yatağa girip sevişmiyorduk… Domates, biber, salatalık, kavun karpuz yemek için efendi gibi haziran, temmuz aylarını bekliyorduk. Belki yetimdi gecelerimiz. Öksüzdü sabahlarımız. Sigaralara zulüm, kül tablalarına yük… Etimizden alıyorduk etimizin tadını. Seviyorduk. Sevişiyorduk. Bazen sadece sevişmeyi seviyorduk. Kalabalık geceleri bekleyen yalnız kahvaltılar için hep acele ediyorduk. Yağsız lor peyniri tadında ilişkiler kuruyorduk.

Seviyorduk. Sevmeyi seviyorduk. Bazı el ele yürüyüşlerde keşke yağmur yağsın istiyorduk. Kuytu bir köşeye oturup hayalimizde canlandırdığımız sevdanın üstüne lapa lapa kar yağsın istiyorduk. Kimimizin ev, kimimizin araba sevdası vardı. Benimse sevdam hep bir yerlere gitmekti. Uzaklara. Hep uzak düşler kurardım bu yüzden. Uzak sevdalar. Yakın karaltılar beni boğardı. Uzak diyarlarda gezerken bulurdum mutluluğu. Hangi sevdanın üstüne yağmur yağsa, biz onu aşk belliyorduk. Hijyene önem vermiyorduk. Beyaz çarşafların üstündeki lekeler aşklarımızın haritalarıydı. Hangisi biz, hangisi yavru vatan oradan anlıyorduk.

Geçmiş zaman olur ki!

Bize göre uzun ama bıdık mesafeli bisiklet turlarında böyle hijyen takıntılarımız yoktu, batar çıkardık çamurların içine, kum dolardı ayakkabılarımız, sırılsıklam olurdu, formalarımız, yine de üşümezdik. Sırt çevirmezdik sevdamıza. Hijyen şimdilerde yeni dünyanın eseri sanki. Modern dünyanın hımbıl prodüksiyonu. Kim bilir belki birileri kozmetiklerden malı götürecek, bunun içindir. Her gün duş alınacak bir kaide mi vardı ben diyeyim otuz siz deyin kırk, elli, altmış yıl önce ve daha öncesi tabii. Her evin bir pazar banyosu olurdu, üstelik onun için de kuyruğa girilirdi. Rezervasyonu yaptıran ilk sırayı alırdı. Haftalık yıkanılacak ya, giren bir türlü çıkmaz dışardakiler sabırsızlanır, o melun beyaz kapı kaç kere ‘tık..tık..’ tıklanırdı…

Sen biliyor musun, 16. yüzyılda İngiltere Krallığı’nda ıslanma, ıslatma işleri nasıl yürüyordu?

İnsanların çoğu Haziran’da evleniyordu, çünkü senelik banyolarını Mayıs ayında yapıyorlar, Haziran’da hala çok kötü kokmuyorlardı; ama yine de kokmaya başladıkları için gelinler vücutlarından çıkan kokuyu bastırmak amacıyla ellerinde bir buket çiçek taşıyordu.

Kıssadan hisse

Bak aynı zamanda buradan kendimize ne hisse çıkarabiliriz? Hani şu gelinlerimizin pek sevdiği yapma çiçekler var ya, hani şu ellerinde taşıdıkları. Bak bakalım bu ‘gelin çiçeği’ taşıma eylemi hangi kültürden geliyormuş?

Var mı herhangi Anadolu düğünlerinde gelinlerin böyle elinde çiçek taşıdığı filan? Yoktur… 🙂

Banyolar ise içi ‘hamam gibi’ suyla doldurulmuş büyük bir fıçıdan meydana geliyordu. Evin erkeği temiz suyla yıkanma imtiyazına sahipti. Ondan sonra, hiyerarşik derecelendirmeye göre [ki sen buna basitçe ‘organsiation chart’ da diyebilirsin] oğulları ve diğer erkekler, daha sonra kadınlar, sonra çocuklar ve en son olarak tabi ki de bebekler aynı suda yıkanıyor, bıcı bıcı yapıyordu. Bir düşünün, bu esnada su o kadar kirli hale geliyordu ki içinde gerçekten bir şeyleri kaybetmek mümkündü. İngilizcedeki “banyo suyuyla birlikte bebeği de atmayın” (Don’t throw the baby out with the bathwater) deyimi buradan gelmektedir herhalde.

Ama bence daha ilgi çekici olanı; evlerimizde bulunan küvet banyoların hangi kültürden kaynaklandığını da bu şekilde izah etmiş oluyorum…:)

Kalkıp çay demliyorum. Dirilmek için içine birkaç karanfil tanesi atıyorum. Yazdıklarımın hepsini karalamak istiyorum. Artık yorgunum. Çünkü bir deli dumrulun kuyuya attığı taşları tek tek çıkarmak sanki bana düşüyor. Artık gerginim. Çünkü o taşlarla dünya turu projemin hassas odalarını çoğaltıyor. Artık fena sinirliyim. Çünkü o taşlıkta daha uzun süre yaşayabilmek için zırt pırt problem çıkarıyor.

Arkadaş, yok mu bu işin çaresi?

Ne yapayım ben şimdi, her gün duş alma takıntım icap ederse, ki rutin spor sonrası mutlaka yapılması gerekiyor, nasıl bir çözüm üretebilirim?

Valla gider bir evin kapısını tıklatıp “Rica etsem birkaç dakikalığına duşunuzu kullanabilir miyim?” diye nazik bir atılımda bulunabilirim. Zaten bahçelerdeki çeşmelerden yardım istemek âdetimdir. Hiç çekinmem. Hatta yurt içi ya da dışındaki köy kahvelerinde “duş alacak bir yer arıyorum” dediğim zaman evini bana açıp duş imkânı sağlayacak pek çok cennetlik insan ile tanışabilirim.

Dünya müşterek…

Yani sırf bu duş barbarizmi yüzünden çıkacağım turlarda çok zorlanacağımı asla kabul etmiyorum. Kaldı ki en zor şartlarda bile, yani dağlık kesimlere çıktığımda, suyun olmadığı yerlerde, 1-2 hafta duş almadan yol almayı göze alıyorum desem. Bütün mesele envanterimde yeterli seviyede ıslak mendilimin olması. Genital bölgemi, koltuk altlarımı, ayaklarımı, bedenimi ıslak mendillerle her gün temizlerim, üstüne bir güzel bebe losyonundan ekerim öyle fazla kokuşmam. Güzel insanlar beni gördüklerinde az buçuk turşu gibi koksam bile uzun turcu olduğumdan beni anlayışla karşılayacaklardır. Apaçık; turşucu değil, turcuyum. Zaten ne demişti yüreğim? Terlemem bir süre sonra düzene girecek ve eskisinden daha az terleyebileceğim. Bu da kokumun dozunu düşürecektir.

Komşuların ‘vır vır vır’ konuşmaları geliyor yan bahçeden. (Yoksa kokum daha şimdiden mi ulaştı onlara diye bir göz kırpıntısıyla seyrediyorum her birini.) Bir çapa sesi belli belirsiz. Patlak bir egzoz ve odunluğa tünemiş devamlı öten bir horoz. “Ben yine anı-yaşam hikâyelerimi birbirine karıştırıp, harmanlayıp bu uzun turneleri dayanaksız açıklamalarını boşa çıkarmaya çaba harcayacağım; o meczup dış dünya, elinde töre, anane kitabı sallaya sallaya başımda boza pişirip caka satacak. Toplumsal öngörü. Aynı masadayız, aynı oyunu başka kurallarla oynuyoruz. Ben barış halinde bir gezgin dünya istiyorum diye yollara çıktıkça o önüme kovanlı barikatlar dizmeye devam edecek. Sorunları çözmek adına düğümleyen; sistemi kurmak adına yıkan bir meczup dış dünya…

Yoksa ben de mi fena kaptırdım kendimi hızlı yaşamaya? Çok mu hızlı gitmeye başladım? Toplumsal çıkışları severim ama hiç mi bireysel hakkım yok benim? Benim de doğrularım olamaz mı? Biliyorum ki içimden geçen o sert muhalif gönül her şeye ‘evet’ demez. Kimseyle bir fındık kabuğunu doldurmayacak kavgalara girişmek istemez, ama bana da biraz müsaade. Ki ben sabırla beklemenin ne olduğunu en iyi bilenlerdenim.

Biz zaten hep bekliyorduk…

Kantinde, durakta, evde… Biz sevda enstitüsünün ekstrem öğrencileriydik. Devam mecburiyetimiz yoktu. O zaman çıkan hangi kaset koca dünyayı anlamlı ve aşklı kılıyorsa onu dinliyorduk. Biliyorduk ki o şarkıyı on, yirmi, otuz altı yıl sonra yine duyduğumuzda bir dünya sevişmesini yeniden yaşayacaktık… Beş parasızdık. Paraya para demiyorduk. Para kendini bir şey zannediyordu ama biz ona ismiyle hitap ediyorduk. Kimin üstünde varsa ondan harcıyorduk. Sevda girişimlerimizden para üstü almıyorduk. Kirliydik. Renkli lekeler üstümüzden düşmezdi. Ter kokuyorduk. Ülke sorunlarını konuşarak sevişmelere yol açıyorduk. Ülkemizi ve tenlerimizi seviyorduk.

Yine de seviyoruz tabii. Ama bu onu koca dünyanın önüne özel bir inci taşıyla koymamız gerektiği anlamına gelmiyor ki!

Dünya coğrafyasının bütünü güzel...

Öyle olmasa niçin milyonlar oradan oraya taşınıp farklı jeomorfolojileri, farklı kültürleri, farklı insan çeşitliliğini görmek istesin ki, oturur evinde, ölümün soğuk nefesini bekler ömrünce.

Dünya coğrafyası alabildiğine muhteşem. Görmeye değer. Ama kalkıp bir velespitle onu görmeye kalkışmak, işte bu hiç kolay değil. Sevdalı olmak gerekir. Maceracı olmak gerekir. Yoksa sıkılır, ezilir, kendine, dünyanın kendisine, her şeye küfrede küfrede evine, kürkçü dükkânına geri dönersin. Bir tilki gibi.

Tekrar etmem gerekirse, bisiklet turlarında ne yazık ki her gün duş alma lüksü bulunmuyor. Özellikle yaz sıcağı altında bir kaç gün boyunca duş alamayabileceğim günler beni bekliyor ve tabiri caizse turşu gibi olacağımı çok iyi biliyorum. Diğer taraftan, her gün çadır kampinglerde ya da pansiyonlarda kalmam turumun bütçesini feci zorlayacağından, konaklama maliyetini fazlasıyla arttıracağından, duş ihtiyacımı bulabileceğim herhangi bir sulak noktada, donanımlı benzincilerde, derelerde, göllerde, nehirlerde veya plaj duşlarında giderebilirim. En kargışlı olasılıkla bahtı açık bir çeşme başında büyükçe bir pet şişeden maşrapa yapıp onunla duşumu alabilirim. En doğalı bu olur.

Tıpkı çocukluğumda teyzemin ve terzi eniştemin yanında kalırken dere boyuna sıvıştığım sazlıklar arasında, ya da Hadımköy’ün o nefis yalaklarında kendi kendimi yıkadığım gibi…

E, hep duş, hep duş, yok mu başka dava?

Olmaz mı! Uzun yol velespit yolculuğu bir tür labirent gibidir. Nereye girdiğin bellidir, ama nereden çıkacağın belli değildir. Çocukluğumun bol aksiyonlu, adrenalinli Fransız ve İtalyan filmlerinin sonu bilindiği zaman pek heyecan vermezdi. Dijital dünyada post-yapım atılımları olunca her şey değişti. Sonunu tahmin etsen de olayları yaşarken heyecan duyarsın. Efektler seni kendi büyüleyici dünyasına sokar çünkü. Ben de sadece canlı yaşadığım maceralardan zevk alırım. Yine tıpkı çocukluğumda senaryosunu yazdığım, başrolde oynadığım ve baştan sona yönettiğim delifişek oyunlar gibi serüven sağlam tabana dayanıyorsa o filmleri tekrar tekrar seyretmeye hayır demem.

Daha önce kamp yapma meselesini irdelerken uzun uzadıya yazdım; aslında bu yazıdan sonra ele alacağım güvenlik konusunda da tekrar edeceğim gibi, korkularını bir kenara atmış, filozof dimağı ile değil şair yüreği ile hareket eden biriyim. İlla şu gün şu noktada olmalıyım diye bir kuralım yok. Gün içinde yapacağım kilometreler her gün farklı olacak. Bazen az kilometre yapıp çadırımı kurabilirim. Kamp yaptığım mekânı samimi bulur, sempati duyarsam birkaç gün orada kalabilirim. Bazen günlerce hiç aralıksız yol alıp gündelik kilometrelere de bölebilirim: 75-100 km arası gibi. Tasarruf kendi ellerimde.

Mesela an gelir öyle alanlara giriş yaparım ki ortalıkta kayda değer gezilecek, görülecek bir yer yok. E, ne yapacağım çorak, kıraç araziyi? Koynuma alacak halim yok ya! Basar giderim. Dediğim gibi, bu turnelerde belli bir hızım, kendimi yapmaya şartladığım bir rota yok. Kuşkusuz gideceğim yerler belli. Köyse köy, kasabaysa kasaba, şehirse şehir, ülkeyse ülke. Yolum üstünde çok önemli gezilecek yerler varsa oraları görmek isterim. Yoksa tanımlanmış orta ve uzun mesafeli egzersiz notaları gibi değildir dünya turu. Hangi ülkede ne var ne yok ancak oraya ulaştığımda karar verebileceğim bir iç tartışma konusu.

Rota belirlemeye dair bu görüşüm ileride değişime uğrar mı, onu bilemem…

Ama biz hijyende kalmıştık; oradan devam edelim.

Zamanı yiyip bitirdi karanlık kirler

Mesela kılık kıyafet yıkama konusuna gelirsek… Yol ve hava şartlarından dolayı zamanla kirlenen çamaşırlarım ciddi bir sıkıntı yaratacaktır. Yanımda taşıyacağım kokulu bir kalıp sabun ile hem çamaşırlarımı yıkayacak, hem de kendimi temizleyebileceğim. Su olan herhangi bir yerde, benzin istasyonlarının tuvaletlerindeki lavabolarda, yalakta, dere ve göl kenarlarında yıkama işlemini uygulayabilir, sonra da ıslak çamaşırlarımı bagajımda taşıdığım çamaşır ipine asarım.

Önemli bir dava da yolculukta tuvalet işini sıhhatli bir şekilde halletmektir. Tabi ki bunun da kendine has yöntemleri var. Küçük ihtiyaçlar zaten en az sorun yaşatandır. Sıkıntı yapacağım konu büyük boşaltım mekanizması ise ona da çare yol üstündeki benzinlikler, özel veya kamuya açık 100 numaralar, camiler vs. Diyelim ki imkân olmadı ve/veya kamp alanında vuku buldu, ihtiyaç.

Kör bir kuyuda unutulmuş parlak fikirler

Aklıma bu arada başka bir şey geldi önce onu söyleyeyim. Benim kamp anlayışım sadece çadır kurmak ve yan gelip yatmak değildir. Ben kamp alanımı bayağı bir inşaat sahasına çeviririm. Önce yerleşim planının bir güzel tasarımını yapar, sonra da işçi gibi çalışacağım inşa safhasına geçerim. Öyle ‘kuru’ bir çadırla kamp yapmam yani. Aslında bu teamül bende genetiktir.

Şöyle açıklayayım. Babamın babası, Mehmet Dedem marangozdu, ama aynı zamanda inşaatçıydı. Çocukluğumun muazzam iki evini ona borçluyuz. Babam ambulans şoförüydü, ama aynı zamanda inşaatçıydı. Ardında büyükçe tripleks bir yazlık konut bıraktı. Terzi eniştem, adı üzerinde terziydi, ama aynı zamanda inşaatçıydı. İnşaat denilince, inşaatın belini kırardı. E, ben de böyle bir kuşağın evladı olarak, genlerimi çalıştırıyorum ister istemez. Mesleğimle hiç bağdaşmasa da üç konutun projesini, mimari tasarımını, oturma planını, yerleşim planını yapmış, inşaat sürecini yönetmiş ve kısmen de amele gibi çalışarak elinden tutmuşluğum vardır her birinin. Hâl böyle olunca benim kamp alanım da zihniyet olarak çok farklı olacaktır.

Birincisi çadırın konumu, dış çevresinin tasarımı kadar iç dekorasyonu da önemli. Bir kere el alışmaya görsün, pratik çabuk yürüyor. İkincisi çadır kurulduktan sonraki müştemilat, bu da mutfak bölümü oluyor. Yeri belirledikten sonra çevreden bulunabilecek malzemelerle, ocak yeri, fırın, yemek hazırlama ünitesi, bulaşıkhanesi, ateş yakılacaksa ona ait bir çember, üstünde bir şey pişirilecekse onun ağaç dalları ve taş malzemelerden konstrüksiyonu, çöp yeri ve küllerin döküleceği bir alan tesis ediliyor. Sonra etraftan kuru dal, çer çöp bulunarak bu alana taşıtılıyor. Bu iş de bitince sıra yemek hazırlama ve pişirme işine geçiliyor.

Güneş kömürleşmiş karanlık çökmüştü

Yemeğim pişe dursun ben boş durmuyorum tabii. Daha önce kolaçan ettiğim ve gözüme kestirdiğim bir yerde ki çadıra ne çok yakın, ne çok uzak, ama kamuflajlı bir alanda, toprağı bir, bir buçuk karış kadar kazıyorum. Sonra bu çukurun etrafına iri taş veya kayalardan yüksek bir duvar örüyorum. Duvarların sağlamlığını kontrol ettikten sonra sağdan soldan bulduğum, ya da kurumuş ağaç dallarından kendim imal ettiğim iki sağlam latayı taşların üzerine ortada ‘normal’ bir boşluk kalacak şekilde yerleştiriyorum. Normal boşluk, çünkü dışkınız nişan alınan güzergâha doğru bir yolculuk yapsın, etrafa bulaşmasın diye. Ayrıca test sürecinde bu lataların ve taşların oynamaması gerekiyor ki işlem rahatlıkla gerçekleştirilebilsin.

UYARImdır: Eğer miden ve bünyen hassas ise, aşağıdaki iki paragrafı es geçmeni ve ondan sonraki paragraf ile devam etmeni şiddetle tavsiye ederim!!

Eğer gece yarısı veya sabah saatlerinde ihtiyaç duyulur ve bu çukur kullanılacaksa lataların üzerine minder görevini görecek gazete kâğıtları veya tuvalet kâğıdı katlanarak konuluyor. Artık nişana hazır vaziyette oturduğumda aklıma gelen şu grafitileri uygulayabilirim. Biiiiir, boşluğu kapatan üst kapağı kaldırmadan lataların tepesine oturmuyorum… İkiiii, mümkünse bir kilodan fazla döküntü yapmamalıyım, yoksa gider yolunu tıkayabilirim. Üüüüç, duymayı arzu etmediğim sesleri bastırmak için avazım çıktığı kadar bağırarak şarkı söyleyebilirim. Bunun için çadırımda her zaman hazır kıta bulundurduğum, daha önceden kuşe baskısı yapılmış, üzerinde özel şarkı sözleri bulunan papirüsü kullanabilirim. Dööört, lüzumlu muamelat bittiğinde, üstünü bir güzel toprakla örter, etrafı temizlerim. En önemli yardımcı materyallerim su, ıslak mendil ve tuvalet kâğıdıdır. Şüphesiz bu tip epilog işlemler için tuvalet fırçası yerine diş fırçasını kullanmamak lazım.

Britanya aristokrasi tarihinden

Bir de İngilizlerin çağdışı kalmış deneyimleri var tabii… Yine o zalim yıllarda, evin tuvalet ihtiyacı için avluda bir küçük fıçı bulundurulur, gece herkes bu fıçıda ihtiyacını giderir, sabah köyün uzak bir yerine domuz pislikleri ile birlikte dökülürdü. Bizlerdeki gibi su ile taharetlenme olayı da katiyen yoktu. Yurt dışına çıkmış olanlar tabiatıyla bilir, halen yurtdışındaki tuvaletlerde taharet musluğu yoktur. Biz nedense bu ‘oymalı’ muslukları sonradan eklemişiz. Peki, sence evlerimizde bulunan alafranga tuvaletler hangi kültürden kaynaklanıyordur acaba?

BİSİKLET KUAFÖRÜ

Ayrıca hep kendimden bahsettim. Velespitim ne olacak?

Onun hiç mi temizliğe ihtiyacı yok?

Bisiklet temizliği için bisikletimi temiz bir yere yanaştırıp normal bir hortumla önce ıslatmalıyım. Zincir, ruble ve pedallar gibi yağlı kısımlar üzerine deterjan sıkmalıyım. Buralar kestirme fırçayla yağdan iyice arındırılabilir. Zinciri temizlemek için zincir temizleme aleti ve özel yağ sökücü spreyler kullanabilirim. Bisikletin üzerine de deterjan sıkarak ve bir el fırçası yardımıyla bisikleti bir güzel köpürtebilirim. Sonra hortumla tekrar durulamalıyım. Velespitimi güzelce kuruladıktan sonra özel bir fren temizleyici sprey ile frenlerin bakımını yapmalı, sonra da zinciri yağlamalıyım. Lastikler de silinmeli, tabii. Arap sabunu ile olursa gıcır gıcı parlar.

Yıkama, yağlama işi tamamdır. Bu kadar öz, kısa ve kolay. Gerisi 1.000 km bakıma gireceğinden o ayrı bir yazının konusu olur muhtemelen.

SAĞLIK MALZEMELERİ

Bu arada kamp alanında kişisel kullanımıma açacağım sağlıkla ilgili donanım ve malzemeleri burada bir kez daha tekrarlıyorum.

SAFİYET

*Deterjan *Sünger *Bulaşık Teli *Havlu Bezler *Kapaklı Saklama Kabı *Su Temizleyici Kimyasallar

SAĞLIĞA UYGUNLUK

*Mikrofiber Havlu *El Havlusu *Diş Fırçası *Diş Macunu *Islak Mendil *Tuvalet Kâğıdı *Şampuan *Duş Jeli *Sabun *Sabunluk *El Jeli *Tarak *Tıraş köpüğü/Sabunu *Jilet *Aftershave *Tıraş Kremi *El Kremi *Güneş Kremi *Güneş Sonrası Nemlendirici Krem *Lipstick *Tırnak Makası *Kulak Temizleme Pamukları *Deodorant *Sinek Koruyucu (Off)

Belki ileride bu listeyi yeniden gözden geçirebilirim…

Epilog

Valla büyük bir sevdadır uzun yollara koyulmak ve bu macerayı tatmak. Biliyorum dünyanın her yerinde insanlar gittikçe yalnızlaşıyor. Üstelik tutkal gibi yapıştıkları sosyal medya bile onların bu yalnızlıklarına merhem olamıyor. Çoğulmuş gibi düşünürken tekil olduklarının farkına varamıyorlar. Tavsiyem, sanal dünyanın zifiri karanlıklarında yalnız vakit geçireceğine, al çadırını, çık doğaya,  yalnızlığın tadını orada çıkar…

Evet biz ağlamayı en iyi bilenlerdeniz. Kimseden de çekinmeyiz. Eskiden de çok ağlıyorduk sonra. Adam gibi, âşık gibi, sarhoş gibi, kaybetmişler kulübünün bir üyesiymiş gibi ağlıyorduk… Tarihi geçmiş gazetelerin üstüne seriyorduk neyimiz varsa… Kitaplarımız, parasızlığımız, sevdalarımız, karper peynirlerimiz, kolamız, ekmeğimiz, türkülerimiz… Sonra söndürdük sigaralarımızı ekonomi sayfasının hiç okumadığımız bir köşesine, ayrıldık… Kaça ayrıldık şimdi hatırlamıyorum ama ayrıldık! Bölündük, kimimiz yakınlara, kimimiz uzaklara sıvıştı. Arkada kalanlar gidenlerin ardından hep mahzun mahzun baktı. Yürüdü zaman sevdasızlığımızın üstüne. Unuttuk! Kuşku, sorumluluk, tedirginlik ve hesapçılıktan oluşan yeni bir arkadaş grubu… Ve bir durumu önceden bilmenin paslı rehaveti… Şimdi elimizde kalanlar bunlar. Sonunu bildiğimiz sevişmelere başlamıyoruz artık. Koku bizi uzaklaştırıyor. Kokularımız birbirine düşman. Hijyene önem veriyoruz ve çarşaflarımız sakız gibi.

O güzelim lekeler yüreklerimizde kaldı…

Kediler avluda oyun oynuyorlar. Ben karanfilli çay içiyorum. Birkaç kilometre ötemde diğer bisikletli gezginler ceplerindeki üç kuruş parayı sayarak Yunan adalarına geçebilmek için arkadan gelen arkadaşlarından gelecek haberi bekliyorlar. Uzaklarda biri Seni yine yollara postalayacağız,” diye bağırıyor. Horoz mütemadiyen ötüyor. Kuşlar tünüyor dallara, kendi aralarında cıvıldaşıyorlar. Oda karanfil kokuyor. Ben yazıyorum. Bisikletle Türkiye yolculuklarına çıkmanın öz yönetim sistemi değil ama sinir sistemi nihayetinde değişti. Günaydın Türkiye.

Ve kısacık bir teselliyle şunu da ekliyorum dipnot olarak: Dünya turuna çıkmanın komuta, sevk & idare sistemi değil ama sinir doku sistemi nihayetinde değişti.

Merhaba Dünya!!!

***…***

(*) Önceki Makale: “Beslenme Çantasında Kül Rengi Sabahlar

(*) Sonraki Makale: “Gündüz Sürelim Gece Kamp Yapıp Pusu Kuralım

Bir sonraki “Kamp Alanında Güvenlik Tedbirleri” serüveninde görüşmek üzere; sevgiyle kalın,

Gezenti Şeref

>>> [iÇERİKdİZİNİ]

error: Content is protected !!