ÜTOPYA… Gökyüzüne bakmayanların kalbi daha çabuk kirlenir…
gEZENTİ şEREF ~ E-2017/052
Esinti Tarihi: Cuma, 21/07/2017
Elimi domuzuna avucumun altında perdelediğim kâğıdın üzerine koyuyorum. Ve bir kalemle elimin şeklini sayfaya çizmeye başlıyorum. Bu beş parmağıma, aklıma ilk gelen beş soruyu sormaya başlıyorum. Bu soruları da kâğıda karalıyorum. Kendime sorduğum bu sualleri o kadar içtenlikle soruyorum ki, aynı tavrı vereceğim yanıtlardan bekliyorum. Muhlis ve sahici. Halisane. Bu yazı sona erdiğinde aslında yazıların hiç sona ermeyeceğini, ilginç bir kılavuzu elde edeceğimi göreceğim. Siz de göreceksiniz tabii.
Nasıl mı?
Bunun için beni izlemeye devam edin.
DOSDOĞRU GÜNLÜK
Başparmağımın üzerine şu soruyu yazıyorum: “BEN KİMİM?” Sonra işaret parmağımın üzerine: “NE YAPMAK İSTİYORUM?” Orta parmağımın üzerine: “NEREYE ULAŞMAYI AMAÇLIYORUM?” Yüzük parmağımın üzerine: “BUNU NASIL YAPABİLİRİM?” Serçe parmağımın üzerine: “NİÇİN?”
Bilmem, belki siz de aynısını deneyebilirsiniz. Ama aranızda yüzük parmağına bir şey yazmadan önce yengeden ya da abiden izin alanlar varsa bu yazıların devamını okumalarına gerek yok. Aynı şekilde yüzük parmağına bir şey yazmak için kendisinden izin istenen hanımların da, abilerin de bu yazıları okumalarına gerek yok. Eğer ileride onlar bir şeyler yazarsa ilk ben okurum.
İnsanlar gelecekleriyle ilgili kararlar alırken müthiş zorlanırlar. Oysa birinin kendi geleceğiyle ilgili kararlar alması aslında hiç zor bir olay değildir. Zorluğu yaratan, kişinin kendisini yeterince tanımamasıdır.
Size de çok tanıdık geldi mi bu beyanat?
Üç İlke
Hayata dair kararlar almanızı kolaylaştıracak nitelikte olan, kendiniz ile ilgili bilmeniz gereken üç temel çıkış noktası vardır. Bu üçünü adamakıllı bilmeniz hayatınızı öyle anlamlı hale getirir ki siz bile şaşarsınız bu duruma. Aslında şaşılacak bir durum da yoktur ya!
Eğer gelecek hayallerinizi, hayat amacınızı ve yaşam değerlerini bilmiyorsanız; sıradan, doyumsuz bir hayatı sürdürürsünüz.
Aklıma bir anekdot geldi, onu aktarayım önce. Adamın biri, her mehtaplı gecede alır başını deniz kıyısına gidermiş. Döndüğünde etrafındakiler ona şu soruyu sorarlarmış: “Ne gördün?” Adam her seferinde aynı cevabı verirmiş: “Dünya güzeli denizkızları gördüm. Altın saçlarını gümüş taraklarla tarıyorlardı.” … Bir gece yine tek başına deniz kıyısına vardığında, gerçekten dünya güzeli denizkızları görmüş; altın saçlarını simli taraklarla tarıyorlarmış. Döndüğünde çevresindekiler yine sormuşlar: “Ne gördün?” Adam: “Hiç,” demiş. “Hiçbir şey görmedim.”
Düş Günler
Hayatımız bir düşler tarlasıdır. Kimisi daha az yüzer, kimisi daha fazla yüzer içinde. Kendilerini realist sananların da aslında bu hayal tarlasının içinden geçmişliği vardır. Onlar sadece hayalleri yerin dibine batırmaya çalıştıkları için pek kabul etmezler bunu. Oysa o gerçekliklerinin başlangıç noktası da bir vakitler kurdukları hayalleri değil miydi? Hayal macera değildir. İkisi birbirinden farklı şeydir.
Hayat yolculuğumuz hep bir kıyıdan açılmaktır. Kimi için güzel bir kadındır, “büyük balık”; kimi için zengin bir damat, iyi bir hayat, hayırlı bir evlat ya da müstakil bir ev, son model bir araba, sınırsız servet…
Kimimiz büyük balığı hiç görmeden ölür gider. Kimimiz bir kez tuttu mu, bir daha açılmaz hiç… Onunla gömülür. Kimimiz ise yaşam denilen şakaya gelmez deryanın dalgalarında yalpalana yalpalana arar büyük balığı bir ömür boyu… Açıldıkça bulma şansıyla birlikte artar yitirme ihtimali… Zor bulanlar çabuk yitirir bazen…
Acımasızca yağmalanır ve sonuçta elde bir kılçıkla kalakalırlar…
Mağlubiyet de başarıya giden bir tasarımdır
Yenilgi ya da hezimet değildir onlarınki aslında… Olsa olsa biraz fazla açılmışlardır…
Ama insanlık, kısmen de onların fazla açılması sayesinde ilerler.
Keşke biraz fazla açılsanız… Sonra dönüp baktığınızda “İyi ki yapmışım,” deseniz. Emin olun bütün bir yaşamı kıyıda geçirip sonra da “Keşke biraz açılsaydım” demekten daha iyidir.
Şahsen ben de bu “İyi ki yapmışım” diyen manyakların yanında saf tutanlardanım. Nedense hep açılmak istedim, hep açıldım, hep yağmalandım, ve ‘ce-eeee’ hep bir kılçıkla kalakaldım. Ama asla yenilmedim. Hezimeti reddettim. Ve açılmaya devam ettim. Hâlâ ediyorum, gördüğünüz gibi. Şimdi bu adı sanı belli, büyük “Türkiye & Dünya Turu” yeryüzüne açılmak değil de nedir, sorarım size.
Hayallerinizin büyüklüğü, geleceğe bakışınıza ve ufkunuzun genişliğine bağlıdır.
Albert Einstein, “Kendimi ve düşünme yöntemlerimi gözden geçirdiğimde, hayal etme yeteneğimin somut bilgiyi özümseme, becerimden çok daha ağır bastığı sonucuna varırım,” der.
Ben de aynen böyle yapıyorum. Enerjimi korkularıma değil, rüyalarımı gerçekleştirmeye harcıyorum ve biraz daha, biraz daha fazla açılıyorum.
Ve şunu asla bir saniye bile unutmuyorum: hayallerim, hedeflerim değildir. Mutlaka ulaşacağım diye bir kaide yok. Bu ikisini birbirine hiç karıştırmadım, karıştırmam.
RİSKSİZ YOLCULUK
Bugün biraz bisiklet turunda güvenlik konusuna el atacağım için böyle bir girizgâh yapmak istedim. Çünkü en fazla emniyet meselesi insanları ürkütüyor ve kurduğu hayallerin peşinde henüz koşmaya başlayamadan yıkılmasına sebep olabiliyor.
Sahiden de birçok bilinmeyeni vardır yollara koyulmanın. Aslında hangi yöntemle, hangi araçla yola çıkarsanız çıkın bu böyledir. İster otomobilinizle, ister bir uçakla, trenle, otobüsle, vapurla. İster motorunuzla, yatınızla, teknenizle. Hiç fark etmez. Neyle karşılaşacağınızı bilemezsiniz. Ama bisikletle kocaman bir Türkiye yolculukları ve yine bisikletle, motosikletle veya yayan koskocaman ‘dünya turu’ denilince insan sanki biraz daha geriliyor, irkiliyor. Acaba diğer yöntemleri kullanırken, kapalı bir mekânda seyahat ettiğimiz için mi daha güvenilir olduğunu hissediyoruz kendimizi? Bisiklet, motosiklet veya tabanvay yolculuklar açık alanda daha fazla mı tehdide açıklar?
Olabilir. Ama hangisi daha önemli?
Büyük balığa, ‘Açılmak’ mı? ‘Açılmamak’ mı?
Siz kendiniz karar verin.
Hayatın Akışında Gayesi Olması Lazım İnsanın
Benim bir hayat anlayışım var. Hayat amacım da diyebilirim buna. Ki bu ‘hayat amacı’ mevzusu her kişiye göre değişik bir form alır. Kimse kimseye “Hayatının amacı bu olmalı!” diyemez. Bu herkes için farklıdır. Farklı olması beklenir. Yeter ki bir amacınız olsun. Hayatınızın bir amacının olması, sizi ve hayatınızı değerli kılar.
Evet, benim hayat amacım öyle dünyayı derinden etkilemeyi güdecek bir amaç değil. Böyle güdülerim yok zaten. Hayat amacımı bir çizgili kâğıda da yazmam gerekmez, ona gerçekten inanmam, yani kalbime yazmam yeterli. Ne o öyle, “Niyet ettim hayat amacımın rızası için…” Ben onu yüreğimde büyütürüm ve o sadece bana aittir.
Bu sıralarda?
Beni tatmin edecek gerçek bir hayat amacı belirliyor ve elimden geldiğince değerlerim doğrultusunda hayalime doğru yolculuk ediyorum.
Bazen kendime şaşırıyorum. Niye mi? Ben de zamanında çok sık bir şekilde başarı öykülerine öykünmüştüm. Her tarafı ahtapot gibi sarmıştı. Başarı da başarı… Varsa yoksa başarı… Bize “başarı, başarı” diye öğrettikleri şey, belki de başarı değildir. Hani şu uçuk kaçık danışmanların kongre salonu gibi yerlerde ‘kişisel gelişim’ programları adı altında verdikleri eğitimlerde, seminerlerde bol keseden attıkları: “Birilerini modelle, onun yaptıklarını yap, sen de başarırsın” hikâyeler yok mu? Ben de çok inanmıştım böyle zırvalara. Ama artık inanmak ne kelime ben onlarla dalga geçiyorum, dalga…
Hayat bir yarış değil ki?
Ben niye yarışayım birinle, ötekinle. Bana ne! Eğer böyle olsaydı, oh-oooo, çoğumuz hep kaybeden tarafta olurduk, değil mi? Ne de olsa yarışların tek bir kazananı olur, gerisi kaybeder.
Bu fikirlerimi değişmeye yol açan soru şu olmuştu: Acaba hayata bir yarış olarak bakan, birbirini hırsla geçmeye çalışanlar mı daha insan, yoksa hayata bir yarış gibi bakmayan, hayat yolunda ara sıra durup çevresine bakan, düşenleri kaldırmaya çalışanlar mı?
Yarışmayı bıraktığım o muhteşem ândan itibaren mesut bir hayatı yaşamaya başladığımı söyleyebilirim. Söylemekle kalmaz iddia bile edebilirim.
Eğer yaşadığımız çok sahte, tüketime ve birbirini ezmeye dayalı bir hayatsa sürdürülmeye çalışılan, amma şaşırırız değil mi? Ya bize öğrettikleri hayat baştan sona sahteyse? Tüketmezsen tükenirsin diye çaktırmadan beynimize pompaladıkları felsefe yalansa? Feci sarsılırız…
Artık durup, dönüp bir bakıyorum kendime ve hayatıma. “Bu yaşadığım doğru dürüst, iyi ve kaliteli bir hayat mı? Yoksa bir şeyleri değiştirmeli miyim?” diye soruyorum.
Ne diyeyim, aynı irtifadaki pencereden dışarı bakan iki kişiden biri, sokaktaki çamuru, diğeri ise gökteki yıldızları görürmüş…
Gece çamur ve yıldızlar; çok hoş…
Karanlık çökerken üstümüze
Geceydi. Havada kardeş bir serinlik vardı. Genç sayılmayacak kadar çocuk, çocuk sayılmayacak kadar kaygılıydık. Ay ışıyordu… Sohbetimizin kıyısından bir dere geçiyordu. Ayın suyla şehvetle öpüştüğü yerdeydik. Geceydi… Ürperiyorduk… Kanlı, heyecanlı, deli dolu insanlar değildik, bir roman okurunun düş kahramanlarıydık sadece. Bizi yazanın, kim bilir, kim olduğunu hiçbir zaman bilemeyecektik… O dağların arkasında başka bir dünya toprağı olduğundan, aşka duyduğumuz aşktan, uzak dokunuşlardan, çaydan, ölümlerden, suya karışan ay ışığından, ayın suya muhtaçlığından, sigaramızı sardığımız sarı tütünden ve gidenlerden söz edecektik… Çünkü geceydi. Keza tenimizi bir bebeğin süt dişleriyle ısırıyordu soğuk. Çünkü yüreğimizin saati itiraf zamanını bağırıyordu.
İtiraf ediyorum ki, bu velespitle yollara koyulmak da acayip bir maceraymış arkadaş! Daha yola koyulmadan türlü kaygılarla birebir mücadele etmeye başladım desem…
Ama kaygı iyidir. İnsana almak istemeyeceği, bagajına koymayı aklından geçiremeyeceği geceleri rüyalarında eksik etmeyeceği kadar önlem aldırır. Hayatına çeki düzen verdirir.
Endişeler arasında sırlı tuğlalar
Benim de elbet bu turneler için belli kriterlerim var. Mesela kamp kuracağım yerde, çadırı diktiğim noktaya göre geceleri içinde uyuma pozisyonumu bile kural dışı oluşturabilirim. Belki kapı girişlerinde fevrî misafirlere hususi sürprizler hazırlayabilirim. Velespitimi kimi yerlerde, eğer tehdit fikriyatı ağır basmışsa, çadırıma veya bir ağaca, demir parçasına kilitleyebilirim. Olmadı çadırımın içine alır, koyun koyuna yatabilirim. Zaman gelir hiç bir yere kilitlemem söz konusu dahi olmayabilir; ama ben yine de önlemimi alırım. Çantalarımı mutlaka çadır içinde bulundururum. İstersem onlardan barikat da yapabilirim.
‘Güvenlik listemde’ ne varsa yanımda bulundurmaya özen göstereceğimden hiç şüphem yok. Mutlaka avcı bıçağımı, göz yaşartıcımı, nacağımı taşırım. Bu demirbaşlarımı yanı başımdan hiç ayırmam. Gideceğim ülkeye, bulunacağım yerlere göre de canım çok çekerse bir ya da birkaç altıpatlar edinebilirim. En önemli tehdit cana kasıttan ziyade hırsızlıktır. Ve ne yazık ki bu turlarda hiç bir şeyin garantisi yoktur. Adam gibi turist olarak gittiğiniz ülkelerde bile ne olaylar yaşanıyor. Heyecanla çıktığınız tatilinizi size zehir edebiliyorlar. Bizim başımıza bugüne dek bu türden şeyler hiç gelmedi ama gelenleri biliyorum. Bir İtalya gezisinde bile sokakların çeteler tarafından nasıl bariz korunmaya (!) alındığına şahit olduk.
Evet, soygun, gasp, sırf gıcıklık olsun diye adam dövme, sözlü tacizler, sataşmalar, küfürler bunların hepsi yaşanabilir, veya yaşanmayabilir de. Yol hali. “Dünya’nın çivisi çıkmış” lafı boşa söylenmiş bir laf değildir. Dünyanın her yerinde ama her yerinde kötü amaçlar taşıyan psikopat insanlar var. Karşıma çıkarlar veya çıkmazlar. Nasıl davranış biçimi sergilerim, neler olur, neler yaşanır hepsi hayat kitabımda yazar. Hâliyle kimi tecrübeler de yol gösterici olacaktır. Bu yüzden hiçbir tedbir almadan turne faaliyetlerine girişmek saflık, saftiriklik, ahmaklık olur. Yola çıkmadan, yolda, molada alacağım her karar turda yaşanacakları etkileyebilecektir.
Sadece iki ayaklı vicdansızlar mı? Hayıııır. En az bu raporlular kadar riskli, tehlikeli olabilecek dört ayaklı canavarlar da var. Ve hatta sürüngenler, kemirgenler ve çok ayaklılar da. Aynı masal. Önlem alınacak…
Enayi bir skor tabelası
Bir olay başına gelir. Kazanırsın ya da yenilirsin. Kazanırsın, ama nasıl? Yenilirsin, ama nasıl? Nasıl bir tatsa? Yenilgi insanı bitirir. Bütün mağlubiyetler acıdır, hüzünlüdür. Ne var ki o yenilgiyi kabul etmez, tekrar güce dönüştürürsen, yenilgiye çok zevkli bir mağlubiyet tattırmak elindedir.
Birbirimizin yüzünü görmüyorduk ve bu yüzden yalan söylemeye dilimiz varmıyordu. Evet yenilmiştik… Evet, kendi sahamızda… Biz hep iyi şeyler olsun istemiştik. Biz herkes bizim istediğimizi istesin istemiştik. Kurtuluşa giden yolu biliyorduk ve herkese tarif etmek istiyorduk. Aslında çok basitti… Bu yolu dosdoğru takip ettin mi o adrese varacaktın ama kimse bizi dinlemiyordu. Sesimizin volümü yetmiyor her halde diye düşünüp bağırmaya çağırmaya başladık. Tek başına bağırmanın işe yaramadığını anlayınca, ikimiz, üçümüz, binimiz, milyonumuz (aslında hiç milyar olamadık) bağırmaya başladık. Susun dediler, susmayız diye bağırdık. Susun diye bağırdılar, biz susmayız diye bağırdık. Bir de baktık ki herkes avazı çıktığı kadar bağırıyor ve kimin ne dediği bir türlü anlaşılmıyor.
İşte bir de böyle mağlubiyetler vardı tattığımız.
Evet, hepimiz bir gün ölümü tadacağız. Bundan hiç kimsenin kuşkusu yok. Ama niye kalleş olan ölümü seçelim ki! En azından iyi insanlar bu şekilde ölmemeli.
Çocuk gibi gülsek, çocuk gibi kızsak…
Ölmesek daha iyi olur, tabii, ama yolun sonu belli. Ondan kaçış yok. Sadece kalleş ölümün önünden nasıl kaçabiliriz ona bakmak lazım. Mal mı, can mı? Elbette mal canın yongasıdır. Elbette önce can sonra canandır. Ama cana geleceğine mala gelsin der, belki kolayca sıvışabiliriz işin içinden. İyi insanlar en azından iyi ölmelidir… Çünkü hakiki bir iyiliğe ermek zordur. Ekmeğin köşesini başkasına sunmak… Sahici bir insan gibi tokalaşmak… Hiç oynamadan herkese “merhaba” demek, “Kolay gelsin hemşerim” demek zordur… İyi insan, iyi insan olmaktan vazgeçmedikçe kimseyi öldürmeyi düşünmez. İyi insanın içindeki iyiyi öldürmesi zordur. Kıyamaz içindeki çocuğun öfkesine… İyi insan kimseyi öldürmez, kendisini öldürenleri bile.
Hayat acayip değerlidir. Hem de çok değerlidir. Öyle ki hayata verdiğimiz değerler, kararlarımızı etkilediği kadar algılarımızı da etkiler ve dünyayı anlama şeklimizi de belirler.
Bir ‘gelecek hayalim’ var ve bu benim en zor günlerimde bile ayakta durmamı sağlıyor, bana ilerisi için ışık tutuyor, güç veriyor. Bir de belli başlı ‘hedeflerim’ var. Ama ben kişisel hedeflerimi oluştururken onların biraz ‘tombul’ olmalarına dikkat ederim. Çünkü eğer hayallerim ‘tombul’sa, hedef oluyorlar, değillerse hayal veya hayal kırıklıkları olarak kalıyorlar. Koyduğum hedefe ulaştığımda “Yaptığıma değdi” diyebiliyorsam, tüm çabamın boşuna gitmediğini görebiliyorum. Ulaştığımda “Evet, istediğim buydu” diyebilmek için neler vermem!
Türkiye yolculuklarım büyük zorluklarına rağmen bana hep en ulaşılabilir bir hedef görüntüsü çiziyor. Ya dünya turu? İşte o biraz ürkütücü geliyor bana. Ama erişilmez değildir herhalde. Sadece büyüktür diyebilir ve bununla teselli edebilirim kendimi. Dünya turu hedefim bu yüzden epeyce tombul bir hedeftir.
Ulaşabilir miyim?
Niçin olmasın?
Hadi bir bıdık anlığına ütopist değil, gerçekçi olayım…
Elbette kolaylıkla ulaşabileceğim bir hedef değil. Külfetsiz, rahat olmasını dilerdim. Yani kendimi turuncu bir havucun peşinde koşan değirmen eşeği gibi hissetmiyorum. Kulağımı düşürmeye ve işin peşini bırakmaya hiç niyetim yok. Bununla beraber limitlerimi koyuyorum ortaya. Zaman, yer ve sayı kavramlarını her yazımda dillendiriyorum. Koyduğum hedefte bir zamansızlık var gibi görünse de bu süreçle alakalı bir şey. Yani başlangıç için değil. Hedefim 1 yıl içinde, en geç 2017 sonbaharında, Türkiye turu sahnesine kendimi atabilmek. Belki de dünya sahnesine…
Elbette tekil kullandığım bu tümce bir anda çoğula da dönüşebilir; onu da zamana bırakmış olmanın mutluluğu içindeyim. Tur ne kadar sürer, işte burada müebbet bir zaman söz konusudur. Kısmi hedeflerim, bir ülkeyi baştan sona bitirip diğerine geçtiğimde karşılanmış olacaktır. Kaç ülke gezeceğimi planlıyorum da bunları şimdi burada yazmayacağım. Ama ülke sayısı bile başlı başına bir hedeftir. Bir de düşünün o ülke içinde görmeyi hedeflediğim kent, kasaba, köy sayısını, gitmek istediğim müze, tarihi mekânlar, sanat galerileri, opera ve tiyatro sayısını, katılmayı tasarladığım festival, konser etkinlikleri sayısını. Dünya turu hedefime böyle sayılar koyuyorsam hedeflerden çok hayallerden bahsediyorum demektir. Diğer taraftan finansal sınırlarımı da çiziyorum.
Aslında insan temelde hayatını iki türlü yaşar: Birincisi, karşılaştığı olaylara tepkiler vererek. İkincisi, Hedef belirleyip o yolda adımlar atarak.
Ve ne kadar sıklıkla bunları yaşarsınız bir düşünün…
Dünyaya Demir Atmak İçin Kolları Sıvamak
Dünya turu hedefinin öyle aman aman meşakkatsiz karşılanacak bir hedef olmadığının altını sıklıkla çiziyorum. Ama büyük bir hayal kurmuşum. Şimdi bu hayalimi gerçekleştirebileceğim hedefleri önüme koyuyorum. Bu yolda bana ışık olacak şu dört özelliğimi de bütün motor ve aksamıyla, her cins vidalarıyla çalıştırmaya başlıyorum.
- Kişiliğimi
- Pozitif düşüncelerimi
- Yaratıcılığımı
- Mücadele ruhumu.
Tabii, bunların yanında diğer alt özelliklerim de var. Yaz yaz bitmez…
Ve şimdi bu turu kapsayacak yolculuklarda başıma gelebilecek iyi hikâyeler gibi kötü hikâyelere de hazırlıyorum kendimi. Çünkü bu bir hayat memat meselesidir, önünde sonunda. Sıhhatli ve barışçı bir düzen içerisinde turumu seyretmek bana müthiş keyif verebileceği gibi bazı dangalak şartlarla da uğraşmak eminim o denli yorucu ve bıkkınlık verici gelecektir.
Dolayısıyla, özellikle, velespitle yolculuklarda güvenlik konusu insan hayatını da ilgilendirecek ölçüde gerçekten ele alınması gereken çok ciddi bir konudur.
Odunkafalılara Odun Kürü
(*) Yollarda seyir halindeyken şahsıma ortada hiçbir sorun ve sebep yokken bulaşmak isteyen, hiç tanışma imkânı dahi bulamadığı ama ısrarla soyağacımı onlarla, yani köklerimle, başlatacak kadar zavallı olan, ve dünyanın kabul edemeyeceği kadar ‘zararlı’ küfürler eden denyolar, mankafalar, geri zekâlılar, dangalaklar çıkabilir.
Yapacağım en garanti şey sakinliğimi koruyup kendileriyle muhatap olmadan oradan uzaklaşmaya çalışmak, yani sıvışmak olacaktır. Kesinlikle karşılık vermem. Bakışlarımla bulaşık ortamı azdıracak, gerdirecek bir tepki vermem. Diyelim verdim, ne olur? Turun içine edilir… Attığım taş ürküttüğüm kurbağaya değmeli.
Bu ve benzeri durumlarda içsel sesim, duygularım, kişisel mutluluğuma zeval gelmesin diyen sağduyum nasıl önemliyse, kriterler, veriler de önemli. İç ses kadar, dış ses de önemli.
Kahramanlık kolay. Önemli olan cesaretin yiyeceği kakadır.
Kahramanların mağdur olduğu, mağdur olmaktan başka vasfı olmayan zavallıların ise kahraman sayıldığı, pis ve uzun ve karanlık geceyi adil bir sabaha kavuşturmaya çalışıyorduk… Geceydi… Soğuktan kamaşıyorduk… O ay ışıksız gecelerden söz ettik. Dere konuştuklarımızın kıyısından geçmeyi sürdürüyordu. Hiç sevişmemişlerdi. Belki de bu yüzden ölçüsüz ve saldırgan bir şehvetle sevişir gibi dövüyor ya da dayak yiyorlardı. Onlar “mavzerlerine sevdalıydı…” Ama mavzerler onları hiçbir zaman sevmediler.
Kahramanların mastürbasyon yaptığı pis ve uzun ve ay ışıksız bir geceyi namuslu bir sabaha kavuşturmaya çalışıyorduk.
Değerli Mallar Küpü
(*) Kıymetli eşyalarımı ulu orta her yerde göstermem. Çok paralıymış gibi görünmeye çalışmam. Fiyakalı kıyafetlerle dikkat çekmek pek doğru olmaz. Turistik seyahat yapmıyorum, bir bisikletçi turcuyum nihayetinde. Afra tafra yapacaksam bunun için doğru mekânları belirler, ancak oralarda özel giysilerimi kuşanır, endamımı konuştururum.
Koca bir beyazlığın içinde, var olanın milyonda biri kadar minik minik benekler gibi bir durum. Neden hep böyle yaparız? O kadar olumluluğun içindeki küçücük bir olumsuzluk, bütün hayalimizi yerle yeksan edebiliyor, hayatımızı kasvete dönüştürebiliyor?
İşte durup dururken bunlardan söz etmek… Sonra şiirle fazla samimi bir gece oluşundan mıdır bilinmez, olmadık şeylerden söz etmek… İpe sapa gelmez şeyler iste… Ne bileyim bir kuşun sessiz yankısız ölümü (ne çok kuş ölür değil mi Türkçe şiirlerde?)…
Kuş gibi uçar gider, ya da uçururlar, eğer tedbirsiz olursan…
Bisiklete Zincir Baltası
(*) Velespitim kendi başına bir ‘düldül’ gibi yapayalnız bağlıyken, bagaj çantalarımda saklı değerli eşyalarımı yanıma almadan market alışverişi yapmam. Kaldı ki velespitimi uygun olmayan yerlerde bir an bile yalnız bırakmam, yanı başından ayrılmam.
Aksi takdirde kollarımdaki nevale ile baş başa kalır, yalnızlık türkülerinden ağıtlar yakmaya başlarım:
“♪♪Ellerim böyleee, böyle boş mu kalacaktıııı♪♪”
Düşünceler eylemlere, eylemlerse kadere dönüşür. Olumlu düşünceler insanın kaderini de olumluya çevirir.
Beni tanıyanlar bilir. Kadere inanmam. Kadercilikle işim olmaz. Burada eğretileme yapmaya çalışıyorum, edebiyat harcı yani.
Ama şöyle toparlayayım…
Her nerede sevgi varsa, başarı ve zenginlik (parasal manada değil) vardır. Hayatıma olumlu düşünceleri davet ettiğim sürece kazançlı çıkarım. Bolluğu görürüm. Mutlu olurum. Hayatıma neyi çağırırsam o gelir.
Lakin şimdi durduk yere haydutları, haramileri davet etmeyelim!
Devam edelim istikrarlı davranış biçimlerine…
Davetsiz Konuklar Köşkü
(*) Zorunlu olmadığı sürece, misal peşimden koşturan bir köpek paçalarıma dalabilir, dar kaldırımlı bir sokakta sürerken ahşap bir evin cumbasından bir güzel sardunya saksısı kafama düşebilir, belki bu bir akan yıldız ya da göktaşı da olabilir, hatta gittiğim o muhteşem bölgede aniden bir hortum çıkabilir, bir tsunamiye yakalanabilirim, gibi gibi, panik yapmamalıyım ve asla arkamdan birileri kovalıyormuşçasına koşmamalıyım, yani swift, acele pedal çevirmemeliyim, yani aşırı hız yapmamalıyım. Aşırı sürat kaza demektir. Bildim değil mi? 10 puan, 10 puan… 10 puan…
Kıssadan hisse; eğer sevgi kültürü yaratıyorsam, başıma gelebilecek bir olayda, ya da beklenmedik anda içine düştüğüm bir hadisede feci yaralanırsam, veya başım ciddi anlamda dertteyse, sanırım ilk beni kurtarırlar. Korku kültürü yaratıyor ve terör estiriyorsam belki o hadiseler olmadan çok saygı görebilirim, ama ilk talihsiz olayda başıma gelebilecekleri anlamışsınızdır herhalde.
Ismarlama Mallara İtibar Etme!
(*) Yolda halime, perişan vaziyetime bakıp, içindeki acıma duygusuyla bana bir bardak su veya içecek ikram edenler çıkabilir. Bu iyi niyetin sorgulamasını kafamın içinde bir matriks hızında yapabilmeliyim. Gerçekten bu ikramın ardında insani bir davranış mı kâindir, yoksa bir tür hinlik mi gizlidir, anında tepki verebilmeliyim. E, tabi ki her çeşit açık saçık, striptiz yapan içecekten şüphelenmeliyim. Ama eğer kapalı bir kutuda, şişede veriliyorsa, o zaman, içeceğin bulunduğu kutunun veya şişenin önceden açılmaya zorlanmamış olmasına çok dikkat etmeliyim.
Valla, nasıl desem, bu ‘iyi’ dünyada herkes iyi niyetli olmayabilir. Hele özellikle şu yaşamımızı sürdürdüğümüz tuhaf yüzyılda…
Gerçi verileni de iade etmek de olmaz. Bu pek duruma yakışmaz. Verilen içecek kapalıysa alırım; ama kapağı önceden açılmışsa ondan bir yudum dahi almadan müsait bir yerde içindekini döküp, şişeyi çöpe ya da geri dönüşüm kutusuna sallarım hayatımdan ebediyen çıkartırım. Eğer açık şekilde sunuluyorsa, nezaketen teşekkür eder, bir bahane uydurur, ikramı kabul etmem.
Fizik kanunlarına göre iki cisim aynı anda ve aynı yerde bulunamaz. Ben de bunu sağduyulu matriksime uygulayabilirim. Yani beynimde olumlu düşünce varsa olumsuz düşünceye yer yoktur, olumsuz düşünce varsa olumluya yer yoktur. Tereddüde mevzi olmaz. Eğer tereddüt varsa ve bir türlü sıvışmıyorsa beyinden:
Tılsımlı sözcük: ‘güvenli’ olmayan kişilerin ikramlarını kabul etme, arkadaş. Yani illa o güzelim diyalektik yasaya, karşıtların birliği yasasına boyun eğecek değilim.
Trafik Kuralları Ne Diyorsa O!
(*) Zorunlu olmadıkça otoyollara ve uzun tünellere girmemem lazım…
Aslında bu basbayağı bir trafik kuralı. Çiğnersen, birileri de seni çiğner, cinsinden bir şey. İkisi de yasak!! Aptallık etmenin bir âlemi yok. Zaten dünyanın hemen her ülkesinde trafik terörü var, bir de ben katkıda bulunmayayım yani.
Hayat ben nereden bakarsam, nereden baktığıma göre değişmiyor mu? Yani şimdi otoyolda nasıl sürülürmüş diye mi merak içinde hareket edeceğim? Ya da, ya şu tünelin ucundaki ışığı görmem lazım diye içeri, hurraaa, dalış mı yapmam lazım?
Hayata içeriden değil, dışarıdan bakmak lazım, azizim. İlla içine girip de ne yapacaksın? Ha, çok istiyorsan içeriden de bakabilirsin tabi! Bakacaksan bak, ama adam gibi bak. Dışarıya bakıp, hayatı çok kirli gören adamların büyük ihtimalle pencere camları kirlidir.
Şov Yapmanın Yeri Değil!
(*) Bir de şu çocukluk yıllarımın hastalığı var. Epeydir bundan vazgeçmiştim. Yine hatırlatmalıyım kendime. İki elimi serbest bırakıp artistik sürüşler yapmaktan zevk alırdım. Ne artistliği artık kaçınmam lazım böyle şeylerden. Artist olacağım derken gazetelerin malum sayfalarına model olmayayım…
Arkamdan bir sürü laf ederler: “Vah vah tüh tüh pek iyi bir adamcağızdı ama artistlik uğruna artistik patinaj yapmış. İyi sıhhate uykuları bol olsun!!”
Ne demiş Konfüçyüs?
“Hiçbir şey karanlık bir odada siyah bir kedi aramak kadar zor değildir. Hele odada siyah bir kedi yoksa.”
Aranmayalım şimdi hiçbir sebep yokken. Uslu uslu, cici cici, kardeş kardeş turumuzu yapalım güzel kardeşim.
Hayata iyi yönden bakmayı sürdürüyorum. Çünkü aksine hakkım yok.
Sondeyiş
Aslına bakarsam bu güvenlik konusu uzar da uzar. O kadar çok ıvır zıvır madde vardır ki hayatımıza yön vermeye çalıştığımız. Ben de daha milyon kere değineceğimden hepsini bir kertede yazmak istemiyorum. Sıkar.
Yalan bir şarkının listelerdeki hızlı tırmanışı gibidir emniyete verdiğimiz önem… Ve sanki her defasında işi hayattan ayrılığa bağlıyoruz, korkularımız bundan, endişelerimiz bundan, aklımıza estikçe bunlardan söz ediyoruz yüzde yüz…
El değmeden hazırlanmış, kuvözde itinayla büyütülmüş, rüştünü belgelerle ispat etmiş bir ayrılıktan. Oysa ne saçmadır ayrılık konuşmaları ve ne çok yalan söyler ayrılıp gidenler. Ağızlarda, yanlış tarif edilmiş bir adresi boş yere arayıp duran, yorgun ve şaşkın ve sinirli kelimeler vardır sadece…
Sonra dedim ki kendime, dünya turuna çıkmayı bir ayrılık olarak kabul etmiyorum. İstenildiği zaman buluşmalara, kavuşmalara açık koskoca bir mekân, dünya. İnsan isteye görsün. Atlar bir uçağa, trene, otobüse artık ne bileyim, ‘kapalı’ kutu neyse, ulaşır benim kamping yerime, oturur, bir minimini kahve fincanıyla kanyağı tokuştururuz, geçen hicran günlerimizi çekiştiririz. Sonra gezeriz birlikte. Gösteririm en muntazam yerleri, rehberleri olurum. Daha önce hiç görmedikleri yerleri yaşatırım. Tıpkı bir şarkıdaki gibi.
Yahu ne çok ayrılan ne çok âşık olan var bu naylon kafiyeli şarkılarda!!!
Hatta bazılarında giderken alınan, verilen mektuplardan bile söz ediliyor utanmadan.
Hala mektup yazan kaldı mı ki?
Hakiki bir sevdayı kendi el yazısıyla saman kâğıda nakşeden kaç kişi kaldı? Artık yazı, bütün romantik işaretleriyle birlikte terk etti bizi… Oysa o “tırnak” işareti ki hangi sözü içine alsa şahane bir tebessüme teslim ederdi. Artık silik SMS metinlerine yazılan eğri büğrü aşklar dönemi başladı. Kurşun kalem arasan bulamazsın hiçbir cebin mahremiyetinde… Şimdi kurşun kalem geçirmez aşklar zamanı…
Nedense geceler denince akla kamp, kamp denilince da iyi huylu arkadaşlar geliyor… Havada arkadaş bir serinlik var. Vahşi doğanın göbeğinde, zemheri bir karanlık ve ben ihtiyar denilemeyecek kadar acemi, genç sayılamayacak kadar iyimserim… Neden böyleyim çadırımı ziyaret eden ‘arkadaş’lar da şaşkın. Normalde karamsar olmalıymışım. Ve tir-tir titremeliymişim. Korkudan ve soğuktan. Ve sabahını kovalayan karanlık ve pis ve uzun ve ay ışıksız gecelerden söz ediyoruz. Sonra… Sonra galiba tütünümüz bitti, vedalaşıyoruz.
Sabah mı?
Henüz olmadı…
İşte buraya kadar…
Hayat kısa bir yokuş değil. Yani şimdi ben kalkayım 1,70lik Matrix olayım. Siyah bir pardösü çekeyim üstüme; kapkara gözlükler, deri kovboy ayakkabıları, kendimi şöyle baştan aşağıya ‘reloaded’ yapmış olayım. Çıkayım dolaşmaya. Batı’dan bir ‘Cool’ havası estireyim. Bu mu yani?
Bu dünyada Matrix olmuşsun neye yarar? Mutlu olman için yolda Ajan Smith’ler olacak ki tatmin olasın. Yok ki her aradığın yerde Ajan Smith! Memleketin en havalı köşesi, Bebek bile bebekten çok Ulubatlı Hasan kaynıyor. Hepsi maşallah pala, yersin dayağı oturursun, ömür boyu Ajan Smith ararsın.
Hayatı Amerikan filmlerindeki gibi yaşamaya kalksaydım herhalde istediğim Matrix olmaz, Lee DeWyze’nin “Blackbird” şarkısı eşliğinde zombilere karşı cesurca yoluna devam eden Rick ve tayfası olurdum. Velhâsıl benim de yolumun üstünde o aylaklardan yüksek meblağda olacak zannımca.
Bir sonraki esintiye kadar kalın sağlıcakla…
Mürekkebe banmış esintili Sevgilerimle,
Gezenti Şeref
***…***