Ay Biçim Verir Ayaklarımdaki Tılsımlı Dairelere

ÜTOPYA… Büyük sıçrayışı gerçekleştirmek isteyen, birkaç adım geriye gitmek zorundadır. Bugün yarına dünle beslenerek yol alır…

gEZENTİ şEREF ~ E-2017/054
Esinti Tarihi: Pazar, 23/07/2017

İlk defa bir yazıyı yazmaya döşenmeden, kafamda oluşturduğum kurguya inat, bir başlığı önce atayım dedim. Attım atmasına da içerikte karaltılar olmayacağına emin olduğum halde neden Ay’ı seçtim de neden Güneş demedim? Bilemiyorum, sanki böylesi daha güzel yakıştı. Geceleri pedal sürmek benim gibi miyoplara pek tavsiye edilmiyor. Ama Ay’ın duruşunu bozmayayım. Bununla yetinmedim, bir de makalenin köşe resmini önceden oluşturdum…

Çapanoğlu gibi vaziyettir, beni serseme çevirir onlarca resim arasında ayıklayıp bir tanesini seçmek. Ama bu kez atak yaptım, kaptanın seyir defterine yakışır bir fotoğrafımı buldum. Aslında 10 adet kadar seçilmişler arasında kaldım; bunda karar kıldım. Oturaklı bir şey olsun dedim, belki yazıya da bir ağırlık bulaşır, öyle bir yanılsamaya yol açar umuduyla. Ciddiyet makamının verdiği mütearife suratlılıkla, “gevşek abi”lik edasına bürünmekle her türlü eleştiriye açık. E, bunu koydum, daha yazı imalatına geçiş aşamasında, kelimenin her anlamıyla sırıttı gibi geldi bana. Yazmaktan öte hümayun okur pozu dedim, kendi kendime. Ne o öyle, ayaklar fora, yani bir hamak eksik sağ yanı başımda. Ancak sol başın mukavemetine diyecek yok. İki sandalye bile böyle tepetakla eder adamı. Çifte sabah kumrular gibi. Hani altına “her sabah saat 06.00’da” yazılsa ve yadırganmayacağını söyleseler, o denli doğru tespitte olacaklar. Olsun ama, ben sevdim bunu. Çekileni boş verip çekene baktığımdan. :):):)

Rüya Gibi Her Hatıra

Dağ, tepe, bayır yukarı, bayır aşağı uzun yollar aldığımı sanarak, epeyce adım da sarf etmiştim güya. Fakat en nihayet ben de kürkçü dükkânına âşık tilki, kalbimin yıpranmışlığına meftun faniyim. Geçmişten bir parça bulmak, oraya sığınmak, ömrümce aradığım emniyet şeridine kıvrılıp sessizce uzanmak istiyorum. Bu yüzden türlü bahaneyle dönüp geliyorum. Yiğitlikten ser verir sır vermem. Kalbim yoruldu, bacaklarım artık tutmuyor demem. “Yazılarımı yazmak, fotoğraflarımı yüklemek, yükledikten sonra düzenleyip arşivlemek için şöyle bir uğruyayım dedim,” derim. Bu şirin bungalov çünkü geçmişimdir. Gelecek ancak bir misafirlik ihtimali olabileceğini söylemiştim. Bak şimdi gelecek zamanın içinde bir geçmiş zaman kipi gibiyim. Değil yatıya kalıp kalmayacağımı, oraya varıp varamayacağımı dahi bilmemin imkânı yok.

Bu ve bunun gibi yerler benim düşlerimdeki bulutların ülkesiydi ve bir gün büyük kentlerin sokaklarından akan mekanik nehirlere kapılmadan dönmeyi hayal ediyordum oralara. Ancak düşlerimin ülkesine dönebilmek için kaç bahara, kaç kışa yenik düşecektim daha?

Kökler var olsun!

Deliorman’dan çıkagelen, Razgrad’a göbek bağıyla bağlı olan anneannemin sesi kulaklarımda çınlar:

Ey torun, bakma bugünkü dağların ay ışığında sim gibi parladığına. Bakma beyaz gelinlikler giymiş karına, gün gelip güneş daha sıcak doğacak ve eriyecek buzlar. Delecek toprağı otlar, sürgün verecek yine başaklar, kuru görünen ağaç dalları. Uyanan toprağın yüzünü tırmalayacak umut kazmaları. Yurt dediğin nedir torun? Doğduğun yer mi? Doyduğun yer mi? Bir yere yurt diyebilmen için önce doğmalı, sonra doymalısın elbette. İstekleri bitmeyene iki cihanda da huzur yoktur. Böyle bilirim. Bildim ki eğer vermezsem bu sarı tohumu kara toprağa, ne umudum kalacak, ne de toprakla bir bağ aramda. ‘Dağın arkası dağ olur’ derler. Te bu Deliorman’ın Koca Balkan Dağları’na bak. Ne demek istediğimi anlarsın. Doğrudur. Lakin bakarsan, beklemeyi bilirsen, dağın arkası bağ da olur. Onun için ne sabrımı, ne umudumu yitirdim şu koca yalan dünyada. Ana rahmi gibidir dünya insana, ana rahminde göbek bağıdır hayat bağımız, dünyada ise umutlarımız. Umudunu yitiren hayat bağını da yitirir, torun. Ben bunu bilir bunu söylerim.

Anneannemden bana, benden evlatlarıma, kim bilir belki de onlardan kendi evlatlarına umudu yüreğinde taşıyanlara selam olsun!!

İdeal Bir Hayalin Peşinde

Muhteşem büyüklükte bir ütopyam var. 80 günde değil ama kim bilir kaç günde nerelere kadar ulaşabileceğim bir dünya turunun projesi bu.

Hazırlık süreci gırla devam ediyor. Kısa menzilli, orta ve uzun menzilli rotalarım oluşmuş durumda. Nereye ne zaman gideceğimin planlamasını tasarlıyorum. Çok yakında velespit turlarım başlayacak. Her şey iyi güzel, hava benden yana; havamız muhteşem yani. Ancak bu turnelerde yaşadıklarımı kayıt altına almam gerekiyor. Bu makale bununla alakalı.

Ha, yok canım, kayıt dediysem sakın korkmayın, bu makale de bir önceki “görüntü kayıt” gibi yorucu dereceli bir uzunlukta oluşmayacak. Ama kısalık uzunluk konusunda önceden tahmin etmem çok zor. Akışa göre sürüyor. Eğer sıkılırsanız, ara verin sonra devam edersiniz; çaylar şirketten…

Sözcükler Ömre Bedel

Yola çıkmadan son zaruri kontrollerimi yapıyorum. Her şey yerli yerinde. Gidon çantamda küçük bir not defterim var. Buna tur öncesinde güzergâhımla ilgili notları alıyorum. Sonra bir nevi kaptanın seyir defteri gibi her geçtiğim, mola verdiğim, kamp yaptığım yerlerle ilgili, seferle, gidişatla ilgili detaylar, saatler, kilometreler, ve gün içinde yaşadığım, ya da tanık olduğum olaylar, olgular ile ilgili birer ya da birkaç cümlelik notlar düşüyorum. Bu defterim anlık notlarım için.

Ben şu saatte şuraya varacağım, şu saatte şu yoldan çıkıp, şu yola gireceğim gibi kaygılarım olmadığı için son derece rahatım. Yani bisikletimi spor yapar gibi kullanmıyorum. O benim ulaşım aracım. Ne kendimle, ne de bir başkasıyla yarış halindeyim. Zırt der, bir yerde aniden durabilir, ve oranın fotoğraflarını çekmeye başlarım. Zırt der, bir yerleşim biriminden geçerken, birilerine rastlar, sohbet ederim. Sık sık mola veririm. Günde şu kadar saat yaptım diye bir olayım yok. Güzergâhım belli, rotam değişkendir. İstersem karayolundan, istersem dağ tepe giderim.

Bu yüzden yolda giderken zırt pırt not da mı alınır birader? Diye soracak olanlara, evet, canım kardeşim, bu kaptan “not alır!” diye cevap veririm.

Bir de ajandam var, bisiklet çantamda taşıdığım. Onu her günün sonunda (akşam yemeğinden sonra çayla demlenirken) o güne ait önemli anılarımı temize geçer biraz daha süslemeli yazarım. Aklıma yeni şeyler gelir eklemeler yaparım. Yani küçük not defterime gün içinde yazdıklarım kaynaklık yapar. Asla ilkokul günlerimizdeki gibi: “Cici günlük” gibi başlıklar atmama gerek yok. Örnek olarak, “Babaeski’nin Katranca Köyü girişinde önüme çıkan haydut az sonra tırsıp kuyruğu elinde tarlalara daldı” gibi kısa ve öz maddeler kifayetli olur.

Tur günlüğü neye niyet neye kısmet

Şimdi bu notları almazsam ne olur, başıma neler gelir? E, valla, turlarıma ait notları hiç tutmazsam, bilemedim bir, bilemedim bir kaç sene sonra o tura ait hatırladıklarım bir ajanda sayfasını bile doldurmaz. Yani diyeceğim şu ki anneannemden bana genetik umutlu ve dirençli geçiş: “yaşadıklarım kimseyi ilgilendirmez” safsatası değil torun torbaya anlatabileceğim destanlar olmalı.

Evet, şüphesiz, yorucu geçen bir günün ardından tur günlüğünü temize geçirmek hem pelte gibi bir davranışa sürükler hem de sıkıcı olabilir; ama benim bunu mutlaka yapmam gerek. Sabaha da yapabilirim belki ama enerjimi ertesi günün yoluna vermek varken, bu elektriği niye popoma vereyim ki? Üzerinde oturmuş, elde defter kalem, ne o öyle, sabah sabah anı yazıyorum. Belki göle girip yüzeceğim. Sabah duşumu alacağım. Belki kuvvetli ihtimalle kampı toplayacağım.

Ayrıca tur günlüğümü görüntü kayıtlarıyla desteklemem çok önemli. Bunun için sürekli fotoğraf ve arada bazı bazı video çekimleri yapmalıyım ki görüntü kayıtlarıyla beraber tur günlüğü tutulunca bir kaç bin kilometrelik bir turda hangi gölde balina avladığımı, hangi meteor taşını tek elimle yakaladığımı, alışveriş merkezini soyguna gelen maskeli soyguncuyu burnundan tutup nasıl bertaraf ettiğimi, nerelerde ağacın dibine ihtiyacımı giderdiğimi dahi hatırlayabilirim.

Vizörden Deklanşöre

Tıpkı bu makalenin özgün resmi gibi berrak ve şeffaf bir hatırlatma olur. Zira çekilen ve çeken, birbirini yansıtır. Vizördeki göz, objektifteki konuyu belirler, deklanşördeki parmağa hükmederek.

İşte ben de velespitimle yapacağım mesafeli yolculuklarda bu turnelerin yayın yönetmenliğini üstlenince, ayağımın tozuyla, paralı kulüp başkanının “taraf”tarları yağlaması misali ilk yıldız transferimi yapacağım: Kızımı… bünyeye alacağım. Yani bu yaştan sonra hem pedal çevir, hem mola ver, hem kamp yap, hem günün anısını döşe. Bir de yetmiyormuş gibi şak şak fotoğraf çek. Zaten o teklifimi kabul ederse, rivayettir henüz aldırmayın, makale yazmayacakmış da kızım, kendi çektiği fotoğraflarla ilintili denemeler attıracakmış.

Hani benim panoramik kent manzaraları, börtü böcek filan çekmişliğim vardır, ama o benden daha iyi fotoğraf çeker, çekecektir. E, o olmazsa, bu makalenin fotoğrafını çekeni davet ederim. O da iyidir, pek yeteneklidir doğada, manzarada. Ama şimdi üstünden yıllar geçmiş, toplumun fotoğrafını çekeli çok oluyor. Onlardan oluşturduğu albümleri bilgisayarım çöktü deyip üstüne yatıyor. Dizi başvurularında portfolyosu olarak kullanıyor bence.

Hep merak etmişimdir, acaba bu fotoğrafçılık tutkusu bende bir hobi olarak mı gelişti diye. Tam adını konduramıyorum mesela. Ama eğer hobim olarak nitelendirseydim diğer el attığım konular kabilinden: haritacılık olsun, gitar çalmak olsun, yemek pişirmek, mangal yapmak olsun, bisiklet, yüzme, dans olsun, yazarlık, kütüphanecilik olsun onun da ucundan köşesinden girer inciğini cinciğini öğrenmeye çalışırdım. Oysa ben sadece iyi çektiğimi düşünürüm, fotoğraf makinesinin ne aksamını bilirim, ne açısını, ne ışığını, ne gölgesini vesaire. İyi bir poz yakaladım mı, basarım deklanşöre. Işık şuradan geliyormuş, buradan sızıyormuş aldırış etmem. Tabii yıllar içinde resim çeke çeke bayağı bir deneyimim oldu diyebilirim. Olmadı mı?.. Oldu…

Eğer gerçekten çok iyi olsaydım, eh, o zaman ben neden bunu meslek olarak seçmeyi düşünmedim derdim kendime… Ya da, eğer, örneğin ressamlık, müzik, tiyatro sanatında olduğu gibi bir yere varamayacağım belli olduysa, neden vazgeçemiyorum?!

Hobi Dünyam

Okul yıllarında normal insanlar gibi acayip hobilerim vardı. Bilirsiniz işte, ilkokul, ortaokul ve lisede, pul, kartpostal, böcek, kelebek, çiçek, yaprak, kız arkadaş, şudur budur koleksiyonu yapılır, üniversitede biraz daha makul uğraşlara başlanır. Her üç gençten birinin berbat bir müzik grubu, korkunç bir tiyatro topluluğu bulunur mesela. Ben ortaokulda “sürüsüne bereket kitap okuyan, kitap biriktiren, herkes kitaplarını duvar köşelerinde üç beş kuruşa satarken, ben onları alıp köşeme katarken, edindiğim rengârenk desenli misketler, kartpostallar ve pulları biriktiren, sağda solda çöpe atılmış oyuncak arabaları, gazoz kapaklarını, bira şişelerini toplayan”, yani acayip “hobileri olan” biriydim.

Fotoğrafçılığım gibi bisikletçiliğim de bir hobi mi yoksa? Dünya turum da bir hobi mi mesela?

Bana kalırsa “hobi” eksantrik bir kelimedir. Kimi vatandaşlarca, zaman zaman “fobi”yle karıştırılıp, “Ay benim çocukluğumdan beri dinozor hobim var, gece rüyalarıma giriyor” örneğindeki gibi, nefis cümlelere vesile olur. Sanki hayatında dinozor görmüş de, bir de rüyasına davet ediyor.

Hobi nedir öyleyse? Pazarda parayla mı satın alınır? Maddi değeri var mıdır? Yoksa boş beleş midir? Aileden kalıtımsal bir miras mıdır? Kim verir, veriştirir? Nasıl girer kişiliğimize, nasıl gelişir o zavallı iskeletimizin ince, narin duvarları arasında? Ya manevi değeri?

Bence hobi zanaatı bir insanın para kazandığı ve gerçekten iyi yaptığı işinden arta kalan vakitlerini doldurduğu, genellikle seramik saksılıklar ve acemice yontulmuş ahşap biblolar dışında hiçbir değer yaratmayan uğraşların toplu hâli gibidir. “Vakit öldürme”nin havalı söylenişi!

İyi de bisiklete binmem, dünya turuna çıkmam, fotoğraf çekmem böyle bir şey değil ki. Yani bunlar benim için gel-geç gönüllüğü olan birer zafiyet değil.

Sevindirici Sonuç!!!

Okur-yazarlığım da böyle. Binlerce kitabım var. Birikim yapmış toplamın %60’ına yakınını tamamen okumuşumdur. Bu %60’ın %10’unu en az 3-4 sefer okumuşumdur. %25’ini mutlaka kaynak olarak kullanmış, tamamını okumasam da kısım kısım incelemişimdir. Geri kalan bakiye %15’ini okunması için geleceğe bırakmışımdır. Okuma zevkim kadar el emeği alın teri yazmaya da çok düşkünümdür. Yazdığım ve yazmaya devam ettiğim onlarca, yüzlerce şiir, öykü, roman, mektup yanında binlerce makale yazmışlığım vardır. Bu sanat halen devam ediyor. Notlar almaya bayılırım. Hele bir de gezgin hallerdeysem, not almanın keyfine doyamam.

Diyelim velespitimle uzun mesafeli bir tura çıktım. Tur sırasında hem notlarımı alırım hem fotoğraflar çekerim. Senaryoya uygun videolar çekerim. Akşamüstü kamp yapacağım yere gelir, etrafı temizler, çadırımı kurar, müştemilatlarımı inşa eder, yemeğe girişirim. Gün batımını seyreder, değişik açılardan fotoğrafını çekerim. Kamp yerimi de videosuyla birlikte çekerim tabii. Akşam yemeğimi afiyetle yedikten sonra, çay demlediğim sırada ve çayımı yudumlarken, bu bazen soğuk bir bira da olabilir, sıcak bir kanyak da olabilir, mevsime göre ayarlı alkol muaşereti, günlük küçük not defterime not aldıklarımı, göz bebeğim ajandama o gün yaşadığım her şeyi aktarır, süslü kelime oyunlarıyla desenler çizerim. Zira bu ince detayların, “gEZENTİ şEREF”te makale yazımı için toparlarken, inanılmaz faydası olacağı kanaatini taşırım.

Ayrıca ajandama yazdıklarımın son alt kısmına yolculuğumun hem nitel hem sayısal verilerini de ilave ederim: hava koşulları, yol koşulları, çevre koşulları, yaptığım kilometre, ortalama hız, kalori vesaire. Bu bilgilerimi Bontrager seyahat cihazımla birebir kontrol ederek yaparım ve işi bitince aleti ertesi günün serüvenine hazırlamak için yeniden sıfırlarım.

Konforlu Alan Enerjisi

Diyelim elektriğe kavuştuğum bir konaklama tesisindeyim, bir ya da birkaç gece kalacağım. Bu fırsat bana fotoğrafları, videoları bilgisayarıma indirmeme olanak tanıyacaktır. Hem onları indirir, dosya klasörlerimi bir arşiv düzeneğinde oluşturur, sonra da gerekli düzenlemeleri yaparım. Fotoğraflarım arasında fotoshop’a mağdur olacakları seçer, notlarını alırım. Onlar hem şanslı hem de bahtsız kurbanlardır. Sonra sıra gelir ajandamda yazılı olan kayıtlara: ne var ne yok tümünü aynı düzen içerisinde o tura ait oluşturduğum Word dosyasına naklederim. Böylece elimde hem ‘raw material’ hem de dijital veriler mevcut bulunur. Tur devam ederken hiçbir şekilde “gEZENTİ şEREF”e blog gönderileri yapmam. Sadece facebook sayfasına fotoğraf eklemeleri yapar, her bir fotoğrafla ilgili ayrıntılı notumu bitişiğine ilave ederim.

Kim bilir, belki bu içinde yüzdüğüm proses de bir hobidir!!!

Yok canıııım… Eğer, hobiler boşa giden faaliyetler ise bu yaptıklarımı nasıl hobi olarak değerlendirebilirim ki!

İlle velakin bu hobiler arasında gerçekten öyle tuhaf olanları var ki, bunlar en çok da kentli yaşam sürdürenlere mütedair bir tür paranoyak girişim denemeleri. Yoksa kırsal alanda, doğada kim böyle ucube zahmetlere elini sürecek. Demek her şeye rağmen, şehir hayatı, trafik, uzayan çalışma saatleri falan, yine de insanların acayip lüzumsuz boş zamanları var!

Tuhaf Kıyaslamalar

Avrupa kentlerini gezerken şuna dikkat ettim: Hangi toplumda “eğlence” kültürü azsa, orada hobiler coşuyor! Yani gevezeliğe, arkadaşlığa, gezip tozmaya, müziğe, dansa, sekse, uzun sohbetli yemeklere uygun değilse ortam, insan kendini hisse senedi toplama sanatına falan veriyor!

Bir de Uzak Doğulu tuhaf arkadaşlar var. Bunlar da enteresan. Kendi memleketlerinde yetmiyormuş gibi bir de göç ettikleri ülkelerde ‘ithal-ikameci’ yurttaşlar gibi davranıyorlar, ve sağlıklı, sağlıksız ne varsa getiriyorlar ülkelerinden. Kâğıt katlama sanatı da bunların eseri mesela. Adamlar feci ilginç insanlar. Dönem dönem, dalgalandırıcı haberlerde görürüz. Çekik gözlü, zeki vatandaşların geleneksel yarışmaları arasında Domino taşlarını sırt sırta verdirip, kilometrelerce dizip, bir parmak şaklatmasıyla birbirlerini devirmelerini seyretmek vardır! E, şimdi gelin, ortaya bir “Neden?” sorusunu atın sıkıysa. Soramıyoruz tabii. Zira çatal bıçak yerine ‘kazık’ kullanan bir millete bazı şeylerin nedenini sormamak lazım! Ama, enteresan halk çocukları oldukları beş vakitlerinden belli. Hangi vakit bolluğu bir insana bu ‘hobi’leri buldurtmuştur acaba diye merak etmenin âlemi yok!

Tabii her şeyin bir oluşma ortamı var.

Ortam dedim de…

Bir de şu fotoğrafıma bakın…

[📷 Margate, UK, Temmuz 1983.]

Kuzenimin fotoğraf çalışmalarından taze bir örnek, vizöründen Margate sularından Fransız sahillerine baktığım ve şifahen bir “deneme metni” kaleme aldığımın ânıydı ki, çekenin ve çekilenin birbirini yansıttığının güzel bir örneğiydi.

O fotoğrafa bakarak, çekene ne esinlendiğini duymuş, ama şimdi bu esintiyi çekilen hakkında da fikir sahibi yapmış gibi düşünebilirsiniz. Artık fotoğrafın ne kadarını görüyorsanız, burada gördüğünüzü kendi objektifinize yansıtabilirsiniz. Ne de olsa, her çeken ve çekilen, bir de sonuca bakan gerektirir.

Benim bu fotoğrafımı, on üç yaşında bir kız çekti. İçimden bir ‘aktör’ çıkartacağını hesap edemezdi yani. Polaroid marka makinelerin revaçta olduğu o dönemde, elinde basit, amatör bir fotoğraf makinesi. Dijital filan hak getire. Üstelik çekenin hiç bir aşinalığı yok. Ara Güler’in o yaşlardaki dehası düzeyinde değil ki, sıradan bir kız çocuğu. Başka, herhangi bir şey yapmak istemiş mi, ondan da emin olamayız. Planlı kurgulu değil, öylesine basmış bir işaret parmak, rasgele oynamak için elimden aşırdığı makinenin tuşuna. Kadraj umursamazlığı, “artistik poz” sonucu verecekmiş, ne anlasın. Çünkü ben o sırada doğayla denizin buluştuğu yerde, kente aykırı aşırı oksijen solumanın getirdiği hazla, gökyüzüyle şiirsel seslendirişimi sürdürüyorum. Gökten başıma yağan bir nevi Aeschylus’un “Prometheus Bound” poetikası, tragedyası gibi…

Şimdi gelelim bugüne…

Velespitimle yapacağım yüksek menzilli turlarımın hizmete geçişiyle, zaten bir fotoğraf stüdyosu olan “gEZENTİ şEREF” blogu içerisinde muazzam bir değişiklik olacak, her geçen gün biraz daha çevikleşecek, seyahatnamenin dört bir yanından “kaptanın seyir defteri” muadilinde yazılar, fotoğraflar uçuşacak,  videolar havalanacak. “Muazzam” da nedir, ölçü birimlerinde karşılığı var mıdır? Mamafih şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, velespit transferi, laytmotif kalıplı bir giysiden ibaret “VELESPİT TURNE”ye, hiç değilse bir öncel askı sipariş edilmesidir. Bu sayede, turun içinde tur varmış izlenimi doğurabilir projenin çarklısı, “GAZA GELDİM🚶” tarihine de bir göz atın isterseniz. Ön tekerlek nereye giderse arka tekerlek de oraya gider der atalar…

Hali hazırda ne biçim teçhizata sahip olacağım sorgulaması kafamda sürüyor, dünyayı fotoğraflamakta kullanacağım. Elbette işin bir bütçesi, onculayın hesabı kitabı, bilimsel kurgusu, ve aslında evirip çevirip yazacağımı esas alıp esinlediğim doğal bahçeleri çekeceğim cambazlıklar var, kafamın içinden geçen.

Askı ceketi ayakta tutsun, ceket askıyı sarmalasın örtsün, asalım bir çiviye orada dursunlar onlar şimdi, konu dağılmasın.

Diyelim bir turu komple bitirdim, ne yapıyorum o vakit, o kısma geçiyorum…

Yolculuk Sonrası Post-Prodüksiyon

O zaman gelince fotoğrafları ve/veya videoları seçip O tura ait “Word” dosyasındaki (aynı şekilde ajandamdaki) günlüklerden faydalanarak yazım işlemine başlıyorum. Edebiyattan kaçmak, anı-yaşam parçalarını öykülemeden olmaz. Her güne ait birkaç tafsilatlı not, fotoğraflarla birleşince o günü tüm detaylarıyla hatırlamamam için bir neden oluşturmaz. Öyle ki, hangi bahçede hortuma bağlı duş süzgecini çalıştırdığımı dahi hatırlıyorum. Tabii blog yazıları büyük zaman sarfiyatı gerektiriyor. Bunları bazen kısa tutabilirim, bazen uzatabilirim. Kendi ellerimde.

Zaten facebook’da ziyadesiyle cep foto-roman tarzımı koruyor ve minimum yazı, çokça bol fotoğraf şeklindeki gönderilerle işi kıvırtıyorum. Yine de kamplı turlarımın hemen hepsinin günlüğü olduğundan anı-yaşam anlatımlarımda detaya girmediğim anıları bile istersem çok detaylı bir şekilde FB içinde de dolambaçlı aktarabilirim. Ama ihtiyaç yok. Okurlar, gerçek hatıratı ve o turla ilişkili detayları “gEZENTİ şEREF” içinde okumalı. Teferruat görmek istenildiğinde bundan iyi bir seçim olmaz herhalde. İstersem sadece bir turdan (bir yerleşim birimine, yerel bir şehre, bir köye, ya da yabancı bir ülkeye yapacağım ziyaret) kitap bile çıkartabilirim. Bir bisiklet turundan da herhalde bir kütüphane dolusu kitap çıkar. Çelebi’yi sollamış olurum.

Kaldı ki, “gEZENTİ şEREF”in makaleleri başlı başına bir kitaptır ayrıca. Övünmek gibi olmasın, “TOPLU YAPITLAR” diye bir bölümüm var kütüphanemdeki kitap sayısından fazladır herhalde. Tabii siz bunların tamamını henüz orada göremiyorsunuz, %90’ını yayımlamadığım için. Gezenti Blog serüvenini, yani şiirsel yolculuklarımı, “gEZENTİ bİSİKLET”ten çalıp, sil baştan yenilediğim, birçok kısmı güncellediğim ve anı-yaşam kronolojisinin mağduriyetinden dolayı. Kim bilir, belki bir-iki sene içerisinde bütünüyle tamamlar ve nihayetinde günceli yakalayabilirim… şayet ben ölmez sağ kalırsam…

Diğer alternatif kanallar

Aslında Facebook’u pek sevmiyorum. Hasta ediyor beni. Forum siteleriyle de hiç işim olmaz. Facebook’un şöyle bir kolaylığı var: anında ekleme yapmak ve insanlardan geri bildirim almak oldukça külfetsiz, fakat ben bunun ne kadarında yer almak istiyorum, işte bu belirsiz. Yazılan yorumlara bile cevap yazacak zamanı bulamıyorum kendimde. Onun için affetsinler beni. Yoksa kendimi saatlerce sosyal medyada kilitleyecek biri değilim. Ekleyeceğimi ekliyorum ve çıkıyorum. İşin gerçeği, kimseden ne bir beğeni, ne bir yorum bekliyorum. Gereksiz böyle şeyler. Oyalayıcı. Bakarsın, hoşuna giderse beğenirsin, istersen yorum da yaparsın, bu kişinin kendi bileceği iş. Önemli olan bilgilenmek. Her şeyi de takip edeceksin diye bir kural yok ki!

Bu yüzden ve arşive önem veren intizamlı bir insicam olması açısından ben “gEZENTİ şEREF”i kullanıyorum. Evet, oldukça zahmetli fakat en güvenli sistem. Üstelik orada interaktif bir düzen oluşturmayı tercih etmiyorum.  Yani izleyiciler giriyorlar, bakıyorlar, işlerine gelirse okuyorlar, sonra da “bye-bye” çıkıyorlar. Ne bir beğeni düğmesi, ne bir not bırakabilecekleri yorum alanı açık değil. Gerek yok. Zaten beğenen beğeniyor, beğenmeyen küfredip ayrılıyordur. Bir de abuk sabuk, küfürbaz yorumlarla uğraşacak değilim.

Yani böyle şahane bir edebiyat akımı temsilciliği için narsizme bulaşacak hal, vaziyet yoktur bende.

Bir özengen fotoğrafçı olarak da, bir amatör yazar olarak da oldukça mütevazıyımdır. Hele konu “Velespit Turne” konsepti ise kimselerin tavuğuna kış diyecek kadar ileri gitmez, kimselere bulaşmaz, kimseyle herhangi bir polemik içine girmem. Kendi “Bisiklet Turu” yolculuklarımda basar giderim.

Bir nevi kaçış yani…

Kaçış dedim de “Kaçış filmleri”ni bir hayli özledim desem. Tabi bunu derken salt bir izleyici olarak her türlü toplumsal gerçek ve sorumluluktan uzaklaştıran eğlence filmleri değil elbette, bana baskıcı ortamlardan bu ortamların tüm varoluşsal yapılarını ret ve imha ederek kaçmanın sinemasal zevkini yaşatan ‘kaçış filmleri’ni de kastediyorum… En güzel örneklerinden birini Henri Charriere’in aynı adlı kitabından uyarlanan Franklin Schaffner filmi “Kelebek”le gördüğüm bu türün sinema tarihinin derinliklerine gömülmüş gibi görünmesi çok ilginç doğrusu…

Aksiyon türünün alt türlerinden olduğu söylenebilecek ‘kaçış filmleri’nin en iyi örneklerinden biri, 1962 tarihli Zoltan Fabri filmi “Two Half Times in Hell” (Cehennemde İki Devre)’ydi. Sonraki Londra yıllarımda izlediğim, bir grup savaş esirinin esir kampından kaçışlarını bir futbol maçı bağlamında anlatan filmin 1981’de Hollywood’un en muhteşem yönetmenlerinden John Huston tarafından “Escape to Victory” (Zafere Kaçış) adıyla gerçekleştirilen yeniden-çevrimini anımsamadan geçmek olmaz.

Türün çok güzel bir başka örneği, 1963’te muhteşem bir oyuncu kadrosuyla çekilen “The Great Escape” (Büyük Firar)’dır. Steve McQueen, James Garner, Richard Attenborough, Charles Bronson, Donald Pleasence, James Coburn gibi dönemin iyi oyuncularını kadrosunda barındıran film, yine 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında Naziler’e esir düşmüş bir grup askerin kâh tünel kazarak, kâh Fransız direnişçilerinin desteğini alarak kaçmaya çalışmalarının heyecan dolu ve hüzünlü hikâyesini anlatmaktadır. Aynı on yıl içinde üretilmiş bir diğer kaçış filmi, 1967’de Stuart Rosenberg tarafından çekilen “Cool Hand Luke” (Parmaklıklar Arasında) adlı filmdir. “Kelebek”teki Kelebek karakterinin yaptığı gibi, bulunduğu cezaevinden defalarca kaçmaya çalışan başkarakterin –Steve McQueen, Dustin Hoffman ile birlikte oynuyordu– diğer mahkûmlarla girdiği iddia yüzünden onlarca yumurta yediği sahneyle anımsayabileceğim müthiş film…

Saymakla bitmez aslında…

Örnekler çoğaltılabilir; mesela Billy Wilder’ın 1953 tarihli esir kampından kaçış öyküsü “Stalag 17”; başrolünde Clint Eastwood’un oynadığı 1979 tarihli Don Siegel filmi “Escape From Alcatraz” (Alcatraz’dan Kaçış); ve Frank Darabont’un 1994’te Stephen King’in “Rita Hayworth’ı Seven Adam” adlı öyküsünden inanılmaz bir başarıyla uyarladığı “The Shawshank Redemption”, türün mutlaka anılması gereken örnekleri olarak sinema tarihindeki yerlerini aldılar. Tabii ‘kaçış filmleri’nin bir de TV örnekleri var, başta 70’lerin ikinci yarsında seyredip de unutamadığım ‘Logan’ın Kaçışı’ adlı bilim-kurgu dizisi olmak üzere…

Her birinin ismi geçtiğinde izlemiş olanların yüreğinde sıcak bir heyecan dalgasına yol açan ve özellikle belirli bir tarihsel dönemde üretilmiş bu muhteşem yapıtların en önemli özelliği, kahramanlarının neredeyse insanüstü bir inat ve dirençle, değişik nedenlerle içine düştükleri statik ve baskıcı ortamlardan kaçmaya çalışmalarıydı. Söz konusu filmlerdeki bu ‘kaçma çabası’ başlı başına övgüye layık özel bir değer içermektedir zaten, bir de bu ‘özel değer’i filmlerin üretildiği tarihlerdeki toplumsal kültürel-ekonomik-politik yapıyla birlikte ele aldığımızda ne denli özel bir yere oturduklarını açıkça görmek mümkün…

Peki, niçin artık bu tür filmler çekilmiyor? Artık ‘60’ların ve ‘70’lerin baskıcı politik yapılanmaları kalmadı mı? Artık özgürlük istememize gerek kalmayacak biçimde özgür müyüz?

Tabii hiç de öyle olmadığını aslında en bilmeyenler bile biliyor. Artık tüm dünya büyük bir hapishaneye dönüşmüş durumda… Fakat bu hapishanenin duvarları ışıltılı vitrinler oluşturan görüntü ve ses parçalarıyla örülmüş olduğu için hiç kimse kaçmaya teşebbüs etmiyor. Bu hapishaneden kaçmak istediğimizde bu ışıltılı duvarları yıkmamız, rengârenk kaleydoskoplar gibi bizi hipnotize eden görüntü duvarlarını delmemiz gerekecek. Bunu yaptığımız anda, ‘sanki istiyor’muş gibi yaptığımız ama tuhaf bir biçimde kaçıp durduğumuz özgürlüğe kavuşacağız. Oysa alttan alta, ışıltılı duvarlardan yoksun kalacağımız böyle bir özgürlüğü istemiyoruz.

…muz mu acaba gerçekten?

Çok yönlü “Velespit Turne” projem tek başına bir kaçış planı değilse nedir?

Kaçış Planına Katkı

Ben gerçekliği olabildiğince yadsıdığım bir illüzyon evresinde ve evreninde yaşamayı reddediyorum, arkadaş. Ve belki de bu yüzden ‘kaçış filmleri’ndeki gibi anlatıların beni bir daha, bir daha uyandırmasını, şöyle eliyle dürtüklemesini, illüzyonu bozmasını, özgürlük denilen şeyin gerçek doğasını anımsatmasını istiyor ve kendimi, beni işte asıl bu ‘gerçek yoksunluğu’ gerçeğinden uzaklaştıracak “Velespit Turne”ye yöneltiyorum. Yirmi birinci yüzyılın en başındaki gün ve saatten bu yana gerçekliğimi ve özgürlüğümü ancak sentetik imgeler düzeyinde kuruyor ve tasarlayabiliyorsam, demek ki, bu durumda öyle görünüyor ki, asıl istemem gereken, yeniden ‘kaçış filmleri’ imal etmem değil, “Türkiye Yolları” & “Dünya Turu” filmlerini yollarda çekmem icap ediyor…

Yoksa bu ‘kaçış filmleri’nden kaçmak da mı bir hobi, ne dersiniz?

Gösteriş dünyasını elimin tersiyle itecek kadar alçak gönüllü bir yaşantıya doğru pedal çevirmek. İşte duygu bu. Yoksa her şey illa parasal bir değerle ölçülebilir diye bir şey yok bu gezegende. Bilirsiniz, Uzak Doğu’nun muhteşem çekik gözlü dostlarımız Japonlar her türlü elektronik aleti, robotu mobotu, insanların görevini çabucak ve rahatça yerine getiren aleti edevatı icat eden bir millet. Yani hem evin içinde, hem işyerinde, pek insan gücü kullanarak yapılan bir şey yok. Zaten yaşadıkları evler de avuç içi kadar, eşya diye bir şey yok, bir hasır, bir yatak, bir yelpaze, yerde oturup çay içiyorlar. Ev işleri, ofis işleri, fabrika işleri de minimuma indirgenmiş yani! Ayrıca karınca Japonlar öyle ağustos böceği Akdenizliler gibi, madem işim gücüm yok, bari sabahtan eğlenmeye başlayayım, kurulsun sofralar, yiyelim içelim, kafaları çekelim, dans edelim diye timsah pullarını dökecek bir millet de değil. Japon gece hayatı barla, diskoyla falan da, nereye kadar yani! Bakın, yine benim dediğime geliyoruz.

Hobiler acayip can sıkıyor. Gelip geçiyor. Boş vakit öldürüyor. Japon sıkılıyor! Çok fazla boş vakit olunca, vuruyor, vuruyor kendini domino taşına. Vakti var adamın.

İnsanın vakti olunca

E, benim de var; vaktim yani. Niye hobi bobi yapayım ki? Alırım velespitimi, pedallarım, çıkarım “Türkiye Yolları”na & “Dünya Turu”ma. Öyle Japon kardeşim gibi hobilerim arasına bonzai yetiştirmeyi, üç-beş metrekarelik bir Zen bahçesinde, saatlerce kum, moloz ve çakıl taşlarından desen yapmayı aklımın ucundan geçirmem…

Hobilere karşı bu saldırgan tavrımın asıl nedenini ise şöyle açıklayabilirim: Çok minik yaşlarımdan itibaren tüm hobilerimi farkında olarak ya da olmayarak meslek hâline getirdim ve iyi halt ettim! Gazoz sattım, gazoz kapağı biriktirdim; yollardan bira şişeleri toplayıp sattım sonraki yıllarda minyatür alkol şişelerini vitrine tıkıştırdım; artistlik yaptım, tiyatroculuk yaptım, bandoya girdim, müzikal dostlar edindim, hiçbir kapıya yaranamadım; 12 inçlik plaklarım kadar hesap makineleri koleksiyonu yaptım, muhasebeci oldum. Artık ne mali işler yöneticiliği icra etmekten, ne televizyon seyretmekten, ne turşu yemekten zevk alıyorum!

Hem Türkiye yolcularına hem de Dünya turcularına duyduğum var bir kıskançlık yani!

Ve fakat tutup da şimdiden sonra bir hobi edinmeye kalksam… Mesela domino momino yapmaya, bonzai monzai ekmeye, kara kalem manzara çizmeye, yağlı boyadan tuval örmeye kalksam. Ohooo. Velespitimle saat 6.00’da çıkıyorum, kampa girene kadar akşam altı, yemekti, çaydı, çayda çıraydı, günlük kayıtlardı, ortalığı toparlamaktı, emniyet zincirini oluşturmaktı, uyku tulumunu açmaktı falandı, filandı derken… Aaa deli miyim ben, hangi biriyle uğraşacağım? Vaktim mi var benim?

Hobi alanını daraltmak mı? Adamım Benim!

Ben en iyisi mi fotoğrafçılık hobimde kalayım. Onunla yaptığım hiçbir iş boşa gitmiyor da ondan. Açımı seçer. Görüş açım ile bakış açım arasındaki farkı, metaforumla kapatırım. Açılarım mecazda iş görür yani. Zamanlamayı kollarım. Bazen öyle anlık, rastlantısaldır ki, elimi makineye atma ihtiyacı uyandıran bir yaşam karesi o an gökten zembille iner esin dağarcığıma, tıpkı mecazdaki. Kareyi belirlerim. Onu o kutuya hapsedip görüntüyü paylaşırım. Yoksa kendimizi ifade olanağını nasıl buluruz ki? Bulamayız. Fon bakar, oluştururuz kafamızda. Ben ve kare. Hangi figürün, hangi nesnel arka planda belirdiği ve belirginleştiği gibi vurgu değiştirebilen somut analizler çimlenir mecazda. Işığının filtreleri vardır. Apaçık olanla karanlıkta bırakılan arasındaki derinlik farkı ne güzel de yansır mecazda. Netliği, niteliği keyfincedir. Ama biz de keyifliyizdir. Ben ve kare. Fotoğraflanacak olanın parlaklaştırmalarla farklı bir açıdan netlik kazanacağı kaygısından azadedir mecaz.

Fotoşop dükkânı bir mecazdır. Günlük tutulan notların, kayıtların mecazlığınca. Bir başka mecaz olarak ertesi günkü tura ve mecazen muştulu betimlenir kalem erbabı bir gezginle buluşmuş, gönderen makamında mecaz olmuşlardır nihayetinde.

Ha, o yukarıdaki şakuli fotoğrafım mı? Benimkini genç kızlığın başındaki bir kız çekti, dandik bir makine ile, o nasıl şeymiş öyle bir bakayım diyerekten.

Artist martist, o bakanın kuruntu algısı. Hiç de öyle bir şey yok işte. Onun kadrajı, bir satış unsuru olsun diye değil, kadraj nedir, vizör nedir bilmediğinden. O yüzden, koydum işte buraya, siz de görün diye.

Bir de benim çektiğim doğa, manzara ve sokak fotoğraflarına bakın, nereden esinlendiklerini biliyorsunuz. Kıyaslayın…

Minik Ütopyalarla Başlayan Sanat Eserleri

Her şey bir ufacık bir hayalle başlar ve o hayalin fotoğrafını çekmekle yola koyulur demiştim. Şeytan dörtgenine girip çıktığım zaman bu fotoğraflı yazılardan daha çok görürsünüz.

Don Taylor’ın 1980 tarihli bir filmi var: “Final Countdown”. (Beklenmeyen Baskın). Başrollerinde Kirk Douglas ve Martin Sheen’in oynadığı filmde, Nimitz isimli uçak gemisi bir elektromanyetik fırtınaya yakalanır ve mürettebat kendini 1941 yılında, Japonların Pearl Harbour’a saldırısının hemen öncesinde bulur. Tabii kolayca anlaşıldığı gibi film, esrarengiz tarihi yüzyıllara dayanmakla birlikte adı 20. yüzyılda düşülen kayıtlarla bilinir hale gelen ve Charles Berlitz’in ünlü kitabıyla da şimdiki şöhretini kazanıp birçok Hollywood filmine konu olan ‘Bermuda Şeytan Üçgeni’ne ve bölge hakkında örülen mitolojiye sırtını yaslıyor.

Birçok gemi ve uçağın kaybolduğu bölgeye dair söylentiler, elektromanyetik fırtınaların yol açtığı zaman yolculuklarından uzaylıların evrensel bir hayvanat bahçesi için insan örneği kaçırmalarına kadar oldukça geniş ve çoğunluğu ‘fantastik’ten öte gitmeyen teoriler çerçevesinde kaldı. Fakat sonuç olarak ortada, gerçeklik duygusunu tümüyle yok etmesine rağmen bilinmeyenin doğasına duyduğumuz tuhaf ilgi sayesinde devamlı diri kalan bir mit var.

Bermuda mitiyle bağlantılı olarak anlatılan en ilginç olaylardan biri, 1984’te filme de alınmış olan “Philadelphia Experiment” (Philadelphia Deneyi)’dir: Gerçekliği oldukça şüpheli olmakla birlikte bir o kadar da ilgi çekici bu öyküye göre ABD Donanması, 1943 yılında Philadelphia açıklarında elektromanyetik jeneratörlerle donattığı bir savaş gemisini ‘ışınlayarak’ Norfolk Virginia’ya gönderir. Bu deneyde Amerikan ordusunun amacı, savaş makinelerini elektrik alan ile manyetik alanın kesişmesi sonucu açılan bir uzay-zaman kapısından geçirerek normalde ancak günlerce, belki haftalarca sürede ulaşabileceği savaş bölgelerine ve özellikle de Japonya açıklarına birkaç saniye içinde göndermek, karşı tarafın ne olduğunu anlamasına fırsat tanımadan saldırıp geri dönmektir.

Soslu döneme de selam olsun!

Sonuçta Amerikan savaş teknolojisinin zavallı bir reklamından başka bir şey olamayan bu anlatıların kuruluşuna bakılırsa, filmler ABD ordusundan sadece destek almamış, belki tümüyle ve özellikle ordu tarafından yaptırılmış gibi görünmektedir. Tabii aslında çok da şaşırtıcı değil, 1980’den bahsediyoruz; aynı yıl seçilen başkan Reagan’ın, Bayan Thatcher ile el ele soğuk savaşı “Yıldız Savaşları” projesiyle soslamaya hazırlandığı bir dönem…

Yani bu janr filmleri ve üretim sürecini sosyolojik bir olgu olarak çözümleyebilmek mümkün. Hollywood sinemasında bu hep oldu ve bundan sonra da olacak, şaşılacak bir şey yok. Şaşırtıcı olan, benzer bir anlatı yapısıyla Hollywood dışı çok özel iletişim ortamlarında karşılaşıyor olmamız…

Yani şimdi ben de diyorum ki şu Bermuda’dan geçmeden evvel bir eve uğrayayım. Hal böyle olunca, yine işi gücü bahane edip kalkıp memleketime geliyorum. Barış Manço’nun “Halamın kızı Zehra”sı gibi, bir geçerken uğruyorum. Artık kaç ay buralarda sürüneceksem? Demek hakikaten özlemişler beni. Demek hakikaten ben de özlemişim.

Ama bir tarihte demiştim ya hasret garip bir deniz. Med-ceziri bol, kolay taşıyor. Her şeyi kendiyle çarpıp, olduğundan büyük gösteriyor. Sevinci de, kederi de. Bir de hayal kırıklığını tabii. En çok onu belki de…

Neyse, görüntüyü kaydedelim de ne olur ne olmaz…

Bir sonraki esintiye kadar kalın sağlıcakla

Mürekkebe banmış esintili Sevgilerimle,

Gezenti Şeref

***…***

(*) Önceki Makale: “Fotoğraflardan Bakılınca Puslu Görünen Dünya

(*) Sonraki Makale: “Efendim, Buyurun Sizleri “Pire🚲” ile Tanıştırayım

(*) Alt Makale: “Gündüz Sürelim Gece Kamp Yapıp Pusu Kuralım” [Kamp/Ütopya]

>>> [iÇERİKdİZİNİ]

error: Content is protected !!