**KAMP~2017-010**
Ailemle, yakın akraba çevrem ve sıkı dostlarım ile aram çok iyidir. Mükemmeldir. Yalnız filan değilimdir. Çok mersi işim gücüm de yerindedir. Evet, mesleğimde işsizim. Uzun bir süre çok çabaladım ama kafama göre takılacak muhterem bir kumpanya bulamadım. Ben de ne yaptım mıhsıçtı sektörü mehabetli sektöre çevirdim. Pek iyi yaptım. Mükemmel yaptım. Fotoğraf, video sanatını en ince kuluna kulpuna kadar öğrendim. Sinemacılığın Sine’sini ezelden severdim, Macılığı’na da el atmama ramak kaldı. Ama şimdi bunlardan da sıkıldım. Yeni bir sektöre sürüş yapıyorum: Memlekete & Dünya’ya…
İşim gücüm mü yok benim? Ohoooo, sürüsüne bereket. Beni daha bekleyen yüzlerce yaşam hatıratı oturup yazmam, “Nostalji İnsanı”na uyarlayıp derlemem ve orada şık fotoğraflı görüntüleriyle dosyalamam lazım. Ama nerde o eski canhıraş hırslar? Hırsız olup sıvıştılar. 80’lerin ortasında takıldım kaldım. Ne bir adım ileri, ne iki adım geri. Sıkıldım, bu mecradan da vazgeçtim. Şimdi yeni bir alana doğru sürüş yapıyorum: Memlekete & Dünya’ya… Bir de bu sayede aldım başıma belayı bu “gEZENTİ şEREF” bloğunu sardım notlarımın arasına; burada da beni bekleyen onlarca, yüzlerce esinti-gezi-kamp yazılarını oturup yazmam gerektiğini hatırlatıyor birileri.
Tek zevkim alabildiğine viski, çay, şarap, kahve filan içmek. Tek kaçışım ise… Gelecek…
Kurtlu Gezenti Halleri
Öykündüğüm bir anneannem var. Öykünmek ne kelime yaşadığı dönemde kadıncağızın iki ayaklı motor hal ve davranışlarını gıpta ederdim. Yerinde durmaz, ihtiyar poposunun üzerinde oturmak nedir bilmez, zırt oraya, zırt buraya kapı kapı dolaşır, bir günde en az elli kapı zili çalar artık kimlere konuk olduysa orada gününü tamamlardı. Pek gezgin biriydi yani. Acayip gezerdi.
Gezmek ne kelime, gittiği misafirliklerde bile ev halkıyla karşılıklı oturmuş konuşurlarken, anneannem az biraz müsaade ister, herkes onu ihtiyaç giderdiğini sanan dursun, o çaktırmadan girer mutfağa, komşusunun bulaşıklarını yıkar bir çırpıda… Ya da; “Dur ben bir evcağzıma kadar gideyim, ocakta yemek mi ne vardı, altını kapatmış mıydım, hatırlayamadım,” der, çıkar, çıkış o çıkış, gider başka komşusunun kapı zilini çalar, pırlar orada bir güzel kahveli, çaylı, kurabiyeli misafirliğini sürdürür, bu arada öteki komşusu hâlâ kendisini bekleyedursun, anneannem, o peşinen gittiği yerden sonra da kim bilir kaç komşusunu ziyaret etmiştir çetelesini tutmak mümkün değildir.
Ama herkes bilirdi onun bu hallerini. Çok severlerdi üstelik. Sevgide saygıda kusur etmezlerdi. Hatta “Amannnn Saliha, ömür kadınsın valla, bir senin gibi olamadık şu ölümlü dünyada!” der iç geçirirlerdi.
Anneannemden bana harikulade kalıtsal miras…
İşte ben böyle ‘fıkırdak’ bir anneannenin torunuyum. Popomda kurt kaynar. Kimse kolay kolay beni bir yere mıhlayamaz. Misal hangi eve taşındıysam mutlaka bir sonraki izlemiştir onu. Hani öğrencilik yıllarında böyle olur şeyler denilebilir. Cık. Evlendikten sonra ailemi de peşimde sürükleyerek en az dokuz on yer değiştirmişliğimiz vardır. Sanki memur hayatı yaşıyoruz, birader. Çalışma hayatında hangi işyerine girdiysem orada da en fazla dört yıl kalmışımdır. Antalya’da son yat tersanesindeki işim bir istisna, muazzam bir rekordur, aslında. Daha neler sayarım da bu yazının içeriğinde gerek yok.
Şimdi ipleri kopardım, hayallerimi ebedîleştiriyorum, pek yakında velespitimi bacaklarımın arasına alıp, adamakıllı sürüp önce Türkiye coğrafyasına sonra da kısmet olursa Dünya’ya kapağı atacağım. Kim bilir belki bu kez de alacağım yanıma, peşimden sürükleyeceğim yine, ailemi. Fakat şimdilik şanslılar, kendi özel işleriyle iştigal içindeler, bana veya benim hayallerime ayıracak zamanları yok. Dolayısıyla beni ütopyamla kafa kafaya bırakmış haldeler.
Özgür Dünyada Hür Yolculuklar Hülyası
Âlâ…
Gidiş o gidiş, sürüş o sürüş, o günden sonra haberimi alan olur mu olmaz mı tam bir muamma. Desem de havaya konuşuyorum tabii. Artık “gEZENTİ şEREF” dört dörtlük yayın yapan bir dizi platosu gibi çalışıyor. Al haberi çocuktan. E, o da benim bir evladım sayılır nihayetinde.
Velespitim bana uymuş geçmişle ipleri olabildiğince germiş, bir Dünya’ya gitmesi kalmış. O koca dünyada ne bir işimiz var, ne hisse senetlerimiz, ne yüklü paramız pulumuz, ne de bize kefil olabilecek birileri… Sponsor hoş bir kelime, ama ne yalan söyleyeyim, sübvansiyon yad erklik yapar, biz kimseye bağlılığı, bağımlılığı sevmeyiz. Alabildiğince hür ve özgür olabilmeliyiz.
Bakın yine dilim sürçtü. ‘Ben’ yerine ‘Biz’ çıkarsaması yaptım. Ben ve ailem… Ben ve ağabeyim… Ben ve akrabalarım… Ben ve çocukluk arkadaşlarım… Ben ve sıkı dostlarım… Hadi bir anlığına iyimser olup öyle olduğunu varsayalım. Kabulümdür.
Dışarıdan bakınca, yan komşunun Mars’a gitmesi ne kadar imkân dâhilindeyse, bizim kuyruk kuyruğa Türkiye yolculuklarına ve Dünya Turu’na gitmemiz de o kadar mümkün.
Lakin insan çaresiz kaldığında imkânsıza ne kadar sarılabilirse ben de okyanuslar, dağlar, ovalar ötesi hayaline öyle sarılıyorum. Uyumadan evvel yatağıma uzanıp hem Türkiye hem de Dünya Atlası’nı çalışıyorum. Sarı kart, kırmızı kart, yeşil kart çekilişlerine katılıyorum. Farklı meşguliyetlerimizin birbiriyle çeliştiği, birbirine çakıştığını, asla birlikte yol alabilmemizin mümkün olamayacağını bile bile, gidip velespit satan mağazalarla görüşüyor, şunu şunu isteyebiliriz diyorum; ama satın almadan eve dönüyorum. Yazıyorum tahtaya.
E, denemediğimi kimse söyleyemez.
Bakın Turgut Uyar ne güzel söylemiş:
Sizin alınız al inandım
Morunuz mor inandım
Tanrınız büyük amenna
Şiiriniz adamakıllı şiir
Dumanı da caba
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız
Bütün ağaçlarla uyuşmuşum
Kalabalık ha olmuş ha olmamış
Sokaklarda yitirmiş cebimde bulmuşum
Ama ağaçlar şöyleymiş
Ama sokaklar böyleymiş
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız
Aşkım da değişebilir gerçeklerim de
Pırıl pırıl dalgalı bir denize karşı
Yan gelmişim diz boyu sulara
Hepinize iyi niyetle gülümsüyorum
Hiçbirinizle dövüşemem
Siz ne derseniz deyiniz
Benim bir gizli bildiğim var
Sizin alınız al inandım
Morunuz mor inandım
Ben tam dünyaya göre
Ben tam kendime göre
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız.
Yoğunlaştırılmış Aktivite İzlencesi
Realist olmak gerekirse, bu haftadan itibaren çok yoğun bir programa bağımlıyım. Hele bir de aşırı Eylül sevinci var ki, evlere şenlik… Ama sevgili okur, severim seni… 1-30 Eylül arası için naçizane tavsiyelerimdir; aklını başına topla… Evde, okulda, stadyumda, trafikte, sokakta, parkta (park yok, park yok!), viyadükte, vapur iskelesinde, banka, loto, toto kuyruğunda, nüfus memurluğunda, sinemada, tiyatroda, konserde özetle her zaman her yerde huzurlu ol, altta kal ama alttan al, e mi canımın içi?
Eskiden vapurların ‘bodrum’ katları vardı. Kışın lodos feci esti mi inerdik oraya, hem salıncak gibi sallanır hem odun sobasıyla ısınırdık. Geceleri daha çok sallanırdı sanki.
Şimdi velespitimle salına salına yol alıyorum. Ama gece sürüşü yapabilir miyim pek emin değilim. Ah şu miyopluk, ömür boyu başıma bela! Araba farları gözümü fena alıyor. Ama niye dert ediyorum ki? Benim iki gözümün görüş kapasitesi birbirinden farklı. Biri yakını çok iyi görürken, biri uzağı çok iyi görüyor. Göz doktorları bile bu sıkıntıma doğru dürüst bir çıkar yol bulamıyorlar. Yakın gözlük verseler, uzak problemi yaşıyorum, uzak gözlük verseler yakın problemi yaşıyorum. En sonunda bir tanesi dayanamayıp şöyle demişti: “Şeref kardeş, sen iyisi mi kitap okuyacağın zaman sağ gözünü kapat, araba kullanacağın zaman da sol gözünü kapat.” Valla şahane fikirdi. Tasarruflu göz kullanımı!! Aç-kapa, aç-kapa…
Karaltılarda velespitimle sürüş yapmak zorunluluğum ancak ne zaman doğabilir?
Akşam erken iner bizim meyhaneye gibi bir durumla karşılaşır ve kamp yeri bulma konusunda sıkıntı yaşarsam, mecburen kara kara karanlık yolda rotama devam edebilirim. Sabahın köründe uyanırım, mis gibi taze bir hava. Yolum da müsait gibi. E, o vakit sabah karanlığında yola çıkabilirim. Mevsim değişti, güneş artık kar bulutlarının arkasından zoraki sırıtıyor. Böyle uzun kış günlerinde uzun tur yapmak gibi sebeplerden dolayı zorunlu bir sürüş yapabilirim.
Örnekleri çoğaltabilirim ama hudut fikri belli oldu gibi. Işığın ve yol şartlarının yetersiz olduğu kaçınılmaz durumlarda ‘karanlık’ sürücüsü olmasam, gece gece ya da bulutlu havalarda bisiklete binmeyeceğimi bilsem bile ne olur ne olmaz diye güçlü velespit farları edinmem şart. Belki ayrıca güçlü bir el feneri de faydalı olabilir. Hatta kaska takılan ışıklardan da taktırabilirim. Özellikle diğer yabani araçların beni fark edebilmesi için bunu yapmalıyım.
Anneanne nasihati
Aslında zorunlu olduğunu hissetmedikçe ne gece ne sabahın köründe ne de yoğun tipide sürüş yapmak işime gelmez. Yapmak zorunda kaldığımda en iyi bildiğimi sandığım yollar bile o karanlık havada bana yabancılaşacaktır. Hatta neler kurmam ki kafamın içinde. Her karaltı saçma sapan bir objeye, sanki bir canlıya dönüşebilir. Yol levhaları, ağaçlar, sazlıklar, yol kenarları, ay ışığı, yıldızlar bile şekil değiştirmiş hayaletlere, canavarlara dönüşebilir. Her şey daha farklı görünür. Korkudan velespitimi kirletmeye değmez…
Arkadaşın biri o karaltıdan çıkar, “Bu daha başlangıç…” derse valla arkama bile bakmadan basarım pedallarıma. “Mücadeleye devam” diye devam etmek mi, aslaaaa. Hattaa “İnş cnm ya” falan filan da demem; “Allah tamamına erdirsin” veya “Başlamak bitirmenin yarısı” filan derim ki bir an evvel bir kamp yerine varıp, çadırımı kurayım, içine atayım kendimi, zıbarayım, sabaha kadar fosur fosur uyuyayım…
Ama şimdi bu kanaatkârlıktan, iktifadan ve istiğnadan da siyasi sinyal, manzara çakarmış gibi değil de tevekkülle konuşan anneannemi model alarak yapmalıyım, tamam mı cicim?
Keza ıssız, sessiz fundalığın göbeciğinde “Her yer Orman” diyen çıkarsa zinhar “Her yer direniş” diye velespitimden aşağı atlayıp yürümem peşi sıra; ne bileyim gözümü seveyim, ya. Hatta ve aslına bakarsam “Yaa, eskiden buralar hep dutluktu, dedeme 10 liraya vermişler almamış” diye anlamaza yatmak en fani akıl olur zannımca, tamam mı ciğerimin köşesi?
Hey gidi Nazım hey…
Gece sürüşüne mecbur mu kaldım, “Dalgaları karşılayan gemiler gibi, gövdelerimizle karanlıkları yara yara,” gibi gazlara gelip pedallara aşırı dozda dokunmamalıyım. Tamam, ben de şu bahtı kara ortamdan çıkmak, rüzgârları en serin, uçurumları en derin, havaları en ışıklı sıra dağlara çıkmak isterim de 10-20 km/h’den hızlı gitmemeye çalışsam daha iyi.
Yoksa “Arkamızda bir düşman gözü gibi karanlığın yolu”nu unutur bindiririm bir yerlere. Gerçi hep bir umut vardır ya insanın içinde, o ışık bende hiç dinmez, gaz lambası gibi silik de olsa, usul usul yanmaya devem eder. Çünkü bilirim umut bir sonraki noktaya ulaşmaya sağlayacak en muhteşem güçtür. Çünkü bilirim “Önümüzde bakır taslar güneş dolu”dur. Az sonra “Dostların arasındayız!”dır.
Ne dostları, ya? Yahu bu dost post dediğim, başka türlü dostlar çıkarsa!
Göz göze, yan yana, türlü türlü dostlar…
Geceleri köy, kasaba, sokak, yaylak köpeklerinin ve ağaçlıkların arasından her an fırlayacakmış hissi veren yırtıcı hayvanların en aktif olduğu zaman aralığı olduğunu asla unutmamam gerekiyor, değil mi? Söz gelimi işlek bir yolda bile karşıma geceleri yaban domuzu sürüsü çıkabilir. Valla bu dünyanın tüylüsü, tüysüzü, kıllısı, kılsızı, yünlüsü, yünsüzü, sivri dişlisi, yumru dişlisi, kalkık boynuzlusu, kıvrık boynuzlusu, iki ayaklısı, dört ayaklısı, kısa kuyruklusu, uzun kuyruklusu, boyunlusu, boyunsuzu, boylusu, boysuzu hiç bitmezler. Hep vardırlar ve var olmaya da devam edeceklerdir. Sırf bu yüzden bile gece sürüşleri daha tehlikelidir. Buna bir de belediyelerin, işgüzar köylülerin açtığı abis çukurları, hendekleri ve diğer türlü tehlikeli engelleri görmek neredeyse imkânsızlaşır, sürüşü zorlaştırır. Sabah oldu mu, artık beni ya bir hendeğin içinden ya da ‘girilmez’ barikat diye dizdikleri taş yığının altından toplarlar. Ayrıca küfelik ve narkoz yemiş, hipnotize edilmiş ‘eşref saatli’ sürücülere hedef olmak kolaylaşır.
Oradan bir sevdiceğim bağırabilir: “Neredesin aşkııım???”
Diye bir mesaj mı geldi? Valla, bir bilsem, nerelerdeyim, ben de yolumu doğrultacağım da… Neyse; “Buradayım aşkım” demece yok; cıssss, anında gazetelere düşebilirim LBGT+’tır destekçisi sanan çıkar! “Nerede miyim aşkım? Nerede aşkım mıyım? Aşkım mıyım nerede?” diye “Ferhat ile Şirin”deki Ferhat, “Leyla ile Mecnun”daki Mecnun, “Tahir ile Zühre”deki Tahir ayağına yatayım diyeceğim ama o da pek çok sakıncalı; “Ben biliyor muyum neredeyim ya aşkım” veya kısa yoldan “Bilmiyom!” der kurtulurum.
Güneşin sofrasına çıkmaya daha çok vakit var. Dağlarda gölgem göklere vuruyor. Göklerin gölgesi üstüme üstüme geliyor. “Göz göze, yan yana, durun çocuklar.” İyi de nasıl?
Serden geçen ayyaş şoförler
Alkol yüklü nahoş sürücüler sabaha karşı 02.00 sularından itibaren yollardan çekilmeye başlar. Bu güzel haber mi şimdi? E, tamam; durmak yok yola devam öyleyse. Haydaaa. “Beterin beteri var” demiş atalar, boş yere dememiş tabii. Ama çok oluyor bu atalar. Pireden deve yapmayı nasıl da becermişler yahu. Bu sefer de bu küfeliklerin yerini uykusuz sürücüler alıyor. Aldık mı başımıza belayı. Yola mı bakacağız, kıyıdan köşeden çıkabilecek bir kanlı canlı karaltıya mı, yoksa bu zebanilere mi? Adam, madem uykun var, çek bir kenara, horuldayarak uyu, sonra kalk sabahın kızıllaşan zinde şafak vaktinde, devam et sıhhatli yolculuğuna. Yok anam, patron şöyle der, mal beklemez; ah şu kapitalist sistem yok mu? Hem insan doğurun der, hem yok etmek için bin bir çeşit yol arar bulurlar. Mucitliklerinde üstlerine yoktur.
Sabah 02.00-07.00 arasında özellikle düz yol kesimlerinde uykusuz, ayyaş sürücülere çok dikkat etmek gerek. Arkamdan, önümden, bana doğru kontrolsüzce gelen bir kasap gördüğümde ne tarafa kaçabilirim bilmiyorum. Tabi her hipnoz hali bu kasaplara dair değil, benim de başıma gelebilir, ben de gidon başında narkolepsi, ram 1, ram 2 filan dip uykuya dalabilirim. Bu kıyıya çek psikolojisi benim için de epeyce geçerli. Onun için ilk göreceğim uygun konaklama tesisi her koşulda idealdir ve rahat, konforlu bir uykuyla zihnimi açacaktır…
Bisiklet turlarında çareler tükenmez
Çareler tükenmez; her şey “Çare Drogba mı” canım? Zaten onu da kaybettik. Adam Chelsea filan derken Kanada’ya uçtu. Gerçi o şimdi donar oralarda. Ne işin vardı, mis gibi boğazı terk edip gittin? Oh olsun! Şimdi Montreal Impact takımında kırklıyormuş. Şu ‘impact’ sözcüğü de bir âlem. Darbe, çarpma, etki, tesir gibi anlamları var. Tehlikeli işler. Hele bugünlerde böyle sözcükleri pek anmayalım. Bu ayaktopu oyuncusu bozuntusu da nereye gitse, nerede oynasa bir ayaklı ihtilal yapıyor.
Ama şimdi hatırladım ben Galatasaray taraftarıyım ya, yine de Drogba’ya fazla tezahürat yapmak içimden gelmiyor. “Çare Drogba” demeye çalıştığım düşünülür. Beşiktaş taraftarı değilim ama Çarşı’yı çok severim. Kapalı çarşı gibi değildir. Basbayağı açık seçik oynarlar. Ama mesela bu karanlık zebani dolu yollarda ‘Çarşı’ logolu ürün yerine “Yetmez gülüm balım bu gulyabaniler yetmez” yazılı tişört bulsam, onu giysem mesela, koyu koyu. Siyahı olan, beyazı olmayan. Konsept bu, takıma göre uyarla işte diyorum. Sarı geceler ışıl ışıl ışıldar, iyidir, belki o zaman fark ederler, ama tunç kırmızı sanki kan kokusu salar. Bırrrrrr. Ben almayayım şimdi. Neyse iyi olan kazansın…
Şarkıların geçtiği yerden geçelim
Gece yarısından sonra özellikle tali yollar çok tenhalaşır. Tasları birbirine vurup çocukları uyandıracağım da, bu zibidi ıssızlıkta kim duyacak sesimi. Arabayla sürüş yaptığım zamanlarda en az üç dört şeritli çok geniş bir otoyolda saatler boyunca tek bir aracın dahi geçmediğini bilirim. Bu yüzden başıma bir şey gelirse yardım çağıracak durumda değilsem yandı gülüm keten helva. Aaa bu şarkı böyle miydi?
Ne o gülü, mülü? Gül mevsimi mi aklıma geldi acep? Amman ha park, bahçe ve meydanlardan uzak durayım da; gideyim bir kıyı bandına oturayım, yeşilimtırak bir “I Love ORMAN” pankartı açayım, “1-2-3 tane yetmez 4-5-6 sokak köpeği olsun” diye bağırayım. Yok, vazgeçtim, bağırmayayım, cinnet çağıran bir huzursuzluk olur kuzukulağım benim… Hâlen evlerden ırağım… Diyelim ki, yokuş aşağı yuvarlandım, şarampole uçtum, can havliyle bir dala tutundum. Yardıma koşanlar “Diren abi,” derse, huzursuzluk çıkaracak halim yok, “Dış mihrak mıyım ben? Vatan sağ olsun, direnmiyorum” derim, belki bırakırım o gül dalını kurtulurum…
Neyse efendim, tekrar tekrar kalın harflerle, boyalı kalemle söylüyorum: geceleri zorunlu olmadıkça kesinlikle yolculuk etmeyin. Hele sen… Özel gece turları yapacaksan (ki gece bisikletçiliği ayrı bir keyiftir) yanında bir arkadaşın (misal ben! 🙂 ) olmadan kesinlikle şehirlerarası işlek bir karayoluna çıkma, dağlara, tepelere, ormanlık alanlara, ovalara, yaylalara, vadilere, uçurumlara, yarlara, kayalıklara vurma. Hani yok illa macera diyorsan, canısı, gündüz saatlerini bekle. Ya da takıl peşime hayatını yaşa!!!
Karaltıda karşına çıkan tehdit edici unsurları görünce bütün saygı ve sevginle “Oraya KOMA, buraya KO” de geç…
Özetle bu ‘kısacık’ makalede anlatım özürlülüğü keşfettiysen, boş ver, uzun mesafeli velespit turnelerine, dünya turuna çıkacaksan sen yine de dediklerimi yap, orada burada huzuru bozma gezi boyunca tamam mı sevgi böcüğüm?
Haydi bakalım, sağdan gidiyoruz, cüzdan bulmaya…
***…***…***
Mehtabın Sofrasındayız
Sabahları olaysız, barışçıl bir şekilde gelir. Yollar önüme serilir. Günışığıyla birlikte uyanırım. Usulca doğrulur, kalkarım. “Başları göklere atalım.. Serden geçelim..” Ah be Nazım, heeeyy, nerden geçelim? Yalınayak koşarak devlerin geçtiği yerden mi geçelim? Heeey hop, heeey hop hep birden mi geçelim?
Uyku tulumumu katlıyor, zipliyorum. Yastık yaptığım giysilerimi de toparlayıp çantalarımı yerleştiriyorum. Kafam yerinde. Gidip şu gölde bir de sabah duşumu alsam mı? Elbette, niye olmasın? Duş almak fikri iyidir, dingin soğuk su adamı çakı gibi yapar. Ha, çakı dedim de, aman, kıymıklı kamamı unutmayayım. Tamam, onu da velespitimin üstündeki eyer cebine yerleştirdim. Yüzmek yok ama. Yoksa yolun bir kısmını geçmeden tuş olabilirim. Kulaçlamayı akşam saatine kuruyorum. Kafam berrak. Gün ışıl ışıl, parlak.
Duş biter bitmez çadırımın başucunda çimenlere yatıyorum, kuş seslerini dinliyorum. Uzaklarda bir yerlerden araçların vınlayan sesi mi geliyor ne? Yok, yine yanıldım galiba. O çağlayan suyun sesi. Gürül gürül ayaklarımın ucuna kadar gelen o nafiz ıslaklık. Derken apansız bir sessizlik. Ortalık sütlimana dönüyor. Bir çıt yok. Çadırımın fermuarını açarken çıkardığı cıııııııırt sesi kamp alanına yığılan tek seslilik gibi.
Sonra bu sese kulaklarını diken ağustos böcekleri eşlik ediyor. Kulaklarımda müthiş bir vınlama. Zannedersin tinitus baskın yapmış, mekânı çınlatıyor. Su sesi, kuş cıvıltıları, araç vınlamaları, fermuar sesi, cır cır böcekler ve ben hepimiz bir koro halinde sabaha uyanıyoruz. Yüzümde gündüz ferahlığı. Taze bir esinti yalayıp geçiyor. Akıllı aletten hava durumunu kontrol edeceğim; ama kendinden zeki akıllı bir aletim olmadığını fark ediyorum. “Çare Drogba mıydı?” Yok canım, işaret parmağım sağ olsun. Önce ağzımın içinde bir tur attırıyorum, sonra havaya doğru tutup havanın bolometresini alıyorum. Rüzgâr yok. Harika. Malum sert rüzgârlar turnemi en çok zorlayan yol barikatları.
Kâh içerde kâh dışarda
Çadırımı toplayacağım da sıra bir türlü ona gelmek bilmiyor. Tekrar çadırın dışına atıyorum kendimi. Bir içeri, bir dışarı. Yalınayak. Ön ve arka ayaklarımı iki yana açıyor, esniyorum, geriniyorum, esneme hareketleri yapıyorum. Oysa ben zaten bunları 1/2 saat önce yapmıştım diye bir anımsatma yapıyorum kendime. Yok, bu kamp yerini feci sevdim ben, bir türlü ayrılmak işime gelmiyor. Ardımda bırakacağım diye bir hüzün kaplıyor gönlümü.
Ah, hicran, sen ne nankör duygusun, sen! İyi de ben ihtiyaç işimi görmüş müydüm? Yo, hayır, hemen az ötedeki ağaçların altına kurduğum ***** (beş yıldızlık şey yani) mahzar tesisime yöneliyorum. Konforlu konforlu, sindirim sistemimi çalıştırırken, düşünüyorum, acaba bir kulplu bardak kahve içsem mi, diye. Saatten de haberim yok. Güneşin karşıda sıralı dağların ardında yükselttiği ilk kırmızı ışıkların duruşuna, suyun şavkına ve oturduğum güzelliğe bakarak saatin kaç olduğuna karar veriyorum. “What the heck!” diye bir çığlık atıyorum. Lanet okumak ne kadar iyiyse sabahın bu muazzam şafak vaktinde. Ayağımın dibinde kanca ayaklı bir yengeç ayak topuğumdan bir tadımlık dilekte bulunmak derdine girişiyor. Elimdeki değnekle dürtüyorum, önce nazlanıyor çekip gitmekte, sonra biraz daha sertçe, zorunlu ayrılıyor, topuğumu esenlikler içerisinde bırakıyor bana.
Beş yıldızlı tesisimi güzelce kapatıyorum. Üstünden kilitliyorum. Artık bir sonraki ziyaretçileri, her kimse onlar, gelene kadar derin uykuya tıkılabilir. Tabi onlar mı keşfederler, o mu kendisini deşifre eder, Mahabharata’daki yedi uyurlara benzer bir durum ortaya çıkabilir.
Yalınayak iradeler…
Gece zaten bol miktarda ‘kıtmir’ görürüm diye yoldan çıkmadım mı? Neyse. Kafaya koyuyorum, bir kulplu sıcak kahve içmeden şuradan şuraya bir adım atmayacağım. Hem nes-kahve sabah sporuna doping yapıyor. Yıllarca denemişliğim vardır. Ocağımı yakıyorum ve çaydanlığa bir kahvelik suyu ekliyorum. O kaynaya dursun, ben çadırımı toplarım. Paketlemem çok çevikçedir. Arzu ettiğim hızda iş görürüm. On dakika bile sürmüyor tüm çadırımı toplamam. Oysa ne çok kazığı var bu sevgili dostumun. Kurması bir âlem, toplaması başka bir âlem. Hareket tarzım çok dikkatli ve ustaca. Her şey kendi bölümüne giriyor çantalarda, ve o çantalar da velespitimin üzerindeki yerli yerine. Köşe kapmaca oynatmıyorum hiç birine. Ya da ne bileyim saklambaç ve mendil kapmacayı zaten yasaklamıştım. Bazen istop’a izin veriyorum, o kadar.
Kaynayan suyun sesi kuşların sesini bastırıyor. Bayılıyorum bu kendinden ıslık çalan çaydanlıklara. Düüüt… düüüüüüüt… ötüyor neşeyle. Hâlbuki az sonra onun da gireceği yer karanlık bir dünya. Kahvemi içerken elimdeki küçük not defterime gideceğim rota ile ilgili kısa, minik notlar alıyorum, diğer elimdeki haritadan esinlenerek. Gözüm bir önceki sayfada yer alan günlük notlarıma kayıyor. Akşam hatıra defterime (ajanda) ne kayıtlar düşmüştüm ama; bunları bir de makaleye dönüştürdüm mü, offfff, süper. Turnemin bu kısmını bitirene kadar sabredeceğim artık. Nerede bir yıldızlı konaklama tesisi bulursam orada bilgisayarıma indirebileceğim çektiği fotoğrafları, video görüntülerini. Sonra da yazmaya başlayacağım: “Kaptanın Seyir Defteri: …………….”
Ya, bu intihal ürün ‘Kaptan’ sözcüğü yerine girift bir ‘nickname’ bulmalıyım. Ki bana özgün olsun, hatıralarımı darmadağın etsin. Etkisiyle allak bullak etsin. Tamam, üzerinde çalışacağım…
Adios Amigos…
Ocağı topluyorum, kaşığımı yalıyorum temizlemek için. Yok, artık o kadar da değil hani. Bardağımı da yalayacak halim yok. Gidiyorum su içinde duruluyorum. Bir benzinciye ulaşana değin kirliler torbasında beklerler. Dişlerimi fırçalıyorum, çoraplarımı ayakkabılarımı, tişörtümü giyiyorum, etrafta son bir temizlik daha yapıyorum. Ortada bir kül, yanmaya eğimli ateş filan kalmasın. Çevre temizliği en az emniyet ve güvenlik kademeleri kadar önemli. Askerlik insana muazzam şeyler öğretiyor. Ben hiç izcilik yapmadım. Keşke ona da bulaşsaymışım. Ama çok kamp yapmışlığım var. Fark etmiyor. Sadece ortamları ve eğlenceleri farklı.
Güneş dağın ardından çıktı, amanın o ne güzellik öyle. Ufukta narçiçeği gibi bir görüntü. Az sonra ardımda birkaç metrekarelik alanda yalnız otlar ve az ileride çakıl taşları kalacak. Gece sıfırladığım elektronik sayaçlarımı bir kez daha kontrol ediyorum. Göstergeler yeni yol güzergâhıma hazır. Tüm bu faaliyetlerimi kırk beş dakikaya sığdırmış olarak kamptan ayrılıyorum. Tek dileğim sabahın bu enteresan güzellikteki erkence saatinde aktif ‘kıtmir’lerle karşılaşmayayım.
Hadi bakalım yola koyuluyorum-uz…
***…***
(*) Önceki Makale: “Köpükler Ele Geçirecek Dansı Bal Görünüşlerle“
(*) Sonraki Makale: “Varsayalım ki Yanımda Yalnızca Bir Çadırım ve Mutfak Malzemem Var”
Bir sonraki “Kamp Çadırı & Kamp Mutfağı” serüveninde görüşmek üzere; sevgiyle kalın,
Gezenti Bisiklet
>>> [iÇERİKdİZİNİ]