ÜTOPYA… Bak hayali yaz yağmurları kanat çırpıyor sana… bir rüyadan kopmuş gibi sırılsıklam… fırtına kuşları yalıyor suyu… sen ki güneşli bakışında yumuşak bir yaz… tebessüm eder yıldızlar en mavi gecesinden… ve çıt çıkarmayan sesin durmadan, durmadan örer… mehtap yosunu bir uykuyu… bak hayali yaz yağmurları kanat çırpıyor sana…
gEZENTİ şEREF ~ E-2017/057
Esinti Tarihi: Salı, 25/07/2017
Konuşurken bana hep sıkça şu soru soruluyormuş gibi geliyor, “yolculuğunda en zorlu neyi yaptın?” Sanki duymak istedikleri bir şeye kendimi hazırlarcasına yanlarına yanaşıp kalkmıyor, hareket saatimden daha evvel gelip içimdekileri ulu ortalığa paylaşmak hizmetini gördüğüm şu ince kareli harita-metot defterime serpiştirilmiş köşelerden çıkacak gündeliklerimi; o turne günü bir macera bahanesiyle veya yol şartlarını güzel görüp dağdan şehre inmeye niyetlenmiş olanları sanki evvelden bilip bir bir bekliyor, kimseyi yamacıma koşturmuyor, kimseye velespiti, pardon dedikoduyu kaçırtmıyorum.
Yol atmosferi malum ince konu…
Hava Nasıl Orada?
Genellikle benden bomboş sıcak çöllerde Wilfred Thesiger’in ayak izlerinde terim terime kavuşarak nasıl bir 250 kg çiftteker yükle hamallık yaptığımı anlatmamı bekler gibi bir ruh halindeler. Veyahut ne bileyim dondurucu derecelerde, artık kaç eksiyi gösteriyorsa, çadır kurarken nasıl bir savaş verdiğimi, kuzey kutup bölgesinin bozkırlarında, sanıyorum Arktik diye çağırıyorlardı, ekilmemiş topraklarında, nasıl uluma sesleriyle dolu rüzgârlara karşı koyabildiğimi merak ediyorlar haliyle. Ya da ufacık bir sandal bulduğumda içindeki üç beş değişik ırktan yabancıyla aynı kayığın içinde Atlantik Okyanusu’nda nasıl üç beş bin arşın kürek çektiğimi bu arada insani varlıklar olarak kendimizi sor sığıştırdığımız o el emeği ile hareket eden moleküler okyanus taşıtı aygıtımızın neresine velespitlerimizi sakladığımızı öğrenmeye heves ediyorlar haliyle.
Tüm bunlar bir maceracı zengin için en zor anlardır. Güzergâh üzerinde karşılaşılabilecek en tatsız tuzsuz, zahmetli yol şartları olup, mücadeleye dayanıklı olmayanların çabuk pes ettiği, pes edenlerin evlerine vınladıkları, dayanıklı olanların ise bir sonraki dişli ve meşakkatli maceraya hazır oldukları bir dizi serüven dolu internet günlükleridir. Çetin yol şartları aynı zamanda konforsuz, nahoş ve marazlıdır da. Ama ille de tatsız değildir. Yani o yolculuğa çıkmadan önceki ruh haliyle kıyaslandığında neyin tatlı neyin tatsız olduğu gün gibi ortadadır.
Birleşik Krallık deyince aklıma hep sağanak gelir…
Yıllar önce yolum alçak dumanların gölgesindeki Büyük Britanya adasına düşmüştü. Hemingway’in “İhtiyar Balıkçı” romanında harika bir şekilde anlattığı Karayip yoktu belki ama adanın güney sahillerine indikçe bir başka dünyayı da keşfeder olmuştuk. Ben ve diğerleri. Dik yamaçların uzantısında sarp patikalarda yürüyüş yaparken haşin rüzgârı bazen arkamıza alıyor, bazen önümüze çıktığında kafamızı ve bedenimizi 180 derece eğiyor, kendimizi hem sert esintiden hem de aralıksız çisil çisil yağan yağmurdan koruyorduk. O yarların dibinde kayalıklara vuran sert dalgaları izliyor, güne denizinin tuzlu rüzgârını içimize çekerek her gün başka bir bölgesini ziyaret ediyorduk.
Bu birbirini kıskançlıktan çatlatan kentlerin hepsi sözleşmiş gibi güney bölgesinde bulunmasına rağmen aralarında büyük farklar göze çarpıyordu. Mesela Cornwall, Brighton’dan çok farklıydı. Margate’de azgelişmiş toplumlara özgü bir sahil kargaşası hüküm sürerken, Devon ve Bournemouth düzenli trafiği, temizliği, yolları, çiçekli bahçeleri ve özenle yerleştirilmiş yol işaretleriyle, dikkat çekici bir medeniyet farkını yansıtıyordu. Bu farkın nedenleri üzerinde düşünmüş ve sonunda kentlerin Anglo Sakson oldukları dönemdeki kültür ve yaşam biçimleri üzerinde epey durmuştum. Adanın, Bristol’dan Margate’e kadar uzanan güney sahilinde, Plymouth, Torquay, Weymouth, Portsmouth, Brighton, Eastbourne, Hastings, Folkestone gibi kentler İngiliz yaşam biçimini; Newport’tan St. Davids’e kadar uzanan güney sahilindeki Cardiff, Swansea, Milford Haven gibileri ise Galli tarzını gelenek haline getirmişti.
Her türlü hava şartlarına hazırlamalıyım kendimi
Açıkçası dünyaya doğru yelken açmış yola çıkıyorum, sadece gezeceğim diyemem. Hele bir de altımda dört bir yanı gözdağına açık bir ulaşım aracı varsa çıkacağım turnelerde gözümü daha açık tutmalı, yola pür dikkat etmeli ve bilmem gerekenleri adımı sanımı söyler gibi bilmeliyim. Zaten bir anlamda bu, bilinenlerin bilinmeyen faktörleri yeneceği, uzun mesafeli tur bisikletçiliğinin gerçekleri ile alakalıdır.
Homeros Ege’ye ‘Şarap rengi deniz’ der. Gerçekten de ‘gül parmaklı şafak’ vaktinde ve gün batımında şarap rengine bürünür deniz. Ege’nin sırrı bununla da bitmez. Güneşi mi, rüzgârı mı, kokusu mu bilinmez sanatın, aşkın, mitolojinin, bilimin, felsefenin boy attığı topraklardır buralar. Dünya uygarlık birikiminden Ege’yi çıkarsak, çok ama çok eksiliriz. Akademya da bu topraklardan çıkmıştır, felsefe de, şiir de.
Zeytin, kekik, şarap ve yanık ezgiler diyarına ne zaman adım atsam, müthiş bir coşku kaplar beni. Ne çok medeniyete ev sahipliği yapmıştır bu mavi topraklar. Yaşamı daha çok severim. İnsanlığa daha çok güvenirim.
Bisiklet Yolculuklarında Trafik Kuralları
Ama yollarda güvenlik kaygısından insanlara pek güven olmuyor maalesef. Bunun için uluslararası trafik kurallarına uymam benim değişmez önceliğimdir. Yolda alışılagelmiş sürüş yapan kimseyi kendime örnek almam gerekmiyor. Doğru kuralları bilmekten geçiyor her şey. Kaldı ki velespit sürüyor olmam o çok kabul gören trafik kurallarından muaf olduğum anlamına gelmiyor. Ha benim kimseyi örnek almam gerekmiyor belki ama trafik kurallarına uyarak, başta çoluk çocuğa ve ne yazık ki kendinden başkasını trafikte tanımayan beyinsiz, cahil, bihaber kalmış trafik magandalarına karşı örnek olmamı sağlayabilir.
- Diyelim bir yerleşim biriminde sürüyorum. Trafik lambalarına denk geldim. Kırmızı ışık yandığında ya durmalıyım ya da bisikletimden inip, elime alıp, yayaların geçtiği yerden karşıya geçmeliyim. Ama en doğrusu ışıklarda, yolun iyice kenarında beklemektir ve hareket anında önceliği araçlara vermektir. Yol serbest olunca da yola koyulabilirim.
- Yaya geçitlerinde yayalara kesinlikle yol vermeliyim, ama bunun için arkamdan gelen tahtası eksik zirzoplara dikkat etmeliyim ki yol verdiğim yayanın üstüne çıkmasınlar.
- Bisiklet yolu olmayan yaya yollarında, ki bu velespit yolları çoğunlukla rekreasyon ve park gibi dinlenme yerlerinde mevcut oluyor, yayaları ürkütmeden heyecan göstermeden, güzel güzel, sakince ilerlemeliyim. Böyle çevresel güzelliği olan yerleri kana bulamak en son şekildir. Onun için bilhassa çocuklara ve evcil hayvanlara çok dikkat etmeliyim.
Trafik canavarları kol geziyor!
İyi güzel de bazen akla ziyan tımarhanede yaşayan insanları da unutmamam gerekiyor. Bunlar her daim trafik canavarlarının başında geliyorlar çünkü. Trafiğe açık yollarda fink atarak yolun ortasında yürüyen, yolu sallana sallana çaprazlamasına geçen, slalom yaparak bisiklet süren, olur olmadık yerlerden karşıdan karşıya geçen, bisiklet yollarında yürüyen, kaldırımlarda, motorlu araç trafiğine kapalı yollarda motorlu araç süren çakallar, eğlence peşinde koşan, kendini kurnaz zanneden can sıkıcı tipler ile baş etmek de bir sanat. Hele bizimki gibi eğitim sistemleri güdük olup cahiliye sıfatını aşamamış olan ülkelerde insanlar ile karşılaştığımda farklı teknikler geliştirebilmeliyim.
Ama işte kafamı bu tür çatlaklardan sıyırıp iyi şeyler düşünmem bana daha iyi geliyor. Estas Tonne bu ruh halimden kurtarmak için “The Song of The Golden Dragon” ile imdadıma yetişiyor. Bir yıl kadar önce Edinburgh’un sokak konserlerinde dolaşıyordum ve yine aynı zemheri baş dönmesi sarıp sarmalıyordu beni. Dünya kardeşliğinin ıtır kokan gecelerinde binlerce sevgili dostla birlikte, yıldızlı gökyüzüne salıyorduk şarkılarımızı.
Hayatın, birbirinden ayrılmayan sevincini ve hüznünü hep birlikte hissedebilmek. Güven duymak, güvenle aşılanmak.
Ama gelgelelim neye, kime ne kadar güvenebilirim ki?
(*) Misal, harbiden gelişmiş ülkelerde kolluk kıyafetleri içinde dolaşanlar hariç trafik polislerine güvenme konusunda endişeler taşırım. Türkiye karayollarında seyir halinde isem bu endişem değil ikiye, dörde, sekize filan katlanabilir. Memleketteki trafik polislerinin çoğu trafik kurallarından çok iyi çakmadıklarından onları normal araç sürücüsü olarak görmem en sağlıklısı. Zira polislerin geçiş üstünlüğü hakkından faydalanarak acil durumlar haricinde bile her delikten tehlikeli bir şekilde çıkabiliyor ve trafik kurallarını hiçe sayıyorlar. Ortalık bir anda cehenneme dönüşebiliyor. Bunlara tomaları, akrepleri, cipleri filan ilave etmemde mahsur yok.
İyi de niye koca dünya seferberliği bizimkilere bir şeyler öğretememiş? Neden bu saçmalıklarda ısrar ediliyor?
Bakın İngilizlerin gittikleri yerlere kendi dillerini, edebiyatlarını, yaşam biçimlerini; polo, kriket gibi oyunlarını, beş çaylarını götürdüğü uygarlıklar tarihinden, iktisat tarihinden falan bilinir zaten. Adamlar bununla da kalmıyor o vakti devirde “güneşin imparatorluğu” kisvesi altında ‘dünyada tek emperyalist güç benim’ dediği için her şeyi tersten yapmaya kalkıyor. Tersten derken kötü anlamda söylemiyorum, ama alışagelmişin dışında. Sağdan direksiyon olayı da böyle bir imalat.
Elbette Fransa da çok aydınlık, entelektüel bir kültür geleneğine sahip ama nedense İngiltere bunu daha da sistemleştirmiş ve katı kuralları olan bir yaşam tarzına dönüştürmüş. Bu etkiyi Britanya İmparatorluğu’nun bir zamanlar bayrak açmış olduğu ama yıllar önce çekildiği bütün kıtalarda görebilirsiniz. Kendileri gitmiş ama kültürleri kalmış. Elbette lafı nereye getireceğimi anladınız:
Bir ‘büyük imparatorluk’ olarak bizim yaşam biçimimiz nedir?
İşte eser ortada…
(*) Ülkemizde hiç ama hiçbir taşıt sürücüsüne güvenmem. Kadın, erkek, genç, yaşlı, çoluk çocuk fark etmez. Park ettikleri yerde, öncelik onlarda ya, ne aynaya bakarlar, ne kafalarını çevirip “arkadan gelen birileri var mı” diye merak dahi etmezler, yeryüzüne inecekleri kapılarını şak diye aniden yüzüme açabilir, velespitimi perdeleyebilirler. Bu tip salakların uzağından geçmem her zaman en hayırlısı.
Her şey eğitim ve kültürle bağdaşıyor. Kültür dedim de, beş yüz yıldan fazla egemen olunan topraklarda elbette bazı kelimeler, kahve, imambayıldı gibi bazı yemekler akıllarda kalmış ama bir “yaşam tarzı” bırakılmamış. Terk etmek zorunda kaldığımız Balkan, Orta Doğu, Kuzey Afrika, Kafkasya topraklarında bu yaşam tarzının etkileri sürüp gidiyor mu, yoksa tamamen silinmiş mi? Ne yazık ki bu sorulara olumlu cevap veremez kimse. Bundan daha acısı; anayurt diye edinilen ve sahiplenilen Türkiye kara parçasında bile bir yaşam tarzına sahip değiliz artık. Ne kendimize özgü bir mimarimiz kalmış, ne musikimiz, ne mutfağımız, ne âdet ve alışkanlıklarımız. Zaten yıllardır ayrı kamplarda konaklıyoruz, ayrı muhabbetlere dalıyoruz.
Ama kolaycılıkta, üçkâğıtçılıkta, adaba uymayan tez canlılıkta ve magandalıkta en önde gidenleriz… Hem de ayrılıkları kapatacak densizlikte yapıyoruz bunları…
Kurusıkı bir şey değil. Şehir içi ve şehirlerarası yollarda iki tür sürücü kültürüyle tanışmak mümkün. Şehir içindeki tipler epey sabırsız ve anlayışsız olurken, şehirlerarası tipindeki sürücüler ise çok daha kibar, edepli ve özenli sürücüler olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu münasebetle:
(*) Şehirlerarası karayollarında velespit sürmeyi daha güvenilir, daha korkusuz buluyorum.
Ama öyle bir ruh haline bürünmüş ki dünya artık bu sayfayı okuyan kadın sürücüler de kusuruma bakmasın her cinsiyet, her statüden, her türlü sürücüye çok dikkat etmek gerekiyor. Zira binek otomobille sürüş yaparken TEM otoyolunda tacizci bayan sürücülerle bile karşılaştığımı jurnal olarak düşeyim. Bir de düşünün velespitimle yalnız başıma mıymıntı mıymıntı gittiğimi ve bir kadın sürücüden ‘süt kokulu’ taciz yediğimi…
Devletlerin başındaki zat-ı muhteremlerin, türlü monarşilerdeki, türlü cumhuriyetlerdeki, oligarşilerdeki, bürokrasilerdeki ‘yetkili’ otoritelerin, memurların artık tek bir kalıptan çıktığı, boktanlıkta, insanlık dışı şeytanlıkta, acımasızlıkta birbirinden farksız hale gelen, pek küresel elleşen bir dünya başarıyla yaratıldı!.. Giderek her yer “Yeni Patagonya”ya benzemeye başlıyor ki, bu durum zaten boku yemiş olan dünya gezegeni için tam anlamıyla bir kâbus!!!! Hızımı alamayıp insanlığın sürebilmesi için yaşanacak başka bir gezegen şart oldu, diyeceğim de ayıp olmasın diye H2SO4’e dönüp, “şu dünyayı bir gezip tamamlamadan hiçbir yere gitmem arkadaş” demeyi yeğliyorum ve hazır hızımda ilerlerken şu hız mevzusuna gireyim diyorum…
“Hızlı Yaşayan Erken Ölür”
(*) Sıradan bir bisikletle bile teorik açıdan doğru yer ve koşullarda (bilmem örneğe gerek var mı; mesela yokuş aşağı kaptırmış inerken) 100 km/h ve biraz üzeri hızlara çıkılabilir. Fakat ben böyle bir şeyi demeye kalkmam. Kalkarsam bu son yaptığım hız denemesi olabilir. Bence siz de denemeyin. Canımın içleri doğru dürüst sürün işte!
Hız denemesi yapıp çok menem bir şeymiş gibi ballandıra ballandıra anlatan saftirik bisikletçilerin anı-yaşam öykülerini bir süratle okuyup sakın gaza gelmeyin.
Sağlık, iyilik, affedersiniz, her şeyden önemlidir, değil mi?
Diyelim ben gaza geldim, gazladım velespitimi, diyelim aksilik ya, oldu işte, yüksek hızda seyrederken ‘pat’ diye düşüverdim. Düşme açımı ayarlayamadım ve koruma teçhizatım, kaskım, eldivenlerim, gözlüklerim hiçbir halta yaramadı.
Sonuç? Tamam, bu yazının iyiliği için son dua: ‘el …’, ‘bok yoluna gitti’ gibi alafranga sözcükler kullanmayacağım. Şüphesiz bu ekipman tasarımıyla donattığım alet edevat, ıvır zıvır en azından hayatta kalmamı sağlayacaktır, ama o kadar kırık çıkıkla, ve yaşadığım travmayla ya bir daha bisiklet süremezsem! Var mı bunun garantisi? Alt tarafı birkaç saniyelik enerji boşalımı için tek varlığım olan bedensel uyumu ve iskelet formumu ve hatta gönül kâsemi neden tehlikeye atayım ki! Değmez kardeşim, deeeğ-meeez.
Yani hız yapıp kurtlarımı mı dökeceğim?
Bu mu serseri planın gerisindeki itekleyici, mahmuzlayıcı mazeret?
Giderim Akdeniz’deki tatil köylerinden birine, hani şu allı pullu deterjanı bol köpüklü “Türkiş Geceleri” düzenledikleri zaman turistlere, gelenek olarak gösterdikleri şey göbek dansı, yok mu, girerim aralarına, çalkala yavrum çalkala, çadırımın üstüne şıp dedi damladı, 70, 80, 130 filan…
Zaten adına ister Türkişşş deyin, ister Osman-li, ister Anadolu-lu; hepimizi kapsayan, bizi diğer kültürlerden ayırt eden, medeni bir “yaşam tarzı”mız yok ki, normal hayat sürüşümüz olsun. Belki eskiden vardı ama şimdi yok.
Bir de bu sayfanın alt tarafında minik bir dipnot düşmekte fayda görüyorum…
(*) Uzun tur için ağır bagajlarla yüklenmiş bir bisikleti 45 km/h gibi yavaş bir hızda bile durdurmak çok zor olabilir.
Anladın mıııı?..
Annadıııımm…
Hızımı kesen trafik polisi abi…
Bir keresinde yaptığım hızdan dolayı radara girmiş tepenin ardındaki trafik ekibine yakalanmıştım. Durdum. Camı araladım. “İyi günler,” diyerek yaklaşan memurun halinden anladım ki pek iyi niyetli biri. Herhalde ceza filan yazmayacak, usulen ikazını yapıp gönderecek beni. Ben bunu usulen düşünür ve evraklarımı uzatırken, memur cama doğru eğildi, “ne iş yapıyorsunuz?” diye sordu. Dedim galiba beni ikazdan ve yoluma devam ettirmekten vazgeçti, ufak yollu, mesleğime göre ceza puanı ve para tahsilatı yapacak. Eh, madem öyle, ben de hafif mayalı bir kariyer çıtası söyleyeyim dedim. Ön-muhasebeciyim dedim. Ulan yalnızca “muhasebeciyim” desene. Adam ne bilsin, ‘ön’ü, ‘arka’sını! Elinde ehliyetim, bir bana baktı, bir ehliyete baktı. “Evli misiniz?” Diye sordu. “Evet, evliyim.” Dedim. “Çoluk, çocuk?” “Var iki tane.” … “Kız? Erkek?” “Biri kız, diğeri erkek.” … “Allah bağışlasın.” … “Sağ olun.”
Muhabbetimiz yerinde. Birazdan şecereme kadar inecek. Bir daha baktı ehliyetime, sonra bir de yüzüme baktı yine. Ve: “Sizin sevenlerinizi üzmeye hakkınız yok benimle gelin,” demez mi?
Bisikletle yapabileceğim hız polisin radarına girmez ama kendi hatamdan dolayı sebebiyet verebileceğim herhangi ciddi bir vukuat sonunda kendim de başkaları da zarar görebiliriz. Bunun hesabını kim verebilir? Kimse veremez. Bunun üzüntüsünü beni seven herkes çeker. Şayet bendeniz de halen hayattaysam bu yaptığımın pişmanlığını sonsuza dek çekebilirim. Değmez!!!
Bisikletimin frenleri ısınmaya gelmesin (tık-tık-tık)…
Her şeye bir çare bulunur ve her kalp ölmeden hızlı yaşamı tadar. Mesele frenleri tekerleklere denk getirmek. Aynı anda sen ona kapılmışken o da sana kapılacak… Çoğu velespit ilişkisinde bu yok, hatta çoğunda yok sanırım, çok azında var. Hepsi birbirine âşık olduğunu sanıyor. Kaybetmekten korkmalar falan… Acil fren yapınca bir şey olmuyor ki, benim için ölüp biten yıldızlar tarafından 2-3 haftada unutulduğumu bilirim. Hatta eski bir velespiti olanlar ve eski velespiti için ölüp bitenler… Onların adını şahsiyetli koydum. Neyse onları unutalım, çok var böylesi… Aynı anda âşık olmak diye bir şey var, o anı ne zaman yakalarız bilinmez. Şu an velespiti olanlar düşünmeli bunu mesela, hatta velespitine sormalı, sonra kavga etsinler. Onlar da yalnız kalsınlar. Hepsi birbirine “kendine iyi bak” desin. Geçen gün yine kendime iyi bakıyorum, frenlere asıldım ve 3 tane elma yedim. Sözünü dinliyorum.
Fren deyip geçmemek lazım. Bisikletin frenleri ısınırsa ne olur? Hani hep duyarız; yokuş aşağı giden kamyonun frenleri boşaldı. Küt bir yerlere bindirdi. Vahim sonuçları olan kazaya sebep oldu.
(*) Bisikletlerin de frenleri boşalabilir. Aşırı ısınan bisiklet frenleri de hayati tehlike oluşturabilecek sonuçlar doğurabilir. Hem arka hem ön bagaj maşalarına ağır tur çantalarımı yüklediğim velespitimle dik bir yokuştan aşağı keyifle iniyorum. Haliyle uzun süreyle ve sık frenleme yapıyorum, hızlı filan da sürmüyorum. Bu uzun ve sık frenlemeden dolayı velespitimin frenlerinin aşırı ısındığını fark ediyorum. Velespitimde V-fren sistemi mevcut. Bildiğim kadarıyla jantlarda bulunan fren yanakları aşırı ısınıp dış lastiklerin tırnaklarını eritebilir. Bu da ön veya arka lastiğimin aniden patlaması anlamına gelir. Korkunç bir senaryo!! Nadir de olsa böyle bir şey benim de başıma gelebilir ve anında ölüm korkusu ile burun buruna geldiğimi hissedebilirim.
Peki, o zaman buna nasıl bir önlem alabilirim?
(*) Böylesi riskleri minimize etmek ve kendimi beladan korumak için uzun ve dik inişlerde, bir kere, asla hızlı olmamalıyım; ikincisi, frenlere kademeli olarak basmalıyım. Yoksa iki elim fren çubuklarında sıka sıka gitmek ısınmaya neden olacaktır. Ve sonuncu olarak, fren yanaklarının soğuması için arada sırada mola vermeliyim.
(*) Dünya turuna çıkacağım velespitim gıcır gıcır ve şu çok üst modellerden biri olabilir. Hakkıyla kendine haiz pahalı bir fren sistemine sahiptir. Ancak ısınma riski bu pahalı modellerde bile görülebilir. En iyisi mi ben telaffuzu kolay olmayan kilolarla yüklü velespitimi olduğunca nazik ve ustaca kullanmalıyım.
Dünyanın Saçmalığı mı?
Göğün tepesinden düşen güneş dalgaları, çevremdeki yemyeşil kırda sıçrayıp duruyor kırasıya. Bu patırtı karşısında susuyor her şey. Karşıda Medvednica Dağı soluk almadan dinlediğim bir donmuş sessizlik yığını sanki. Kulak kabartıyorum: Uzaktan gelenler var bana doğru; gözle göremediğim dostlar çağırıyor beni; sevincim büyüyor, eskisi gibi. İşte, yeni bir mutlu bilmece her şeyin gizini açıyor bana.
Dünyanın saçmalığı nerede? Bu ışıltılı parıltıda mı, yoksa onun yokluğunu düşünmemde mi? Kafamdaki bunca güneşlere karşın, neden akla sığmayandan, karanlıktan yana gittim? Çevremde her nesne şaşıyor buna; ben de şaşıyorum bazen. Şöyle diyebilirim onlara ve kendime: Güneşin kendisi götürdü beni karanlığa; öylesine kalındı ki aydınlığı, evreni bütün biçimleriyle pıhtılaştırıyor, bir karanlık parıltıya boğuyordu.
Ama, bunu istesem başka türlü de söyleyebilirdim. İsterdim ki, benim için, her zaman gerçeğin ta kendisi olan bu alacakaranlık karşısında, kendimi rahatça anlatayım. Bu saf alacakaranlığı, dünyanın bu saçmalığını öylesine biliyorum ki, ondan kabaca konuşulmasına dayanamıyorum. Aslında, nezih alacakaranlıktan konuşmak bizi güneşin ta kendisine götürecektir.
Sanki beni sıcak güneşe götürecek o enformel yolların kalitesini pusulamda arıyorum. Yolların niteliğini en güzel modern haritalar çiziyor, bunu biliyor muydum?
Asfalt, zemin, kaymak, kaydırak, falan filan…
Zagreb, kim ne derse desin, muhteşem bir bölge. Yolları harika. Prag da öyle. Gelgelelim aynı niteliği Toroslar’da, Köroğlu’nda, Canik Dağları’nda, Kaz Dağları’nda, Aydın, Menteşe, Rodop, Yıldız Dağları’nda arıyorum. Çok şey mi istiyorum acaba?
(*) Ne yazık ki memleket yollarının büyük çoğunluğunun zemin kalitesi tam bir felaket. Felaket ne demek? O bile hafif kalır. Bazı anayollar ve şehir merkezlerindeki yollar haricinde sıcak asfalt yaygınlaşmamıştır. Ağırlık soğuk asfalt denilen marsık zift üstüne mıcır, çakıl kaplama olduğundan sürekli olarak mutedil dalgalı bir yolculuk sürülür. Mıcırların gevşek olduğu yol kenarları dehşet tehlikeli olabilir. Özellikle yeni mıcır serpilmiş yollarda seyahat ederken yanımdan bir araç geçtiği sırada ihtiyati tedbir olarak kafayı kollamam son derece önemli. Aracın süratle geçtiği yönün tersine doğru hafifçe çevirirsem yırtabilirim. Aksi takdirde mancınıktan fırlayan mıcır taneleri üzerime akın ettiğinde gözümü çıkarmasın. Sonra kimi kime şikâyet edeceksin ki!
(*) Yol kaymak gibi olsa da yolun kenarındaki tozlu, camlı, kaygan balçık kesimlere zorunlu olmadıkça girmemeliyim. Salt patinaj yapıp düşmek değil mesele, birikmiş harcın içinde noksansız nevi ve kategoride lastik patlatıcı ögelerle tanışmak istemem doğrusu.
Malum çevreler velespit sürücülerini pek sevmediklerinden bu yol kenarlarına mayın döşer gibi cam kırıkları döşüyorlar. Sanki bu alanlar çöplük, ne var ne yok sallıyorlar camlarından dışarıya.
Peki, aradığım nitelikli yolu otoyollarda bulabilir miyim?
O da bir kara parçası değil mi? Kara da olsa, yüksek mesafeli turumun göbeğinde tükenmez bir güneş parıldıyor ki, o da bugün düz ovada, tepelerde bağıran güneştir. Bu böyle olduktan sonra sinsi ayçiçeğinden arta kalan anız ateşi yanabilir; bizi, beni ve velespitimi, şöyle görüyorlarmış, böyle görüyorlarmış, layık olmadığımız rütbeleri alıyormuşuz, ne çıkar bundan? Biz neysek, ne olacaksak, bu, dünya turumuzu, gezgin yaşantımızı ve çabamızı doldurmaya yeter.
Otoyollar görülmedik bir mağaradır, içinde yaşayanlar, dipteki kayada kımıldanan kendi gölgelerini gerçeğin ta kendisi sanıyorlar. Bu rota tarihinin insana kazandırdığı garip ve uçucu ünler de böyle bir şeydir. Ama, biz, ben ve velespitim, otoyoldan uzakta, ırak kalarak öğrendik sırtımızda bir başka aydınlık olduğunu, onunla yüz yüze gelmektense zincirlerimizi dövüp geri dönmememiz gerektiğini, bir sonraki istasyondan önce güzergâh ödevimizin her sözümüzde onu dile getirmek olduğunu.
Her bisikletçi gezgin kuşkusuz kendi doğrusunun peşindedir. Büyük bir dünya turu gezgini ise, her opus onu bu doğrudan yana yaklaştırır ya da, hiç değilse, o kaynağa doğru çeker.
Yolun ortasında kahve falı bakmak da ne!
(*) Otoyolların girişinde kocaman tabelalar bulunuyor. Ahanda onlardan bir tanesinde bir bisiklet resmi ve çevresinde kocaman kırmızı boyayla çizilmiş bir çember. Bu sadece bu ya da şu ülkenin otoyollarına ait levha değil ki, her ülkede geçerli bir tabela. Uluslararası işaret yani. Otoyollarda velespit sürmek tüm ülkelerde yasaktır ve hatta kaçamak yapılsa da iyi bir fikir değildir. Oldukça tehlikelidir. Otobana bisikletle girmeyi serbest bıraksalar dahi çeşitli sebeplerden dolayı girmemeyi tercih ederim. Girsem neyi göreceğim ki, düz yolda git git insanın uykusunu getirir. Çok sıkıcı. Oysa farklı yan yollara sapmak, kırlara, dağ yollarına, köy yollarına girmek manzara tadı verecektir bana. Yok, illa otobanı da göreceğim diyorsam o çirkin hız yolunun paralelinde bana göre geniş ve üstelik ücretsiz yol alternatifleri bol miktarda olduğundan buraları tercih eder heyecanlı serüvenime sakin mizacımla devam ederim.
Hem sonra ‘benzin’im bittiğinde ara ki benzinci bulasın. Tee, kim bilir nereden çıkacak? Fal mı bakacağım yolun ortasında? GPS gösteriyor da, bakarsam moralim bozulur, motivasyonum düşer. Sonra habire tempo, tempo… Nereye kadar?
Bir de karşıma kara tünel çıktı diyelim. Hadi kuradan kısa olanı çıktı; yırttık mı, diyeceğim? Sevineceğim mi yani? Uzun tünele nasıl girerim, herifler çiğner beni. Sonra çizgi filmlerdeki gibi üstümüzden silindir geçmiş, yerde bir ben, bir de velespitim…
Her şeyi geçtim; diyelim kaçamak girdim, kimselere çaktırmadan sürüyorum. Öyle mi gerçekten? Az sonra tepeme binecek olan otoban devriyesi herhalde sırf gezinti yapmak için çıkmamıştır otoyola. Önümü kesmekle kalmayacak bir güzel maniyle cezamı yedirecek, hatta otoyolun dışına yaka paça çıkartılmam, ilk çıkışta şutlanmam senaryosunu es geçiyorum, velespitime el koymaları ihtimalini en yüksek mertebeden işletecek.
Valla, otoyol onlara kalsın, benim stres olmaya niyetim yok.
“Keçilerin Türküsü” (Var ol Dionysos!)
Akdeniz’in tragedyası güneşe bağlı, Kuzeyinki gibi sislere değil. Kimi akşamlar, denizin üstünde, dağların eteğinde, gece, küçük bir koyun pürüzsüz kıvrımı üzerine iner ve o zaman sessiz sulardan acı bir olgunluk yükselir. İnsan buralarda anlayabilir ki, Yunanlıların tanıdıkları umutsuzluk, hep güzellik içinden, güzelliğin insanı ezen yanından varılmış bir umutsuzluktur. Bunaltıcı altın sarısı içinden, tragedya yükselir.
Tragedya sadece altın sarısı içinden yükselmez, yollarda karşıma her an çıkabilecek tünellerin içinden de yükselebilir. O karaltı, o pis hava, umutsuzluğu, çirkinlikler, kıvrantılar içinde besleyebilir. İşte, onun için, tüneller korkunçtur; bereket versin alternatif acı, hiçbir zaman çirkin olmuyor.
Ben ki yollara dair karanlıkları, çirkinlikleri sürgün etmeye pek meraklıyımdır. Yunanlılar onun uğrunda silaha sarıldılar. İlk ayrılığımız da burada.
4 Ocak 1643’te Isaac Newton doğdu. Sanki bir ocağın içinden çıkmış gibiydi. Newton’un, bilindiği kadarıyla, asla kadın ya da erkek sevgilisi olmadı. Kimse tarafından dokunulmadan, bulaşıcı hastalık tehdidinden ve hayaletlerden ödü koparak bakir öldü. Ancak bu korkak beyefendi birçok şeyi araştırma ve ortaya çıkarma cesareti gösterdi: yıldızların hareketi… ışığın yapısı… sesin hızı… ısının iletimi… ve yerçekimi kanunu; beni, bizi çağıran ve beni, bizi çağırırken de bana, bize kökenimizi ve kaderimizi hatırlatan toprağın karşı konulmaz çekim gücü.
Klostrofobim var benim!
Çok güzel, diyorum. Denizden esen ılık rüzgârlı havayı içime çekiyorum. Hep taze hava diyorlarmış. ‘Fresh air’. Kapalı, havasız yerlerden sıkılıyorlarmış. Taze hava istiyorlarmış. İçlerindeki kötülüğün kirli havadan geldiğini unutamamaları doğal değil mi? Kirli hava. Tozla, egzoz gazlarıyla, havalandırma kanallarıyla kirlettiğimiz hava. Burada bile. Ah öte diyar, elbette ülkelerimiz dost olmalı, bütün ülkeler dost olmalı. Tıpkı bir ülkenin tünelin girişinden girip öteki çıkışından başka bir ülkeye çıkmak gibi. Bütün insanlar dost olmalı canım. Sadece bizim tünellerimiz, ülkelerimiz değil, bütün tüneller, ülkeler. Ben artık iki tünel, iki ülke dememeliyim, dünya demeliyim. Ben dünyanın canlı belgeseliyim. Velespitimle beraber benim bir fotoğrafımı çekmeliyim. Selfie. Olabilir. Bu fotoğrafı büyük boy poster yapmalıyım. Bütün tünellere asmalıyım. Son gezegeni insanların ne hale getirdiğini o posterden daha iyi kim anlatabilir?
(*) Dünyanın her yerinde kısa mesafeli olduğu gibi, sıradan gidiş gelişli yollarda bile uzun tüneller yer alabiliyor. Açıkçası kısa da olsa, uzun da olsa, tünellere asla girmem. Yan yolları kullanmam gerekiyor. Tüneller karanlık, havasız ve kirli birer dünyadan ibarettir benim için. Diyelim girdim; hiç beklenmeyen bir kazaya sebebiyet verdim, tünel içerisinde yapacağım en ufak bir kaza dahi diğer taşıtların karışabileceği, dünya çapında manşetlere taşınabileceğimiz büyük hadiselere neden olabilir. Diyelim, kaza maza yok, gayet normal sürüyorum, tünelin içinde zirzop sürücüler kornalarıyla selam vermeye çalışabilirler. Zaten klostrofobik bir atmosfere sahip olan bir yerde verilen selam her türlü manaya açık olmakla beraber sinirlerimi zıplatabilir. Bir de düşünün havalı klaksonlara sahip kamyonların, ya da tırların selam çaktığını bana.
Miyop gözlere hipermetrop gözlük camları 🙂
(*) Geceleri pek ihtiyaç duymadığım sürece seyahat etmeyeceğimi söylemiştim. Ama ister gündüz, ister gece fark etmez; reflektörlü giysiler ya da kemerler seçebilirim. Velespitimde güçlü ışıklandırmalar olmadan yola zaten çıkmam. Karanlıklar her şeye davetkârdır. Kızılderililerin ‘kötü ruh’ takıntısı gibi. Nasıl sürekli ‘ulu manitu’larını çağırmaya ondan yardım dilemeye kalkarlar; kısa bir tünelde ışıklandırma olmayınca o karabasan tünelin bir kâbus gibi üzerime çöktüğünü imgeliyorum ve ben de ‘ulu manitu’ya sığınıyorum.
İster inanın ister inanmayın içimizde bir büyücü vardır, hepimizin: isteyen, etkileyen, değiştiren, arayan, koşan, duyan teşvik eden, zorlayan bir büyücü. Hayatı yaşayan, yaşamak isteyen, görmek isteyen, duymak isteyen, bu istekle bizi harekete geçiren bir büyücü. Ben bu büyücüyü bastırdım, ona kızdım, onu hapsettim. Belki de şimdi bilmeden aradığım odur. İçimde bir büyücü vardı. Doğanın gizlerini bilen biri. Ormanın içinde ağaçlarla birlikte soluk alan biri. Yaprakların tazeliğinin gizini bilen biri. Hayvanların dilini anlayan, onlarla konuşan, onlarla birlikte yaşamayı bilen, onlara bilmediklerini öğreten biri. İçimdeki büyücü buydu. Beni hep yaşamaya çekerdi. Her şeye bakmamı isterdi. Diğer her şeyi görmemi isterdi. Tümünü değiştirmemi isterdi. İçimdeki büyücü buydu. Ben onu kaybettim ve her şey bir anda değişti. Aradığım yolları bulamaz oldum.
“No Trespassing, my friend!”
(*) Yol seyrinde karşıma sürpriz özel mülkiyete ait özel yollar çıkabilir ve bu bana çok ‘özel’ bir karşılama töreni anlamına gelebilir!! Bir de bakmışım ki uzun taş duvarların bitiştirdiği devasa demir kapılar beni bekliyor. Sadece demir kapılar olsa iyi. O kapıların önünde veya arkasında ne olacağını kimse önceden bilemez. Başım artık mafya tipli özel güvenlik güçleriyle mi, bekçi köpekleriyle mi, yoksa eli silahlı mülk sahipleriyle mi belaya girer tombaladan ne çıkarsa bahtıma. Bu şahsi durumlara da hazırlıklı olmalıyım ve mutlaka haritalı GPS cihazı edinmeye çalışmalıyım. Neyse ki bende illa şu özel malikâneyi göreceğim cinsinden ısrar yok. Bana ne adamın malından mülkünden.
Gidonuma bir GPS taktım ve onun esiri oldum. Artık beni içimdeki büyücü değil, gidonumdaki dijital harita metot idare ediyor. Aman şu yola sapayım diyorum, şu saatte şu yerde olmalıyım, diyorum. Oradan oraya pedallıyorum ya da ne yapacağımı bilemeden gidonumdaki alternatif yollara bakıyorum. Şimdi ne yapsam acaba? Her şeyi minicik bir alet düzenliyor. Şu yola gir, giriyorum; şu yola dön, dönüyorum; şu yokuştan çık, çıkıyorum; şurada mola ver, veriyorum. Yani hayatımı bıraksam ona ne iş yapacağıma, ne ücret alacağıma da o karar verecek. Yetmediği gibi o söyleyecek bilmem ne taksitimi ödeyeceğimi, elektrik faturalarımı, telefon, su, gaz faturalarımı ödeyeceğimi, ne yemem gerektiğini düşünmeme gerek mi var, alet söyler, mide ağrılarıma ne yapması gerektiğini bile düşünmüştür o. Sabahları neden dinç kalktığımı ondan öğreniyorum. Ona bağlılığım her şeyin ötesinde. İkinci bahar gibi bir duygu sanki. Ne çok şeyin esiri olduğumu düşünmeden yaşıyorum işte. Sonra da GPS’ime soruyorum: Neyim var? Neden hiçbir şeyden tat almıyorum?
Yoksa içimdeki büyücüyü mü kaybettim? Onun yerine hiçbir büyüsü olmayan şeyleri koydum, onların beni yönetmesine izin verdim.
Ah bir de şu daracık daracık yollar olmasa!
(*) Dar ve trafiği yoğun olan yollarda kendi sükûnetimle sürüş yaparken arkamda uzun kuyruklar oluştuğunu ancak aceleci kaytabanların beni sollayamadıkları için kornalarına yükleme yaparak beni taciz ettiklerinde anlıyorum. Aynamı sürekli kontrol altında tutmalıyım. Arada bir ardıma bakmam da faydalı olur tabii.
(*) Çankaya, San Francisco, Demirköy manyetik alan, Bahariye, Truro, Moda, Seattle, Ayazağa, Johnston Terrace asfaltları gibi yokuş yukarı tırmanışı olan dar ve trafiği yoğun yollarda arkamdan gelen ağır taşıtlar durdukları takdirde rampada kalacaklarından bana nasıl bir selam gönderirler artık bilemiyorum. Velespitimle nefes nefese dilim bir karış dışarıda zorlanarak çıktığımı fark eden hürmetli sürücüler saygılı davranmaya çalışabilirler ama yine de benimle aynı ayarda çıkamayacakları için kıl payı yakınımdan geçebilirler. Durup onlara yol verir, sonra velespitimi elime alır, yürüyüş moduna geçer, tırmanışımı tamamlarım, tamam mı sevgili büyücüm?
Hiçbir şey değişemedi, hiçbir şey.
Değişti sandığım şey, gücümün yetmediği olayları kabul eder görünmem o kadar. Eğer iyi bir velespit tırmanışçısı olsam, yamaçları ‘kırkayaksız’ görmezden gelirim. Dikkat edin, onaylanır demiyorum, sessizce kabul edilir. Ama yanı başımda bir başka genç o yokuşu dimdik hem de hiç nefes tüketmeden çıkarsa onu feci kıskanır anında kalbimin çarmıhına asarım. Çarmıha asarım, kafatasına taşlar yağdırırım, yüzüne tuu tuu’lar yollarım, böylece rahatlarım. Kendime eşitlikçi olduğumu kanıtlarım, içim serinler.
Kim bilir belki de bu dünya turunun eşit seviye dediği de budur. Yoksa velespitle rampa çıkmak zor oluyor, dostum, zor oluyor. Aslında biliyorum duruma göre değişkenlik gösteriyor. Fizyolojik olarak belli bir tempoda çıkılması gerektiğinden zahmet vermiyor. Yorgun düşmüyor insan. Daha çok uyuşuk, hımbıl bir tırmanma sıkıcı oluyor.
Söz gelimi velespitim yüklüyken %15 dereceden daha dik eğimli yokuşlarda vitesler yetersiz kalmaya başladığında nasıl bir etkileşim olur? Tahminimce zorlanmalar kaçınılmaz olabilir. Kısa yokuşlar bazen bana keyif verse de özellikle sıcak havada 5 km veya daha fazla mesafedeki uzun rampaları tırmanmam beni güçten düşüreceği için işte o anda velespitimi bir köşeye atmak isteyebilir, ve kampsız molaya çekilebilirim. Ya da yan yana kardeşçe gezinti… Taaa ki yokuşun zirvesine ulaşıp iniş için pedal ayarımı yapana kadar.
Her tırmanışın bir başka tırmanışı daha var…
Bir dal düşse elimden yere, kızılcık ağacı sussa. Bense, sanki yaprakla konuşan, dal gibi susan ağaçla sırnaş, yanımda iri memeli, küçük burunlu bir düşle sarmaş, otursam.
Diyorum ki, bütün yokuş tırmanmaları böyle sanrılar mı yaşatır insana. Çölde serap görmek gibi bir şey herhalde. Oh ne güzel, gömleğinin üst düğmelerinden birini açık unutman… Ve oradan sutyen kıvrımının görünmesi. Ama alnımdan burnumun üstüne ‘şıp’ diye damlayan tuzlu sıvı, imajı silikleştiriyor.
Güneşte amele yanığı olmayayım diye giydiğim uzun kollu tişörtümün koluna siliyorum terimi. Oysa gidonumun kadroya uzanan ince borusuna sarmışım ter-silme havlumu. Diyor ki, ben bir sümsük düş’üm. Pornografiye dönüştürme beni. Benim için fark etmez ama lirizme ayıp olur. Düğmeyi cırt-cırt iliklememi istediğin zaman, iliklenmiştir artık. Ama bunu niye isteyesin ki. Senin düşünü kim görebilir?.. İnsan düşlerini bile paylaşamıyor, yazık. Erguvani çırpıntılarından sual olunma yenilgisine tünemiş muallel deniz. Kayık tıkırtısının şiirselliği. Ve her anlaşılmaz cümlenin içinde var olan ve hep yalan yere edilen yeminler… Ne acayiptir şu kendi kendine söz vermeler. Yapılacak dendi mi illa yapılacak. Artık ne içinde? Kimi neye benzettiğimi bilmeyen tasvirler… Sebep ve sonuçlarıyla, etkileriyle ve tepkileriyle anlatamadığım bir yığın şeyin arasında düş kuran ben…
Her zirvenin bir de inişi var ama…
Vışşş… Düşmüşüm ben, haberim yok. Nerden nasıl düştüğümün bilincinde değilim. Kendime teslimiyet bir romantik şiirden belki de. Yokuş aşağı kaptırmış giden bir santimantal şarkıdan belki. Ki rast makamında, bir şeylerin küflendiği duygusuna kapılırım hep. Türk Sanat Müziği engelliyim, nicedir.
Sahi Münir Nurettin’e, Hamiyet Yüceses’e, Zeki Müren’e, Belkıs Özener’e, Nesrin Sipahi’ye, Güzide Kasacı’ya, Handan Kara’ya ne oldu? Ne oldu Suat Sayın’a, Sevim Deran’a, Sevim Tanürek’e, Sevim Şengül’e, o sevimli Sevim’lere, Gönül’lere? Rüyalar gerçek olsaydı Emel Sayın’da burada olur muydu? Behiye Aksoy, elbet bir gün buluşacağız, der miydi?
(*) Benim şu uzun mesafeli yokuşların etkisini azaltabilmek için maksi yokuşları sabahın ilk saatlerinde, ya da akşamüstleri hava serinken tırmanmam şart. Uzun rampalar manzaralı ve virajlıysa bir ölçüde çekilir olabilir. Ama şimdi ortada görüntü yok, manzarasız düz rampalar hafif eğimli bile olsa bitmek bilmez. İşte o vakit hoş geldi serap, düş, yaprak, dal, ağaç, sırnaşma, şiş göğüsler, kıvrımlar vesaire vesaire…
Fakat rampa biter de ben normal hayatıma dönerim tekrar aşkla bağlanırım velespitime. Hayat ne acayip. Her rampa bir sınav. Daracık tefecik, fermuara stres, streç bir kot giymişim gibi. Ayağı destekleyen üç adet cırtcırdı olan ayakkabılarım hesapta yoktu güya. Seni seviyorum be velespit; hangi yollar bize engel olabilir ki. Aşkımız hasır altı edilmiş, enflasyonist duygular yığını. Emisyon hacmimiz mi daralıyor ne?
Detaylara Takılma!
Elbette bazı yolculuklar detaylı planlamaya gerek duyacaktır. Ne yaptığımı bilmeden bir denizin ortasına balıklama atlama, bir çölün içinde tehlikeye atılma veya kutup bölgelerinde charleston, twist, rock’n roll yapmam herhalde en şirin anlamda ahmaklık olacaktır. Zaten ben planlama ustasıyımdır. Yaptığım planlamalar bana zevk verir. Projenin kalbine giden yolu iyi bilirim yani. Onu okşar, sever, usul usul büyütürüm elimde. Kocaman haritaları yere yayar, diğer tarafta notebook’da Google haritanın uydu görüntüleri, zamanlamayı ve mesafe ölçülerini hesaplatma, ve her bir detayı kayı altına alma. Sonra yörede gezilecek yerlerin listesi, heyecan yükseltici vitaminler ve önümde uzanan serüvenin tahmini davranış biçimleri.
Yolda kalma korkusu mu? Hayatta korkular yaratmaktan ve fakat o korkuları yenmekten daha kolay ne var?
Varmak istediğim yer, vurgu yapmak istediğim husus şu: “Mevcut korkular korkunç hayallerden daha az ürkütücüdür.” Devam et, aslanım! Aynen, her şey yolunda gidecek!
Bir sonraki esintiye kadar kalın sağlıcakla…
Mürekkebe banmış esintili Sevgilerimle,
Gezenti Şeref
***…***