ÜTOPYA… Şimdi önünde tamtakır bir defter gibi duruyor zaman.. Akrep, yelkovan, dededen kalma pirinç saat, zincirli köstek, sen dokunduğun an başlayacak çalışmaya… Senin saatlerin… Sınırların olmadığı bir zamansızlıkta, on beş yıllık bir geçmişten geriye kalan tortuları süpür hayatın mazgallarına…
gEZENTİ şEREF ~ E-2017/058
Esinti Tarihi: Çarşamba, 26/07/2017
Göğüslerimize yaşama sevinçleri doldurarak esen rüzgârı, önümüzde göz alabildiğine uzanan açık kumsalıyla, şimdi bir ucunu böyle bir “başka hava” içinde bulduğumuz geniş ağızlı derenin, o akarsu yolunun, bu sefer dar patika üzerinden, bitip tükenmek bilmez, gayretsiz, isteksiz dik bir yokuşu tırmanarak vardığımız öteki ucunun, artık sahiden, sonunun, toprağı da, taşı da, çoktan ambiyansla dolmuştu.
Bir gezgini, ince çelik tellerden örülmüş sağlam havadar bir kafes içine koysalar ve kafesi misal Paris’in Notre-Dame katedralinin kulelerinden birinin tepesine assalar gezgin akıl yoluyla oradan düşmesi tehlikesi olmadığını açıkça bilecek, ama yine de (dam aktarma işlerinde çalışmamışsa) bu kadar yükseklerden aşağı bakar bakmaz korkuyla ürpermekten kendini alamayacaktır. Notre-Dame kamburu gibi duyumsamak böyle bir his herhalde.
Çan kulelerinin yüksek yerlerinde, korkuluklar kafesli oldu mu bu kafesler taştan da olsa, korka korka dolaşırım. Böyle yerlerde dolaşmanın düşüncesine bile dayanamayan insanlardan sayarım kendimi. İki sipsivri kule arasına, üstünde rahatça gezilebilecek kalınlıkta bir direk uzatsalar, hiçbir filozofça olgunluk, ne kadar sarsılmaz olursa olsun bana orada yerde bisiklete biner gibi pedallamak cesaretini veremez.
Bu Kez Her Şey Billurdan Gibi
E, bir de hava tersten esiyorsa, katiyen denemek dahi istemem. Ben bunu bizim tarafın dağlarında çok denedim. Tamam, yükseklik korkum vardır ama aklımı yüreğime koyup, yüreğimi elime alınca, yükseklerden öyle pek fazla korkanlardan olmadığımı düşünmeye çalıştığım halde, o sonsuz derinlikler karşısında bacaklarım titremeye başlardı. Hem öyle ıssız yerlerde ki uçurumun kenarında boyumdan fazla yer vardı, bile bile kenara gitmedikçe düşme olasılığım da yoktu… Sadece arkamdan üfleyen şiddetli rüzgârı hesap etmem gerekmiş, bunu da yalpalayıp düştüğümde anlamıştım.
İnsan doğasının yetersizliği yüzünden hiçbir şeyi duru ve yalın halde tutamıyorum. Kullandığım her şeyin özü bozulmuştur solumaya çalıştığım havanın bile. Lapa lapa yağan kar tanelerini ya da yağan yağmur damlalarını işime yarar hale getirmek için başka bir madde ile karıştırıp bozmak zorunda kalıyorum. Ne Ariston’a, Pyrrhon’a ne Stoacılara, ne de Kyrene okuluyla Aristippas’ın söz ettiklerine yaranıyorum.
Oysa haz katıksız olarak elde ediliyor. Kavuşabildiğim zevk ve menfaatlerin hepsi mutlaka dertlerle, üzüntülerle karışıyor. Bunun bir sakıncası yok ama zevkin kaynaklarında öyle bir acılık oluşuyor ki, yaz çiçekleri arasında bile olsam boğazımı yakıyor. Sonbahar sınırına varan bir hazda inlemeye, sızlanmaya benzer bir duruma dönüşüyor. Buz kesiği tadında can çekişir gibi oluyorum. O kadar ki bu haz son kertesine geldiği zaman onu en acı sözcüklerle anlatmaya başlıyorum: Ben bittim, yandım, bayıldım, yok yok, öldüm, ölmek, «morbidezza» gibi. Ölgün ve hastalıklı bir görünüm kazanmak için, gözkapaklarımı kısarak bakıyorum ve bunun sonucunda suratımda ortaya çıkan tuhaf bir melankolik ifade. Tatlı ile acı arasında, bir öz birliği antlaşması yapıyor olduğuma bundan daha iyi kanıt olamaz. Nasıl derin bir sevinçte, eğlentiden çok ciddilik varsa yaşadığım mutluluk bile haddini aştığında azap olabiliyor. Mutluluk havası beni ezmeye girişiyor.
İşte velespitle yapacağım turlarda hava ile mücadeleyi de mecazi olarak bu değişken ruh yapısına bağlıyorum. Yol şartları kadar önemli olan hava şartlarına da uyum sağlayabilmek.
Havalı Yolculuk
Hekimlerin anlattığına göre havanın çıkardığı bazı sesler ve çalgılar kimi insanları çıldırma hallerine sokarmış. Ben mevsime uygun olmayan hallerde sokak ortasında yığılmış bir köpeğin kemik kemirmesini görünce deliye dönerim. Sert kemiğin eğelenirken çıkardığı keskin sese dayanamam. O kemiğin bedenimden bir kemik olma ihtimalinin göz ferlerimin önüne getirilmesine fena halde bozulurum. İşte o namert ân bardaktan boşanırcasına yağmur yağsın diye dilekte bulunurum. Sağanak boşalsın ki o köpek rutubetlenmemek için kendi küçük kuytusuna çekilsin ve yolun ağzını bana geniş açıyla açsın.
Boğazında veya burnunda tıkanıklık olan birinin konuşmasını dinlerken öfkeye, nefrete kapılan insanlar çoktur. Yeri göğü hırıldatan gök gürültüsü de böyle bir şey mi acaba? Ortaokul yıllarımda müzik hocamızın talimatıyla bir flüt edinmemiz gerekiyordu. Efendi Ziya kara tahta önünde notalar üzerinde parmağını gezdirir, bir yandan da bize nutuk verirken biz flütçü takım sınıfça deliklerden çıkan sesleri yükseltirdik. Bu yükselen, alçalan, çalgıcı takımın notaların havasına girip heyecanını artıran, düşüncelerini değiştiren bazı düzenli ses tonlarını ve hareketlerini bulmaktan başka ne işe yarayabilirdi? Tabi arada gaza fazla gelip flütünün ağızlık kısmına fazla üfleyenler olunca da ortaya gıcık seslerin çıkması pek doğaldı. Doğrusu, bir üfürüğün titreyiş ve iniş çıkışlarıyla halden hale giren, çekilen tarafa giden şu bizim kutsal insanoğlunun sağlamlığına büyüklüğüne diyecek yoktu. Garipti ama bu tuhaf çok seslilik sıcak havada serinlemeye benziyordu.
Güzel Şeyler Düşünelim Diye
(*) Hava ne kadar sıcak ve ağır olsa da velespitimle büyük dik yokuşlar tırmanmadığım sürece sıcağı pek hissetmeyeceğimi düşünüyorum. Sıcak havada serinlemenin en iyi yollarından birisi sıcak içecek miktarını artırmak olduğuna göre termosum ve ben iyi bir ikili olacağız demektir. Çivi çiviyi söker. Sıcak bir çay beni daha çok terletecek, ter, bisiklet hareket halindeyken havadaki rüzgârla birleşince serinlememi sağlayacaktır. Gerçi sıcak yerine soğuk içecek içersem o da terletecektir. Aynı dalga. O zaman da çay yerine ayran. Mesele susuz kalmamak. Dışarı çıkacak olan tuzlu sıvı kaybını önlemek. Anlaşılan uzun yolculuklarda kendimi sıcak hava şartlarında çeşitli içecekler deneyerek terletmenin DNA’sını çözmem gerecek.
Eski bir Yunan atasözü şöyle der: «Tanrıların bize verdiği bütün nimetlerin hiçbiri katıksız ve kusursuz değildir, onları bir dert pahasına satın alırız.»
İster sıcak ister soğuk içecek. Bir taraftan rahatlıyorsun, diğer taraftan terleyip sıkıntı yaşıyor, yapış yapış oluyorsun. Bir de, bir ağızdan aldığın sıvı bir başka ağızdan yine sıvı olarak çıkıyor. İşte eğlence, keyifle sıkıntı, birbirinden çok ayrı oldukları halde, gizli birtakım ilintilerle, kendiliklerinden birleşebiliyorlar.
Sokrates şöyle nakleder: «Tanrılardan biri hazla elemi birleştirip karıştırmak istemiş, bunu başaramayınca, bari şunları kuyruklarından birbirine bağlayalım, demiştir.»
Metrodorus, yazgının bir çeşit zevkle karışık olduğunu söylermiş, bilmem o da aynı şeyi mi söylemek istiyordu; fakat bana öyle geliyor ki insan kendini ıstıraba bile bile, isteye isteye, seve seve bırakıyor. Hiç kuşku yok, zeki ve kurnaz adam rol yapabilir, mahsus da kederli görünebilir; ben onu demek istemiyorum.
Böyle havalarda aşık oldum…
Kötü hava zamanlarında bile gülümser, hoşuma giden, ince ve tatlı bir şeyler duyar gibi olurum. Acaba bazı havalar için hüzün bir zevk, bir gıda değil midir, diye düşünmeden edemiyorum. Neden sonbaharın yaprak dökümünü çok severiz? Aslında hüzünlüdür ama o manzarayı seyretmek bize haz verir. Dışarıda tipi vardır, pencerenin önüne birikmiş serçeler, donmamak için birbirlerine sokulmaya çalışmaktadır. Biz o serçelerin titreyen hallerine çok üzülürüz, onları eve almak isteriz; öte yandan dışarıdaki manzara bizi büyüler, büyük mutluluk duyarız.
Ve tabii dışarıda o ayazın içinde olmadığımız, içeride sıcak bir alanda keyifli olduğumuz için bu sevincimiz ikiye katlanır. Soğuk havada ısınmanın sıhhatini yaşarız.
Vadim Kiselev, muhteşem “Alone in The Dark” melodisiyle hüzünlere götürse bile duygusal bir haz yaşamaz mı insan?
Hava Puslu, Soğuk.. Yollar Boyu Donuk..
(*) Şüphesiz velespitle yapılan yolculuklarda, soğuk havada ısınmak, sıcak havada soğumaktan daha zordur. Dayanıklı, sentetik giysiler bunu bir nebze çözer. Arkadaşım termosta her zaman mutlaka sıcak içecek bulunur. Termosum da kaynak mı bitti, dert değil, sık arlıklarla kafelerde, çay bahçelerinde durabilir, sıcak çayımı, kahvemi içebilirim. Belki bir iki çift laf yapacak birileriyle tanışma fırsatını da yakalarım bu sayede.
(*) Yağışsız soğuk havalarda terimin dışarı sıvışmasını sağlamam önemli. Aksi takdirde tuzlu su iç dünyamı nemlendirir, beni sırılsıklam bırakır ve bu da bana bitmek bilmeyen azap verici dondurucu saatler yaşatabilir. Yani acının içinde haz duyacağız dediysek, hastalıklara davetiye açacağız demedik.
(*) Yağmurluklar, anoraklar, su geçirmeyen montlar, kabanlar, parkalar, terimi dışarı gönderemeyecekleri için ne kadar ön kapakları, fermuarları, düğmeleri açsam da içimdeki ıslaklığı korumama neden olacaktır. Bu sebeple hava yağışlı değilse bu giysileri giymemek en sıhhatlisi. Hazır kıta yerlerinde muhafaza edilsinler kâfi. Yok, illa fors yapacağım diye tutturursa sol beynim, hatta tatlı bir yağış dahi olsa, çerçeveyi sıkı sıkıya mandallamanın âlemi yok.
Islanmak da Ayrıca Bir Zevktir
Biliyorum; “Hadi bakalım, yine başlıyoruz,” diyorsunuzdur. Ne yapalım, ütopyanın kaderi bu: bilgi birikimi, deneyim, kitap, dergi saraylılığı kadar, edebiyat, mizah, felsefe, sosyoloji, tarih her şeyden biraz malzeme edinip harca katmadan yapamıyor. Yakında tahin helvası filan hazırlamaya da başlayabilir.
Seneka’da Attalus diye biri demiş ki: «Yitirdiğimiz dostların anısı, çok eski bir şarabın acılığı gibi, mayhoş elmalar gibi hoşumuza gider.»
Sıcak içeceklerden bahsederken ben nasıl da unuttum şarabı? Hem de o bordo renkli, kırmızı şarabı.
Tamam, ‘cık cık’ yapmanıza lüzum yok. Zaten sürüş yaparken alkol almaktan filan bahsetmiyorum. Yolculuk hep sürüşten ibaret olmadığına göre akşam kampını düşünerekten aklımın uzvundakini dile getirmek istemiştim. Kadehime eski bağbozumu şarabı döken evlat, daha acısından getir bana!
Senin dünya turun koca bir yalan yavrum!!!
Kim bunu diyen?
Kendini bilmez densizler… Nereden bilecekler onlar neyin doğru neyin yalan, neyin hayal neyin hedef, neyin macera neyin görüngü olduğunu, nereden bilecekler neyin ütopya neyin gerçek olduğunu? Hayalleri izlemek bile yorar onları, sıkılırlar, her şeye bir kılıf buldukları gibi, kurdeşenleri tutar, bu masumiyet karinesine da bir gıcık bahane bulurlar.
Aslında kimselerin olmayan dağları ve taşları… Ve tarlaları ve gökyüzünü ve denizleri… Ve hatta uzaydaki boşlukları…
Evrende var olan somut ve soyut her şeyi, insanlar arasında ve ülkeler arasında pay eden; bunu yaparken de kendine eşitliği değil iktidarların gücünü dayanak alan beşeri sisteme biz hukuk diyoruz. Kimin kimle sevişebileceği, kimin nereye gidebileceği, kimin nerede uyuyabileceği, kimin ne yiyip içebileceği, kimin ne giyebileceği, kimin ne söyleyip ne söyleyemeyeceği…
Yani herkesin hukuku kendine!
Dünya Turu Mevzusu da Böyle Bir Ütopya
Tüm bu turnelerin değişken ve manipülatif ama hep üst aklına kalmış. Hiçbir tur ütopyasız var olamıyor. O yüzden ütopya planlanan rotalarla birlikte el değiştiriyor. İşin içine bir sürü kriter de girince, yol şartları, hava şartları, kamp şartları, bagajda taşınacak yük, envanterdeki teknolojik aygıtlar, yine envanterdeki manuel malzemeler, emniyet koşulları, sağlık koşulları, riskler, tehditler, trafik kuralları, vesaire, ütopyanın şekli şemalı değişmeye başlıyor, gerçeğe değmeye başlayınca. Yani hafifmeşrep bir araç. Uzun yolculukların takipçisi değil daha ziyade pazarlayıcısı.
Ütopya matematikten hoşlanmayıp, rasyonellikten bayağı uzak dururken, felsefe ile duygusallık maskelerini takıp o an hizmet ettiği hayal dünyasını kollamaya soyunur; o yüzden de kibirsiz ve romantik ve hassas insanlığın, asırlardır evire çevire şeklen kusursuz hale getirmeye çalıştığı bir muhayyel olur. Kendini, aslında bir parçası olduğu kaostan sıvışmaya şartlandırmış olan ince hisli insan, kalbiyle özene bezene inşa ettiği ütopya sığınaklarında gönüllü mahkûm.
Dünyayı döndüren, mevsimleri geçiren, çiçekleri açtıran, denizleri yükselten, güneşi doğurup ayı batıran, kuşları uçuran, balıkları yüzdüren doğal ütopya, kelime anlamı evren olan mülkün temelidir; beşeri gerçeklik ise sadece malın temeli. O yüzden de ütopyanın kendi edindiği “mal”ı korumak için densizlere ait fikri “mülk”e yapmayacağı kötülük yok.
Densizlerin fikir tartışmasında adaletli davranmak yerine alenen öç alabilmeye çalışması da ütopyanın dik durmasını sağlıyor; çünkü densizlerin fıtratı suiistimale açık.
Keyifli Yolculuklar
Doğada şöyle bir karışma da görülür: Ressamlardan öğreniyoruz ki ağlarken ve gülerken yüzümüzde beliren çizgiler ve hareketler aynıymış. Gerçekten, resim henüz bitmeden bakacak olursam ben, o çehre ağlayacak mı, gülecek mi bilemem. Daha garibi var: Gülme son sınırına varınca gözyaşlarıyla karışıyor.
Varsayalım dilediğim bütün keyiflere kavuşmuşum. Diyelim ki bütün bedenim, aralıksız, şehvetin son sınırındaki hazza benzer bir haz içindedir. Öyle sanıyorum ki ütopyam bu hazzın ateşiyle erir; bu kadar katıksız, bu kadar sürekli, bu kadar geniş bir şehvete dayanamaz. Böyle bir duruma düşecek olursam, çürük tahtaya basıyormuş gibi korkarak kaçmak, içgüdümle bu durumdan kurtulmak isterim. Kendi kendime düşlerimi açarken görüyorum ki, en iyi huylarımda bile kötüye çalan bir yan var. Korkarım ki Platon en sağlam bildiği doğruluğu iyi yoklasaydı, ki herhalde yoklamıştır, bu doğrulukta insanın karışık yapısından gelen bir bozukluk bulurdu. Fakat bu bozukluk çok derinlerde gizlidir; onu ancak kendim görebilirim. Nedense insan her bakımdan ve her yönden yamalı, alaca bulacadır. Tıpkı bu yolculukların dört mevsim ve değişken hava şartlarında süreceği gibi.
Hava Şartlarına Göre Havalı Kıyafetler, Aksesuarlar
(*) Bu seyahatlerde kullanabileceğim üç dört gözlük çeşidine kafayı taktım. Benim için önemli olan renkten ziyade, renk de önemli tabii, yol sürüşünde yerden veya yere paralel yüzeyden gelen yansımaları engelleyen bir şey olsun yeter. Babamın şoförlük yaptığı dönemde sarı şeffaf gözlükleri vardı, sisli ve karlı hava şartlarında kullanıyordu. Ben de böyle bir gözlük alsam mı? Çok iyi fikir. Böylelikle siste mesafeyi uzatabilir, yerdeki buzlanmayı fark edebilirim; her iki koşulda da görüş mesafemi biraz daha arttırabilirim. Kış koşullarında kayak gözlüklerini de bir alternatif olarak düşünebilirim. Hem bu cinsten gözlüğü salt karlı yollarda değil, tozlu havalarda, çölde kum fırtınalarında da rahatça kullanabilirim. Güneşli havalar için polarize güneş gözlüklerini tercih edebilirim.
(*) Ayakkabılarımı SPD modelden mi seçsem diye ikilemdeyim. Bu ayakkabılar takır tukur ses çıkartıyor; gıcık bir durum yani. Bana öyle bir ayakkabı lazım ki böyle uyuz sesler yansıtmasın, tabanı hatta birazcık daha yüksekte olsun. Yağmur suyu, kar suyu, öd suyu geçirmesin. Ola ki ıslak pantolondan akan su damlacıkları paçalarımdan içeri giriyor, şıp şıp, buna da bir hal çaresi bulmam gerekebilir. Ne bileyim futbol oynarken çok giyerdik. Bir tozluk iş görebilir belki. Ancak ne olursa olsun arazide veya karlı bir alanda yürümeyi zorlaştırmamalı. Tabanda bir inşaat yığınağı gibi çamur ve kar biriktirmemeli. Yoksa paletlerle yürüyor hissine kapılabilirim. Hava şartları nasıl olursa olsun bu ayakkabıyı, hem yaz hem kış aylarında, kullanabilmeliyim. Gerçi yanımda her zaman bir çift taze spor ayakkabısı ile fiyakalı sandalet, tokyo bulundurmalıyım.
Dolabımdan Çıkan Uzun Kollu Giysiler
Trekking yapacağım ya da kumsalda güneşleneceğim zaman koca botlarla insem kumluk alana herhalde “Er çıktı meydana, biri diğerinden merdane,” diyerek bir gülümseme içine girebilir, dünya halklarım.
(*) Uzun kollu yaz kış giyebileceğim hususi gömlekler son derece önemli. Neden hususi? Çünkü böylesi gömleklerin bazı özellikleri var. Birincisi, yüklüğümde aman aman bir yer işgal etmezler. İkincisi, ne kadar kırışık olursa olsunlar üstümde misler gibi ütülenmiş duracaklardır. Zaten geceleri asker usulü düzletmek mümkün. Üçüncüsü, vantilatör kanalları sayesinde terlememi içerde tutmayacaktır. Dördüncüsü, yıkadığımda çamaşır ipinde günlerce asılı kalmayacak, tersine çok çabuk kuruyacaktır. Beşincisi, lanet ozon deliğinden koruyacak olması.
Artık kaç adet, hangi renklerde seçim yapacağımı yazmıyorum. Alınca diğerleri gibi müzemde fotoğraflarını sergileyeceğim, o zaman görülebilir ve incelenebilir.
Hafiflik Adına Hafiflerden Şaşmama
(*) Uzun bisiklet yolculukları ağır yük kaldırmaz. Kendimden önce velespitime acırım. Bu sebeple tercihim öncelikle zahmetsiz, kolay, pratik ve az yer işgal eden kıyafetlerdir. Mesela bir pantolonum olur, onu istersem kısa dona çevirebilirim, pardon şort, ki velespitsiz yürüyüşlerde epeyce kullanışlıdır, istersem bisiklet kullanımına uygun bir kispet. Yeter ki su geçirmez özelliği olsun ve bir dirhem nefes alabilen bir malzemeden yapsın.
(*) E, tabi, yol ve hava şartlarına uygun, üst baş giyim kuşamdan bahsederken iç dünyalara girmeden olmaz. Böyle uzun mesafeli yolculuklarda kullanacağım iç çamaşırlar da çok önemli. Her biri değişimli kullanılabilir halde bagaj çantasında mevcut olmalı. Bu çamaşırların özellikle rahat ve pratik olması yolculuğun konforu için olmazsa olmazı. Dayanıklı olmaları şart. Aslında dayanıklılık olayı bendeniz dâhil tüm ürünler için geçerli. Zırt pırt alışveriş mi olur canım? Al bir kere, yıllarca kullan. Sanki kalbimi zart zurt değiştiriyorum da!!
(*) Kamping konaklama kısmında az buçuk değinmiştim. Hava şartlarına mukavemetli bir de çadır dünyasının içinde olmak dünyanın en konforlu seyahat hatırıdır desem. Kuzey kutbunda, şiddetli ayaz rüzgârlara; Sahra’da, Latin Amerika çöllerinde, Afrika’nın ve yine Güney Amerika’nın tropik yağmurlarında, Asya’nın balta girmemiş ormanlarında ve daha birçok farklı coğrafyada kullanabileceğim, rüzgârda milim şeklini, şemalını, müsveddesini bozmayan muhteşem bir çadır satın almak fikri beynimin içini kemiriyor. Sadece su geçirmesin yeter diyenlerden değilim. Ben onunla hem ekvatoru, hem kutupları fethedeceğim. Emniyetten şaşmamak lazım.
İşte yenilmezler dünyasına uçuyorum…
Pedallayarak uçmak diye buna denir. İçimde bir leylek var. Leylek yani… Hani havada gördü mü insan hep gezeceğini düşünür ya! O benim içimde. Ha, bir de şeytan… Lucifer olanı, yani şeytan, pek severim, dürtüyor beni. Kalk git diyor. Öteki olanı, yani leylek, gitmek yetmez uçmalısın diyor. Tamam, uçayım da havayolu olmasın. Ben velespitimle uçarım.
Bir de beynimin öte tarafı var, kendini zeki sanan ama aslında teke olanı. Keçi yani. Acayip inatçı, “Gidip de n’apçen, bok mu var!” diye engellemeye kalkışıyor.
Bir de göğsümün sol köşesinde cevahirim, gönül kubbem, kalbim var: “Kim engellerse engellesin, sen tırsma, yürü, üzerine üzerine git” diyor. Bana ütopyalarımı sağlayan… O da bana bir natura vermiş, tabiatımı yani. Leylekleşiyor, şeytanlaşıyor, keçileşiyor, keçiyle inatlaşıyor, üzerine üzerine gidiyor, gıcık veriyor, gıcıklıyor…
Dünya Herkesindir
Şu hayata gözlerimi kapamadan önce yapmak istediğim şeylerin listesi cebimde.
“Terör var, mafya var, eli silahlı çeteler var, şiddet var, doğa afetleri var. Sakın gitme,” dediler. Kimseleri dinlemedim gittim. Yine gideceğim. Bu kez coğrafyayı daha geniş tutarak. Sokaklarında gezeceğim. Dünya’ya yukarıdan bakan bir dağın tepesinde Chris Spheeris dinleyeceğim. Kafamın içindeki son duvar kalıntılarını da tarumar ettim. Keçiye inat.
Bir gün, siz bu yazıyı okurken, ben belki hayatım boyunca beni hep “Alice Harikalar Diyarında” bir çocuk olarak bırakan Peter Pan’ın doğduğu yere gideceğim. Hanaut’dan Bremen’e… Pamuk Prenses ile Yedi Cüceler’i, Kırmızı Başlıklı Kız’ı, Uyuyan Güzel’i, Rapunzel’i, Çizmeli Kedi’yi, Bremen Mızıkacıları’nı, Hansel ve Gratel’i görmeye gideceğim. Sonra Disney Dünyası’na… Pixar’ın koridorlarında dolaşacağım. Lucas Film’in “Star Wars” kâinatında volta atacağım. Bir de Marvel’in dünyasına gideceğim. Yani süper güçlere sahip fantastik kahramanlarımla birlikte olacağım. Charlie’mle bana aynı filmi aynı keyifle defalarca seyrettirmenin sırrını öğrenmeye çalışacağım. “Yenilmezler”… Iron Man, Thor, Hulk…
Onlar nasıl 1960’larda çizgi roman döneminde kalan bu insanlar nasıl oluyor da bugün hâlâ ayakta kalabiliyorlar ben ve velespitim o havayı koklamaya iskele kuracağız.
IQ Seviyesi falan filan…
Sadece bunlar mı, yooo, şimdi aklıma geldiği için böyle yazdım. Her toprağın kendine has kültürel zenginliği var. Yemeden içmeden dokunmadan gezip görmeden niye bir adım ötesine geçeyim ki? Ne bu şimdi, ileri zekâlılık mı? Bakış açısı. Kimseyle zekâ pazarlığına girişmem. Günlük hayatımda ve insanlarla olan alışverişlerimde fazla parlak ve keskin bir zekâ göstermeyi de doğru bulmam. Derin bir anlayış beni fazla inceliğe ve fazla meraka götürür. Zekâmın olaylara ve dünya turu projeme daha elverişli bir hale getirebilmek için zaman zaman biraz ağırlaştırmam, körleştirmem, onu bu karanlık ve bayağı hayata uydurmak için karartmam ve bulandırmam gerektiğine inanırım Bu gereklidir. Nitekim gevşek ve sıradan zekâlar işleri daha kolaylıkla, daha başarıyla çevirirler diye düşünürüm. Yüksek ve ince felsefi düşünceler iş görmeye elverişli değildir. Keskin bir düşünce inceliği, kabına sığmayan bir zekâ çevikliği, işlerime hep engel olur.
Bir Giysiydi Sanki Serüvenler
Dünya turuma ait plan, tasarım, program işlerini daha hoyratça, daha gelişi güzel yürütüyor ve her zaman talihe büyük bir pay bırakıyorum. İşleri derin, inceden inceye düşünüp aydınlatmaya gerek yok ki. Birbirine zıt birçok parlak düşünceler ve biçimler içinde insan kendini kaybediyor. Maceranın ruhunu kaybetmek istemem.
Başımın bir ucunda leylek, bir ucunda şeytan, diğer ucunda kalbim, ortalarında keçi… Zıt düşünceler evrile çevrile zihnimi sersemleştiriyor. Her işin bütün koşullarını ve sonuçlarını arayıp hesaplayan adam karar vermekte güçlük çeker; orta bir kafa da işleri görür, büyük küçük bütün girişimlere yeter.
Dünya turumun sonunu hiç merak etmiyorum. Hayalim yol gösterdi hedefimi koydum ona bağlı alt hedeflerimi oluşturdum. Mümkün olduğu kadar çok ülke gezip görmek istiyorum. Ve bu illa velespit tepesinde olmayacak.
Kahramanlar Arasında Rastlantısal Bir Kahramanım Yalnızca
Bana “Hayran olduğun 5 dünya turu gezgin bisikletçiyi say,” deseler sadece birini banko söylerim. Bu da “Almost Famous World Tour” dizisinin Kanadalı stand-up komedyeni, Russell Peters olur. “Kâğıt üzerinde” üstünü çizseniz, yok etseniz bile, hayattan yok edemeyeceğiniz bir isim. Sanki o bir Marvel kahramanı… En Iron Man hangisidir derseniz? İşte o… Ben de onun gibi “Iron Man” olabilir miyim? Sanmam…
Çünkü korkarım; en fazla “Dünya Turu”na duyduğum saygıdan dolayı pusarım. Bu işe giriştiğimde “En büyük intikam mutlu olmaktır” demişti ütopyamın kahramanı. Ben de eklemiştim: “Bir de ayakta kalabilmek… Dizlerinin üzerine çökmek zorunda bırakılsan bile diz çökmemek…”
İnsanlar her zaman adlarını ve soyadlarını hak etmezler… Veya o ada ve soyadın manasına layıktırlar… Sanırım ben ‘Şeref’ ismini hak eden taraftayım. Ama ‘Sayman’ soyadım da bana mesleğimi kazandırmıştır. Ben son ân’a kadar ona layık olmaya çalışmışımdır. Ama şimdi muhasiplikten emekli olup, şerefimle dünya turuna hazırlanıyorum. Herkes giderken Mersin’e, ben tersine gitmeyi bilirim. Meydan okuyarak, riskini alarak, bedelini ödeyerek… Bu anlamda kendimi bir “Yenilmez”, “yenilemez”, “yok edilemez” görebilir miyim?
Bilemiyorum…
Dimdik bir gezgin duruşun, hayattan asla vazgeçmek anlamına gelmediğini, velespitimle, giyimimle, duruşumla, bakışımla (hâlâ yakışıklı sayılırım hani) her an ispatladığım için, hangi kahraman karaktere uyarım; bilemem…
Bir İnsan Ömrünü Neye Vermeli?
O kadar yurtdışına çıktım geldim bir küpe takmadığım kaldı. Oysa ne çok isterdim Jack Sparrow’un halkasından bir tanecik edinmeye. Kim bilir belki İspanya, belki Portekiz limanlarına varınca bu fikrime uygun bir halka dükkânı bulabilirim. Uzun ince saçlarım gibi küpeme de takanlar olabilir. E, ben de bu halkama takan ağır abilere… “Captain America” olabilir miyim? Valla bilemeyeceğim…
İşe ilk profesyonel olarak başladığımda karşıma dikilmiş patrona, parmağımı gözlerine sokmuş, kaslı, boğa gibi kuvvetli, lacivert kot pantolonlu, beyaz tişörtlü on yedi yaşımda bir gençtim. “ACCA’nın bütün dinozorlarına savaş açacağım” demiş ve devam etmiştim: “Bu listeye siz de girerdiniz ama beni basit bir defter tutucu olarak görmemeniz sizi kurtarıyor,” demiştim. İçimdeki cevheri keşfetmesini istemiştim. Gördü, başladım ve dediğimi yaptım. Bazen Don Kişot gibi yaptım, bazen gerçekten yaptım. Yani bazen Hulk oldum, muhasebecilik evreninde kendi çapımda devrimler yaptım, yumruğumu vurunca kırdım döktüm… Bazen Charles Bronson haline döndüm. Sakin ve terbiye bilen, ama yapmak istediği şeyden geri kalmayan. Bilmem herhalde her iki halimde de “yenilmez”dim, “yenilemez”dim…
Dünya Kadar Toprak Ütopyası
Şimdi bir “Dünya Turu” projesinin vasatlarını, aleladeliğini, sıradanlığını ciddiyet sanan gezgin ruhları gıcık edebilirim. Ama galiba biraz uzun mesafe turculuk masterimi Türkiye sınırları dahilinde yaparken bir yandan kilo vermem, bir yandan spor yapmam gerekli… Ki yurdum toprağının toplam yüzölçümünün 783.562 kilometrekare olduğunu hiç abartmadan eklemiş olayım! Kaç hafta, kaç ay değil, kaç yıl alacağını konuşmak lazım, üstadım…
Şu “Dünya Turu”nun salt ütopik düşüncesi bile güzel…
Türkiye’den kaybolmak, bir başka geçici ülkede ortaya çıkmak… Sonra bir de okyanusun ortasından çıkmak. Ya da kutuplardan… Cesareti olmayanların, ürkek olanların, boyun eğmişlerin, biat ahfadının “karadulu” gibi desem…
Ama bu iş cesaretten öte azim ve kararlılık ister. “Ekibin Loki”si olmayı ister. Thor’un üvey kardeşi… Sonra düşündüm. Aslında Thor da olmanın nesi kötü. Yani kendi kendimin hem öz hem üvey kardeşi bir kişilik. Ne ütopya kursam tutuyor… Neye niyet etsem salına salına kucağıma hopluyor. Keçinin makûs zindanına tıkılıyorum, filozoflardan, şairlerden, edebiyatçılardan aldığım yazma kabiliyetiyle demir parmaklıkları açıyor, kıvırıyor, oradan bir best seller “Dünya Turu” projesi çıkarıyorum. Tabuları yıkıcı, ama aynı zamanda yıktığımı yapıcı… Tuttuğumu koparıcı… Vize gücüyle bir kapıdan atsalar, vizesiz seyahat gücüyle bir bacadan giriyorum. Diyebilir miyim kendime: bir “yenilmezim” ben… “yenilemezim”!! Thor’un Loki’si, Loki’nin Thor’u… Bilemiyorum…
Bildiğim bana esinti veren “Büyük beyin…”: Master of Evil: Baş şeytan…
Tabii ki ben bu kişiliklerin karşısına kimleri koymam gerektiğini bilmiyorum. İsteyen istediğini koyar.
Ancak dünyanın yörüngesinde yerçekimi olduğu sürece ve yani içimdeki kahramanlar yükselmeye, her şeyin üzerine çıkmaya ve hep zirvede kalmaya çalıştıkça, onları kıskanıp aşağılara, kendi seviyelerine çekmeye çalışan güç ve güçler var oldukça… Yeter ki havamız bozulmasın…
Havalar nasıl olursa olsun, benim havam iyi olsun…
Bir sonraki esintiye kadar kalın sağlıcakla…
Mürekkebe banmış esintili Sevgilerimle,
Gezenti Şeref
***…***