ÜTOPYA… Doğanın içinde bir hayat istiyorum… dışarıya değil, içimde sürdürüyorum bu arayışımı… dağlardaki soğuklar içimi üşütüyor… kıyılara yaklaşmak ve ısınmak istiyorum… daha doğrusu kendimi arıyorum doğada… vadinin ortasında durduğum yer beni sıkıyor, akarsular devamlı taviz istiyor benden… yollara direniyorum…
gEZENTİ şEREF ~ E-2017/059
Esinti Tarihi: Perşembe, 27/07/2017
Eski mesleğimi terki diyar edip yeni mesleğimi edindiğimden beri mesleki sorumluluğumun bilincindeyim! Yepisyeni sorumluluk alanımda yine sosyal ve doğasal bir yaraya parmak basarak, sizi bilinçlendirmeyi amaçlıyorum çok sevgili izleyicilerim. Çünkü siz biz gezeğenler olmadan bilinçsiz, şuursuz, öyle etrafta boş boş dolaşan bir güruhsunuz. Okuyun da biraz kendinize gelin!
Arada olur böyle…
Ü-T-O-P-Y-A
Takipçimin teki coşup, üşenmeyip, bana uzun uzun bir mektup yazar. Genellikle kendisi için hayati önem taşıyan bir konuyu anlatmakla başlar ise: Mahallede imarsız bir bölgeye yapılan kaçak inşaat, Amerika’nın Suriye politikası, Rusya’nın Putinvari engelleri, sonra mucuk mucuk sulu soslu barışma trendleri, Almanya’nın tenhalaşan Merkel abla kanunları, şaşkın İngilizlerin Brexit duvarına toslayınca her bölgede bağımsızlık ilan etmek istemeleri, anayasal değişiklikler, darbe marbe tezgâhları, karşı oyunlar, satranç tahtasını devirenler, Fransa’nın değil de şampiyonanın en kötü takımı Portekiz’in Avrupa şampiyonu olması, Böyyüük Amerika Kupası finalinde Messi’nin gözyaşları, Şilili dostların kupaya el uzanması…
Yetmez; kendi hayatından da satırbaşlarına değecek kadar upuzuun örnekler vererek konuyu pekiştirir ve başlar o sinirle bana bulaşmaya: “Sen ne biçim adamsın, bir de kendine koftiden bir unvan bulmuşsun, neymiş, “Nostalji İnsanı”? O da yetmemiş takmışsın peşine bir “Gezenti Bisiklet” paçavrasını… Üstelik ilave etmişsin “Gezenti Şeref” çarşafını… Tıpkı eski mizah dergisi “Çarşaf” komikliği gibi… Babacımm sen, o interneti işgal etme, yeaa, Vatan haini en-tel züppesi, Senin gibi tombul keçe bol beyaz Türklerin alayının…” gibi geniş bir yelpazede fikirlerini söyleyenler ortaya çıkar tek tük de olsa.
Zannımca dertleri şudur: “Neden incir çekirdeğini doldurmayan abuk sabuk yazılar yazıyorsun, hicviye yaptığını sanıyorsun da, memleketin senin kendinden daha mühim meselelerine değinip halkı bilinçlendirmiyorsun!”
Ama işte Tanrı vergisi ki, hepsi Ü-T-O-P-Y-A…
Kimselere akıl verme peşinde değilim ki!
Yine de bu fırsat o fırsattır deyip hepsine kısaca yanıt vermek istiyorum bu vesileyle: Yahu ben kimseyi bilinçlendirmek istemiyorum. Bana ne! Tam tersi, ben okuyucularımın şuursuzca okuyup eğlenmelerini istiyorum! Eğer bu bir yaşam kavgasıysa, benim de bu sofradaki tuzu kuruluğum böyle. Arzu ederseniz sayfayı çevirebilirsiniz, efem…
Onun için isteyen hangi konuda bilinçlenecekse gider kanalını bulur, alır kahvesini, çıt çıt çekirdeğini eline, başlar seyretmeye. Malum kimse artık belgesel izlemiyor. Kimse artık doğru dürüst haber izlemiyor. Varsa yoksa nerede yanlı haberler, kavgalı gürültülü, itibarlı polemikten öte demagojik açık oturumlar, artık ne kadarı açıksa, onları seyretmeyi tercih ediyorlar. Hele şu televole’leri, evlilik programlarını falan kim seyrediyor zaten, hâlâ bulamadılar!
Son zamanların popüler söylemiyle: Tek seyrettiğim dizi “Velespit Turne” vallahi! Pardon ne diyorduk?..
E, siz de şimdi burada koltuğunuza yapışmış, hâlâ ekrandaki sayfayı kapatmadıysanız, demek ısrarla siz de bu belgesel programı izlemeye devam ediyorsunuz demektir.
O vakit, iyi seyirler, başka ne diyeyim…
Ben cidden belgesel filmler hayranıyımdır. Özellikle doğa, vahşi doğa, evcil, yaban hayvanlar, hayatta kalma falan belgesellerini tercih ediyorum. Ancak itiraf edeyim ki, seyrettiğim bu harika belgesellerde gözlemlediğim kadarıyla, belgeselciler, biraz kalpsiz insanlar.
Nasıl yani?
Şöyle… Bir önceki yazılarımın içinde yazmıştım. Hatırladığım kadarıyla doğada fotoğrafçılık konusunu filan anlatıyordum. Yine de anımsatmadan geçemeyeceğim. Hani hep tartışılır ya, insani vaziyet ve mesleğin etik kuralları açısından: Diyelim ki yolda kaza geçirmiş (ki benim önceki örneğimde bu Japon’du), ölmekte olan bir adama rastladın, önce fotoğrafını mı çekersin, adamı mı kurtarırsın, diye. Tabii, fotoğrafçının durumu farklı. Hele bir de gazeteciysen, vışşşş, o durumu daha da vahim yapar. Önce fotoğrafı çekip haberi patlatacaksın ki, son baskıya yetişsin. Ne bileyim renkli bir televizyoncuysan, haber bültenine koşturursun. Fotoğrafçıysan bir daha o an’ı yakalaman mümkün değil.
Ama işte bazen bu tip meslekten arkadaşlar ruhsuz, duyarsız olmakla eleştirilir.
Belgelik Yolculuklar
Hâlbuki belgeselcilerin tuzu kurudur! Kimsenin bir belgeselciyi “Efendim, çekeceğine git kurtar!” diye eleştirdiğini görmedim. Bu görevi ben üstlenmek istiyorum. Hani “gEZENTİ şEREF”in diğer köşelerini işgal etmemek açısından!
Bilirsiniz iki belgeselin birinde zavallı hayvancıklar telef olur. Ben şimdiye kadar en azından yüz kere, ceylan gibi geyiklerin kaplanlar tarafından, dev gibi iri yarı fillerin aslanlar tarafından yendiğini, büyük balığın küçük balığı yuttuğunu, yumurtadan yeni çıkmış, denize koşturmaya çalışan su kaplumbağası yavrusunun kanca gagalı kuşlar tarafından akşam yemeği yapıldığını seyrettim. Hani o saatten sonra ben kendi akşam yemeğimi yiyemez hale geldim ya, neyse…
Şimdi diyorum ki, ben: E, belgeselci kardeşim, elin ayağın yok mu? (Tabiatıyla burada belgeselcilere cevap hakkı doğuyor tabii!) Yazık değil mi masum hayvanlara?
Hani gezgin adam gibi bir vakit darlığın falan olsa anlayacağım. Kendin anlatıyorsun: “Dört haftadır, kerata caretta caretta’ların yumurtadan çıkmasını bekliyoruz bu kumsalda,” falan diye. Haydi, aslanı, kaplanı, çitayı kovamadın, ayının pençesinden kurtulmak için var hızınla en yüksek ağaca tırmandın, tamam, sadece martılara “kışt” diyeceksin kardeşim! Seyrederken, gözümüzün önünde gitti şuncacık yavru kaplumbağa! Sonra da sanki bir halt yemiş gibi ballandıra ballandıra anlatıyorsun: “Bu mevsimde yumurtadan çıkan yavruların yarısından fazlası martılara yem olur,” diye. E böyle yaparsan tabii yem olurlar! Katliam olmuş, sen orada, elinde kamera, takılıyorsun!
Değerli belgeselcileri, doğa fotoğrafçılarını daha duyarlı, daha bilinçli olmaya davet ediyorum. Her şey şan şöhret değil sevgili arkadaşlar.
Oh be, “Velespit Turne” projeksiyonu dışında toplumsal bir konuya el attım galiba; sosyal görevimi yerine getirdim, artık rahat rahat “Homeland” izlemeye gidebilirim! Belki oradan CIA’nın son komplolarına dair ‘ufacık tefecik içi dolu turşucuk’ bilgiler edinebilirim. Bir sıkımlık yani…
Bisiklet Yolculuklarında Gözdağı Verici Şeyler
Gerçi ben hayvanlar derken velespit ile yapılan turlarda karşıma çıkabilecek tehditkâr olanların bir fotoğrafını çekeyim istiyorum. Malum önceki makalelerimde bir gezgin bisikletçiyi en fazla tedirgin eden hayvan türlerinden saldırgan köpekler liderliği çekiyor, bunun yanında elbette diğer vahşi hayvanları da unutmamak gerekiyor. Yani oldukça doğasever ve hayvan sever biriyimdir; ama iş cana bir gözdağına kadar varıyorsa böyle bir riski almadan sorunu nasıl bertaraf edebilirim buna değinmek istiyorum. Bu makalenin konusu da bu zaten. Yani bu canhıraş konuya temas etmek için demek iki yaprak tatlı bir girizgâh yapmam gerekiyormuş.
Güvenlik mevzuunu işlerken yazmıştım ama bir anımsatma da bunun için gelsin…
(*) Yol sataşkanları (iki ayaklı, konuşabilme yeteneğine sahip hayvanlar):
Yollarda normal seyirde sürüş yaparken ortada fol yok yumurta yokken bulaşmak isteyen, şeceremin milattan öncesine kadar gidip küfürler eden dangalaklar çıkabilir. Bu durumda ne yapabilirim? Gayet sakin olup hiçbir cevap hakkı kullanmadan oradan uzaklaşmaya çalışırım. Kesinlikle karşılık vermem. Yoksa kaybedecek pek bir şeyleri olmayan o tipi-tipler ile sonu pek hayırlı bitmeyecek olaylara vesile olabilirim. Ki bu zatı şahanelerin bildiğim dili bilmemeleri ayrı bir makalenin konusu olabilir ancak…
(*) Dört ayaklı sevgili dostlar ama ne yazık ki sevgiye muhtaçlar:
Köpekler, tur bisikletçileri için en ciddi tehlikelerden birisidir. Köpeklerden genelde korkmam. Sadece yabancı köpeklerden özellikle de köyün bekçisi gibi yol ortasına iri kıyım yatan hantal arsızlardan, kangal türü çoban köpeklerinden, ıssız doğada sürü halinde gezen açlar kolonisinden. Evet, korkmasam bile, sakin sakin yol alırken pusuya yatıp üzerime atılmak isteyen bir köpek olunca çok hoş olmayan aksiyon sahneleri yaşayabilirim. Böyle olaylara Ortaköy-Bebek arasında seri yürüyüşler yaparken çok hedef olduğumu bilirim. Ya da Trakya’nın muhacir köylerinde…
(*) Ama doğruya doğru, böyleleriyle yurtdışında hiç karşılaşmadım.
Açıkçası tanıdığım herkese bahsini yaptığım bir tezim vardır. Bir ülkenin gelişmişliği o ülkenin sokaklarındaki köpek sayısı ile ölçülebilir. Hiç sokak köpeği yoksa, o ülke ‘number one’ gelişmiş ülkedir. Vardır ama azdır ve aşırı tehdit oluşturmazlar. Bunlar da gelişmiş ülkeler arasındadır. Nerede çok sokak köpeği vardır o ülke berbat bir ülkedir. Gelişmişliğin esamisi okunmaz. Çünkü ne kendi insanını tam manasıyla doyurabilmektedir, ne de öz be öz o toprakların hayvanlarına sahip olabilmektedir.
(*) Modern kapitalist dünyanın tasmalı tasmasız kuçukuçuları:
Gerçekten gelişmiş ülkelerde kovalayan psikolojideki köpeklere rast gelmem binde bir şans meselesidir. Böyle ülkelerde bana havlayan köpekler illaki çıkar, ama bunlar sahiplidir ve kendi bölgelerini terk etmeden sadece yüksek sesle havlarlar, asla peşimden heyecanla kovalamazlar. Belki güleceksiniz ama sahiden de gelişmiş ülkelerde benim yaptığım ani bir hareketle korkup kaçan köpekler beni daha fazla korkutabiliyor. Nasıl mı? Sakin sakin yolda giderken bariyerin altından fırlayıp benden doludizgin kaçan köpekler, dalgın ve bakarkör olduğumda öd kesemi zorlayabiliyor.
(*) Az veya orta derecede gelişmiş kapitalist ülkelerin havhavları:
Amma ve lakin Türkiye gibi cahil cühela ülkelerdeki köpekler, bisikletçileri son derece fazla rahatsız ederler. Her nedense içgüdüleri sebebiyle kovalamak isterler. Velespit tekerlekleri onlar için anormal irrite edici bir objedir. Isırmak isterler. Baktılar ki tekerlek baş döndürüyor, o zaman hedef topuklara doğru hamle yapmaktır. Zaten bu saldırgan itlerin, evcil olanları, sahipleri de kör cahil olduklarından meydana gelen dehşetengiz manzaradan haz duymaktadırlar. Bu dört ayaklı saldırganlar bekçi köpeği bile olsa yeterince eğitimli değillerdir. Bölgelerini 180 dereceden fazla geniş tutarlar ve ben hayvanın korumakla yükümlü olduğu sahaya girmesem de peşime takılabilir. Bu da çoğunlukla korkutucu bir deneyim olabilir. Yine de çok nadiren ısırmak için geldiklerini düşünmek isterim.
(*) Encik boncuk ayaklarıma dolansa
Bir başka irrite edici durum da köpeklere karşı ne kadar dikkatli olursam olayım hiç beklenmedik yerlerden, aniden çıkabildikleri için çok tehlikeli anlar yaşayabilirim. Mesela üzerime aniden atılmak isteyen bir köpekten kaçabilmek için kendimi yolun ortasına atabilirim. Bu şartsız refleks, pusucu köpeğin etli butlu tadıma bakmasından daha vahim sonuçlara yol açabilir. Yola olan dikkatimi dağıtmamalıyım.
(*) Taşranın çoban köpekleri tasmaları kadar korkunçtur
Bugüne değin yayan gezintilerimde edindiğim tecrübelere göre, velespitimle yapacağım turlarda da sanırım köpeklerin sıklıkla çıkabileceği kesimler daha çok kırsal yerleşimler, tarlalar, bağ evleri, bostanlar, çiftlikler ve çöplük alanlar olacaktır. Bu tür alanlardan geçerken yavaş kullanmak ve köpeklerin varlığını taraya taraya gitmek en doğrusu olur. Sırnaşık bir köpek çıkarsa yürüme hızına kadar yavaşlayıp köpeğin bölgesinden derhal ayrılmalıyım. Sevimli, bulaşkan köpek bakıyorum ki gittikçe çok yaklaşıyor o zaman durup ona bir şeyler söylemem icap edebilir. Bu hareket tarzım onu yatıştırabilir. Şayet tehlikeli olabilecek bir gidişat söz konusu ise bisikletimden inip, bisikletimi köpekle arama almalı ve hayvanın bölgesini yürüyerek terk etmeliyim. Arsız ve dişli bir köpeğin kovaladığını fark edip durursam büyük olasılıkla o köpek de dumura uğrayacak ne olduğunu anlamak için duracaktır. Yanımda kırıntı yiyecek parçaları, kemik filan bulunuyorsa bu musallat köpeklere yiyecek bir şeyler atmam faydalı olabilir.
Ne Yaparsam Yapayım Şunları Yapmamalıyım
(*) Topuklamak… Çünkü kaçma planı köpeği daha çok azdıracak ve peşimden hızla takip edecektir. Üstelik benden daha iyi bir koşucu olduğuna göre keskin dişlerine yem olmak içten bile değil. Herhangi acil bir durum yokken kovalayan bir köpekten pedallara asılarak kaçmaya çalışırsam boşuna aksiyon yaşayabilirim. Bununla birlikte köpeklerin çıkabileceği bölgelerde sessiz gitmek en iyisi.
(*) Köpekle göz göze temasta bulunmamak… Köpeğe dik dik bakmanın onu daha da sertleştirebileceğini dikkate almalıyım. Kafayı çevirip yoluma devam etmeliyim, ama aynı zamanda başımla onun varlığını ve ne niyet içerisinde olduğunu takip etmeliyim.
Bir de Şunu Belleğe İyice Kazımalı!
(*) Loş saatlerde ve loş sokaklarda avare dolaşma… Köpeklerin en çok geceleri ve sabahın erken saatleri (22.00 ilâ 07.00) aktif olduklarını, bağlı köpeklerin bazılarının geceleri salındığını ve yerleşim içi, dışı herhangi bir yerde karşıma aniden çıkabileceğini unutmamalıyım. Artık gelişmişliğin göstergesi olarak bu ‘free’ köpekler büyük şehirlerin sokaklarında, park alanlarında ve sahil kenarlarında sürüler halinde cirit atıyorlar.
Anıların İçinden Can Dostlar
Son 20 yılda üç cins can dosta sahip olmuş biri olarak (bunlarla “Nostalji İnsanı”nın “Can Dostları” ile tanışmanız mümkün olmuş olabilir) köpekleri çok severim. İlk dostumuz daha iki aylıkken edindiğimiz Collie cinsi, “Flash” idi. On üç buçuk yıl bizimle beraber oldu. Biz nereye gittiysek onu da beraberimizde sürükledik. Hayata gözlerini kapadığında sanki içimden bir parçayı kopartmışlar gibi hissetmiştim. Acısını dindirmek için arkadaşımın hediye ettiği Rotweiller cinsi, “Alf”i eve getirdiğimde en fazla çocuklar sevinmişti. Daha bebekti ve biberonla beslemeyi sürdürmüştük. Büyüyüp irileşince onu tersaneye bekçi köpeği olarak götürdüm. Günün 10-12 saati yine birlikte sayılırdık. Biz bu arada evin yeni konuğu, bir buçuk aylık, Husky, “Şimşek”i beslemeye başladık. Ancak hayatımızda olağanüstü değişimler neticesinde onu da beş yaşında iken ağabeyimin çiftliğine, yeni evine uğurladık.
Köpekler gerçekten çok can dostu olan hayvanlardır. Ama yukarıdaki paragraflara konu olan yabanların bu dostluktan çok uzakta olduğu aşikâr. Her şeyden önce köpek kendi sahibinin ve bağlı olduğu mekânın dostudur. Bir yabancıya karşı alacağı tavır her zaman temkinlidir.
Hayvanlar Âleminin Diğer Üyeleri
Neyse konu zaten kasvetli, bunaltıcı havayı biraz dağıtayım. Hep köpeklerden bahsettim. Şu hayatta organizma olarak bize en çok benzeyen maymunlar var mesela. Özellikle şempanzeler. Neyse, fark etmez. Maymun genellemesinde kalarak devam ediyorum. Bu maymunlara büyük haksızlık ediliyor kanımca. Sürekli küfür gibi kullanıyoruz hayvanları: “Ay maymun olduk valla”, “Maymun suratlı çirkin bir şey” falan. Gerçi hemen hemen her hayvan ile insanoğlu arasında sosyolojik bir ilişkiyi illa kurduracak sözcük ve deyim dağarcığımız var. Yalnız bu maymunun ki nedense hep karakoncolosa, çirkinliğe atfediliyor.
Gelgelelim bir kediye, köpeğe, kuşa karşı hiç böyle değiliz.
Peki, ne var bu zarif düşmanlığın altında?
Maymunun, biliyorsunuz, karşısına geçtiğinde, hayvan sen ne yaparsan aynısını taklit ediyor. Elma soy, kafanı kaşı, kulaklarını tut, aynısı.
Bununla ilgili bir hidrofobimiz olabilir mi?
Kısacık bir terbiyeyle maymun bizim yaptığımız her şeyi niye yapmasın? Bir kere seyrettiğini bir daha unutmuyor hayvan, çok korkutucu. Aşağıladığımız gibi, evlerde mevlerde de pek bulundurmuyoruz bak.
Diyelim ki saldık hayvanları, aramızda kediler, köpekler, kuşlar gibi yaşıyorlar. Ne olacak?..
“Patron, ben gelecek senenin bütçesini pazartesi çıkarsam?” … “Gerek kalmadı zaten, Çita halletti!” … “Çita mı?” … “Evet. Dün seni seyretmiş öğrenmiş. Aynısını yaptı. Biz de zaten bu hafta sonu biraz çalışandan tasarrufa gitmeyi planlıyoruz.”
Biteriz hepimiz… Özellikle siz gençler. Zaten öyle kolay iş bulamıyorsunuz. İş aslanın ağzında, maymunun filan değil. Dikkat edin, tamam mı? İşyerinde bir maymun filan görürseniz, ne yapacağınızı biliyorsunuz. Bu maymun türleri seyrederler, beyin-beyincik ameliyatı yaparlar, hiç belli olmaz. Neşteri kapsalar sıra omuriliğe gelir. Ayrıca da fezaya giden maymun sayısı, insan sayısından daha fazla. Yani bizden çok daha edibane bir cins sayılabilirler!
Bence köpeklerden çok daha tehlikeli bu maymunlar, onlardan ödümüz patlıyor ama farkında değiliz.
Yaban Ellerde Vahşi Yaratıklar
Hadi maymunlar yine kafeslerinde sütliman hayvancıklar. Ya şu doğadaki vahşi yaratıklara ne demeli. Üstelik velespit turnesinde kamp yapmadan gitmenin imkânı yok. Gece çadırın etrafında fink atan o doğa yaratıklarına karşı nasıl önlem almam icap edecek?
(*) Vahşi hayvanlarla çok ıssız yörelerde, dağ başında, ormanlık, fundalık gibi alanlarda, kanyonlarda ve elbette geceleri her türlü yolda karşılaşabilirim. Onlar genelde insandan kaçma eğilimi gösterirler. Kolay kolay saldırmazlar.
Özellikle Türkiye’de Karadeniz Bölgesinde, Erzurum, Ardahan ve Kars dolaylarında sık rastlanan ayı vakaları hariç, bisikletiyle tur yapanlara vahşi hayvanların saldırdığına dair enteresan bir hikâye duymadım. Gene de vahşi hayvan riski yok diyemem. Düşük de olsa vardır.
(*) Buna önlem olarak atabileceğim adımlar şunlar olabilir: tek başıma ıssız yörelerde özellikle geceleri seyahat etmemeliyim; güvenliğinden emin olmadığım hiç bir yerde, manzarası güzel de olsa, konaklama yapmamalıyım; ıssız bir yöreye girmeden önce bölge güvenlik güçlerini bilgilendirmeliyim; kamp alanında ızgara vb., kokulu gıdalar tüketmemeliyim; tesadüf bu ya, ola ki karşılaşırsam, karşılaştığım bu yaratıkları korkutmamalıyım; ve hatta genel olarak tilki uykusu uyumayı öğrenmeli, bu konuda tek gözüm açık uyuma eğitimimi ara vermeden sürdürmeliyim. Nihayetinde bir gözüm kapıda, kulağım kirişte misler gibi horlama halidir, tilki uykusu.
Vız Vız Arılar
Gerçekçi olacaksam, benim hayalimdeki “Velespit Turne” şudur, hayvan mayvan olmayacak. Arılar ballar mı yapacaklar? Gitsinler kovanlarına. Ne işleri var yolların ortasında. Ne o öyle havada vızır vızır. Ben bile bu kadar özgür değilim…
Bu aklıma gelen ütopik konuya az sonra döneceğim. Ama laf gelmişken gediğine oturtayım bari.
(*) Kış uykusunda olmadığı zamanlarda, arılar ve diğer uçan iğneli dostlardan korunmak için kesinlikle sarı ve turuncu tarzından açık renkli giysiler giymemeli, parfüm kullanmamakla birlikte mutlaka kaş-göz bölgesini iyi kapatan koruyucu, türbedar bir gözlük takmalıyım.
(*) Arılar en fazla ter kokusuna, parfüm ve deodorant kokusuna geliyorlar. Yollarda diğer sürücülere enikonu görünebilmek için beyaz giyinebilirim. Ancak arıların özellikle sarı renge geldiğini tecrübe edenler var. O halde velespit sürerken sarı güvenlik yeleği kesinlikle giymemeliyim. Tecrübe tecrübeyi söker. (Çivi çiviyi söker’den intihal eyledim.) Uzun kollu bir şeyler giysem de parfüm ya da deodorant kullandığımda bir eşek arısının koynuma girdiğini zannımca sokulduğumda anlayabilirim.
(*) Arı sokmalarına karşı amonyak en tesirli yöntemdir. Velespitim üzerinde hemencecik ulaşabileceğim bir yerde bir şişe amonyak bulundurmam şart. Eğer stok dışı bir durumla karşı karşıyaysam, idrar sökücü de kullanabilirim!! Amonyakla ıslatılmış pamuk ya da mendille, arının soktuğu yerin üstünü iyice silmem ilk tedavi için yeterli olacaktır.
Tatbikat için “Mandıra Filozofu”nu seyretmenizi tavsiye ederim.
Eskiden çocukluğumda ekmek çiğnerler onu koyarlardı. İlkel hayat işte! Bari iğne yediğim yere çişimi yaptırsalarmış…
Zararsızlar Bile Bazen Zararlı Olabilmektedir
Ne diyordum az önce?!.. Ha, evet, realist olacaksam, benim hayalimdeki “Velespit Turne” raddelerinde hayvan mayvan olmayacak falan filan diyordum.
Misal, kuşlar zararsız hayvanlardır değil mi? Siz öyle zannedin. Kuşların biricik yaptığı malum zarar ziyan şey, arabaların üzerine pisleyip boyaları bozmak! Artık benim ve velespitimin de kısmet yağmuruna tutulduğumuz eşsiz, emsalsiz anları arşiv hakkı için fotoğraflayabilirim.
Doğayı boş verdim, yerleşimin yoğun olduğu bölgelerde hayvan zulmü acayip bir şey. Zaten, ben size söyleyeyim, bir koca şehre koşum vurulan hayvan, kırsal kesimdeki o saflığını, masumiyetini kaybediyor, bir nevi varoş hayvanı oluyor. Mesela fareler şehre gelince bir garip oluyorlar. Hayvan tarladayken fındık gibi, şeker bir şey. Şehre bir ayak basıyor, nah “Garfield” kadar bişi oluyor! Neredeyse adama saldırıp yiyecek.
Dost görünen şehir eşkıyaları da işgal etmiştir dünyamızı
Yukarıda bahsini yapmıştım; o ‘sevimli’ çoban köpekleri şehirde çete kurup sabaha kadar havlıyor, gerekirse insanı ısırıyor. Artık istisnasız her kentin her mahallesinde sayıları değişken böyle çeteleri kaim. O yüzden Türkiye istediği kadar iktisadi üretim tarzı bakımdan orta derecede gelişmiş bir kapitalist ülke olduğunu iddia ededursun benim gözümde bu tüylü dört ayaklı saldırgan çeteleriyle Batı’nın Ortaçağı gibidir.
Ama kabahat o hayvanlarda değil ki! O hayvanları o hale getiren sürü psikolojisinde. Tıpkı Anadolu’da yerini yurdunu terk edip Batı’nın kocaman kent merkezlerine, metropollerine nakil eden insansıların değişime uğramasına benziyor. İşte köyden kente göç, her canlıyı bazen böyle dejenere ediyor. Ben velespit turnelerimde vilayet sokaklarında bağlı olmayan uluorta serbest dolaşım hakkını kendinde bulan, ve hatta kendinden özgür şehir hayvanlarından şikâyetçiyim arkadaş. Sorulacak en tabii soru şu: bu manzara neden değiştirilemiyor? Kim engelliyor? Mesela, git dağ başına, insanların yaşamadığı yerlere, ben belgeselleri yayınlayan kanallarda seyrediyorum kafadan atmıyorum, penguenler, tablo gibi, yok yok aynen biblo gibi, balıklar, tavus kuşları…
Neden sokaklarda beyinsizce uluyan “free” köpekler değil de smokinleriyle saygıdeğer ve bir metropole yakışır biçimde gezinen penguenler yok?
Gerçi keşke diyorum doğada serbest dolaşan bu saldırgan dört ayaklılar yerine de penguenlerden ithal etsek dünyanın her tarafına, her köşede beslesek onlardan. Yalnız kulakları çınlasın Anatole France’ın sevimli miyop azizi Mael’in yaptığı gibi vaftiz etmeden beslesek sadece onları. Zararsız, suçsuz smokinli hayat sürsünler gezegenin bütün atmosferinde. Vaftiz olunca dünyaları şaşıyor, altını üstüne getiriyorlar dünyanın.
Veya asap bozucu karasinekleri şutlasak da, onların yerine renkli kelebeklerden alsak. Defter aralarına saçma koleksiyon yapmak için değil, basbayağı havamıza hava katsınlar diye.
Yalnız kediler kalabilir, serbestçe dolaşabilirler, onları seviyoruz. Penguenleri tırmalamadıkları sürece insanlarla yaşayabilirler. Ayağımıza dolandıklarında bir “pist” dememiz yeterli olabiliyor. Öbürü maatteessüf “hoşt”tan anlamıyor, mutasyona uğradığı için.
Bunların dışında hayvan dediğimiz tehlikeli bir şey, fazla haşır neşir olmamak lazım.
Haşır derken, haşarat gibi oldu, böcekleri atlamayayım…
(*) Velespitimle çıkacağım turlarda kamp kurarken börtü böcekle sıkça karşılaşabilme riskidir, böceklerle dayanışma eyleminde bulunma vaziyetleri. Bu konuda dikkat etmem gereken şey, çadırımın fermuarını sürekli olarak kapalı tutmaktan geçiyor. Geceleri karanlık iyice çöktüğünde sivrisinekler dışında akrep ve zehirli olabilecek örümcekler dâhil pek çok bilmem kaç ayaklı dostlardan örnekler bendenizle koyun koyuna uyumak isteyebilir. Herhalde bu benim en son isteyebileceğim bir düş gibi bir şey olur. Bu yüzden en üst düzeyde dikkatli olmalıyım. Gece, misler gibi temiz havayla dolandığı için, dışarıda bırakmış olabileceğim değerli eşyalarım varsa onları gurbette kendi kaderlerine terk etmemeliyim. Ne olur ne olmaz… Zararlı nüfuslar sadece içlerine girmezler, diğer bilumum vahşi yaratıklar da alıp götürebilirler. İki ayaklı mahlûkatlar güruhuna zaten böyle fırsatlar vermemem lazım.
Sürpriz değil, insansılar olarak, evde kedi köpek beslemeye pek meraklıyız. Olabilir, normaldir, benim de yukarıda sözünü ettiğim gibi uzun seneler havhav besleme tecrübem vardır.
Sıkıya geldim mi evcilleştir gitsin
Bunlar bir şey değil. Evde yılan besleyen var. Fare besleyen var, ama farkında olmadan, evi temizlemeyerek, peyniri ortalıklarda bırakarak falan değil. Bile bile, tel kafeste fare besleyen var! Serbest bıraksalar aslan, kaplan, fil, kanguru bile besleyecekler neredeyse. Kanımca fare, yılan falan lüzumsuz ve sevimsizdir. Evde olmaz. Balık ve kuş ise çok daha fuzuli hayvanlardır. Kuş sürekli gürültü yapar ve halinden mütemadiyen şikâyet eder. Nasıl şikâyet etmesin, altın kafese koymuşlar vatanım demiş, böyle nankör bir hayvandır. Besle, büyüt, aman da aman yap, kafesi 18 ayar kaplat, hâlâ “vatanım!” Balık zaten hayvan değil. Yani bitkiden biraz daha gelişmiş bir organizma. 10 saniyede bir sahip ve ev değiştirebilir, çünkü bir öncekini hatırlamaz. Balık aklı işte! Kuş beyinden farkı yok. Ne gibi bir sevgi bağı bekliyorsun?
Kanımca evde beslemeye en uygun hayvan, bu konuda son derece haksızlık edilen karıncalardır. Aynı zamanda proletarya sınıfından çok çalışkan olan karıncalar mevsimlik, devre mülk sistemiyle bahar ve yaz aylarında aileler halinde gelir, mutfağa yerleşirler. Dikkat ediniz cins cins kedi köpeklerin, hatta tropikal balıkların bile dolarla satıldığı bir ortamda karınca kararınca bedavadır. Ama her şeyden önce temiz hayvandır, yani kediye köpeğe temiz filan derler, sonra tuvaletini falan temizlersin, iğrenç, böüghhh…
Karınca kararınca
Karınca hakikaten temiz hayvandır. Tuvaleti kokmaz, hatta görünmez, tüy dökmez, pirille yıkanmış gibi pırıl pırıldır. Ev ekonomisine katkısı olan tek hayvandır diyebilirim. Son derece masrafsızdır, ortada bıraktığınız ekmek kırıntılarıyla bütün koloni doyar. Mikroskobik ve sempatiktir, zekidir, cimcimedir, hamarat ve vazifeşinastır. Hastalanmaz, veterinerle uğraştırmaz. Çok da düşüncelidir, yanlışlıkla veya hunharca öldürülmüş arkadaşlarının yerine hemen yenilerini koyar ki eksikliğini hissetmeyelim diye. Kış geldiğinde de her seviyeli ilişki gibi, işi tadında bırakır, çeker giderler.
Karıncanın üzerine evcil hayvan tanımam.
Herhalde inanmadınız böyle olmadığına…
Şakacıktan eğlendirici bir değerlendirmenin değişmeceli aktarımıydı zaten. Ben misal kedileri uzaktan severim. Onlarla içli dışlı olmam. Ama köpekler farklı. Onlar benim için tam bir sevgilidir. O yüzden nerede olurlarsa olsunlar, nerede karşılaşırsam karşılaşayım onlara olan saygımda kusur etmem.
Yabancı bir atasözü vardır, merak köpeği öldürür derler falan filan gibi… Ben o biçimde ölen bir köpek henüz görmedim. Benim gördüklerim genellikle araba kazasında çiğnenerek ya da akla ziyan bir insansı varlığın barbar kurşunuyla gittiler. Ama köpeklerin lüzumsuz bir merakı vardır hakikaten. Herhangi bir köpeği, bir arkadaşınızın olabilir, ömür boyu bakmak için olabilir, ilk evinize getirdiğiniz günü hatırlayın. Köpekler herhangi bir mekâna girdiklerinde ilk iş olarak her yeri dolaşırlar. “Birinci oda, yatak, koltuk, masa altı, bilgisayar, kablolar, dolap arkası; ikinci oda, kanepe, kanepe arkası” şeklinde bir keşif gezisi başlar. Mutfak, banyo, balkonlar, balkonların baktığı manzaralı yer…
Ne arıyorsun?.. Sen köpek değil misin?.. Tuvaletin bak burası, mama tasın, suyun burada, nah bu paspasın üzerinde de uyuyacaksın bu kadar. Sanki evi tutacak, bir havalar, bir şeyler. Zaten herhangi bir köpek bir eve geldiği anda, orası artık köpeğin yurdu, yurtluğu olur, siz misafir konumuna geçersiniz. Yani artık köpek sizin ev hayvanınız değildir, siz onun ev insanısınızdır.
Felaket bir bakışı vardır köpeğin, kendine bakıldığını anladığında önce gözlerini size çevirir, bir süre iliklerinizi titreten donuk uzun bir bakış atar, sonra hiçbir şey olmamış gibi mesela tüylerini yalamaya döner. Ya da patilerini çenesinin altına alır tilki uykusuna çekilir. O esnada herhalde aklından “Dikti gözünü beni seyrediyor, haddini bilmiyor manyak şey, şimdi akşam akşam sinirlenmeyeyim, hey Tanrım ya!” falan gibi bir takım zırıltılar geçmektedir.
Şimdi biraz da teknik bilgi olarak derleyeyim ve kısa bir özet geçeyim:
Dünyanın her yerinde köpekten korkan hatta bunu fobiye dönüştüren çok insan var. Bu tür korku genellikle bilinmezlikten kaynaklanır, onların nasıl davranacaklarını bilmediğiniz için çekinir ve ürkersiniz. Eğer köpeklerin davranışları konusunda doyurucu bilgiye sahip olursanız köpeklerden korkmazsınız. Korkunun temelinde bilinmezlik yatar. Yani hayvanın nasıl bir davranış içerisine gireceğini anlayabilmek için biraz bilgiye, biraz da köpeklerle yakın temas kurup haşır neşir olmaya ihtiyaç vardır. Diğer taraftan unutulmaması gereken köpeklerin de bizi karşılarında gördüklerinde nasıl bir davranış sergileyeceğimizi bilmediklerinden içgüdüleriyle hareket etmeleridir. Böyle tepki vermeleri açıkçası pek doğaldır. O yüzden özgüven önemli…
Köpek Fobisini Nasıl Yenebiliriz?
(*) Köpekler bizim sadece enerjimizi görür. İlk başta ne kadar korkumuz olursa olsun özgüven dolu –asker duruşu gibi– bir duruşta durmamız gerekiyor. Köpekler enerjiyi duruşumuzdan alırlar. Omuzlar dik, göğüs önde, vücudumuz alan kaplamalı, tersine büzülmemeli…
(*) Bir köpekle karşılaştığımızda “Dokunmak, Konuşmak, Göz Teması Kurmak Yok” kuralını uygulamalıyız. Köpekler sürü halinde yaşarlar ve bir lidere ihtiyaç duyarlar. Liderleri onlara dokunmaz ve göz teması kurmaz. Eğer bir köpek sürüsü veya köpekle karşılaştığımızda bu üç kuralı uygularsak köpek bizi bir lider olarak görecek, yanımıza gelip ayaklarımızı, paçamızı filan koklayacaktır, çünkü köpeklerin en gelişmiş duyuları koklamadır ve insandan ortalama 80 kat daha iyi koku alırlar.
(*) “Dokunmak, Konuşmak, Göz Teması Kurmak Yok” kuralını uyguladıktan sonra köpek karşımızda sakin, teslimiyetçi bir konuma geçerse artık onu sevebiliriz.
Köpek Bize Havlarsa Ne Yapalım?
Köpek bize havlarsa asla ona bakmayacağız, onu tamamen görmezden geleceğiz. Bir süre sonra o da çekilecektir.
Saldırgan Bölgeci Köpekler Karşısında Ne Yapmalı?
Bölgeci köpekler kendi mıntıkalarını korumak için ellerinden geleni yaparlar. Bunlar daha çok kendi bölgesinde serbest dolaşan veya zincirlenmiş bekçi köpekleridir. Dikkat edilirse bir yere zincirlenmiş köpekler diğer köpeklere nazaran daha çok havlarlar, nedeni tek amaçlarının mıntıkalarını korumak olması. Peki, bu tür köpeklerin yanından geçmek zorunda kalırsak ne yapacağız? Aynı şekilde ıssız bir yerden geçerken bir köpek sürüsü bize saldırmaya çalışabilir, bu durumda bölgeci ve dominant köpeklerin gözlerine dik dik bakmamalıyız; zira köpekler bunu bir meydan okuma ve tehdit olarak algılarlar. Onları görmezden gelmeliyiz.
Özetleyecek olursam şu kılcal püf noktasını katiyen aklımızdan çıkarmamalıyız: Köpekler bizimle enerjimiz ve duruşumuzla iletişim kurar. Bir odaya 3 kişi girelim; içimizden biri köpekten korkan birisi olsun, köpek doğrudan doğruya o arkadaşımızın yanına gider. Ama köpekten korksak bile duruşumuzu ve düşünce yapımızı o an değiştirmeyi becerirsek her şeyi değiştirebiliriz.
Yine de yukarıda paylaştığım teknikler bilgi amaçlıdır. Saldırgan ve travmatik köpekler üzerinde denenmemeli, gerektiğinde bir profesyonelden yardım alınmalıdır.
Sürüngenlere, kemirgenlere, pençelilere, boynuzlulara vesaire hiç girmedim. Zaten velespit turnelerinde gündüz saatlerinde yolların hâkimi bir tek köpekler olarak karşıma çıkmaktadır. Akşamları kamp alanında ise her türlü hırlısı hırsızı, çakalı kurdu, ayısı dayısı, börtü böceği volta atabilir. Dikkat etmeli!!
Değerli ataları kadar devasa değilseler de hepsi sinir şeyler. Ve biliyorum benim peşimdeler. Hissediyorum! Korkularımı yenmek için bir de anti-desperan mı kullansam acaba?!
Bir sonraki esintiye kadar kalın sağlıcakla…
Mürekkebe banmış esintili Sevgilerimle,
Gezenti Şeref
***…***