Şaşma Duygusu Bizi Yaşam Mucizesine Bağlar

ÜTOPYA… Yeni sağlıklı bir dil edin kendine.. kiraz kanındaki şarabi konuşmayı.. elma şerbetindeki anasonlu sözcüğü bul.. pembe ve beyaz iç gıdıklayıcı şaşkın sözcükler.. çakırkeyif rüzgârın sessizce getirdiği…

gEZENTİ şEREF ~ E-2017/060
Esinti Tarihi: Cuma, 28/07/2017

Yeni Zelandalı yönetmen Vincent Ward’ın yönettiği, başrollerini Anne Parillaud ile Jason Scott Lee’nin paylaştığı “İnsan Yüreğinin Haritası” (Map of the Human Heart) adlı 1992 yılı yapımı bir film var. Yaşlı bir Eskimo, hayatını hatırlar ve onu değişik coğrafyalara ve serüvenlere götüren deneyimlerini anlatır…

Filmde kendimle özdeşleştirdiğim yan o kadar çok ki…

Öyle bir aşk, öyle bir vurgunluk düşünün ki ta çocukluğunuzda başlasın; hayallerinizi, oyunlarınızı, bildiklerinizi, bilmediklerinizi sizinle paylaşsın. Misal şöyle bir sevda düşünün ki bütün engelleri aşıp yıllar sonra ellerinizden ve saf çocukluğunuzdan kayıp çıkan hayalinizi yıllarca arama ve yeniden bulma şevkini versin size. Öyle bir düş kurun ki aradan en az kırk yıl bile geçse ilk günkü duruluğunu ve saflığını korusun.

İnsan ruhunun haritası olur mu ki koca dünya haritasını içinizden çekip çıkartsın…

Bedendeki Ruhsal Harita

İnsanın içinde bulunduğu en büyük çıkmazlardan biri de budur: Hem korkağız hem de düşsel. Yaratıcı, hayali atalarımızın hepsi yaratıcılığın o yalnızlık içindeki anında, eskiye karşı çıkıp yeni bir şeyler bildirerek yürekli olduklarını kanıtlamışlardır. Bu gözü pek olmaktır. En önde ve yapayalnız yürümek, meydan okumaktır. Korku ânı da anlayışla karşılanmalıdır ama yaratıcılık ânının gerçekleşebilmesi için korkunun aşılması gerekir. İçinde bir yetenek keşfetmek insana büyük bir canlılık verir. Bununla birlikte tehlikelerin ve sorumlulukların, önder ve yalnız olmanın korkusu da buna eşlik eder. Sorumluluk ağır bir yük olarak görülebilir ve insan bir süre için bundan kaçınabilir…

Böyle bir ruhsal harita bedenimizde mevcut değil tabii. Ahmet Ümit’in dediği gibi: “Ruhumuzun kıraç düzlüklerini, başı bulutlu dağlarını, korkutucu uçurumlarını, fırtınalı vadilerini, güneşli denizlerini, karanlık göllerini, verimli ovalarını gösteren bir harita çizilebilir mi, ondan da hiç emin değilim.

Ve şöyle devam ediyordu:

İnsan ruhu diye bir şey var mı? O bile tartışmalı. Kimi felsefe akımlarına göre, insan ruhu (tin) diye bir şey yoktur; o sadece zihinsel bir aktivitedir. Kimilerine göre ise ruh tümüyle bir enerji olayıdır. Ama çoğunlukla bu görüşlerin tersine inanılır. Hatta kimileri ölen kişilerin ruhlarını çağırarak, onlardan geleceğe dair tüyolar koparmaya bile çalışır. Ruhun varlığı meselesini deneysel olarak araştıranlar da olmuştur; İngiliz bilim adamları yüzlerce kişi arasında yaptıkları bir araştırmanın sonunda, deneklerin ölmeden ve öldükten hemen sonraki ağırlığı arasında yirmi bir gramlık bir fark oluştuğunu belirlemişler.

Hatta bu adla bir film bile yapılmıştı: Meksikalı yönetmen Alejandro Gonzalez Inârritu’nun «21 Gram» adlı büyük bir trajediyi anlatan yapıtı. Aynı yönetmenin «Aşklar ve Köpekler» adlı filminde ise insanlarda ruh bulunduğuna dair daha fazla ipucu vardı. Çünkü insan ruhu sadece kederle dışa vurmaz kendini, komiklikle de, şaklabanlıkla da, ihanetle de, korkaklıkla da, daha pek çok farklı görünümlerle de açığa vurabilir… «Aşklar ve Köpekler» bu görünümlerden birçoğunu bize sunduğu için ruhun var olabileceğini daha iyi kanıtlıyordu.

Sanatsız ve edebiyatsız duygu seli olmaz

Ben Ümit’in sözünü ettiği felsefe akımları içinde ilk sözünü ettiği taraftayım. İnsan ruhunun varlığının kanıtlandığı temel alanı ise sanatla, ve fakat özellikle de edebiyat ile sınırlamaya kalkışırım. Tıpkı onun yapmaya çalıştığı gibi.

Şiirlere, öykülere, romanlara, destanlara, hatta mektuplara inanılmaz bir tat, bir güzellik katar da ondan. Zira bu söylediğim edebiyat ürünlerinde bir karakteri oluşturmak, yani yaratmak için, karakterin tenini, saçını, göz rengini, ses tonunu, kokusunu, boyunu posunu, zekâ düzeyini, cinsiyetini, sosyal konumunu, eğitim durumunu, davranışlarını, hangi yemeği sevdiğini, hangi kitaplardan ya da filmlerden hoşlandığını veya hangi burçtan olduğunu anlatmak yeterli değildir. Önemli olan ona bir ruh bağışlamaktır (ki burada ruhun yaratanı yazarın bizatihi kendisi oluyor).

Ahmet Ümit sürdürüyor:

Kuşkusuz yaratılan karakterin biraz önce atfedilen görülebilir, sayılabilir, sıralanabilir nitelikleri de önemlidir ama en önemlisi o karakterin ruhudur. Yalnızca psikolojik halinden bahsetmiyorum, aynı zamanda mantığını kullanış biçiminden ahlaki duyarlılığına, empati yeteneğinden estetik algısına kadar zihinsel faaliyetin tümünden söz ediyorum. O karakteri, o karakter yapan sayılamayan, görülemeyen, sıralanamayan, habire değişen özelliklerinden bahsediyorum; örneğin yardımsever olmasından, öldürme dürtüsünden, kıskançlığından, korkaklığından, kendisini ilgilendirmeyen işlere burnunu sokmasından, idealistliğinden, sadece kendini düşünmesinden, nedensiz yere kötülük yapmasından, acı çekmekten hoşlanmasından, durup dururken yalan söylemesinden, şahane bir hayat sürerken her şeyi bırakıp kaçmasından, çirkinliğiyle övünmesinden, acı çektirmekten zevk almasından, dört rakamlı sayıları kafasında çarpıp bölebildiği halde alışverişe çıktığında kazıklanmasından, gözünü kırpmadan insanları öldürdüğü halde ayağı kırık bir kediyi gördüğünde gözyaşlarını tutamamasından, daha akla hayale sığmayacak yüzlerce niteliğinden. Bu niteliklerin somut bir kahramanda iç içe geçerek, olaylar karşısında değişmesinden, gelişmesinden söz ediyorum.

Şimdi diyebilirsiniz ki bunların velespitle yapacağın turnelerle, «Türkiye Yolculukları & Dünya Turu» projenle ne alakası var? Az sabır.

Çünkü bu yazıda; yolculukların sağlıkla ilgili bölümüne gelmiş bulunuyoruz…

Bisiklet Yolculuklarımın İyilik Sağlığı

Hatırlayacak olursanız bu Esintiler ~ «Ütopya» serisinin 7 Temmuz tarihli yedinci makalesinde, projemin planlamasına yönelik bir tablo ortaya koymuştum: Kesin kararlılık; Hazırlık Süreci; Bütçe; Tarz; Rota; Lojistik; Ekipman ve Pılı pırtı, donanım; İleri Planlama (Turda yapılacaklar; Konaklama; Beslenme; Temizlik; Güvenlik; Görüntü kayıtları; Tur notları). Ve akabinde ‘Dikkat!!!’ başlığı altında Sürüş; Yol şartları; Hava koşulları; Yol farfaracıları: (iki ayaklılar, dört ayaklılar, kanatlılar, iğneliler, böcekler, sürüngenler, vahşi yaşam)… İşte şimdi bu yazıda ‘Sağlık’ konusunu irdelemek üzere buradayız.

Hiç kuşku yok, ya da ben böyle inandığım için, insan sağlığı sadece dış faktörlerle sınırlı olmamakla beraber insanın kendi içinde yaşadığı bir psikolojik çatışma ile de etkileşim altındadır ve bu yolculuklarda ruhsal durumun önemi en az dışımızdaki doğa kadar etkileyicidir. Yoksa oturur sağlam kalmakla ilgili birkaç maddeyi şapadanak sıralar, peşinden de önlemlerini liste halinde veririm.

Ama madem “gEZENTİ şEREF” çevrimindesiniz. Edebiyattan, felsefeden, psikolojiden kısmetinizi alacaksınız. Öyle kuru kuru karalama, çiziktirme biz de yok. Onun için bu yazıda siyaseten aynı çizgide eski bir kaderi sempatizanca paylaştığımızdan değil, edebiyat açısından kendisini çok sevdiğim bir yazar olan Ahmet Ümit’e sık sık başvuracağım. Verdiği mesajlar açısından aynı düşünsel platformda var olduğumuzu, sanatsal, yazınsal ve hatta siyasal fikirlerine tamamen katıldığımı belirtmem gerekiyor. Benim böyle bir edebi yaklaşıma çalışmam en az bir haftama mal olabilirdi, hiç olmazsa ortalıkta hazır bir malzeme var, o kumaşı kullanmam daha ‘hayırlı’ olacaktır diye düşündüm. Aktarım kolaycılığına kaçtım yani.

İnsan sağlığı ve hastalığı üzerine bilindik bir anlayış hipotezi var.

Bu anlayışın varsayımlar penceresine göre:

  • Her birimizin biyolojik bir temele dayanan, bir dereceye kadar “doğal”, esas, verili ve sözcüğün dar anlamıyla değiştirilemez ya da değişmez bir içsel doğası vardır.
  • Her birey, bir bölümü kendine özgü, bir bölümü de tüm insanlıkla ortak bir içsel doğaya sahiptir.
  • İçsel doğanın bilimsel acıdan incelenmesi ve –yaratılması değil– keşfedilmesi mümkündür.
  • Eldeki bilgilerin ışığında bu içsel doğanın temelde ya da zorunlu olarak kötü olmadığı söylenebilir.
  • Temel gereksinimler (yaşamaya; güvenliğe; ait olmaya ve şefkate; saygıya ve özsaygıya; kendini gerçekleştirmeye duyulan) ile temel insani duygu ve yetenekler ilk bakışta ya nötr, “pre-moral” ya da yapıcı nitelikleri ile “iyi”dirler. Yıkıcılık, sadizm, gaddarlık, kin, nefret, vb. insanın temel özellikleri olmayıp, gereksinim, duygu ve yeteneklerin engellenmesine karşı duyulan şiddet eğilimli tepkilerdir. Öfke kendi içinde kötü değildir; korku, tembellik hatta bilgisizlik de… Bunlar elbette kötü davranışlara yol açabilirler ama bu da zorunlu değildir. İnsan doğası asla düşünüldüğü kadar kötü değildir. Aslında insan doğasına ait olasılıklar tipik bir yaklaşımla küçümsenmiştir.
  • İçsel doğamız kötü değil, tersine iyi ya da nötr olduğundan açığa çıkarılmasının desteklenmesi seçilecek en iyi yoldur. Kendi yaşamlarımızı yönetebilme şansına sahip olduğumuz takdirde daha sağlıklı, üretken ve mutlu oluruz.

Aman sağlımıza gölge düşmesin…

(*) Bu temel yapısı reddedildiği ya da baskı altına alındığı zaman insan sağlığı görülür şekilde ya da gizliden gizliye, hemen ya da neden sonra bozulacaktır.

(*) İnsanın içsel doğası hayvanların içgüdülerinin tersine güçlü, egemen ve yanılmaz değildir. Zayıf ve hassastır. Alışkanlıklara, kültürel baskıya ve olumsuz tavırlara kolaylıkla boyun eğer.

(*) Zayıf olmasına karşın bu doğa, normal bir insanda –hatta hasta bir kişilikte bile– ender olarak tamamıyla yok olur. Reddedilmesine karşın kendini gerçekleştirmek üzere içten içe direnir.

(*) Bu yargılar disiplin, yoksunluk, engellenme, acı ve trajedinin gerekliliği içinde açıkça tartışılabilir. Bunlar içsel doğamızı açığa çıkaran, besleyen ve gerçekleştiren; yaşamak istenilen deneyimlerdir. Bu deneyimlerin başarı ve ben gücü, dolayısıyla özsaygı ve özgüven ile yakından bağlantılı oldukları gittikçe daha iyi anlaşılmaktadır.

(*) Utkular kazanmayan, direnmeyen ve üstesinden gelmeyen insan bunu yapabileceğinden kuşkulanmaktan da kurtulamaz. Bu yalnızca dış tehlikeler için geçerli değildir. Kişinin kendi itkilerini kontrol edebilme ve erteleyebilmesi, yani korkusunu yenebilmesiyle de ilişkilidir.

Hedefleri Belirleyen Hayallerdir

Çok yönlü «Velespit Turne» projelerimin başlangıç noktası hayallerimdir… Hayallerim sayesinde hedeflerimi belirlemem kolaylaşmış ve cesurca oluşturulmuştur. Şimdi sıra bu hedefleri belirli bir zaman diliminde yüreklilikle, korkusuzca gerçekleştirmeye gelmiştir.

Ümit’i edebi metinlerde en çok etkileyen kahramanlardan biri; Victor Hugo’nun “Notre Dame’ın Kamburu”ndaki, Quasimodo karakteridir. Ben de bu eşsiz karakterin cesurane davranışına bir önceki yazılarımın birinde metaforik benzetme yapmıştım.

Şöyle diyor Ümit:

Quasimodo’nun çirkinliğinin betimlenmesi, okur için çarpıcı bir görsellik oluşturur ama bizi derinden etkileyen olgu onun çarpık yüzü, uyumsuz bedeni değildir. Bedensel özürleri nedeniyle toplumun en alt sıralarında yaşamaya itilen Quasimodo’nun, toplumun üst sıralarında yer alan, iyi eğitim almış, hatta ruh ‘asilliğine’ ulaşarak dini görevlerde bulunan kişilerin yaptıkları kötülük karşısında, kendi yaşamını tehlikeye atarak, günahsız Çingene kızı Esmeralda’nın yaşamını kurtarmasıdır… Quasimodo, Esmeralda’yı kurtardığı anda, onun fiziksel çirkinliği çok gerilerde kalır. Fiziksel görünümündeki çarpıklık nedeniyle kendimizden uzak tutmaya çalıştığımız bu kamburun kişiliğinde insan ruhunun yüce bir yönüyle karşılaşır ve altüst oluruz. O anda, insan ruhunu elle tutacak, gözle görecek kadar somut hissederiz.

Yeteneklerine sığınırken korkusuz kal!

Burada bahsedilenin insanın doğal bir eğilimi olduğunun altını çizmemde fayda var. Yeteneklerini kullanma korkusuzluğu. Kim demiş kambur ‘felekten’ bir bütün insan olmaz diye? Yukarıda saydığım varsayımların doğruluğunun kanıtlanması, bilimsel bir etik, doğal bir değerler sistemi, iyi ve kötünün, doğru ve yanlışın belirleneceği son bir karar düzeneği oluşturacaktır. İnsanın doğal eğilimleri hakkında daha çok bilgi sahibi oldukça nasıl iyi, mutlu, üretken olacağını; özsaygısını nasıl geliştirebileceğini ve yeteneklerini nasıl en iyi şekilde kullanabileceğini söylemek herhalde hiç de zor olmayacaktır. Bu, normalde birçok kişilik sorununun kendiliğinden çözülecek olması anlamına gelmektedir ki asıl sorun, kişinin insanlık ailesinin bir üyesi ve aynı zamanda tekil bir birey olarak gerçekte nasıl birisi olduğunu ortaya çıkartabilmekte.

Kendisini gerçekleştirebilmiş insanları (ya da sanat ve edebiyat karakterlerini, kahramanlarını) yakından incelemek bize kendi yanlışlarımızı, eksiklerimizi ve ne yöne doğru geliştiğimizi görme olanağı verir. Yaşadığımız çağın dışında her çağın kendi idealleri vardı. Tüm bu idealler, azizler, kahramanlar, beyefendiler, şövalyeler, gizemciler, devrin sınıflarını karakterize eden başrol oyuncuları dünya kültürümüz tarafından saf dışı bırakıldı. Geride ise sadece iyi ayarlanmış, sorunsuz, olabildiğince silik ve belirsiz bir insanlık kaldı. Buna karşın belki de sürekli hayatta tutulmaya çalışılan tam anlamı ile karaborsada gelişen, gizil güçlerini değerlendiren ve kendini gerçekleştiren; içsel doğasına kendisini dile getirme özgürlüğü veren, onu kısıtlamayan, bastırmayan, yadsımayan insan örneğini tanıyabiliriz.

Bedenden ayrı bir ruha inanmak mümkün değil ama hepimizin iyi kötü bir ruhu olduğundan da hiç kuşkumuz olmamalı. Yukarıdaki örnekte anıldığı üzere, “Notre Dame’ın Kamburu” gibi kayda değer edebiyat yapıtlarında da insanoğlunun bir ruha sahip olduğu defalarca argüman olarak sunulmaktadır.

İnsan Ruhunun Karman Çorman Haritası

Ahmet Ümit’e dönecek olursak:

Şu klişe laf sanırım doğru: ‘Edebiyat, insan ruhunda yapılan bir yolculuktur.’ Ancak bu öyle bir serüvendir ki, yazar bu yolculuğu yaparken, tıpkı boşlukta hareket etmek için kendi yolunu örmesi gereken bir örümcek gibi, bu yolculuğu da yaratmak zorundadır. Üstelik yolculuk öteki yazarların yaptığı veya yarattığı yolculuğa benzemezse, o metin biricik olacaktır. Birbirine benzeyen yollar ve yolculuklar doğal olarak sıradanlaşır, çekiciliğini yitirir. Yolculuğu sıradışı kılan etken ise, insan ruhunun benzersizliğidir, değişkenliğidir, ele geçirmezliğidir.

Ve ‘Quasimodo’ örneğinden yola çıkarak insan ruhunun haritası ile ilgili bakın ne mesaj veriyor:

“…Quasimodo’nun ruhu, hiç kuşku yok ki, yaratıcısının anlattıklarından çok daha korkunç, çok daha güzel, çok daha alçak ve çok daha yücedir. Victor Hugo, Quasimodo’nun ruhundaki fırtınayı, içindeki değişimi bir olayın etkisiyle açıklamaya çalışıyordu. Bu, karanlık bir yolda giderken çakan şimşeğin aydınlattığı kadarıyla manzarayı görmeye benzer. Şimşeğin ışığı geçtiğinde, belleğimizde kalan o anda gördüklerimizdir sadece. İyi ki böyledir. Ya tersi olsaydı? Victor Hugo, Quasimodo örneğinde insan ruhunun haritasını bütün ayrıntılarıyla kâğıda dökmeyi başarsaydı, halimiz nice olurdu? Hayır, Hugo’dan sonra gelecek yazarların işsiz kalmasından söz etmiyorum. Çok daha korkunç bir şeyden söz ediyorum; insan ruhunun bütün yönleriyle açığa çıkmış olmasından…

Psikanalizin Babası Ne Diyor?

Freud’un en büyük keşfi, kişinin kendini, gizilgüçlerini, duygu, itki, anı, kapasite ve yazgısını tanımaktan duyduğu korkunun birçok psikolojik rahatsızlığın en büyük nedeni olduğunu ortaya koymasıdır. Yani, içsel sorunlar ve dış sorunlar temelde birbirine benzer ve bağlıdır. Demek ki, iç ve dış korkular arasında kesin bir ayrım yapmadan, genel anlamıyla bilgiden korkmaktan söz edilebilir… Genelde bu tip bir korku savunma amaçlıdır. Kendimize duyduğumuz güveni, sevgi ve saygıyı korumaya çalışırız. Kendimizi küçümsememize ve aşağı, zayıf, değersiz, kötü, utanç verici hissetmemize neden olacak bilgilerden korkmaya eğilim duyarız. Kendimizi ve kendimize ait ideal imgemizi, hoşa gitmeyen ya da tehlikeli gerçeklerin bilincine varmamızı engelleyen bastırma gibi savunma mekanizmaları ile koruruz. “Bir insanın yapabileceği en iyi şey kendine karşı tümüyle dürüst olmaya çalışmasıdır,” der S. Freud.

Bununla birlikte kaçınmaya çalıştığımız bir gerçek daha var. Psikolojik bozukluklarımıza saplanmakla kalmayız, kişisel gelişimden de kaçınırız; çünkü gelişim de başka türlü bir korkuya, dehşete, zayıflık ve yetersizlik duygularına yol açabilir. Bu nedenle en iyi yönlerimize, yeteneklerimize, itkilerimize, yüksek potansiyelimize, yaratıcılığımıza karşı da direnir, onları yadsırız. Kısacası kendi büyüklüğümüze karşı bir savaşım veririz, kibirden korkarız.

Aslında DNA haritamız çıkarıldı, ruhumuzun haritası da çıkarılsa fena mı olur, diye düşünebiliriz. O zaman tüm bu tespitlere niteliksel açıklamalar getirebilirdik…

Yine bakın yazar Ümit ne diyor, kulak verelim:

DNA haritasının çıkarılması kuşkusuz iyi bir gelişmeydi; böylece bazı hastalıkları önleyebilecek, insan ömrünü uzatabilecek bilgilere sahip olduk. Ama insan ruhunun haritasının çıkarılması çok farklı… Çünkü insan ruhu mükemmel değil. Hiçbirimizin ruhu salt iyilikten, salt güzellikten, salt yücelikten oluşmuyor; hiç kimse masum değil, hiçbir zaman da değildi. Bakmayın geçmişteki yaşamların daha anlamlı olduğunu söyleyenlere, biz her zaman böyleydik. Şeytan ve melek, cellat ve kurban, kurnaz ve saf, yaratıcı ve yıkıcı, cesur ve korkak… Bu figürler, ta başından beri ruhumuzu oluşturan oyunun başaktörleri ve aktrisleri oldular. Bazılarımız şeytan, cellat, kurnaz, yıkıcı ve cesur rolü kapıyor, bazılarımız da diğerlerini. Çoğu zaman ise karşılıklı bir rol çalma kargaşası sürüp gidiyor ruhumuzun görünmeyen sahnesinde. En masumumuzun içinden bile kim bilir ne kötülükler geçiyor.

Altına yakışıklı bir imzamı atabilirim…

Devam edelim…

Fahişelik yaparken yakaladıkları kadını öldürmek için kendisini zorlayan Yahudi tutuculara, «Evet, o bir günahkâr, taşlanmalı ama ilk taşı en masumunuz atsın» diyen İsa boşuna konuşmuyordu. Böyle bir ruha sahipken hangimiz kafamızdan geçenlerin bir başkası tarafından bilinmesini ister? Çoğu kötülükle ve bencillikle dolu düşüncelerimizin açığa çıkmasından hangimiz mutlu oluruz ki? Tabii acımasız yazarların, yarattıkları kahramanların ruh hallerini olanca çıplaklığıyla sergilemeleri ayrı. Hem yazar, hem de okur olarak bu röntgencilikten, bu başkalarının ruhunu en ayrıntısına kadar didik didik etme işinden hepimiz büyük haz alırız. Örneğin Stendhal’ın “Kırmızı ve Siyah”ında Lucien Sorel’in yazgısı hepimizin yüreğini burkar. Bu taşralı, küçük burjuva gencin yükselme hırsının, dönemin Fransa’sının sert sosyo-politik gerçekliğine çarpıp nasıl parçalandığını, yaşamının nasıl karardığını içimiz acıyarak okuruz. Ama Lucien Sorel’in ruhundaki bütün gelgitleri, alçalmaları, yücelmeleri bildiğimiz için, biraz da hak etti ama demekten kendimizi alamayız.

Şimdi namuslu, haksever olalım

Hangimiz Lucien Sorel gibi ruhumuzda olan bitenlerin herkes tarafından bilinmesini ister?

Sadece bu acımasız şeffaflık değil, bu ruhunun haritasının çıkarılmasının yaratacağı çok daha ciddi sonuçlar da var. Bunlardan en önemlisi yaşama sevincini yitirmektir. Yaşamı anlamlı kılan, eğlenceli kılan, katlanabilir kılan, zevkli kılan en önemli olgulardan biri şaşmaktır. Şaşma duygusu bizi yaşama bağlar. Eğer her şeyi bilirsek yaşamın ne heyecanı kalır, ne de anlamı. Mutlak olarak bilmek, belki cahilliği ortadan kaldırır ama daha korkunç bir durumun gerçekleşmesine neden olur; öğrenme isteğimizi ortadan kaldırır…”

Yaşamın mucizesiyle insan ruhunun mucizesi aynıdır: Gizemini parça parça sunmak, ama hiçbir zaman gerçekliği tümüyle vermemek. Bazı bölgelerin aydınlanmasına ses çıkarmamak, peşinden koşsunlar diye bazı ipuçları ortaya atmak ama mutlak gerçeği asla teslim etmemek. ‘Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir’ diyen insana neden bilge denildi sanıyorsunuz? Gerçekten de ruhumuzun haritası çıkarılabilseydi, karşılaşacağımız en yıkıcı sonuç, yaşamın bitmek bilmez bir sıkıntı girdabına iy düşmesi olurdu. Sıkıcı bir yaşamdan daha büyük bir cehennem düşünemiyorum. Böyle bir cehennemi Dante bile anlatamamıştı. Sıkıcı bir yaşam, ani bir ölüm gibi kolay kabul edilebilir bir durum da değildir; insan soyunun ağır ağır çürüyerek yok olması demektir. O yüzden sadece yazarlar değil, bütün insanlık, ruhlarımızın haritası çıkarılamıyor diye şükretmeli. İyi ki insanın iç yolculuğu, en az uzay yolcuğu kadar bilinmezliğini koruyor. İyi ki, biz yazarların kullandığı bu görünmeyen, bu kaypak, bu değişken, bu olağanüstü malzeme gizemini hâlâ sürdürüyor.

Peki, özgür gelişimi nasıl özendirebiliriz?

Bunun için en uygun eğitim koşulları nelerdir? Cinsel mi? Ekonomik mi? Politik mi? Bu tip insanların yaşamlarına uygun bir dünya nasıl olabilir? Bu tip insanlar nasıl bir dünya hayal edeceklerdir? Hasta insanlar, hasta bir kültürün ürünleridir. Sağlıklı insanlar ise ancak sağlıklı bir kültürde yetişebilir. Bununla birlikte, hasta insanların yaşadıkları kültürü daha da bozduğu, sağlıklı insanların ise daha sağlıklı bir kültür yarattığı da bir gerçektir. Birey sağlığını geliştirmek daha iyi bir dünya yaratmanın yollarından biridir. Diğer bir deyişle, kişisel gelişimin özendirilme olasılığı yüksektir.

Şimdi tam sırası. Buradan velespit ile yapacağım uzun mesafeli turlarda ne tür sağlık problemleri ile yüzleşebilirim ve bu sorunları en kolay yolla nasıl alt edebilirim, gibi sorulara yanıt arayacağım kısma geçebilirim.

Sağlık Problemleri

(*) Güneş yanıkları:

Özellikle yaz sıcağında yapacağım turnelerde güneş ışınlarına yoğun olarak maruz kalmam durumunda istenmedik güneş yanığı ve kuvvetli bir güneş çarpması riskiyle karşı karşıya kalabilirim. Bu nedenle güneşin tam tepemde olduğu öğle vakitlerinde bir gölgede mümkünse dinlenmeye çalışabilir, yahut daha sık mola vererek yoluma devam edebilirim. Üzerimde kendimi güneşten korumamı sağlayacak uzun kollu gömlek veya giysileri tercih etmeliyim. Yine de açıkta kalan kısımlarıma yüksek faktörlü güneş kremlerinden sürmeyi ihmal etmemem lazım.

Güneş yanıkları vücudun açık bölgelerinde su toplamaya ve yaralar oluşmasına sebebiyet verebilir, ‘ilkyardım’lık olabilirim. Durduk yerde turnelerimi yarıda kesmeme sebebiyet verecek şekilde bir şey yaşamayı arzu etmem.

(*) Uyuşmalar:

Kimi zaman kendi isteğimle, kimi zaman belirli bir zorunluluktan dolayı kesintisiz ve uzun süreli sürüşler seyredebilirim. Hiç durmadan 10 km ve daha fazla kat edilen mesafelerden söz ediyorum. Eğer gidonu tutuş açımı, seledeki oturuş biçimimi, bacaklarımda dizlerime doğru birikecek sızlamaya karşı pozisyonumu sıkça değiştirmezsem rahatsız edici uyuşmalar ile karşılaşabilirim. Bu da ileri aşamalarda kısmi felç yaşama olasılığına neden olabilir. Kollarım iyice güçten düşebilir, kelebek gidonu yol seyrinde tutmakta, vitesi değiştirmekte, gidon çantamdan bir şey almaya kalkıştığımda zorlanabilirim. Uyuşmaların varlığı kamp esnasında, gece uykusu arasında belki o gece boyu, belki günlerce, belki haftalarca devam edebilir.

Mümkün olduğu kadar sık molalar vererek ve ufak tefek yumuşak kas gevşetici kültürfizik hareketleri yaparak, esnemeler yaparak yoluma devam etmeliyim.

(*) Alerjiler:

Herhangi bir şeye alerjim olup olmadığını öğrenmek için yola çıkmadan, hazırlık aşamasında, bir sağlık kuruluşunda, kendime tepeden tırnağa ‘sıhhatli’ bir sağlık kontrolü ve bunun içerisinde mutlaka alerji testi de yer alan türlü testleri yaptırtmam önemli bir konudur.

(*) Diz rahatsızlıkları:

Uzun velespit turnelerinde dizler, normal şartlar altında, yol zemini düzse örneğin, hiç bir şekilde ağrı sızı olmaz. Fakat engebeli, mıcırlı, taşlı, toprak ve bozuk, stabilize yollarda kasınca etkilenmeye başlarlar. Bu tür yollarda kendimi zorlamamalıyım. Aksi takdirde sadece bacaklarıma, dizlerime değil, koca bir yük taşıyan velespitime ve üzerindeki donanıma da zarar verebilirim.

(***) Daha önce verdiğim “İlk Yardım” ile “Medikal Sepet” listelerini tekrar veriyorum:

İLK YARDIM

**Makas **Pamuk **Bandaj **Yara Bandı **Göz Pedi **Kolonya **Oksijenli Su **Saf Alkol **Baticon **Amonyak **Panzehir **Şırınga **Cımbız **Çengelli İğne **Termometre

MEDİKAL SEPET

**Ağrı Kesiciler **Ateş Düşürücüler **Antibiyotikler **Öksürük Sökücüler **Kas Gevşeticiler **Ezilmeler & Morarmalar **Solunum Rahatlatıcılar **Mide Rahatlatıcılar **Bulantı/Kusma **İshal Geçiriciler **Kabızlık Çözücüler **Anti Alerjikler **Pişik & Mantar Kremleri **Yara Tedavisi **Vitaminler **Akrep/Yılan Sokması & Kene **Diğer **Aşılar (olunması gereken)

Ego Psikolojisi

Velespitle yolculuklarda tabi ki başa gelebilecek sorunlar bu yukarıdakilerle sınırlı değil. Ancak ben dış faktörlerden daha çok meselenin, dünya turuna çıkmayı koymuş bir gezgin açısından, onun iç dünyasındaki karakteristik izleriyle ilgiliyim. Zira bu yol hallerine kendimi ruhsal olarak nasıl hazırlayabilirim, bu olumlu veya olumsuz psikolojiyi ortaya koymaya çalışıyorum. İçerdeki çatışmayı kişisel gelişmeyle birlikte ele almaya çalışıyorum. Mecazi açıdan. Edebiyatın kuvvetiyle. Yoksa ne doktorum, ne bir psikoloğum. Onun için birazdan Ahmet Ümit’e yeniden dönerek bununla ilgili mesajları dile getirmeye çalışacağım yine.

İnsan olarak her birimizin kavraması gereken yaşamsal ve dokunaklı bir gerçek var: Türümüze özgü erdemlerden her uzak düşüşümüz, kişinin kendi doğasına karşı işlediği her kusur, ayrıcalıksız herkes, bilinçaltımızda bir iz bırakır ve kendimizi küçük görmemize neden olur.

Ego Psikolojisi”nin pek değerli temsilcilerinden, Alman kökenli Amerikan psikanalist Karen Horney bu bilinçdışı algılama ve anımsama eylemini çok yerinde bir anlatım ile “kaydetme” olarak tanımlar. Bizi utandıran bir davranışımız hanemize kara bir leke olarak “kaydedilir”; dürüst, güzel, iyi ve sevimli davranışlarımız ise olumlu birer puan olarak. Sonuçta terazinin kefesi bir tarafı gösterir. Ya özsaygımız artar ve kendimizi benimseriz, ya da küçük görür, aşağı, değersiz ve sevgiden yoksun hissederiz.

Kısa ve öz bir şekilde açıklamak gerekirse, Freud bize psikolojinin sayrıl (hastalıklı) yönünü gösterdi ama artık sağlıklı yanını da açığa çıkarmak da gerekiyor. Belki de bu sağlık psikolojisi yaşamlarımızı denetleme ve geliştirmemizde, daha iyi insanlar olmamızda bizlere daha çok yardımcı olacaktır. Bu yöntem belki de, “hastalıktan nasıl kurtuluruz” diye sormaktan çok daha fazla yarar sağlayacaktır bizlere.

İnsan Ruhunun Korkularla Yüzleşmesi Durumu

İşte bilinmeyeni çok fazla olan bir dünyaya açılmak isteyen bir gezgin olarak bu yaklaşım, içimdeki insanı yaratma psikolojisine tercüman oluyor. Yani esas olarak “korkularımdan nasıl kurtulabilirim”i değil, kendi kendimi denetleyerek ve geliştirerek, “sağlam bir ruh haritasına nasıl sahip olabilirim”i öne çıkarmak. Görünenden farklı bir hayat yaratmak… Daha doğrusu şimdiye değin denediklerimden çok farklı bir gezgin insan yaratmak… Bu benim bir insan olarak kendimi, şahsi irademle kalkıştığım eylemimin sonuçlarına hazırlama sürecidir. Eylemliğimden kaçış yok, ama bir kırılma noktası olsa bile benliğimi asla eyleminin sonuçlarından kurtaramayacaktır.

Hadi, şimdi tekrar Ümit’e dönelim ve ondan metaforik beslemeli uzun bir alıntı ile bu paradoksu taçlandıralım:

Oidipus, Don Kişot, Madam Bovary, Dimitri Karamazov, Anna Karenina, İnce Memed, Zebercet ve diğerleri, çoğu yaşamımızı etkilemiş edebiyatın bu ölümsüz kahramanlarına derinden bakarsak kendimizi görürüz. Edebiyatın bu karakterlerinin üzerini örten sözcükleri birazcık kazırsanız altından insanlık çıkar; geçmişten günümüze, bugünden geleceğe akan büyük insanlık. Kahraman, alçak, saldırgan, uysal, atak, pısırık, dürüst, ahlaksız, zengin, yoksul, zeki, aptal, deli, deha, kadın, erkek, çocuk her türlü haliyle insanlık.

Romancı işte bu insanlık durumunu, belki de kendisini anlatmaya, açıklamaya, anlamlandırmaya çalışan kişidir. Soğuk karanlıkta, haylaz bir tanrının volesiyle dönmeye başlayan mavi gezegenimizde, tarihin bilmem kaçıncı bininde ortaya çıkan ve bilmem kaç bin yıldır yaşamını sürdüren bu iki ayaklı canlıyı anlamak için, sözcüklerden oluşan kendi imgesel insanını oluşturan kişi. Gerçeği doğrulamak için, daha eğlenceli hale getirmek için, kabalıktan kurtarmak için, gerçeği bir mucizeye dönüştürmek için, gerçeği tartışmak için, kısacası gerçeği anlamak için, hayali bir yaşam yaratan bir serüvencidir romancı. Belki bir tür kaçık…”

Sevimli olanı da vardır, sevimsiz olanı da… Zevkle okunanı da vardır, görev gereği okunanı da… Hızlı yazanı da vardır, yavaş yazanı da… Ağır oturaklı olanı da vardır, cıvık olanı da… Sorumluluk sahibi olanı davardır, kendi görüntüsünden sarhoş olanı da… Ama mizaçları, üslupları, amaçlan ne olursa olsun hepsinin bir tek amacı vardır; görünenden farklı bir hayat yaratmak… Daha doğrusu insan yaratmak. Çoğu bunu açıkça dile getirmek yerine fiyakalı felsefi deyimler uydurmayı seçse de, açıkça dile getirenlerin sayısı da hiç az değildir.

Good Ol Frankenstein

Ümit, ‘açıkça dile getirenlerin’ listesinde ilk sırayı alacak yazar olarak, Mary Shelley’yi ve onun dolambaçsız, doğrudan doğruya insan yaratmayı anlatan romanı, “Frankenstein”i örnekliyor.

Frankenstein’ı ilk okuduğumda ortaokula gidiyordum. Antep’in orta yerinde sevimli bir binası olan İl Halk Kütüphanesi’nden alıp okumuştum. Onca kitabın arasından Frankenstein’i seçme nedenim korku çizgi romanlarına düşkünlüğüm olsa gerek. Çizgi romanları hep sevdim ama korku çizgi romanlarının bende ayrı bir yeri vardı. Onların verdiği ürpertici lezzeti bugün bile en sağlam korku ya da gerilim romanlarında hissedemiyorum. Ancak hemen itiraf etmeliyim ki, ilk okuduğumda Frankenstein bende bir düş kırıklığı yaratmıştı. Yeterince korkutucu değildi. Evet, ceset parçalarından yapılmış son derece çirkin bir yaratık vardı. Bu yaratık serüven boyunca epeyce insanı haklıyordu ama romanın havasından mıdır, hikâyesinden midir, o korku romanlarındaki muhteşem dehşet havasını bir türlü uyandıramıyordu bende…

Aradan yıllar geçti. Geçen yıllar boyunca Frankenstein romanı eksen alınarak belki onlarca film yapıldı, bu filmlerin çoğunu izledim. Hemen hemen hepsi de romandan daha çok ürpertti içimi. Kafam karışmıştı; aslında hiç de korkunç olmayan bir romandan bu kadar çok film üretilsin ve hepsi de romandan daha etkileyici olsun. Bu nasıl işti? Merakına yenilip cinayet mahalline dönen bir katil gibi ben de romana geri döndüm.

Ah o çirkin yaratık, yok mu o çirkin yaratık! Görselliğin yazınsal olanının üstündeki zaferi mi şimdi bu?

İçimdeki Frankenstein ile savaşıyorum

Frankenstein gerek dil, gerek kurgu açısından son derece vasat bir romandı. Ama yarattığı imge o denli güçlüydü ki, dilin ağdalığı, mektup ve günlükler üzerinde yüksen kurgusu bir süre sonra göze batmıyor, karakterlerinin yaşadıktan çelişki ve travmalar sizi sarmalıyor, roman boyunca sürükleyip götürüyordu. Bir insan yaratmanın peşinde olan bilim adamı Victor Frankenstein’in büyük düş kırıklığından söz etmiyorum sadece, yaşamı yaratıcısından çok daha fazla acılarla dolu olan o çirkin yaratığın büyük trajedisinden de söz ediyorum. Bu iki karakter arasındaki ilişki hem dinsel anlamda, hem de sosyolojik anlamda insanlar arasındaki temel bir ilişkiyi simgelemektedir. Tanrı ile kul, yaratanla yaratılan, babayla oğul, otoriteyle sevgi ve toplumla insan arasındaki ilişkiyi.

Frankenstein gerçekten de bir korku romanı değildir. Belki, imkânsız bir tutkunun romanıdır. Tutku denilince aklına aşk gelenler bu kez yanılacaklar. Romanımızdaki tutku, bir bilim adamının, Victor Frankenstein’in bir insan yaratma tutkusudur. Kendi alanında ulaşabileceği en yüksek noktaya ulaşabilme tutkusu. İmkânsızı gerçek kılma tutkusu. Victor Frankenstein tutkusu uğruna sosyal yaşamdan uzaklaşacak, yalnızlaşacak, hatta sağlığını bozacaktır. Ancak çektiklerinin ödülünü başarıyla alacak, olmazı olur kılarak bir insan yaratacaktır.

Acaba benim de velespitle bir gezgin olmaya aday olarak içimde bir Frankenstein mi barındırıyorum? Şu manada tabii: içimden bir gezgin insanı yaratma tutkusu… «Velespit Turne» gibi devasa bir projenin ürkütücülüğüne demeyeyim de, fakat daha ziyade imkânsızlığına karşı bir direniş ruhu ve o olanaksızlığı gerçek kılma tutkusu… Ama dur diyorum kendime. Bir de Ümit’in varacağı noktayı anlamaya çalışayım. Belki sonucu ürpertici olabilir.

Buraya kadar her şey yolundadır. Victor Frankenstein başarmıştır. Ama başardığı işin ürününü, yani yarattığı insanı görünce korkudan donakalır.

Tamam, işte sanırım bir ipucunu yakaladım…

Devam edelim:

Ah! Hiçbir ölümlü o görüntünün dehşetine dayanamazdı. Hayat verilmiş bir mumya dahi o ucube kadar iğrenç olamazdı. Henüz bitmemişken ona uzun uzun bakmıştım; o zaman çirkindi, ama adale ve eklemler hareket yeteneği kazandığında, Dante’nin bile kavrayamayacağı bir şey halini almıştı… Victor Frankenstein yarattığı insanı bırakarak kaçar. Bu, bir bilim adamının uğradığı düş kırıklığından kaçışıdır. Bu bir insanın kendi eyleminin sonuçlarından kaçışıdır. Kaçış anlaşılabilir, ama bilim adamı kendini asla eyleminin sonuçlarından kurtaramayacaktır…

Evet, galiba bu ikilem, bu dilemma, içimdeki gezgin ruhu insana benzetmeye çalışıp çalışmayacağım meselesi…

Devam…

Tek suçu ortalama bir insan fiziğine sahip olmamak olan yaratığımıza gelince, annesiz, babasız, kim olduğunu bilmeden dünyaya gözlerini açar. O haliyle yaşamın içine atılmak zorunda kalır. Ama tıpkı, Tanrı’nın ‘İyiyle Kötüyü Bilme Ağacı’ndan yeme dediği’ halde bu ağacın meyvesini yiyerek kendi çıplaklığının farkına varan Âdem gibi, bir anda ne kadar çirkin bir varlık olduğunu –ya da insanların onu çirkin saydığını– öğrenir. Ama bizim yaratığımız, Âdem’den çok daha şanssızdır, çünkü yaratıcısı tarafından terk edilmiştir. Bırakın yaratıcıyı, ona şunu yapma, bunu yap diyen bir gardiyanı bile yoktur. Kimseye kötülük yapmamışken insanlar onu taşlamaya, kendilerinden uzaklaştırmaya başlar. İyilik yaptığı insanlar bile onu öldürmeye çalışır. Zavallı yaratık, onlardan biri olduğunu düşündüğü insanlardan kaçmak zorunda kalır, ama aynı zamanda onları merak eder, onlardan uzak duramaz.

Âdem ve Havva ile dokunulmaması gereken, tehlikeli bilgi ağacı miti bilgiyi tanrılara özgü gören birçok kültürde koşuttur. Birçok dinde (diğer özelliklerin yanı sıra) bir entelektüalizm karşıtlığına rastlanır. İnanç ve dindarlık bilgiye yeğ tutulur ya da bazı bilgi türleri çok sakıncalı görülerek yasaklanır veya yalnızca bir grup insana özgü görülür. Birçok kültürde, tanrıların sırlarının peşine düşerek başkaldıran Âdem ve Havva, Prometheus, Oeidipus gibileri ağır bir şekilde cezalandırılmış ve tanrıya öykünmeye kalkışabilecek diğer insanlara ders olsun diye sergilenmişlerdir.

Bizi çelişkiye düşüren, büyüleyen ve korkutan, güdüleyen ve savunmaya geçmemize neden olanın da bu ‘kutsal’ yönümüz olduğunu söyleyebiliriz.

Gerçekle yüzleşemeyen karanlık dünya…

Ümit anlatısına şöyle devam ediyor: “Gizlice bir aileyi izler. Onların birbirlerini sevdiğini görür. Böylece büyük bir yalnızlık hisseder. Onu öldürmeye yönelten de işte bu yalnızlığıdır. Ama Victor Frankenstein kendi yaratığının gerekçelerine aldırmaz bile, onu bir katil, bir canavar diye tanımlar hemen. Oysa Tevrat’a göre ilk cinayet sayılan Kabil’in kardeşi Habil’i öldürmesi daha kötü bir nedene, kıskançlığa dayanmasına rağmen, sonuçta Tanrı onu bağışlamayı bilmiştir. Victor Frankenstein ne kutsal kitaplara aldırır, ne de kendi elleriyle yarattığı bir varlığın duygularına. Varlığı korku yaratan, duygulan hiçe sayılan yaratık ise ayakta kalmak için öldürmeyi sürdürür…”

Ama zamanla o da normal insanlara benzer; öldürmenin tadını alır, can almanın verdiği üstünlüğü hisseder… Ve yalnızlığını gidermek için bu gücü kullanmaya karar verir. Aslında isteği hâlâ masum ve haklıdır. Nasıl Tanrı, Âdem için Havva’yı yarattıysa, o da, Tanrı’sı olan Victor Frankenstein’den bir eş istemektedir. Üstelik bunu son derece kibar bir dille ister. Ama sevgisiz bir Tanrı’dan daha korkuncu yoktur. Victor Frankenstein yeni bir deneyime girişmekten korkar. Çünkü kendi yaratığını yeterince tanımaz. Çünkü yaşama sadece bilimin penceresinden bakmaktadır. Tıpkı din penceresi gibi, bilimin penceresi de sınırlı bir görünüm sağlar.

Gerçeğin bütününü asla göstermez. Gerçeği göremeyen Victor Frankenstein, kendi buluşunun muhteşemliğini de göremez… O Tanrı olmaya soyunmuştur, aklı bunu kaldırabilecek kadar büyüktür ama ne yazık ki yüreği kendi yaratığını sevebilecek kadar büyük değildir. Yapabildiği en kolay şeyi seçer. Sevdiği kadını da alıp kaçar. Ama kaçışı onu kurtaramayacaktır, içindeki korku en yakınlarının ölümüne neden olacaktır…

Her kurgu bir düşte başlar. İç dünyamızda neler hayal etmeyiz ki. Tüm kafamızdaki projeler de hayallerimizin kendi eseridir. Frankenstein de bir rüyada başladı.

Devam edelim…

Yakınlarının ölümü Victor Frankenstein’in yaratığa karşı büyük bir nefret duymasına yol açar ve yaşamının amacını öldürmek için silahlanıp yollara düşer. Ama korkusundan hâlâ kurtulamamıştır. Hayır, bu korku kendi yarattığından duyulan korku değildir, bu korku yeni olandan, farklı olandan, ötekinden duyulan korkudur. Onu, yeni olanı, ötekini kendi yaratmış olsa bile ondan korkar. Oysa ötekinin istediği tek şey vardır; kabul edilmek, sevilmek, anlaşılmak. Arna yaratıcısı, yaratılana bunu çok görür. Ve verdiği yaşamı almak için yaşamdaki tek oğlunun peşine düşer. Bu serüven, yazarın büyük dehasını yansıtan bir yerde, kutuplarda, yani yaşamın henüz başlamadığı günleri çağrıştıran bir mekânda, buzullarla kaplı bir denizde sona erecektir.

Frankenstein, Mary Shelly’nin imgeleminde ilk kez bir düşte belirmiştir, İsviçre’de eşiyle birlikte Lord Byron’un komşusu olduğu günlerdir. Bir gece üçü birlikte oturup hortlak hikâyeleri anlatmaya çalışırlar. Victor Frankenstein’in yaratığı işte o gece bir düşte görünür yazara. Mary Shelly o geceyi şöyle anlatıyor: Yere yayılmış bir adamın ürkünç hayalini gördüm ve derken, güçlü bir makinenin çalışmasıyla yaşam işaretleri gösterdiğini ve tutuk, yarı canlı bir hareketle canlandığını gördüm. Ne kadar ürkütücü olmalı; dünyanın yaratıcısının harikulade mekanizmasıyla alay etmek için herhangi bir insani çabanın etkileri son derece ürkütücü olurdu.

Tutkuyla sevgi arasındaki naçizane çatışkı…

Bu sözlerin de kanıtladığı gibi belki de korkak olan Victor Frankenstein değil, hem onun, hem de yaratığın yaratıcısı olan Mary Shelly’nin kendisiydi. Yazar, Tanrı’yla rekabet edebilecek bu girişimden korkuyordu. Belki de bir yazar olarak kendi sınırlarını çizmek istiyordu, inancı, algısı ona böyle yapmayı söylüyordu ama imgelemi onu sınırsız bir yaratıcılık denizinin en fırtınalı yerinde yüzmeye zorluyordu. Mary Shelly, Frankenstein’ı bu iki karşıt etkinin rüzgârı altında kaleme almıştı. Eğer yazarımız daha cesur olsaydı, daha başka düşünseydi diyemiyoruz, çünkü onu ve yapıtını biricik yapan kendi düşünce sistemi ve ruh haliydi. Bu yüzden olağanüstü bir dili, muhteşem bir kurgusu olmasa bile yarattığı biricik imgelemle, Frankenstein yüzyıllardır gündemde kalmayı başardı ve insanlık yaşadığı sürece de başaracak gibi gözüküyor.

Tabii insan klonlanması meselesi ne tür sonuçlar doğurur onu henüz bilmiyoruz. Klonlama demişken, kimi eleştirmenlere göre Frankenstein bir tür erken modernizm eleştirisidir. En cüretkâr çağını yaşayan bilimin küstahlığına atılan bir tokattır. Bir haddini bildirme çabası. Her şeyin akla dayandığını söyleyen bir anlayışa, insanoğlunun sadece akıldan ibaret olmadığını haykıran bir çığlık diye de tanımlanabilir bu kitap. Ama bana sorarsanız, Frankenstein tutkuyla sevgi arasındaki çatışmayı anlatan bir metindir. O tür metinlerin en güzeli.

İşte beklediğim güzel sonuç…

İçimdeki ‘Gezgin Ruhu’ tutkuyla sevgi arasındaki çatışmayı anlatan yol sevdalısı bir «Velespit Turne» projesidir.

Sağlıklı olmak için hastalık belirtilerini bilmek mi gerekiyor? Hastalık, belirtilerin var olması mı demektir? Ben hastalığın, var olması gereken belirtilerin ortaya çıkmaması durumu olduğunu savunuyorum. Sağlıklı olmak, hiçbir belirti taşımamak mı demektir? Sanmıyorum. “İyi sıhhatte olsunlar” diyerek uzun velespit turnelerime, koca bir dünya turuna çıkıyorum…

Kaygılarından kurtulmuş, gezmen hayalleri olan biri olarak, daha yürekli ve atılgan davranıp yalnızca bilgi uğruna keşfe çıkıyorum; kendime yeni serüvenler, anı-yaşam hikâyeleri yaratabilmek için.

Bir sonraki esintiye kadar kalın sağlıcakla

Mürekkebe banmış esintili Sevgilerimle,

Gezenti Şeref

***…***

(*) Önceki Makale: “Yârenlik Ediyor Örümceğe Akşam, Muson Kuşları..

(*) Sonraki Makale: “Şölenler Ele Geçirir Saatlerin Mülkiyetini

>>> [iÇERİKdİZİNİ]

error: Content is protected !!