ÜTOPYA… Hemen ve yinelenen eğlendirici zamanım, yaşlanmaz oyalayıcı olanım… kusup çıkarsam da içimdekileri; ve dökünce sen kutsal içkileri toprağa, suya ve havayai.. her bir cemre düşer gibi parmak gösterir bahar bana.. yakın olduğunu bilip de geldiğim mavi yolun…
gEZENTİ şEREF ~ E-2017/061
Esinti Tarihi: Cumartesi, 29/07/2017
Dünyayı velespit üzerinde karar verdiğim andan itibaren, ki o ân düşünü gördüğüm gecenin sabaha bağlanan şafak kuşağı vaktiydi, yola koyulmadan önce geçireceğim son birkaç gün nasıl hissedeceğim üzerinde spekülasyon yapmaya başlamıştım. Midemin büzüştüğü tatsız, kusmuk bir asabiyet ve heyecan halinin koalisyonu kehanetinde bulunuyor, artık kaç yıl süreceği ve nerede sonuçlanacağı bilinmeyen bir gensoruyu yapılacak uzun yolculuğun üzerine bir baharat gibi ekliyor ve sevdiklerimle belki son, belki sonun başlangıcı, belki de ilkin sonu gibi kokteyl ayrılıklar senaryosunu kurguluyordum. Ve elbet bazı durumlarda durmamacasına, ilelebet, sonsuza kadar…
Bu velespit hangi kıtadan hangi kıtaya gider diye düşünüyordum. Avrupa’dan Afrika’ya taşınmış, oradan Asya’ya, Okyanusya’ya, oradan da Amerika’ya savrulan zihnime sığmıyordu bu “kıtalar arası” enternasyonalizm safsatası.
Dünya coğrafyasının bütününde, kim kimle niçin kıtalar arası ayrıştığı konusu bir tarafa, kültürel olarak herkesin kendi kıtasını tanımlarken çalımlı adlar bulduğu, ama yakın ya da uzak komşular ile arasına ekinsel farklılıklar koymak istediğinde “kıtalar arası” dediği (harekâtlarda her iki tarafın da birbirine hasım demesi gibi) bu gezegenin rutubetiyle ilk tanışma anını yaşadığım için hangi kıtaya gittiğimi, hangi kıtadan kıtaya geçtiğimi bilmiyordum.
Rüzgâr Gibi Geçti Zaman
Az önce sokak merdivenlerinin bana ayrılmış basamaksız düz ve dik yokuşundan, dublajı kaymış bir Hollywood filminin, doksan dakika sonrasında meşhur bir tenor olacak başrol oyuncusu gibi indiğim Calais, beni martıların arkadaşı bir feribota teslim etti, yıldızların mehtabı troposferde doyasıya kucakladığı yılın yazdan kalma alacaklı, nefis dolunaylı bir gecesinde.
Ve şimdi, buz gibi bir rüzgârın estiği gemi güvertesinde, haritada işaretlediğim yerin uzak düşlerine dalıp dalıp gidiyordum. Geriye baktığım bir anda içime kasvet gibi çöken o hazin duygunun bütünlüğünü beklemiyordum. Kimi gezginler uzun yolculukların planlama kısmını bütün detaylarıyla hazırlamaktan tat alıyor, her bir serüvenin içinde o serüveni önceden yaşıyordu. Tabii burada ne kadar hayal gücüne sahip olma duygusu önemli bir rol oynuyordu. Sanki onları örnek almıştım ben de.
Ama onları bir yerlerden keşfedip takip ettiğim için değil, kalbimin rastlantısal olarak yönlendirmesiyle gerçekleşiyor ve beni onlarla bir köprüde buluşturuyordu. Dünya atlasının ve canlı seyahat kitaplarının, renkli dergi kapaklarının üzerine saçılıyor, satın almaya gücümün yetmeyeceğini bile bile, yanımda bulunmasını arzuladığım, gerekli gereksiz her pahalı malzemenin uzun listesini yapıyor, bu ütopya bana müthiş bir coşku sağlıyordu. Her attığım adım o kadar eğlenceliydi ki! Gerçi aralıksız sürdürdüğüm planlamanın bizatihi kendisi sıkıcı, usandırıcı ve stresliydi.
“To-Do-List” Sadece Bir Başlangıçtı
Son üç ayda bile en az üç farklı upuzun YAPILACAKLAR listesine sahip olmuştum. Kafamın içini gri bulutlar kaplamış, her an yıldırımlar gönderecek kadar havayı karıştırmıştı. Sanırım bir panik haliydi bu. Sakin olmalıydım. Tam bir hafta ara verdim. Hiçbir şey düşünmedim. Olaydan tamamen uzaklaştım. Deniz kıyısına inip martıları, parklara gidip ördekleri, meydanlara çıkıp güvercinleri besledim. Ara vermek iyi fikirdi ve iyi gelmiş, kafamın içindeki bulutları dağıtmıştı. Bu zaman zarfında bütün günler hiçbir listeye elimin uzanmadığı, parmaklarımın arasına almadığım kalemimle hiçbir maddeyi “tik”lemediğim dakikalarla tükenip gidiyordu. Tembel tembel oturuyor, belgesellere takılıyordum. Hayal kırıklığına uğrattığım, kandırdığım, beklentilerini boşa çıkardığım tek kişi sadece ama sadece şahsımın kendisiydi. Planların yer aldığı mavi klasörüm olduğu yerde duruyordu ve kandırılmışlık duygusunun ötesinde, halinden memnun, o çıkış ân’ını bekliyordu. Eğer her şeyi ertelemiş, son dakikaya bırakmış olsaydım ve bütün teşebbüse kalkıştığım heyecanlı girişimcilik sona erseydi, bu tamamen benim kendi hatam, kendi eserim olacaktı. Yalnız benim.
Az önceki aslanların filleri sıkıştırdığı, maymunların mağaralarda kovuk kurduğu belgeseli bitirmiş, şahane bir macera romanın içindeydim artık… “Merhaba Dünya” dedim romanın karizmatik kahramanın ağzından. Ve dilimin salpa kayganlığına nicedir yuva yapmış bir mülayim oratoryo mırıldanıyordum. “Martılar ağlardı çöplüklerde.. Biz seninle gülüşürdük.. Şehirlere bombalar yağardı her gece.. Biz durmadan sevişirdik.. Acımasız olma şimdi bu kadar.. Dün gibi dün gibi çekip gitme.. Bırak da sarılayım ayaklarına.. Kum gibi kum gibi ezip geçme.. Acı sende hasret sende.. Yağmur gibi..”
“Alır Başımı Giderim” dermişim…
Allahallah, bu ne biçim oratoryoydu, yüzüme yüzüme çiseleyen yağmurun az önce her şeye egemen olan dördünden haberi yok mu? Demek bu Manş (English Channel) için geyik muhabbetli köşelere dekor olmuş: “havasına, suyuna, parasına, karısına, kızına güvenme…” lafı hiç boşa söylenmemiş. Feribot, dünyayı kurtarmak için sadece birkaç saniyesi kalmışçasına aceleyle, dalgaları yarıp, yanaşmasını tamamlamadan kendini betona atan yüzlerce insanı indirirken velespitimle beni içeride unuttu.
Ben son durakta ineceğini iyice bellemiş, Dover’den başka alternatif düşünmeyen saf yolcusu feribotun. Velespitimi alıp tenha bir şekilde indim, dünyayı kurtarmak elbette bana düşmez diye düşünüyordum. Adres bir çeşit Osmanlı Divanı gibiydi: Sancaktar “Barbaros Hayrettin Paşa” mahallesi, “Müşir Kanuni Sultan Süleyman Hazretleri” sokak, “İbrahim Paşa!” Paşa paşa bindim, numarasını önceden ezberimin en itinalı kösesine yazdığım çift katlı belediye otobüsüne… Yok dedim daha neler, hâlbuki ders yapar gibi o kadar çalışmıştım Piri Reis’in haritasına. Yok, bunda bir tuhaflık vardı. Sanki Kadıköy’den Karaköy’e inmiş gibiydim. Her köşe Osmanlıların vicdansız kuşatması altındaydı. Ne zaman geçmişlerdi Viyana’yı, ne vakit gelmişlerdi buralara, ben kaçıyordum onlar kovalıyordu, yok yok onlar tarlaya bit serer gibi yerleşiyordu, ben arkadan o yere zembille düşüyor havanda su dövüyordum.
Neyse ki bu da bir rüyaymış. Güvertede uyuya kaldığım bir anda çakmış. “Artık seninle duramam.. Bu aksam çıkar giderim.. Hesabım kalsın mahşere.. Elimi yıkar giderim.. Sen zahmet etme yerinden.. Gürültü yapmam derinden.. Parmakların üzerinden.. Su gibi akar giderim..” Oh, dünya varmış, su gibi kayar giderim, diyorum. “Back Road”; arka sokaklarda dolanmak gibi… “Upper Road”; üst yola çıkmak gibi… “Jubilee Way”; jübile yapar gibi çıkıyorum sokaklara… Whitfield: partikülden zerrecikler sunuyor, Canterbury’den şimdi uzaklarda her biri bir benekten farksız o ufacık parçaları daha iyi görebiliyorum. “Ezdirmem sana kendimi.. Gövdemi yakar giderim.. Beddua etmem üzülme.. Kafama sıkar giderim.. Ezdirmem sana kendimi.. Beddua etmem üzülme.. Kafama sıkar giderim.. Ezdirmem sana kendimi.. Gövdemi yakar giderim.. Beddua etmem üzülme.. Kafama sıkar giderim..”
Oratoryonun Epilog kısmı…
“Affedersiniz Dartford yolu böyle mi? Teşekkür ederim.”
“Ah, siz gezgin misiniz? Maceraperestmişsiniz öyle mi?”
“Hı-hı; ama siz şimdi böyle söylediniz diye size Atlaslı bir cevap verecek kadar seyyah değilim. Bu yüzden ilerde anılarımı da yazmayı düşünüyorum.”
“İyi… Hoş geldiniz ülkemize.”
“İyi… Hoş bulduk…”
İşte İngiltere’ye ilk girdiğim Heathrow kapısı gibi bir kapıdan içeri giriyordum Dartford’a. İnsanın kendisini evinde hissetmesi gibi şeydi bu. Bin dokuz yüz seksen yedi yılının güneşli güvenilir bir nisan günü…
“Akın var
güneşe akın!
Güneşi zapt edeceğiz
güneşin zaptı yakın!”
Aaa, ne kadar da tanıdık buralar…
Kalmak istiyordum, yerleşmek istiyordum hemen buraya, nasılsa Londra’dan pek uzak sayılmazdı, istediğim saatte, zırt orda, zırt burada. Bana o sıra yatay görünen Darent Nehri ve Mill Pond Road şimdi anlıyorum ki fazlasıyla dikeymiş; ve ben de o tarihte ‘dümdük’ bir geçiş yapmak istiyordum, EW Fact’dan North Kent kolejine ya da Dartford’daki herhangi bir yüksek eğitim merkezli bir koleje…
Ama öğrenci federasyonunun yeniden yapılanmasına bizzat katılmıştım ve diğer devrimci arkadaşlara karşı ciddi bir sorumluluğum, hem iki yıl gibi kısa bir sürede özerk demokratik üniversitelerde özerk öğrenci derneklerini birleştirmek, bir araya getirmek, hem kültürel faaliyetleri organize etmek, au-pairlik, gençlik kampları gibi mücadelelerde de üst düzey bir görevim vardı… Bütün bunların dışında gamzelerine yuva yapmak istediğim ama bir türlü sığamadığım bir de sevgilim… İlk sevişme için sabahın yedisinde evinin önünde buluşup Darford İstasyonu’ndan Questor’a iki otobüs kasıtlı değiştirerek birlikte gittiğimiz. Ve seksten Londra kadar uzak, aşka Brooklands Gölü kadar yakın bir sevişmeyi defalarca kez yaşadığım. Çakıra çakıra, yok cama, camgöbeği renge çalardı masmavi gözleri… benimkilerse bal renginde… Ne uyum ama!
Derdine derman olurum…
Kimseler bahsetmedi, dünya turuna çıkmış hiçbir bisikletçi arkadaşım da yok. Kim bilir belki ileride bir yerlerde buluşma imkânımız olabilir. Bu ayrı. Kimselerden tüyo almadım. Kimsenin hatıralarına da bakmadım. Belki baksaydım kıyaslama yapar mıydım bunu da bilmiyorum. Ama böylesi uzun bir dünya yolculuğuna çıkmayı planlarken kendimi alışkanlık haline getirdiğim bir şeyi diğeriyle takas ederken buluyordum.
Her ne kadar çıkacağım yolculuk bir bütün olarak inanılmaz serüvenleri içinde barındırsa da, her günkü aktüel işlerim: sürüşten, kamp yapmaktan, yemeden, içmeden, uyumadan, kendi kendime uydurabildiğim eğlencelerden, birileri tarafından bana giydirilen eğlentilerden, günlük notları koordineli olarak kayıt kuyut altına almaktan, ve sonra bunları bir ara toplayıp, bir araya getirip o günün turne jurnali olarak yazmaktan, elektronik aksamlı sayaç aletlerimi sıfırlamaktan, çamaşır ve bulaşık yıkamaktan, duş almaktan, velespitimin yağlı yağsız bakımını yapmaktan, gölde balık tutmaktan, küçük ve büyük ihtiyacımı gidermekten, müzik dinlemekten ve ilginç bulduğum bir yeri gezmekten ve sürüsüne bereket fotoğraf çekmekten ibaret olacaktı. Ve bu rutinlik ertesi günü yine aynı şekilde sürecekti.
Bu zor planlama aşamasının kendine özgü yorucu ve tekrarlayıcı rutini olacağını bana niye birileri söylemedi ki!!!
Planlamadan Uygulamaya
Gideceğim yerlere ilgi göstermek zorundayım… Bir kez turist değilim; fakat ellerim kelepçeli serüvenci gezgin olmaya mahkûm olduğumu kabullenmişsem, sabah erkenden kalkıp, bir süre sonra defalarca seyrettiğim bir filmin ezbere bildiğim kareleri gibi sıkıcı bir hale gelen ülkenin sokaklarını elimde fotoğraf makinası ve not defteri ile kâh pedallayarak, kâh arşınlayarak, kâh bir solukluk molalar vererek, bana yardımcı olmak isteyenlerle konuşmak, onların dilimi ne kadar iyi konuşamadığını, benimse onların dilini zorladığımı, olmadı mı, bazen ortak dilimizi konuştuğumuzu, daha da olmadı mı, beden dilimizi konuşturduğumuzu, kentlerinin ne kadar tarihsel bir kent, sokaklarının ne denli cazip, kültürlü sokaklar olduğunu her fırsatta dile getirmek zorundayım.
Küçük bir ipucu vereyim kendime: Benimle konuşmak isteyen bir Dünya’lı ile karşılaştığımda ilk sözlerim onu bir İtalyan’a veya bir Fransız’a ya da gerçekten içimden hangisi geçiyorsa, Çek, Hırvat, Rus, Ukraynalı, İzlandalı, İngiliz, bir Avrupalı sandığımı, ya da ne bileyim, duruma göre, Güney Afrikalı, Güney Amerikalı, Kuzey Avustralyalı, Uzak Doğulu sandığımı söylemek olsun. Bu onları en çok mutlu eden şey…
Akşamüzerleri yorgunluk atmak için kamp alanı dışındaki kafeler, restoranlar, tavernalar, gazinolar, barlar, diskotekler, kabareler gece kulüpleri, müzik holleri bütünüyle benim emrimde olacaktır. Yine akşamları kafamı alıp, kamptan ayrılıp, kent sokaklarına ineceğim. O sokaklarda hiç ama hiç daha önce tanışık olmadığım rengârenk kültürel faaliyetlerimi harfiyen sürdürebileceğim, nefis, leziz özel yöresel yemeklerinden tat alabileceğim bana tavsiye edilen şakasız lokantalar, kokoreççiler, publar, gece kulüpleri, meyhaneler, şarap evleri, çay bahçeleri, iltifatlarımı duymak için sırada bekleyen güzel kadınlar, genç yurttaşlar ve bölgenin sağduyulu ihtiyarları… Tam bir sefahat âlemi…
Bazen önemli olan bir tek şey vardır:
Bir bayram, bir festival ya da tatil yüzünden ya da akla gelmedik bir başka nedenden ötürü kent sokaklarına inersem ve korkarım ki o yolun sonunu pek iyi göremem… Veya başka bir deyişle yolun sonunu görürüm!.. Hedefime varayım ya da varmayayım, benim için muhteşem bir uzun yolculuk başlar. Ve bendeniz sanal bir festival, Rio ya da Havana böyle bir şey herhalde, neşesinden sıyrılarak yanağımı velespitimin buğulu gidonuna dayar ve yol boyu yalnızlığa gark olurum.
Ne diyeyim?.. İyi yolculuklar, sevgili kardeşim…
Nereden baksan yalnızlık…
Yalnızım… Sonra kaldırımlar üstünde yürüyen yol insanlarının yanından geçip gidiyorum. Kimi hızlı bir öğrencidir, kimi herhangi bir yol üstü esnafı, kimi de bastonuna dayanmış bir yaşlı. Onlar en yalnızlarıdır yol ülkesinin… Usulca geçiyorum onların argın gözlerinin önünden… Kalıcı hiçbir şeyi yoktur yol insanlarının. Her şey yanından geçip gider onların. En fazla yarım saat duruyorum bir yol insanının yüreğinde…
“Gidebileceğim bir tuvalet var mı? Ne tarafta?”
“İlerde sağda, parkın içinde.”
“Çok teşekkür ederim…”
“İyi yolculuklar…”
Ya da…
“Buraya yakın bildiğiniz bir çadır kamp alanı var mı?”
“Ahmm… Çok uzak buraya. En az 20 kilometre.”
“Tamam. Sağ olun…”
“Yolun açık olsun…”
Her Yeni Başlayan Macera
Önünden binlerce seçenek geçer yol insanının. Bir sürü araç gider Atina’ya, Sofya’ya, Roma’ya, Prag’a, Londra’ya, Lizbon’a, Amsterdam’a, Oslo’ya, Kopenhag’a, Moskova’ya, Varşova’ya, Bükreş’e, Kiev’e, Paris’e, Berlin’e, Stockholm’e, Helsinki’ye, Budapeşte’ye, Zagreb’e, Madrid’e… Yeni hayatlara gidebilir herhangi vasıta vasıtasıyla… Ama yol insanının hayatı bu alternatiflerin kıyısında kalır hep. Arkasından bakar gıcır gıcır yaşamalara koşan otobüslerin. Bahsettiğim hayatların gıcırlığı tamamen benim kuruntumdur elbette. Yoksa, elinde benzin pompası, hızla kendi paslı hayatına döner yol insanı. Onun hayatının paslılığı da benim kendi kuruntumdur elbette…
Abuk sabuk insanlık Pokémon avında kaç tane ‘pocket monsters’ yakalayacağını düşüne dursun, işte ben bunları düşünüyorum yol boyu. Hiç tanımadığım insanların dertleri içimi soğutur, belki de cayır cayır yanarken bindikleri otobüsün kaloriferi. Dedim ya yola çıktım bir kere. Yalnızım ve her çeşit hüzne açığım… Kaldırım insanlarını o yüzden yol insanlarıyla aynı tutuyorum. Gidiyorlar ve dönüyorlar. Her gün istisnasız modası geçmiş hayatlara doğru gidiyorlar, paslı hayatlarına geri dönüyorlar. Belki pokémon avlayınca rahatlıyorlardır. Rahatlıyorlar mıdır acaba gerçekten?
Yola muazzam oturan velespitim gittiği yerden hurdalık hayata dönüş yapmıyor, hep ileriye, yeni hayatların göbeklerine doğru melodili sürüşünü sürdürüyor.
Gelip Geçici Bir Heves Değil Tabii…
Birden irkiliyorum. Ortada kuş muş yokken burayı kuşa çevirmiş olduğumu sonradan fark ediyorum. Yaptığım özeti gözden geçirdiğimde, bir başkası okuduğunda, bu gezginin Dünya’nın bu cennet köşesinde son derece mutsuz olduğu izlenimine kapılacağını ayırt ediyorum. Aslında aylarca süren bir sefahat âlemi söz konusu. Misal İzlandalılar artık bu yeni ‘turist’lerinin şerefine mi yoksa gerçekten bu kadar sık mı bilinmez, neredeyse her hafta bir başka festival, bir başka karnaval düzenliyorlar ve ‘mutsuz’ gezgin bendeniz de bu eğlencelere canı gönülden katılıyor. Hep beraber alkışlar eşliğinde çıkardığımız “hah-huh” sedalarıyla, balina sesi çığlıkları atarak balinaları çağırıyoruz. Kendimi bir ân Abdi İpekçi’de basketbolcu millilere tezahürat yaparken yakalıyorum: “Hah-Huh ooon ikiii deev adaaam…”
Nedense bu ritüellerin ardında hep bir dev yatıyor. Kaf Dağı’nın ardındaki devi de buna katabiliriz. Cüce değirmencinin cüce kızına âşık olan dev kralı yani. Ah neydi o mistik zebani kuş? Zümrüdü Anka Kuşu muydu neydi?
Kültürler bile her şekilde birbirlerini bulabiliyordu mistisizmde, mitolojide vesaire. Her birinin başka bir kültürden aşırılmış olduğunu ifade ederek bu eğlenceleri anlatıyor. Latin festivalleri; Alman Faşingleri; Venedik, Rio Karnavalları; Portland, Londra, Paris Sanat Festivalleri; Oakland First Fridays; Seattle, Bremen Yiyecek Festivalleri; Berlin, Brüksel Bira Festivalleri; Avrupa Bira ve Şarap Festivalleri, Güneydoğu Asya’nın çılgın gece eğlenceleri birbirini kovalıyor.
Turizm bürolarının askılarında bulunan broşürleri fotoğraflayan gezginlerin hem eğlenip hem şikâyet etmesine biraz içerlemiş olmalıyım. Taklit de olsa, araklanmış da olsa bu festivallerde kendinden geçmek, üstelik bunu tek kuruş harcamadan yapmak ölmeden cennete gitmek değil de ne? Efendim, ayrıca kültürler birbirlerinden hep bir şeyler alırlar.
Eğlenceyi ödünç almıştım zaten…
Ben bu sıcakkanlı festivallerin, karnavalların içinden geçmeden dünyanın tadını alamayacağımı bilirim. Bağımlılık, yad erklik gibi bir şey ama ne yapayım, böyle. Hem sonra her yolculuk geçmiş yolculukları hatırlatır bana. Oradan otuz küsur yıl önce de geçmiştim, hatırladım mı acaba?..
Elimin içindeydi sevdiğimin eli. Zaten daha çift katlı hareket etmeden uyuya kalırdı. Üst katın en arka ama konforlu kumaş koltuğunda dünyanın en kısa yolculuklarını yapardık birlikte. O yüzden iki defa otobüs değiştirirdik Dartford semalarında; ama o hep uyurdu, başı omzumda; uzun gecelerin uzunluğu, sabahın mahmurluğu. Ben onu seyrederdim yol boyu… O kadar sessiz o kadar kıpırtısız uyurdu ki, arada bir nefes alıyor mu diye kontrol ederdim. Sanki yeni doğmuş çocuğunun yaşıyor olması mucizesini henüz kavrayamamış amatör bir baba, meraklı bir insan gibi. İnmemiz gereken durakta kıyamamıştım uyandırmaya bir seferinde. Son durağa kadar gidip geri dönmek zorunda kalmıştık. Uykusunun arasında hafif pudralı yanaklarından öperdim hatırlıyor muyum acaba?.. Dudaklarının kuş gibi kıvrımları açılır tebessüm ederdi uykusunun arasında. Hatırlıyor muyum?
Çok sonra aynı dudakların arasından bana vedia kelimelerinden çıkmıştı. Yoksa ben mi veda ediyordum. Bir başkası olduğundan değil. Yine bir başka yolculuk için. Hatırlıyor muyum acaba? Usulca çekmişti elini elimin içinden… Sanırım hâlâ parmak izleri var elimin içinde, hatırlıyor muyum?
Budur en güzeli en güzeli…
Nereye gidersem gideyim yalnızımdır ve asıl yalnızların işidir yolculuklar… Yola bakarken –midem bulanmasın diye– gidilecek yollarımı düşünürüm hayatımın. Herkesi ve her şeyi en hüzünlü, en insan tarafımdan düşünebilmemi sağlar yolculuklarım.
Eğlence âlemleri bir yandan devam ederken, bir yandan da velespitim ve benden daha önce oraya getirilmiş olan bir Şilili turisti izliyorum. Rastlantısal karşılaştığımız kimi yerlerde arada sırada konuşuyoruz. Daha doğrusu onunla İngilizce’yi fazla kırmadan, bükmeden konuşuyoruz. Tek anlaşabileceğimiz dil bu maalesef. Ne o benim dilimi, ne ben onun dilini konuşabiliyorum doğru dürüst çünkü. Samimi olamayız, çevre buna izin vermez. Zaten samimi olmak da işimize gelmez. Bir gün içinde farklı yerlerde pizza yiyeceğiz. Ayrı köprülerde bisiklet sürecek, ayrı yerlerde kamp yapacağız. Fakat ilk başlarda aynı saat kulesi altındaki saatli kahvede karşılıklı kahve içtiğimize şahit oluruz. Sonra ayrı masalarda churros yediğimize. Sokak festivalinin uzadığı sokakta ayrı kaldırımlarda karşılıklı bisiklete binmek gibi. Yıllarca süren çılgın bir partiye yaşı hayli ilerlemiş birinin bedeni ve ruhu dayanamaz. Bunu anladığım noktada kaçış yollarını araştırmaya başlıyorum. Çok geç olmadan, kendimi müziğin sihrine iyice kaybetmeden, Madrid –o hep haysiyetli gördüğüm hande kent– beni yutmadan önce kaçmam gerektiğini anlıyorum.
Ne yapmam lazım?
Gidip kendimi Latin Amerika çöllerine mi atsam? Sahra’nın nesi var? Bir şeyi yok da, sanki ilkinde rüzgâr daha heyecanlı esiyor. Bir yıl boyunca yaptığım araştırmalar çölü velespitle geçmenin imkânsız olduğu sonucuna götürdü beni. Gerçi yapan yok mu? Ooooo, sürüsüne bereket. Peki, ben niye ürküyorum ki? Hayır ürkmüyorum. Sadece kum fırtınasını sevmiyorum. Ne o öyle çıtır çıtır… Ben kendi memleketimin has kumluk kumsallarına bile ayağımı sokmamış adamım. Kumdan nefret ederim. Varsa yoksa çakıl. Çakıl taşları benim eğlencem. Sen suda kumu kaydırabilir misin? Yaa; bak ben çakıl taşını suda kaydırabilirim ama. Neyse galiba tek yol, konteynerlerle yük taşıyan gemilerinden birinin içine gizlenmek ve kendimi uygar Latin dünyaya götürmesi için beklemektir. Neymiş o Sahra öyle? Uygarlıktan nasibini alamamış daha. Kum, mum, şu, bu!!!
Ama galiba önce bir Avustralya yapmam gerekecek. Ne bileyim canım önce Asya’yı ve Okyanusya’yı görmek istedi. Y.Zelanda’nın muhteşem limanı Auckland’dan Panama’ya gerçekten muhteşem bir deneyimdir. Kentteki esir bir kaç köle turist için değil tüm yük gemileri yolcuları içindir bu tecrübeler. Yoğun sevgi çemberinde bindiğiniz gemide yapabileceğiniz tek şey on, on iki kişilik itibarlı mürettebata iyi bir ızgara balık pişirmektir. 🙂 🙂
Doğuştan rantiye karşıtı olan bu gemilerin kaptanlarını sitti sene rüşvetle ikna etmeniz mümkün değildir. Kaptanın sadık dostu olmanız için kuracağınız yakınlık teşebbüsü onlara ve tabii ki kendinize iyi bir ızgara balık pişirmekten geçmektedir.
Ben öyle bir kaptan tanımıştım…
Ama o yük gemisinin değil lüks tekne (motoryacht) kaptanıydı. Sohbetlerden uzun yolculukların nasıl olduğunu anlardım. Ben hiç daha önce denizde uzun seyahat etmedim. Şimdi hayallerime hitap edip edemeyeceğini bilmem gerekiyor. Yalanım ne kadar büyükse inandırıcılığım o kadar artacaktır. Evet, kararımızı verdik, ben ve velespitim 30, 40 günlük bir deniz yolculuğunu göze alıyoruz ve bunu tecrübe edeceğiz. Sadece unutmamam gereken şey hani deniz tutarsa diye zencefil kökü, Bonine, Dramamine, Antivert Antrizine gibi ilaçları “medikal sepetimde” bulundurmak olacaktır. Ancak ne yaparsam yapayım bu ilaçları mide bulantım başladığında değil, hatta yola çıkmadan bir gün önce almalıyım. Sonra reçeteye göre devam edebilirim herhalde.
Bir şehri terk etmenin garipliği, bir yere varmanın coşkusuna nasıl karışırsa ben de öyle karıştırıyorum kıtalararası yolları.
“Varır varmaz ara tamam mı?”
“Olur.”
Gece… Yanımdan geçen ışıklı evleri insanların… Ve o ışıktı uzak evlerin içindeki ışıklı ışıksız hayatlar… Bir dağın ıssızlığına direnen küçük bir lambanın aydınlattığı tek göz odaya bir saniyeliğine bakarken “Orada ben de olabilirdim, olmalıydım,” diye düşünüyorum. Bana uzak mesafeli bir hayatın soğukluğunu hissediyorum iliklerimde. Of burada nasıl yaşar bu insanlar diye düşünüyorum.
Elbet bir gün bir yolun olmadık bir noktasında yakalıyor beni şehirlerarası bir hüzün çöküyor. Çünkü ben zaten ayrılık makamında bir yolculuğa çıkmışım, sevdiklerime ulaşmak için ayrılmışım sevdiklerimden. Dünyanın “kıtalar arası” tüm yolları benim en sevdiğimdir artık.
Rüyalarımdaki Latin Amerika
Montevideo’da bir kasabanın içinden geçeceğim gece yarısı… Sao Paulo’da o kasaba bana çok anlamsız gelecek. Santiago’da tek bir caddeyi seyreden karanlık ara sokaklar bırakacağım geride. Terk edilmiş loş vitrinler ve moralsiz floresan ışıkları bazı küçük birahanelerde… Buenos Aires’teki ‘Arjantin Birahanesi’ yazacak Efes Pilsenli tabelasında ve ben 1978 yılında şakacı Sokak’taki iki katlı çocukluk evimin salonunda bir uzun koltukta pederimle yan yana, elimizde köpüklü Tekel biraları ve uçuk maviye çalan Arjantin bayraklarıyla, coşku ve salyalar içerisinde Arjantin’de yapılan dünya kupasını mı hatırlayacağım?
O haşmetli yıllardaki üç vitesten ibaret turuncu Bisan velespitimin üzerinde çapkın filintalığımı mı düşüneceğim yoksa? Kempes’in omuzlarına düşen savruk saçlarını mı? Benim dağınık dalgalı saçlarımdan daha kısa, yok daha uzun mu olduğunu tartışacağım validemle? Yoksa şimdi şu karşı sokaktaki birahane sahibinin yetmiş sekiz yılına saplanıp kalmışlığını mı? Yoksa uzun bin dokuz yüz yetmiş sekiz senesinin şurasına burasına devrilen gencecik hayatlarını mı arkadaşlarımın? Hangisini düşüneceğim? Sadece tek bir tabela… Yanından saatte 10 kilometre hızla geçtiğim tek bir tabela hangi geçmiş hüzne götürecek beni?
Lima’da küçük yerlerde fıçı gibi içen insanların ıssız kederlerine mi kapılacağım yoksa? San Jose’de en çok içilen yerlerin en muhafazakârlığına mı takacağım kafamı? Yuh be, burada da mı buldular beni, diyeceğim? Ne var ki şu kesif hissiyattan bayağı eminim: Managua’da son kullanma tarihi bir türlü geçmeyen Sandinista hüzünleri hatırlatır yolculuklara.
Neresinden bakarsam bakayım hüzünlü, hazin trafik işaretleridir yollardaki… El Salvador’dan Honduras’a, Belize’den Mexico’ya, San Diego’dan San Francisco’ya…
Neresinden bakarsam bakayım koca bir yalnızlık…
“Because I can!!”
Kendimden şüphe duyduğum ve kendime aşırı güvendiğim çevrimlerin içinden geçiyorum her zamanki düzenli halimle, hatta daha hızlı diyebilirim. Bu pedal çevirmeleri, inanıyorum ki, bir gün imkânsız hale gelecek, bu zaaf düşünce bile beni endişeye sevk etmeye yetiyor. Bir anda her şeyi bitirmeyi, tüm fikirden vazgeçmeyi aklıma getiriyor, ertesi gün yine bir iyimserlik havasına sarınıyor, yolda olmak için her şeyi göze alıyor, gözüm dönmüş bir biçimde yola koyulmak için her şeyimi veriyor, ben de yapabilirim, ‘niye olmasın’ı sorguluyor, pesimist, umutsuz ve vazgeçirici her türlü düşünceyi bir tarafa atıyorum. Hareket zamanımın işaretli olduğu takvim yaprağı yaklaştıkça tek bir muhabbetin boşluğunda bu çevrimlerin sıklaştığını görüyorum. Ve aynı muhabbeti bir daha, bir kez daha, tekrar tekrar yaşıyorum:
“Yolculuk hazırlıkları nasıl gidiyor?”
“Hıımm, okeydir herhalde.”
Ya da ne kadar gergin olduğumu filan ve keşke böyle bir soruya muhatap olmasaydım mı diye beyanat verseydim?
Derken yolumun üstünde loş ışıklı bir benzinciye giriyorum, sessizce bir köşeye çadırımı kurup uyuyacağım, o sümbüli ışıkların kuytuluğunda kuruyorum ve uyuyorum da, ancak bir alakasız, namünasip saatte uykumdan uyanacak ve aydınlıktan tiksineceğim bir an. Birileri inecek, kapılar çaaaat kapanacak, ayak sesleri ayak seslerine girecek, başka birileri küüüt binecek, inenlerin sıcaklığı henüz binenlerin soğutamadığı benzin pompalarına el dayayacak…
“Tanrım daha kaç saat sürecek bu böyle?”
Umarım uzun sürmez ve uykum koynuma girer, gün kendi doğallığıyla ışıyana ve pompacılar beni gün ışığında fark edene kadar…
Aman Büyüsü Bozulmasın
Ertesi sabah kulağımda Laura Pausini, tenha yollardan akıyorum, ıssız adada sürüş yapmanın keyfini yaşıyorum. Kimi siluetler geçiyor yanımdan, kimi zaman ben geçiyorum yanlarından. Her nedense birbirlerini çıplak görüyor yol arkadaşları… Oynamam; çünkü muhtemelen bir daha karşılaşmayacağız. Olabildiğince samimidir yol arkadaşlığı. Ufacık tefecik masum bir tebessüm, bir anda kahkahaya dönüşüverir. Tabii çoğu zaman derinliksiz bir geyik muhabbeti eşliğinde. Yan yana gelmeler, arkalı önlü pedal çevirmeler. Seyyahın yalnızlığını giderecek bir derinleşme olmaz sohbette. Öylesine bir kimlik yoklaması ama yine de kimi kesintisiz aşklardan bile daha samimi. Çünkü hepimiz biliriz ki ne kadar derine inerse ilişki, bazen o kadar derine saklanır yaralar.
“Ne iş yapıyorsun gezgin birader?”
“Hiiiç, gezmen arkadaşım, bayağı bir serbestim, serbest meslek yani…”
“Velespitine yakından bakabilir miyim?”
“Tabii buyurun…” [Sanki kırk dakikadır bakmıyormuş gibi!]
“Yollar sakin, manzarada da bir şey yok ya, bakıyoruz işte…”
“Öyle…”
Neresinden bakarsam bakayım hüzün güzergâhı…
Yolculuğumu sürdürüyorum…
Yoluna güller dökerim…
Bu kez benzincide kalmamak için yol güzergâhım üzerinde bir kamping alanı var mı diye GPS’ime aman dileyen rica minnetinde soru çengelimi gönderiyorum. Çevrede konuşlandırılmış üçgen işaretli kocaman bir haritayı halı gibi önüme seriyor. Akşamüstü önce konaklayacağım bu markalı kamplardan birini yazı-tura atarak seçiyorum, çadırımı kuruyorum ve ne kadar değerli eşyam varsa hepsini kampın resepsiyonundan kiraladığım kilitli dolabın içine yan yana, üst üste güzelce stokluyorum. Sonra usul usul kasaba merkezine pedal çeviriyorum. Burada bulvara yakın mahallelerdeki publara takılmaya başlıyorum. Ulan, velespitli adam her gece, her gece alkol alır mı? Alıııır… Niye almasın ki? Anam, anlatamadım bir türlü, ben bildiğin sporcu bisikletçilerden değilim. Benim işim bu dünyanın göbeğinde keyif çatmak. Sefahat anacığım, sefahat… Rom da içerim, bira da işerim. İstersem viskiler, cinler, istersem kanyaklar, şaraplarım. Kime ne, canım? Her yerde rakı bulamayacağıma göre çilingir sofrasını kuramam, tamam ama, bulduğum zaman da âlâsını yaparım.
Karları doldurur içerim…
Nereye gidersem gideyim bir yabancı gezgin olarak tüm gözler üzerimde olacağından amacıma ulaşmak için çok ağır hamleler yapmalıyım. Örneğin, yüksek rütbeli bir kaç besiciyle (aslında Alaska’da rütbeli hayvan üreticisi yok; olsa olsa ordu ya da polis var, belki rütbe denilince sadece güvenlik görevlisi denilen silahlı kişiler var ve sivil giyiniyorlar) tanışır tanışmaz bir kaç hafta oraların semtine ani kısa ziyaretler yapıp durumu yoklarım diye düşünüyorum. Yoklama derken? Şu benim bir zamanlar büyük aşkla sahip olduğum Husky (Sibirya Kurdu), ya da daha doğru türüyle, Alaskan Malamute (Alaska Kurdu) Şimşek’in atalarını incelemek için buraya geldiğimi belirteyim. Bu nedenle bir Eskimo halkı olan Mahlemut İnyupikleri’nin arasına karışıp kendileriyle sıcak temaslarda bulunmayı arzuluyorum.
Besici kabilelerin kızlı, erkekli üretken gençlerini akşam gün batımında el ele gittikleri bir denizci hanı şeklinde döşenmiş meyhanede, dışarıda dondurucu hava -60’ı işaret etmesine rağmen, muhteşem Selawick Gölü’nün kıyısında olmasına aldırmadan, şömine destekli klimaların doğaüstü bir çaba ile sıcaklığı artı derecelerde tutmayı başardığı bu loş barda, büyük bir ciddiyetle kurtlardan, kızaklardan, dünyadaki gelişmelerden konuşmalarını izliyorum.
Onlarla tanıştığımda bana gösterdikleri saygının kökeninde şahsımın çok yakın bir zaman öncesine kadar sahip olduğum Şimşek’in kudreti olduğunu sezmekte gecikmiyorum. Aynı duyguları İskoçya’nın taşrasında, zümrüt kırları karşısına almış “İskoç Viskisi” aromalı publarda Collie’ler üzerine haysiyetli münazaralar iştigal ederken de yaşamıştım. Oradaki yakınlaşma eğiliminde de yaklaşık on yıl önce kaybettiğim Flash’ın kudreti rol oynamıştı.
Saygıdeğer akşamcı Eskimolu genç kardeşlerimin her tavırları bunu, yani bir Alaska kurdu beslemiş olduğumu, ima ediyordu. Belki de onları gerçekten de müthiş Malamut hayranı biri olduğuma inandırmakta bu yüzden güçlük çekmedim. Neden kabilenin ihtiyarlarını değil de gençlerini seçmiştim? Cevabı çok basitti. Gençler her zaman gelecekten ümitleri, farklı hayalleri olan kitlelerdir. Moruklar tutucu olabiliyorlar ve hatta daha ileri gidersem, muhafazakar dinozor oluyorlar… Sanırım bu genç arkadaşlarımın çamur sıvalı iglo evlerinde verecekleri çılgın partilere katılabilirim. Arkadaşların arkadaşları ile kızak koşmaya çıkabilirim.
Kime ne ah kime ne…
Bu dünyadan olmadıklarına artık iyice inanmaya başladığım bu dostlarımın hikâyelerini bundan sonra gideceğim diğer yerlerde yöre halklarına anlatacağım.
Bu arada öyle bir kültür hegemonyası oluşturdum ki kafamda, birbirinden çok farklı kültürlere ait tüm renkli klişeleri birbirine bağlayarak muhteşem bir belgesel film yaratmaya soyunuyorum kendi hakkımda. Halkların gözünde öyle bir noktaya gelebilirim ki artık benim filmime, epik yaşam belgeselime, benim hayatımın içine girmek için sabırsızlanır olacaklarını hissedebiliyorum. İşte ancak o zaman bu dünya turu hedefimde temel marjinal noktayı başardığımı söyleyebilirim.
Dedim ya uzun bir zamandan beri yollardayım… Eğlencenin bini bir para! Neresinden baksam hüzün taşımacılığı… Neresinden baksam yalnızlık yakıyor velespitim… Eğer çok gösterişsiz ve merasimsiz bir kazada bedavadan ölmezsem varacağım oraya… Orada bir bayramı, sokak festivalini ya da ateşli karnavalı mümkün olduğunca anlamlı hale getirip sonra çıkış noktasına, çatala, kavşağa çıkacağım. Bütün bu saydığım enteresan hüzün bahanelerinden geçeceğim yine… Yol arkadaşım yine yalnızlık olacak.. Sonra varacağım asil kentlerime… Sonra yine geziler, yemeler, içmeler, kaynaşmalar, başka sebepler olacak. Yine düşeceğim yollara… Sonra durup, mola verip, kamp yayıp, yine devam edeceğim… Doğanın bütün doğallıklarına… Sonra yine… yine… yine…
Neresinden baksam müebbet bir yolculuk…
“Hepinize iyi yalnızlıklar, sevgili gezgin velespit sürücüsü dostlarım… Hepinize iyi yalnızlıklar, sevgili dünyalı arkadaşlarım, her nerede iseniz…”
Bir sonraki esintiye kadar kalın sağlıcakla…
Mürekkebe banmış esintili Sevgilerimle,
Gezenti Şeref
***…***