ÜTOPYA… Bize sihirli sözcükler fısıldayan insanlar değil, insaniyet sahibi olanlar gerek… bu dünyadaki varoluşumuzu sözcüklerin sihrine tutunmadan da gerçekleştirebiliriz… kaybettiğimiz ahlâkı, yaşantının şiirine kulak kesilerek bulabiliriz…
gEZENTİ şEREF ~ E-2017/062
Esinti Tarihi: Pazar, 30/07/2017
Temmuz sıcağında Barcelona’nın en ünlü caddesi La Rambla’da dolaşmış gibi yapıp, belki birkaç hatıra satın aldıktan sonra görülmesi gereken başka yerlere geçmiş gibi bir yazıyı kaleme alıyorum. Güzel bir Barcelona gecesinde lezzetli tapas’lar, güzel bir sangria, çevrede dolaşan şık insanlar var ve menekşe gözlü velespitimin ortamı ısıtan serinkanlı duruşu tabloyu tamamlıyor.
Yoruluyor yollar… Enginleşiyor daracık dünyam…
YOL DENEYİMLERİ
Kim bilir kaç yıl yollarda olacağım, kaç yıl harcayacağım ömrümü velespit üzerinde? Belki her deneyimden sonra şunları öğrenmiş olacağım sırayla.
- Fazlasıyla frapan bir gaye belirlemek mükemmel bir başlangıç noktasıdır. Yapabileceğimden daha fazlasını yapabilirim.
- Sadece kendime bahşettiğim başrolümü üstlenmeliyim. Eşik taşında görünen ilk sisli kilometre tüm yapılacak olanların en zorudur. Bunun bilincindeyim. Her zaman bir eyleme kalkışmak, o başlangıcı yapabilmek çok güçtür.
- Yolun bir kısmında havlu atmayı, paydos etmeyi reddediyorum. Bununla beraber sonuna kadar götürmeyi hayal ettiğim bir «Türkiye Yolculukları» serisini ya da ne bileyim bir «Dünya Turu»nu harfiyen beceremeyebileceğimi, hatta başarısız olabileceğimi de hesaba katıyor, bunu baştan kabul ediyorum.
- Hayalimde nasıl yalnızsam, önüme koyduğum «Türkiye Yolculukları» & «Dünya Turu» hedeflerimin bütününde de yalnızım. Başkalarını öne sürebilecek bahaneler üretmemin bir anlamı yok: kendi başıma ya ayakta durabileceğim, ya da yıkılacağım.
Neden yolculukları yalnız yapmak isteyebilirim?
Hep söylediğim gibi bisikletle «Türkiye Yolculukları» & «Dünya Turu» birer turizm amaçlı projeler değil. Yani memleketimi ve dünyayı bir turist gibi dolaşmaya çıkmıyorum. Bu gün buraya git, dön gel; sonra şu gün şuraya git, yine dön gel, değil. Ben dünyayı her bakımdan keşfetmeye çıkıyorum. Macera mı?.. Evet… Serüven mi?.. Evet… Avantür mü?.. Evet… Sadece mekânları gezmek değil amacım. Yöresel kültürlerle de tanışmak ve onlarla kaynaşmak. Yurt/Dünya kardeşliğinin duygularını iç içe yaşayabilmek. Yoksa transit geçip gitmek benim lügatimde yazan bir kamus değil.
Yolculuklarımı neden yalnız gerçekleştirmek isteyişimin aslında birçok sebebi var.
Sıralayayım efendim:
(*) Bir defa tek başına yolculuk yapmak bana kendimi daha iyi tanıma fırsatı verecektir. [Yuh, sanki 53 yıldır tanıyamamışım gibi oldu bu!]
(*) İkinci olarak, dünyaya karadan, denizden, tren raylarından bakabileceğim. Bu farklı pencerelerden neler oluyor, neler bitiyor görme imkânını yakalayabileceğim. İşte bunun için havayı, hava yolunu reddediyorum. Havadan görsem görsem ancak pamuk yığını bulutları, alçaldıkça da minyatür figürleri görebilirim.
(*) Üçüncü olarak, kimsenin, bu en yakınımdaki ailemin üyeleri de olsa, sorumluluğunu almak istemiyorum. Ne kadar uyumlu olursa olsun, ikinci bir kişi kafamı feci karıştırabilir, bulandırabilir. Hayallerimi yıkabilir. Ama bu demek değildir ki hiç onlarla bir araya gelmeyeceğim. Hayır, zaman zaman bu pekâlâ mümkün olacaktır, olmalıdır da. Ama yolculuk sürerken yalnız olmalıyım.
(*) Dördüncüsü, insanın kendi kendine kalması ve yırtıcı doğayla bütünleşmesi muhteşem bir duygudur; bunu aynı kafa şartlarıyla uyuşmayan bir başkasıyla paylaşamazsınız. Çünkü renkler ve zevkler ayrıdır. Herkesin kendine göre beğenileri ve tiksintileri vardır.
Tek Başıma
İnanıyorum ki, tek başımayken her zaman işime, hedeflerime daha fazla yoğunlaşabileceğim. Yanımdaki biriyle ilgilenirken bu yoğunluğu ve özeni gösteremeyebilirim.
Kendimi, kendi kendime yetecek biçimde, yetiştirmiş bir birey olsam da konaklayacağım yerlerde geçecek ‘normal’ yaşantımda başım sıkıştığımda ailem, yolculuk esnasında edindiğim dostlarım hatta bulunduğum bölgenin tanımadığım insanları bile yardıma koşar, destek verebilirler bana. Ancak açık denizlerde tekne kullanıyormuş gibi sadece iki tekerlekten ibaret bir velespit üzerinde dünyanın geniş coğrafyalarına doğru sürüş yapacağım ateşli bir ortamda her şeyi kendim yapmak zorunda kalacağım. Zaman gelecek kendi doktorum olacağım. Belki de zaman gelecek kendi tamircim, aşçım, bulaşıkçım, çamaşırcım, temizlikçim, olacağım. Zaman gelecek kendi fotoğrafçım, kameramanım, kemancım, şantörüm olacağım. Başka kimseler yok. İstediğim kadar param, pulum, malım, mülküm olsun. Bunların hepsi hikâye. O yolculuk ve kamping esnasında hiçbiri işe yaramaz.
İşte bu tam anlamıyla insanın kendine yetme sınavıdır. Bu da benim sınavım. Ancak tumturaklı bir sınav. Zira geçersem birileri tarafından değil ben kendi kendimi ödüllendireceğim. Artık neyle bilinmez. Einsten’in izafiyet teorisine bakabiliriz. Geçemedim mi? O da kendimin bileceği iş, kime ne?..
Yüreğimdeki her yer…
(*) Kargışlı, lanet bir gün aslında iyi bir gündür. Kötü zamanlara sarılabilir, sımsıkı kucaklayabilirim, onların yüzüne tebessüm edebilirim. Ve şunu bilirim ki tüm bunlar sonda yaşanacak tatlı bir hatıradır. İnsanlar ne yazık ki türlü acılar çekerek tatların gerçekliğini doğru dürüst algılayabiliyorlar. Yani çok yönlü acılar çekilmeden hayatın tadı çıkmıyor. Ben de böyle gördüm, böyle yaşadım ve yaşamaya devam ediyorum.
(*) Kendimle olduğunca dürüstüm. Belki daha fazlasına zorlamam gerekebilir. Asla avaraya alıp kendi garip bahanelerime sığınacak değilim. Kılıflara asla inanmam. Kılıflardan olsa olsa, kın olur, nevresim, örtü olur, ceket, mitil, kuburluk olur.
(*) Gerçekten ne istiyorum ben, ya? Çalar saat bir taraftan tikleyip duruyor. Ben habire planlar yapmayı sürdürürken hayat diğer taraftan olanca hızıyla akıp gidiyor. Galiba ömür saatime bakıp ortalama bir ömür biçmeliyim kendime. En iyimser halimle elbet. Ve şu öldürücü darbeyi artık vurmam lazım aksiyon zamanına.
(*) Akvaryum balığı olduğumu düşünebilirim. Meydan okurken bir habislik endişesine kapılmamalıyım. Beni her seferinde bir adım daha öteye götürecek, bir sonraki küçük şeye odaklanabilirim.
(*) Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur. Kim demişti bu latif lafı acaba? Neyse. Eğer bu zindeliğin peşi sıra at gibi dörtnala koşmak yerine hayatta ne yapmak istediğimi öne çekebilirsem, kendimi daha uygun, daha zinde ve sıhhatli hissedebilirim.
(*) Hem memleketim Türkiye hem de tek yaşam gezegenimiz Dünya çok güzel, çok enteresan yerler. Babayiğitlik ve insafsız tutku mutlaka ödüllendirilecektir. (Nasılsa yurdum Türkiye üzerine çok laflama yapacağım, burada daha çok Dünya ütopyasını vurgulayayım diyorum.)
Barselona Beni Bekler
Şimdi Barselona sokaklarında bir kafede sipariş ettiğim 1 litre sangria (meyve kokteyli şarap) ve birkaç da tapas (İspanyol mezesi) önüme getirilirken ayaklarımı rahatça masanın altına doğru uzatmış günün yorgunluğunu çıkarıyorum. Bir taraftan da etrafı kolaçan ediyorum. Ne var, ne yok diye… Kumaş desenli heybemden az önce bir kitapçıya uğrayıp aldığım Cervantes’i çıkarıyor ve masanın üzerine bırakıyorum. Birkaç sayfasını çeviriyorum. İspanyolcayı bilsem daha güzel olacak, ama olsun Cervantes bana hiç de yabancı gelmiyor. Okumaya dalar gibi yapıyorum, ama gözlerim kitabın üzerinden çevreyi süzmeyi tercih ediyor. Muhteşem bir mekân…
Ah, neydi o film?..
Tamam, buldum… Woody Allen’ın “Vicky, Cristina, Barselona”sı!! Bir Cervantes’e bakıyorum, bir de kafenin içindekilere. Acaba ben de mi bu filmden etkilenerek buralara geldim diye bir çengelli soruyla kafamı kurcalıyorum.
Kim bilir kaç bisikletçi gezgin benim gibi Barselona’ya bu filmin etkisinde kalarak geliyor?
Filmin adı, filmin kendisi, Woody Allen, falan filan değil de ben acayip Penélope Cruz hastasıyımdır. Kızın kaç filmi varsa hiçbirini kaçırmadığım gibi en az beş sefer seyretmişliğim vardır başrol oynadıklarını. Biraz çenebazdır ama olsun, yine de muhteşem bir karakterdir. Belki de sırf onu yakından canlı yakalayabilirim diye gelmişimdir Barselona’ya. (Teklifimi kabul etseydi onunla bir değil bin defa evlenirdim mesela! 🙂 )
Neyse ne! Şimdi şu loş güzel mekânda uzun süre oturur, hem bu filmi düşünür, hem de Cervantes’i okur gibi yapabilirim. Bir taraftan da sangriamı tapaslarla birlikte boğazıma dizebilirim. Belki bunlar biter yenilerini sipariş ederim. Ne de olsa hanım hanımcık garsonları (‘waitress’: biz bu kadın garsonlara niye bir mahlas bulamıyoruz onu hiç anlamış değilim) kızdırmak işime gelmez. Durduk yerde işgaliye ücreti de alamayacaklarına göre gözleriyle oyabilirler beni.
Yahu ben gerçekten ne yapmak istiyordum?
Hayatla bir zorum mu var ki, hayatı mat edip ondan bir şeyler isteyeyim? Hayatımda neyi başarmak istiyorum? Ya, vallahi, ben bu ‘başarı’ sözcüğüne fena ifrit olmaya başladım. Beni acayip irrite ediyor bu dağarcığımdan ebediyete değin çıkarmayı kastettiğim lügat parçası. Ne başarısı canım? Ben hayattan zevk almak istiyorum arkadaş, bir şeyi başarmanın, maşarmanın peşinde filan değilim. İyi, tamam, öyleyse şöyle sorsam daha makbule geçecek sanki: “Hayatımı nasıl yaşamak istiyorum?” Hah, tamam işte, böyle sor, canımı al. Yok, canımı alma da… Ama olur da öyle bir imgelem varsa mesela; mezar taşımda ne yazılmasını isterdim? Haydaaa… Bak oralara girmeyelim, canım kardeşim. Ben mezara da karşıyım, mezar taşına da… Şimdi bu konulara dip yaparsak çıkamayız. Tamam, geçiyoruz…
Barselona’ya döneceğim…
Az biraz merak edin diye şeydiyorum onu. Bakın hemencecik bir başka hikâyecik daha örgülüyorum (örgüleme, teknik anlamda kafesleme demektir):
Hiçbir şey beni haklı olarak isabet almamıştı. Hiçbir şey kafamda tef çalmamış, kulağıma herhangi bir söz çalınmamıştı. Sanki her şey bir uzlaşının eseri gibi ortaya seriliyordu. Benden beklenen rotalar bambaşka şeylerdi; güvenli bir iş, akla uygun bir emekli maaşı, hatırı sayılır büyüklükte bir mezar yeri gibi kavramları öne çıkartan geleneksel geçit töreni. Flamalı ya da flamasız, fark etmez. Yani “başarı”ya götüren şu fişlenmiş yollar. Hep bilindik şeyler. Yabancı unsurlar yok yani.
Şimdi hangisinden başlasam, hangisinin elinden tutsam ki!
Güvenli iş?..
E, tamam, bu küsurat artık “Once Upon a Time in The Turkey” gibi alelacayip bir şey. Başrolü de sevdiğim Charles Bronson ile paylaşıyorum. Yani vakti zamanında böyle sevimli bir hazineyi rafa kaldırdığımı resmi törenle duyurmuştum zat-ı âlilerinize.
Emekli maaşı?..
Hımm, işte semerini yiyeceğim tek şey. Akla uygun olanını heba etmiştim. Ders çıkardım, akla uygun olup olmayacağını henüz bilemediğim bir sayısal reformu seneye sürpriz olarak saklamayı yeğliyorum.
Mezar taşı?..
Allahallah, arkadaş sen ne laf anlamaz şeysin!! Dönüp, dönüp, hep aynı yere geliyorsun. B-e-n.. m-e-z-a-r.. t-a-ş-ı.. f-i-l-a-n.. istemiyoruuum. Tamam mı? İ-s-t-e-m-i-y-o-r-u-m. Yok efendim, bir de neymiş; ‘hatırı sayılır büyüklükte’!! Yok yaa…
Görüldüğü üzere bunların hiç biri bana cazip gelen şeyler değil. Yani Nasreddin Hoca misali, tavaya atmak istediğim bir şey olsaydı bunlar, çoktaaan onların en iyi rollerine soyunur, kendimi bir şeylere benzetirdim. Değil mi ama?
Büyük Serüvenler Büyük Hayallerle Başlar
Bu gerçek dışılıklarla sarsılmak istemediğimden birkaç yıldan beri, ve gökten o yağmur boşanacak günü bekleyerek geçirecek artık zamanımın kalmadığını ve ömrümün süpersonik hızla tükendiğini fark ettiğimden bir atılım yapmaya karar vermiş bulunuyorum. Şimdi o noktadayım.
Tabii her yeni başlangıçlar gibi ilk başlarda tereddüt içerisinde, çekinerek kendime “gerçekten ne istediğimi” sormaya başladım. Sorgulamanın ömrü uzadıkça tereddütlerim ve çekincelerim birer birer kaybolmaya başlamış, önüme bir ruh haritası eşliğinde yol haritası koymuş oldu.
Ama her şey büyük bir hayal ile başladı… Büyük düşünmek, büyük hayalin yol göstericiliğinde potansiyelimin farkındalığını genişleterek, fırsatları değerlendirerek mümkün olabilirdi. Şimdi bu sınavdan geçiyorum desem. Hani daha küçüklüğümüzden beri başarı, başarı diye tutturuyoruz ya. Ama bu sınavın kazananı da ben, kaybedeni de yine ben olacağımdan, sargılı muvaffakiyeti öyle aman aman önemsediğimi söyleyemem. Çünkü biliyorum; hayallerimi gerçekleştirmek için önünde sonunda dağları yıkar geçerim. Onun için ‘erişme’ sözcüğüne kafayı takmam. Çünkü başarmak benim için son radde değil ilk raddedir. Son radde her zaman hazdır, ya da acıdır. Mutluluktur, ya da hüzündür.
“Mümkünatı yok” demekten hoşlanır bazıları. Bu ufak adamların ortaya attığı abu zambaktır, hezeyandır. Çünkü onlar var olan şeylerle yetinmeyi tercih ederler ve yapabileceklerini sınırlarlar. Hatta daha ileri giderek ritüeli geniş tutarlar ve işi inanç dünyalarının sistematiğinde “öteki dünya”ya bırakmayı yeğlerler. Zoru sevmediklerindendir. Oysa olanaksızlık vak’a değildir. O yalnızca bir fikirdir. Düşüncedir. Beyanat değildir. İmkânsızlık ihtimaldir. Geçicidir. İmkânsızlık hiçbir şeydir.
Onda Bunda Şundadır
Yolumu seçme kararını verdiğim zamandı. Tanıdık bildiğim her şeyi bırakmayı seçtim. Sevdiğimi, beğendiğimi düşündüğüm her şeyi geride bırakmak istedim. Böyle bir karar alınınca bir sonraki adım insanın sevdiklerini de terk etmesi idi. Bunu biliyordum ve fakat ne kadar güç bir karar gibi gözükse de ben buna hazırdım: Ailem, dostlarım, arkadaşlarım, akrabalarım ve memleketim… Daha başka şeyler de var tabii. Ama uzun boylu bir listeye girişmenin bir âlemi yok şimdi.
Kısacası; bir hayatı normal, güvenli ve geleneksel olarak mutlu kılan ne varsa ben bunların her birinin karşısında dikilmeye başladım. Her şey plansız bir şekilde kayıp gidiyordu kafamın içinden.
Evet, oldukça bencilceydi. Daha iyisini yapabileceğim ümidiyle çıkacağım bir yolda beni şimdiye değin musmutlu eden şeylerden feragat etme seçeneğini egosantrik olarak koymuştum önüme; ve bunları terk etmek isterken nankör bir riskle karşı karşıya olduğumu da açık seçik biliyordum.
Riskim hayalimde olan utkuya ulaşıp ulaşmamak, ona sahip olup olmamak değildi. Aradığımı bulacak mıydım? Hayır, bunun da bir riski yoktu. Riskim, onu bulduğumda, ona ulaştığımda, ona sahip olduğumda ya tatmin olmaz, daha fazlasını istemeye, aramaya kalkarsam diyebileceğim sonsuz bir doyumsuzluk psikolojisi olabilirdi ancak.
Ah şu Maslow yok mu! Dünyalarımızı başımıza yıktın be abi…
Piramit Kaç Basamaklıydı?
Neyse ki «Dünya Turu» hayalim, hedefim o kadar büyük ki, bunun tamamına ömrümün yetmeyeceğini herkesten daha fazla biliyorum. Yani risk yok!! Sadece Avrupa’da gitmeyi planladığım 50’ye yakın ülke var. Dünyada yaklaşık 200’e yakın ülke olduğu biliniyor. Yani hangi insan her bir ülkeyi adamakıllı dolaşacak, coğrafyayı baştan aşağı alt üst edecek ve çıktığı dünya turunu tamamlayacak? Yok, böyle bir şey… Ama tutar gidersiniz belli başlı ülkelere, o ülkelerin belli başlı kentlerine, başkentlerine, ha o zaman tıpkı Jule Verne’nin Phileas Fogg’u gibi 80 günde bitirebilirsiniz, namağlup…
Benim ütopyam farklı…
Benden çalamayacakları tecrübeleri edinmek…
Bir Macera Sığmaz Bir Güne
Yolculuğun bilinmeyen müebbet cazibesi, bir serüven büyüsü; beni cezbeden tüm doku bundan ibaret değil elbet. Ve sadece kendi kendimi denemek, kendimi keşfetmek, tek başıma hayatta kalmayı sürdürebilmek ergisi de değil kuşkusuz. Bunların hepsi var. Ama esas hayalim, halklar tarihine, (dünya uygarlıklar tarihi demiyorum kasıtlı olarak, farklı anlam çıkartılabileceği için), bir de benim penceremden bakabilmek için.
Objektif olarak Facebook’u en başlarda böyle bir amaca hizmet edebileceğini düşünmüş, kıtalararası buluşmalarla sayıklamıştım. Dünyanın çeşitli yerlerinden insanlarla tanışarak bir zengin kültür birliği oluşturabilir miyim diye. Çok geçmeden feci yanıldığımı anladım. Çabuk vazgeçtim o sevdadan. O podyum sanal başladı, sanal kalmaya mahkûm.
İşte benim hülyam; «Dünya Turu» projesi gerçek platformda yürüyebileceğim, yürütebileceğim bir planın daniskası.
Düşünüyorum da handiyse her ülkeden binlerce dost ediniyorum ve gerçek bir “dünya kardeşliği” platformu oluşturuyorum… Hayali bile güzel. Farkı: sanal değil, soyut, tinsel değil… kanlı canlı halk çocuklarıyla…
Marks ve Engels, ünlü “Manifesto”da: “Bütün ülkelerin işçileri birleşin!” diyerek bütün dünyaya çağrı yapmıştı. Elbet bu ütopya bir gün gerçekleşecek. Ondan hiç kuşkum yok. Ama öyle, ama böyle… Marksın sözü var: Toplumsal devrimlerle olmazsa, teknoloji devrimi bitirecektir kapitalizmi diye. Gür sakallı adam bunu daha 18. yüzyılda söylemiş. Ve bir o zamanki teknolojiye bakın, bir de bugüne. Dünyada artık her şeyi teknoloji devralmadı mı? Ülkeler arasındaki hayali sınırlar teknoloji sayesinde kırılmadı mı? Güney Afrika’da ne oluyorsa, İzlandalı anında öğreniyor. Bizde bile o sapkın gece FaceTime ile kitleler sokağa çağrılmadı mı? Teknoloji korkunç, had hudut filan tanımıyor. Ayrıntıya girmeye gerek yok.
İşte ben de dünyanın bütün halkları arasından edineceğim renkli dostlarımla birlikte bir halk panayırı kuracağız. Sarı, beyaz ve siyah dünyanın halkları, vereceğiz el ele, aşarak ufukları…
Dostluklar sadece fotoğraflarda, ‘bir tıkla beğen’de kalmayacak, kalmamalı.
Gözlerimi kapattım işte…
«Dünya Turu» hayalim sayesinde neyi ‘kazanmak’ istediğimi bu şekilde özetlemiş oluyorum. Buna ulaşmak isterken, hayatımı nasıl yaşamak isterim? Diye bir soru atmıştım yukarıda bir yerlerde. Ve cevap kısaca şöyle: İyimserlikle, arzulu bir şekilde, bol keseden, cömertçe ve güler yüzlü mizacımı ilelebet koruyarak.
Ben istemiyorum da, yani illa bir mezara gömeceklerse beni, (vasiyetim farklı yöndedir) mezar taşıma şöyle yazabilirler: “İyi bir hayatı dolu dolu ve sıkıntıya girmeye değer bir şekilde yaşadı.”
Nokta.
Yüreğim Sanki Deli
Bilmem sizde de olur mu? Ben acayip şekilde abartılı, savurgan düşler görürüm. Yani harcamamın sınırı yoktur. Şimdi Avrupa sanki sınır kapı komşumuz, bana hiç uzak ve yabancı gelmiyor. Ama bir de Asya’nın tamamını, Güney Asya’yı, Güneydoğu Asya’yı, Uzak Doğu’nun uç noktasını, daha aşağılara indikçe Okyanusya ve Afrika hatta Amerika kıtası bir velespitle nasıl olabilir ki diye düşünmeden edemiyorum. Ama hayal bu. Adama kazandırır da, batırır da…
Sınırları zorlamak bünyemden. İstesem de değiştiremem. Keşke imkânlar el verse de dünyayı birkaç kez dönebilsem… Yalnız üzüntüm, ilk çıkış noktamda yer alacak Avrupa ülkelerindeki sevgili dostlarımı ben bir daha ne zaman görebileceğim. Ah, bir de bunun kuruntusu başladı şimdi!..
Valla ben geri gelemeyeceğime göre beni seven beni bulur diyeceğim… Sahiden de şu dünyanın etrafında birkaç tur atma fikrini tuttum. Fikren saçma ama kabul edelim çok da heyecan verici.
Kimseler hiç kusuruma bakmasın. Ben kurdum mu böyle büyük hayaller kurarım. Efendim, kapasitemi niye küçülteyim ki? Hep aşağılarda gezinecek değiliz ya. Ne istediğimi biliyorum. Arzular öyle şehvetli olur ki önünde taş duvar, bariyer tanımaz. Mesele imkânsızı başarmak değil miydi? Ha-ha-ha… İşte size bir başarı öyküsünün ana başlığı daha. Hodri meydan demek çok mu zor? Tutkularını tanımla, hedeflerini belirle, yola koyul…
Neyse fazla uzatmayalım;
Barselona’ya geri dönelim…
Aslında çok ilgi çekici biri değilimdir. Ya da ben öyle olmadığımı düşünürüm. Gelgelelim birileri benim epey ilgi çekici biri olduğumu zannetmiş olmalı ki, sonunda köşede ayakta dikilen, kafenin müdavim bir müşterisi olduğu her halinden belli genç, güzel, havalı bir kadın, kalın kitabın üzerinde yapayalnız gezinmeyi sürdüren gözlerimi yakaladı ve elinde bir kırmızı şarap kadehiyle, kendine güvenen adımlarla masama doğru ilerledi. Cervantes’in etkisiyle mi, Woody Allen’ın etkisiyle mi kırmızıları karıştırmaya, ya da her şeyi şarabi görmeye başlamıştım. Edalı kadının üzerinde de çok şık bir kırmızı elbise vardı, hani şu omuzlarında ince askıları olanlarından, ve elindeki kırmızı kadehe ne çok yakışmıştı.
“Cervantes ha? Barselona’ya hoş geldiniz,” tarzı bir cümleyle sohbeti açtı.
O anda her şey birbirine karıştı sanki. Ben, Cervantes, sangria, tapas, kitap, Woody Allen, “Vicky, Cristina, Barselona”, kırmızı elbiseli kadın, kırmızı şarap ve kafenin kendisi. Yüzümde bir tebessüm ifadesi belirdi mi, belirmedi mi onun bile farkında değilim. Ama o kırmızılığın ardında bir tebessümün yattığını çok açık görebiliyordum. Sonradan fark ettim ki konuşma dili İspanyolca değildi. İngilizceydi ve benim bir yabancı olduğumu her halimden anlamış görünüyordu. Üzerimde her zamanki günlük kıyafetlerim olmadığından muhtemelen beni bir bisikletçi dünya turcusu değil, bir turist sanmıştı. Neyse ne, kadın yaklaşık on dakika kadar böyle ayakta durdu ve İspanyol edebiyatı havada uçuştu. Edebiyatın şaşkınlığından olsa gerek onu oturması için masaya davet bile edememiştim. Ama benim edebiyatı sevdiğimi nereden çıkarmıştı? Bu Cervantes ne büyük adammış böyle? Sohbetin uzayacağı belli olunca aklım başıma gelmiş, yan masadan bir sandalyeye atak yapmış, kendisine oturması için ricada bulunma zahmetine girmiştim:
“Lütfen oturmaz mısınız?”
“Elbette.”
Kıskandığım için affet beni…
O oturunca, sohbet derinleşince, mutlu yüz ifadesi bende miydi, onda mıydı, yoksa ancak uzun bir müddet sonra farkına varabildiğimiz, masamızın etrafında birikmiş kalabalık kitlenin kendisinde miydi, belki hepimizdeydi, havada kırmızı kadehler tokuşuyor, Cervantes’ten Dostoyevski’ye, Maalouftan Dickens’a, Zola’dan Kafka’ya, Marquez’den Orwell’e, Goethe’den Gorki’ye, Kundera’dan Steinbeck’e, Zweig’den King’e, Tolstoy’dan Smith’e, Turganyev’den Eco’ya, Hugo’dan Shakespeare’ye davetler çoğalıyordu.
Peki ya Türk edebiyatı? Kimler bilinmiyordu ki? Nazım’ın adını bilmeyen yoktu. Onun adı geçince Pablo Neruda dediler. Şaşırmamıştım. Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Kemal Tahir ve Orhan Pamuk en fazla bildikleriydi. Çok isterdim hepsine Sait Faik’i, Ahmet Hamdi’yi, Halid Ziya’yı, Hüseyin Rahmi’yi, Mehmed Rauf’u, Melih Cevdet’i, Reşat Nuri’yi, Yakup Kadri’yi, Halide’yi anlatmayı. Ama vakit dardı ve hepsi bir geceye sığması mümkün olamazdı. Zaten Oğuz Atay ile Peyami Safa biraz hiddetli bakıyorlardı, hani biz neredeyiz der gibiydiler. Doğru hiç modern zamanlara gelememiştim bir türlü, oysa dillendirmek isterdim, Aziz Nesin’i, Ahmet Ümit’i, Ayşe Kulin’i, Adalet Ağaoğlu’nu, Asım Bezirci’yi, Cemal Süreyya’yı, Can babayı, Leyla Erbil’i, Edip Cansever’i, Selim İleri’yi, Vedat Türkali’yi ve daha birçoklarını…
Koca bir geceye sığdırılabilir mi? Ne mümkün! Zülfü Livaneli’nin adını bile duyduklarında, romanları değil şarkıları öne çıkmıştı, hep birlikte koro halinde “Kardeşin Duymaz”, “Ey Özgürlük” ve “Güneş Topla Benim İçin”i söylerken masada ne çok farklı dilde söylenebileceğine şahit olmuştum.
Kıpkızıl bir kahve kokusu…
Barselona’da bir enternasyonal kafe. Kırmızılar içinde. Keyifle bir parçası olduğum oyunun ve başarılı oyuncularının tadını çıkarırken Woody Allen’ın filmin konusunu çok düşünmediğini, şu şehrin sokaklarında biraz gezinip birkaç kafede mola verince senaryoyu hemen ortaya çıkardığını anladım. Marifet Woody Allen’da değil, Barselona’nın sıcak havasında, kıpır kıpır insanında, keyifli sangria’sında, leziz tapas’larındaydı.
“Vicky, Cristina, Barselona” benim için asla bitecek bir film değil ama o gece için sona ermişti. Nasıl bittiği ise kurguya açık bir düzenleme, isteyen istediği kurguyu yapabilir, atış serbest!
Bütün mesele harbiden kafaya koyup yapmaktan ibaret: “Just do it!”
Velespitle «Dünya Turu» projesi de benzer bir eylem. Hayalini gerçekleştirmek istiyorsan sadece yapmalısın, yani: “Just do it!” Bahanelerin arkasına sığınmaya ne gerek var. Her şeye bir kılıf bulmaya ne kadar meraklısın! Bahanelere gerçekten inanıyor musun? Yapmaya başlamak için neyi bekliyorsun? Başlamak için ne gibi güçlüklerin üstesinden gelmeye ihtiyacın var?
Ne istiyorsunuz? Bir macera dizisi mi? Gezintiler yapacağınız bir yolculuklar dizisi mi? Hayat tarzı değişikliği mi?
Kusura bakmayın sizi rahatlatabilecek bir tavsiye reçetesi bende yok. Yani şu doğrudur, bu doğrudur dersem yanlış olur. İşin garip yanı bu aynen teklif battaniyesi ile rahatlamaya benzer. Bir başlayın bakın neler satın alıyorsunuz? Daha önceden hiç karşı karşıya gelmediğiniz yığınlarca fikri satın almaya yöneleceğinize dair iddiaya girerim. Aslında aradığınız ne biliyor musunuz?
“İtici Güç”; evet sizin aradığınız enerjinin ta kendisi…
Senden Nasıl Vazgeçebilirim?
Benim velespite olan ilgim çocukluk yıllarıma dayanır. Hep gezmek istemişimdir. Ben fırsat bulup gezmek istedikçe görmeyi hayal ettiğim kara parçası da aynı oranda büyümüştür. Kadıköy’den Kartal’a, İçerenköy’den Bağdat Caddesi’ne uzanan ada parçacığı bir müddet sonra yetmez olmuştu. Çok istiyordum İstanbul’un diğer semtlerine de uzanmayı, vapurla karşıya geçip Boğaz boyu bisiklet tepesinde sürüş yapmayı; eski tarihi yerleri görebilmek adına Edirne Kapı surlarından girip Fatih’e, oradan Aksaray’a, Beyazıt’a, Çemberlitaş’a, Kapalıçarşı’ya doğru uzanmaya, Sultanahmet’e, Gülhane’ye, Eminönü’ne ve daha nice tarih ve kültür tüten yerleri koklamaya; Yenikapı’dan atlayıp Bakırköy’e, Yeşilköy’e sahil boyu ilerleyip sonra dönüp Kadıköy’e bir de Sarayburnu’ndan bakmayı… Ama vermemişlerdi izin. Ailem her seferinde karşı çıkıyordu bu kadar uzaklaşmama. Can güvenliğimi bahane ediyorlardı haklı olarak. Doğru o vakitlerde trafik terörü, sokak kavgaları, siyaset cinayetleri doruktaydı. Yani aslında bugünden hiç de farklı değildi bir bakıma. Yapamamış, bu büyük hayalimi gerçekleştirememiş ertelemiştim.
Sonra Londra’ya gitmiş acaba bu ‘tarz-ı hayat’ hayalimi burada gerçekleştirebilir miyim diye düşüncelere dalmıştım. Gelgelelim dört tekerlekli hayat iki tekerlekli hayatın önüne geçince bu proje de başlayamadan sönümlenmişti. Daha sonrasında da farklı olmayacak ve ben örtük mahalde dört tekerlekli konforun esiri olarak çifttekerimi ancak mahalle aralarında, kumsallar boyunda kullanmayı sürdürecektim. Yıllarca böyle sürdü gitti. Ta ki aklım başıma gelinceye değin.
Yani şu büyük coğrafya gezintimi ancak kırk yıl sonra yapabilirim diye hayal kurmaya başladığım zaman… O da gerçek anlamda 2007 ama velespit rüyası biçiminde bu yılın başı yani 2017 Ocak ayının ilk günleri…
Çat kapı hasretlik günleri…
Bireysel hayalleri kuran da, yıkan da kişinin ta kendisidir. Oysa bizim bir de toplumsal hayallerimiz vardı. Güya devrim yapacak, sosyalizmi kuracaktık… Gerçekleşmeden kurutuldular. Yıkıldılar. Tam bir hayal kırıklığı yaşamıştık. Travması büyük oldu.
TKP içinde çok sevdiğim namı yerinde karizmatik bir lider yoldaşım vardı. Her seferinde bizlere şöyle söylerdi: “Türkiye bir küçük burjuvalar denizidir. Türkiye’de devrim nispeten kolay olacaktır ancak sosyalizmi inşa etmek, işte o oldukça güç olacaktır.”
Yoldaşımın sözünü ettiği küçük burjuvaların bir kısmı halen varlıklarını sürdürüyorsa da önemli bir kısmı işsiz kaldıkları, parasız pulsuz, mülkiyetsiz kaldıkları veya eski günlerine nazaran sallantılı günlere kaldıkları için işçi sınıfının saflarına çekilmeye başladılar. İşin kötü tarafı şu ki kendileri de tam anlayamadan bu zemin kaymasını yaşayan yurttaşlar bütün kaypaklığını, ulusalcı kimliğini, çıtkırıldım sosyal demokratlığını da bu güzide sınıfın içine taşımaya kalktılar. Devrimci bir sınıfı devşirmeye başladılar. Bence artık Türkiye küçük burjuva denizi olmaktan çıkmıştır. Artık iki büyük sınıf arasında uçurum iyice açılmış ara katmanlar erimeye başlamıştır.
Devrim ve sosyalizm inşası mevzuuna gelince bunlar da artık rafa çoktan kaldırılmış insanların kafası başka şeylerle meşgul edilmesi sağlanmıştır. Yani bir ütopya olarak şimdilik kitapların arasına çekilmiştir. Zaten silahlı mücadele ve silahlı propaganda yöntemleri tüm dünyada devrini çoktan bitirdiğinden çare olarak parlamentarizme eğilimler çoğalmıştır. Ama eğer sosyalizm parlamentodaki hayatla gelmiş olsaydı bunu vakti zamanında en iyi Euro-komünistler yapardı. Adamlar Marksizm’den kaymış ideolojileriyle tüm Avrupa’yı kasıp kavururken en güçlü oldukları dönemde bile sosyal demokrasiye muhallebi oldular ve tarihin yapraklarından tel tel yok olup gittiler. Parlamentolar toplumsal devrimi yaratamaz. Toplumsal devrimin olmadığı yerde de bir sistem değişikliği olmaz, olsa olsa reformizm olur, kuyrukçuluk olur, sosyalizm filan ancak sansasyonel manşetlerde gelir gider. Velhasıl şimdilik bu da bir ütopyadır diyebilirim.
Güzel ve seksi, işte burdayım bebeğim…
Ütopyanın niteliği şahsen kişiye göre değişir…
Siz bu satırları okurken, inanmayacaksınız ama, ben muhtemelen velespitimi almış seçtiğim güzergâhın stüdyosunda “rock ’n’ roll” yapıyor olacağım! Tamam, henüz uzun yollara koyulmadığımdan albüm filan çıkartmıyorum, yanlış anlaşılmasın. O kadar da değil. Ona daha vakit var. Zaten “Türkish Kazanova” adlı besteyi Petek Dinçöz kapınca, ben de zaten pek fazla sevmediğim türkish pop müziğine küstüm bir manada. O, benim çıkış parçam olabilir mi? Velespitime de uyar aslında. Kısmet. Ama sanki benim tarzım başka esintilerde…
Misal Johnny Cash “I Have Been Everywhere” diye çığlık atabilir, ya da “One Piece at a Time” diyerek velespitimi bir Kadillak’a benzetmemi sağlayabilir… Hot Rod Lincoln devreye girebilir, Elvis yola atlar, “True Love Travels on a Gravel Road” diyerek şöyle bir silkeleyebilir, ya da en bilindik şarkısıyla “Jailhouse Rock” ile ortalığı yıkabilir. Onu duyan tüm rock grupları sıraya girmez mi, bütün yolları kapatmaz mı; sanki Sam Peckinpah’ın “Konvoy”undayım… Kris Krostoffers, Ali MacGraw velespitime sağdan yol veriyorlar, CD çalarda Paul Brandt “Convoy” parçasını seslendiriyor.
Diğerleri yoldan çıkmış bir konvoya eşlik ediyor: Grateful Dead, “Truckin”; Bob Seger, “Turn The Page”; Simon & Garfunkel, “Homeward Bound”; Creedence Clearwater Revival, “Lodi”; The Allman Brothers Band, “Ramblin’ Man”; Jackson Browne “Road”; ve daha sert olanlar, zincirli kardeşlerim: Motorhead, “We’re The Road Crew”; Mott The Hoople, “All The Way From Memphis”; The Rolling Stones, “Torn and Frayed”; Pretenders, “Day After Day”…
Hangi akıl bunları ‘türkiş pop’ ile karşılaştırma zekâsına sahip olabilir ki!
Turum başlayacak ya, onun jenerik müziğinde ‘dağ’ bölümünü Alabama’nın sesinden dinleyeceğim. Melodik söylemeyecek, az biraz rap yapar gibi yapacaklar: “Roll on 18 Wheeler!”
Ara beni yazıyor nostaljik telefon…
Demiştim ya; benim velespite olan ilgim, çocukluk yıllarıma dayanır. O yıllarda her şımarık evlat gibi, eve misafir, eş, dost, akraba çocukları geldiğinde, onları eğlendirme, bisiklet arkasında gezdirme görevi bana verilirdi. Milleti bahçeye toplar, artist taklitlerim, film gösterilerim, harbi kovboyculuk, olimpiyatçılık, podyumun belkemiğini oluştururdu. Ama en fazla velespitimle gezintiler rağbet görürdü. Özellikle Cem Karaca’dan “Beyaz Atlı”, adlı şarkı ve Barış Manço’dan “Yol Verin Ağalar Beyler” en çok istek alan parçalarımdı. Keşke bu sevgili kardeşlerim benden bir de “Sevda Kuşun Kanadında”yı isteselerdi ne güzel söylerdim hâlbuki; aynı “Adiloş Bebe”yi söylediğim gibi yürekleri dağlardım.
Neyse bu misafir kardeşlerim pek eğlenir pek gülerdi, çılgınca da alkışlarlardı. Tabi ben bunu yapmalarını pek istemezdim, çünkü bahçemizin uzun dar patikalarında gittiğimizi unutmamalıydılar ve her an düşme ihtimalini göz önünde bulundurmalıydılar. Ben tüm bu yeteneklerimi Mehmet dedemden bana miras Prometeus vergisine ve gösterinin ya da eylemin başarısına yorardım. Her eğlencede bir de hüzün parçası olur onu eksiksiz yapıştırırdım performanslarıma.
Ama tahmin edebileceğiniz gibi, asıl hüzün “Hoşça Kal Kardeşim Deniz” sözleriyle başlayan bir parçanın on beş yaşında, göbeksiz ve bol paçalı kadife pantolonlu bir erkek çocuğu tarafından ‘en hisli duygularla’ okunmasıydı. Velespitim bile dalgalı saçlarım gibi dağılırdı.
Nedense hep gitmek istemiştim, bir yerlere, uzaklara… Ah, o zaman Ahmet Kaya piyasada yok ki derdime derman olsun, “Kafama Sıkar Giderim” diye bir şarkı tutturayım…
Hayaller asla bitmez…
İlkokul hayatım boyunca, sınıfın en çalışkan öğrencilerinden biri olarak, okula gelen antika müfettişleri hayli farklı karşılar, Özgül öğretmenimi rezil etmekten beter ederdim! Misal bir keresinde müfettiş: “Sen, parlak çocuk, kalk bakalım.” Adam benden tarafa bakıyor ama hiç üstüme alınmıyorum nedense. Başımı arkaya çeviriyor, arka sıralara göz atıyorum, kimmiş bu parlak çocuk diye. Müfettiş dayanamıyor, “Sen, sen, başını arkaya çeviren arkadaşım.” Bu sefer göz göze geliyoruz. Ben olduğumu anlıyorum bahsini yaptığı kişinin; ama parlaklık arkadaşlığımıza kadar uzandı ya, ben onu sorguluyorum bu kez kafamda. Ne zamandan beri, nerede tanışmıştık, gibi çengelli işaretlerle??
Özgül öğretmenim dakikasında araya giriyor: “Şeref en başarılı öğrencilerimizden, müfettiş bey, hem de sınıfın en çalışkanı.”
Yok, işte bunu beğenmedim, öğretmenim. Ben ki daha o devirde sosyalizan fikirlerimden dolayı ilk kırmızı kurdeleyi bile kara önlüğüme iliştirmeyi reddetmişim; direnmişim, ‘ya hep beraber ya hiç’ demişim; olmadı bu söz şimdi, öğretmenim, ben nasıl arkadaşlarımın yüzüne bakarım bundan böyle?
Müfettiş arkadaşım bu kez benim öğretmenimle yaşadığım puslu havayı dağıtmak için: “Aferin. Büyüyünce ne olacaksın? Mühendis mi? Doktor mu? Avukat mı?”
Hani herkes pilot filan diyeceğimi bekliyor…
Şeref: “Turist!”
Gülüşmeler…
Neyse ki arka sırada oturan ve yine iyi bir öğrenci olan Ömer arkadaşım da “Ömer” olmak istiyordu. Oradan kurtardım.
Bu ilk çocukluk ve ilkokul hayalim gerçekleşmiş ben 1979’da hem uzaklara gitmiş hem ‘turist ömer’ olarak her deliğe girer olmuştum. Velespit defterini ise tamamen kapatmış, kalbime gömmüştüm.
Ta ki…
Bu yılın, televizyondaki yılbaşı programının iki bin on altıncı programını kutladığımız o anlamlı güne kadar.
Gezinti dünyası böyledir işte sevgili dostlar. Her an her şey olur, her şey başınıza gelebilir. Sanıyordum ki, yılbaşı korosu fonda Montevideo’dan nostalji çalıyor velespit esprisini playback falan halledeceğim. Ben ne bileyim canlı bir hayali icra edeceğimi! Hayır, hadi ben anıra anıra gülüp eğleniyorum halime, sazanlara yazık değil mi?
Ertesi sabah ilk işim hâlâ gezegenin üzerinde pedal çevirmeye çalışanlara nokta atışı yapmaktı. Adamlar profesyonel bisikletçi. Dünya turuna da çıkar, uzaya da. Benim etim ne, budum ne?!
Daha doğru dürüst bir «Dünya Turu» marka velespitim bile yok. Bir tane hurda var ama o benden daha ağlamaklı.
Çekinecek bir şeyim yok…
Bir de kalkıyorum uzun kabarık saçlarıma fön çekiyorum parmak aralarımla. Sanki saçsız üst bölgelere simli bir makyaj, renkli konfetiler inmiş, ancak kıyafet kot tişört. İlk turu böyle hallediyorum. Gözlerim ekrandan tavana yükseliyor, tavanda bir beyazlık, önünde ben bir velespit tepesinde uçuyorum. Hemen bu görüntüyü kaydediyorum, sonra uzman fotoğraf makinesinin karşısına geçip, elimde puro, “Che” gibi giyinip çekileceğim. Dünya turu öncesi hâli tadındayım. O hâlimle halkımın yanına gidiyorum. Beni “Guevara” kılık kıyafeti içinde görünce hepsi bir ağızdan “aaaaa” oluyorlar. Saz ekibi, tam olarak hedef kitlem değil tabii. Bir anlam veremiyorlar hâliyle. Diyorum, karar verdim, Latin Amerika’ya gidiyorum, ya da ’uz, nasıl isterseniz…
Gidiş o gidiş… Ütopya dersimi çalıştıklarımdan, “A, işte bu Buenos Aires’deki tangocu kadın, işte şu Montevideo’daki komedyen yani, ya şu Şili sokaklarındaki manken, ya bu, Paraguaylı fakir gitarist, hi-hi-ho-hoh” gibi tepkiler veriyorum. Daha ziyade, tam da korktuğum gibi, iş ciddiye biniyor ve ben merdivenlerden yukarı çıkarken: “Gezgin bey böyle buyursun, La minör’den velespitle mi girelim?” biçiminde gergin dakikalar yaşatıyorlar bana.
“Ben aslında bisikletçi değilim, sıradan bir gezginim, velespitimle dünya dünya dolaşıp dalgamızı geçeceğiz” falan diyorum, kimse beni iplemiyor.
Efendim viski için, yollar size açılır…
Kırmızı şarap alsam… Barselona’lı sangria da olabilir pekâlâ…
Daha yaşlı ve olgun görünen bisikletçiyi yakalayıp dedim ki: “Benim sürüşüm kötüdür, siz bana katılın, arada kaynayayım bari.”
Adam bilgelik dolu gözleriyle bana baktı ve dedi ki: “Kötü sürüş diye bir şey yoktur beyefendi. Herkes iyi kötü bisikletli doğar. Hele bir de erkeksen! İlk karnende olmazsa, sünnette mutlaka gelir bir tane kapına. Önemli olan kendini değil, bisikletini eğitmektir. Bir iki deneme yapalım, bakın siz de inanamayacaksınız ne güzel sürdüğünüze!”
Yok, adam yanlış anladı. Ben bisiklet sürmeyi kastetmemiştim ki. Dünya turuna açılmayı işaret etmeye çaba göstermiştim hâlbuki. O gazla, demişim ki: “La minör’ü falan boş verin, girin, ben size yetişirim!”
Ama nerdeee?..
Adamlar fersah fersah ötemde, yetişmemin imkânı yok. Asya’da, Afrika’da cenk çeviriyorlar. Kimisi Japonya, Yeni Zelanda’ya, Kutuplara birkaç sefer gidip gelmişler… «Dünya Turu» projem yolculuklar musikisinin en zor eserlerinden biri: “Dönülmez Akşamın Ufkundayız” adlı segâh esere benziyor, tıpatıp. Beste Münir Nurettin Selçuk, söz Yahya Kemal Beyatlı, solist Şeref Sayman!
Daha ilk denememde, ki ben gerçekten ruhumu katarak yola çıktığıma inanıyorum, kaldırım kenarlarında karşılaştığım saz arkadaşlarım dediler ki: “Viski getirtelim buraya, sürüşünüze cesaret katar, ciğerlerinizi hemen açar!”
Arkadaş ne viskisi ya, onun saati var, çalar alarmı var, “De gidin işinize”…
Prodüksiyon çalışıyor…
Üç dakika sonra sıcak mate’mi bombilla kamışımın ince deliğinden geçirerek içmiş ve sesimden bir Edip Akbayram tınısı beklentisi içine girmişim. Dönülmez Akşamın Ufkundayız, benim yorumumla post-modern “Öyle ağırım ki kendime, sen benden gittin gideli” bir biçim kazanıyor. Neden sonra fark ediyorum ki, saz arkadaşlarım viskiden götürüp götürüp duruyorlar. Kalbime bir bıçak gibi saplanan acıyla, gerçeği kavrıyorum: Yol sazlarım velespit sürüşüme tahammül edebilmek için viski istetmişlerdi!
Bianchi çalan iyi niyetli amca, hâlâ umudu kesmemiş. Bir yandan çalarken, bir yandan kâh cesaret veren, kâh acır gözlerle bana bakıp tempo veriyor. Ben, mate’nin de etkisiyle, döktürdüğümü düşünüyorum ama, bir tane genç Salcano var, o arada, “Öffff” diye fenalık geçiriyor. Bu sefer bende “Acaba Joan Baez kadar iyi değil miyim?” şüpheleri uyanıyor!
Üçüncü denemede velespitim yavaşladı, tekerleklerinin izi kısıldı. “Diyaframdan sürmediniz mi?” gibi bir tuhaf şeyler gevelediler. Diyafram nerde bilsem, şimdiye kadar bisiklet tamircisi olurdum, sen ne diyorsun? Frenler yıprandı ama o programda hem ben hem velespitim hem de kaldırım seyircileri pek çok eğlendik.
Şimdiyse kayıt teknolojisinin nimetlerinden yararlanmaya gidiyorum. Hayalimi nerede görmüştüm ben, be ya!..
Sırasız Sıradakiler
Bu makaleyi birkaç makalede yazma zorunluluğu doğdu. Unuttum sanmayın şu eşikteki kritik konulara gelecekte bir gün mutlaka değineceğim:
- Bahaneler mi, hayaller mi?
- Yolda pes etmek seçenek değildir.
- Yalnızız biz yalnızız.
- Kötü bir gün iyi gündür.
- Kendinle bir dürüst ol yahu!
- Harbiden ne istiyorsun bakiiim?
- Akvaryumdaki balık mısın?
- Dünyayı kurtarmak istiyorsan önce kendini kurtar.
- Dünyanın çivisi çıkmadan çivileri kilitleyelim.
***…***…***
Ha, evet, bir de, «Velespit Turne» projelerimin kapsamında neden ‘U’ dönüşler yapmak istemiyorum, bunu bir kez daha edebiyata sığınarak anlatmak isterim. Belki de bu bir sonraki yazının konusu olur. Bakalım göreceğiz…
Bir sonraki esintiye kadar kalın sağlıcakla…
Mürekkebe banmış esintili Sevgilerimle,
Gezenti Şeref
***…***