TÜM İĞRENÇ BİNALARA & TRAFİK ANARŞİSİNE RAĞMEN
Pire🚲 İLE İSTANBUL TURLARI
Hazır İstanbul’a bayram gelmişken bomboş kalan yolların avantajını kullanalım diyorum señorita Pire🚲’ye. Bu rotasyon fikri ağır basınca İzmit-Yalova yaylalarını bayram sonrasına erteliyor ve bir ara atladığımız, karşı yakada bulunan memleketimin son kara parçasındaki yere taarruz yapalım temennisiyle yola koyuluyoruz.
Kadıköy~Pendik Turu Başlıyor
Geceyi çocuklarda misafir olarak konakladıktan sonra ertesi sabah (yani bugün, 26 Ağustos) saat 09:00’da kalkacak olan 41E’ye yetişmek için son hazırlıklarımı tamamlıyorum. Yollar sahiden boşalmış. Sanki bütün İstanbul Güney’e akmış. Bu arada bereket Yalova turumu ertelemişim. Son aldığım duyuma göre Marmara’nın Bodrum’u, ki bu nasıl bir karşılaştırma ise bendeniz bir türlü anlayamıyor, Çınarcık ve çevresi vıcık vıcık insan kaynıyormuş. Onlar hâliyle evlerine döner, yine yollar ve sahiller bütün cömertliğiyle bize kalır.
Beşiktaş Meydan’ı bile enteresan derecede tenha. Cumartesi olması bir sebep olabilir. Güzel; otobüsüm erken vardığından, 09:45 Kadıköy vapurunu rahatlıkla yakalayabileceğim. İskelede bisikletlerin özgürce geçtiği kapıdan sokuyorum içeri Pire🚲’yi. Sonra basıyorum Akbil’i, turnikenden kendim geçiyorum. Vapuru hiç bu kadar çıplak görmemiştim. Oturacağım yerin bolluğundan seçim yapmakta zorlanıyorum. Seç seç beğen, al otur…
[📷 Konforlu bir koltuk bulup yerleşiyorum. Pire🚲’de hemen yanı başımda...]
Kadıköy
Kadıköy iskelesine varır varmaz çıkışta sevgilim señorita Pire🚲’nin fotoğrafını çekmekle başlıyorum turuma…
Hava beyaz bulut kümeleri ile kaplı. Isı ise 26-27 derece arasında, yani bir bisiklet yolculuğu için mükemmel bir gün. Çevrede sadece ben gibi yollara çıkmış bisikletsever gezentiler var. Ne güzel. Hayat bugün biz çınçınlı bisiklet sürüsünden yana çalışacak demek ki. Bunun kokusunu alıyorum.
Fenerbahçe
Fenerbahçe Parkı’na kadar hiç durmuyorum. Yedi kilometrelik bisiklet yolunda deniz manzarasıyla birlikte yan yana sürüyorum. Oh, şu nefis iyot kokusu yok mu? Adamı mest ediyor, yeminle. Parkın bulunduğu caddeye ulaştığımda ilk kısa molamı veriyorum yatlara nazır mini dinlenme alanında.
Buraya 28 gün önce geldiğimde insan kaynıyordu…
Caddebostan Coastline
Mola sonrası Fenerbahçe’yi bırakıp Caddebostan sahiline doğru devam ediyorum. Hafif kıvrımlı, yumuşak eğimli Atlıhan Sokak’tan ilerliyor, Fenerbahçe Orduevi’nin önünden geçiyor, sonra birden dikleşen Cephanelik Sokak’ı tırmanıyorum. Tepeye çıkınca sahil yine olanca güzelliğiyle kucağını açıyor.
Tepe deyince; doğup büyüdüğüm memleket sokaklarına, Erenköy, Suadiye, Kazasker, Kozyatağı’na rahatça tepeden bakabileceğim yüksek bir binanın damına çıkma ihtiyacım yok. Nasılsa görme imkânım olmayacak. Ama hayalini kurabilirim. Londra’dan Çinli dostum Ben’in bana kazandırdığı edimsel bir özellik, fırsat buldukça kendimi tepelere atıyorum. Ama yıllar öncesinde çocukluğumuzun en meraklı hayallerini evlerimizin damlarına tırmandığımız zaman kurardık. Hem bize özgürlük deryasını anımsattığından gökyüzünü rahatça görebilmek, hem de mahallemizden geçen çatal sesli satıcı nidalarından ve Şemsettin Günaltay’ın o her anlamda gürültülü akışından kurtulmak için.
Gürültü dediğim bunlar. Tabii artık adına ne kadar gürültü denirse! Asla bugünle kıyaslanamayacak lafügüzaf bir gidişat elbette. Ancak çocukluğumuzun yumurcak hayallerine sızan cazırtılar olduğu için böyle düşünürdük.
Bu defa tepeden baktığım yer, Caddebostan sahili. Ve görmek istediğim her şeyi, her süjeyi, her objeyi en ince ayrıntısına kadar görebiliyorum. Dahası beri tarafımda kalan o adlı sanlı uzun caddeyi, (bana göre) ta Kızıltoprak’tan başlayıp Feneryolu’na, Çiftehavuzlardan Göztepe’ye, çam kokulum Erenköy’den canım Suadiye’ye ve sevda deryam Bostancı’ya değin uzanan şöhretli Bağdat Caddesi’ni yukarılarda bir yerlerde kalmasına rağmen onu da görebiliyorum.
Bağdat’a çıkan dikine sokaklar:
Kasadar Sokak, Taşlı Çeşme, Tan Sokak, Plaj Yolu, Erenköy Cami Sokak ya da Bağdat’ın dikine inen bütün sokakları: Ethem Efendi Sokağı, Kâşâneler, Tütüncü Mehmet Efendi, Beyaz Akasya, Ayşe Çavuş, Noter, Erguvan, Vapur Yolu, Şen Sokakları ve daha nice sokak, delikanlı yıllarımın velespit mekânı. Ki 70’li yıllarda henüz bugünkü denizi doldurma usulü ile Bağdat Caddesi’ne paralel inşa edilmiş Çetin Emeç Bulvarı diye bir güzergâh hayatta değil. İşlek Bağdat Caddesi ve yine ona paralel seyreden Şemsettin Günaltay haricinde her yer olağanüstü sakin ve bisiklet turları için biçilmez kaftan rotalar. Yani aman aman öyle park içi veya ana asfalt yanında kaldırım üstlerine özel çizilmiş bisiklet yollarına ihtiyaç yok.
Caddeleri parçalarcasına geçmek varken bile biz mütevazı gençlik olanca sakinliğimizi korur, sükûnet içerisinde gezintilerimizi gerçekleştirirdik. Yani epey sonradan peyda olan zırzop gençliğin ölümcül hamleleri, şahlanmalar ve yarışçı tokuşturmalar bizim hayatımızın içinde olmayan şeylerdi.
Şimdi Suadiye’den yukarılara bakınca sırf bunları görmekle kalmıyorum, caddelerde, sokaklarda sağlı sollu barlar, kafeler, kulak ve burun delen pearcing’ciler, güzellik merkezlerinde herkesi güzelleştirenler, lazer epilasyon, botoks-dolgu, selülit tedavisi, mezoterapi ve kalıcı makyaj uzmanları, altı haftada sekiz kilo verdirenler, doğal beslenmeciler, sporculara destek ürünleri satanlar, takılar, takıcılar, vitrinlerde hepsi birbirinden farklı trend giysiler…
Burası üç farklı dünya gibi…
Birincisi, sahilde sporu ve sağlığı öne çıkaran büyük bir kitle. Üstelik bulundukları aktiviteleri eğlenerek yapan bir kesim. Ağaç altlarında ise dinlenmeye ve piknik yapmaya gelenler. İkincisi, diğer tarafta yukarı mahallelerde geçim gailesiyle işiyle gücüyle uğraşan esnaf kütlesi, günlük vazifelerini ifa eden hanımefendiler, beyefendiler ve dünyanın esas yararlarından açık menfaat sağlayamayan apartman çocukları.
Yani bir tarafta şaşaalı bir hayat tarzı, öte tarafta güdük bir yaşam tarzı. Ancak her ikisi de iç içe geçmiş durumda. Çünkü artık eskisi gibi yukarı mahalle, aşağı mahalle ayrımı yok. O kadar çok yapılaşmanın getirdiği bir sonuç bu. Ne kadar bina o kadar sokak. Benim bile artık tanıyamadığım ne çok sokak türemiş eski mahallemin çevresinde.
Bir de üçüncü dünya var…
Gece hayatı başlar başlamaz dem çeken, iki kulağı küpeli delikanlılar ile cicili bicili süslü püslü afet gibi kızların takıldıkları bir yaşam alanı. Ot ve hapla başlayan isyankâr geceler. Çoğu modifiye, son model arabaları yarıştıran, Beat kuşağını aratmayan delidolu gençlik, bazen bir depo mazotuna, bazen parasına, bazen dalgasına, esrarına, hapına.
Benim Meskenim Suadiye‘dir
Bu cazcı Mod kılığı düşüncelerden sıyrılıp bir ağacın altında gölgeleniyor, Suadiye’nin eski güzelim plaj alanlarının, saf kumsallarının hayalini kuruyorum. Pire🚲 de izliyor öylece. Bu yazınsal topografyada susuyor ve büyük bir ihtimalle şöyle düşünüyor: bisikletler nasıl yürür, insanlar nasıl yemek pişirir, çocuklar nasıl büyür, aşklar niçin aşk olur, hayat neden güzel, neden bu kadar çirkin?
[Şaşkınbakkal tarafından geldiğim yol...]
[Bu da devam edeceğim Bostancı tarafı...]
[📷 Kınalı ile başlayan Adalar topluluğu...]
Kınalı Adası ve hemen yanı başında Burgaz Ada; beride uzakta görünen iki ada, biri sivri diğeri yassı biçimde olan, yani Sivri Ada ile Yassıada.
Bostancı
Park alanı ve bisiklet yolu Çatalçaşme’nin oralarda, Bostancı İDO’ya gelmeden hemen önce bir yerlerde bitiyor. Caddeye çıkıyor ve kenar kenar ilerliyorum. Kimi bisikletliler kaldırımdan gidiyor. Yayalara rahatsızlık vermemek için ben asfalt yolu tercih ediyorum. Özellikle Adalar iskelesi çok yoğun.
[📷 Bostancı İskele & Marina...]
[📷 Eskiden bu kayalık mendirekte yosunlu suya ayaklarımı sallandırıp çok balık tutmuşluğum var...]
Küçükyalı
Bostancı kalabalığından çıkıp Küçükyalı istikametinde günübirlik turumu sürdürüyorum. Şehir Hatları’ndan sonra geçmişten beri varlıklarını koruyan sıra sıra balıkçıları geçiyorum. Tezgâhlarında balık yok. Hepsi sözleşmişler gibi aynı tabelayı dikmiş boş balık tablalarına. “Sıcak hava nedeniyle balık çeşitlerimiz buzluktadır.” Hımm… Bu bana pek hoş gelmedi. Buzhane balığı… Balık yiyeceksem balık tutmuş sandalcıyı beklerim ben. Her yerden balık almam. Taze balık(mış), deniz balığı(ymış) diye kakalayan bir kafa var bu toplumda. Balıkçı esnafın yanı başında balık evi restoranlar açılmış. Sadece balık lokantaları mı? Eskiden yol üstü, kâh minibüste, kâh karavanda, kâh basit bir tezgâhta dürüm yapanlar da işlerini büyütmüşler, restoranlaşmışlar… Öyle veya böyle, metropol hayatını benimsemiş yurdum insanına karnını doyuracak yer olsun. Boş sandalye yok gibi. Demek buralarda işler tıkırında.
Bizim ahalinin midesi ile olan huzursuzluğu doğduğu günden anne sütüne saldırmasıyla başlıyor. Büyüyünce aynı süratte devam ediyor. “Aman karnı doysun da” tekerlemesi hep analar tarafından dayatılan boş bir laflama. Ve işi gücü kesesi yerinde olanlar artık alafranga hayat tarzını benimsediğinden evinde yeme alışkanlığını dışarıda arıyor. Hep yemek istiyor adam, hep bir yerlere gitmek. Hep bir yerlerde.
Nerde, niye, kiminle?..
Mide kazıntısını kaldıracak kadar aramak aranmamak, konuşmak konuşamamak, gitmek kalmak, kalakalmak, ara sıra dünyanın aç ve sefil vatandaşlarını hatırlamak unutmak işine geldiği gibi davranmak, hırlaşmak, günün her saatinde, özellikle her gece, her zaman, bir telaşe bir telaşe, koştur koşturmaca, tedirginlik, endişe, kaygı, subliminal doyurmacalık, beslenmecilik, her daim birileriyle kavga, eşittir metropol insanı.
Bir acayip park adı da buraya konmuş: Tohum Parkı…
Olsun. Geçimsiz bulvardan sıyrılıp tekrar bisiklet yoluna kavuşmak şahane. Denizin içine doğru inşa edilmiş uzun mendireği görünce sonuna kadar gitme hissine kapılıyor ve Pire🚲’yi o tarafa doğru yöneltiyorum. Müthiş bir rüzgârla karşılaşıyoruz.
[📷 Mendireğin nihai ucunda Pire🚲 ve Adalar...]
[📷 Bu da kıyı tarafı...]
Bol bol fotoğraf çekiyorum. Deniz beni asla aldatmıyor. Oysa kıyılar hep yalancı. Hep sahtekâr. Rüşvetçi. Talan edilmişliğiyle övünç içerisinde. Ya, bakın şu sırtlara… Yapa yapa bıkmadınız be kardeşim!!! Nefes alacak 1 metrekare kalmayıncaya kadar yapacaksınız yani…
[📷 Az sonra şu uca ulaşmak için pedallayacağım. Orda bir Dragos var uzakta...]
İdealtepe – Süreyyapaşa – Maltepe
Ama güzergâhımda önce efsanevi İdealtepe sonra popüler Süreyyapaşa plajları. Keza tepelerin namı da yerli yerinde. Uzaktan seyretmekle kalacağım. Rüzgâr uçta o kadar güçlü esiyor ki Pire🚲’yi yalnız fotoğraflarken “Düşme, Düşme… Bak sakın düşme!” diye telkinde bulunuyorum kendisine. Sözümü dinliyor adeta. Bir iki sallanıyor ama kapaklanmıyor yere. Sonra üstündeyken fotoğraf çekmeye devam ediyorum. Bu kez esinti ikimizi de alıp götürecekmiş gibi geliyor üstümüze. Sanki balon olup uçacağız. Bunun için ne hidrojen gazına ne de Montgolfier kardeşlerin sıcak havasına gerek yok mesela.
Artık caddeye dönme vakti…
Biz rüzgârla mücadele ederek kıyıya varmaya çalışırken velespitiyle bir başka arkadaş uca gelmeye çalışıyor. Selamlaşarak geçiyoruz. Biz bu yanağa, o diğer yanağa…
Yine Anılar Depreşti İşte
Küçükyalı kavşağı bana o eski Altıntepe’de ailecek yaşadığımız iyimser anıları geri getiriyor. Ne çok kullanırdık bu kavşağı. Demiryolu köprüsünün altından geçerek minibüs caddesine ulaşır köşe başındaki Kuğu Pastanesi’nin yanından Galip Bey Caddesini tırmanırdık, Cevizli Sokak’a kadar. O zaman hayatta “Cilveli🚲” var, Peugeot model yol bisikletim. Canımız çeker sırf tüneli görmek, ayaklarımızı tepeden aşağı sarkıtarak Ankara Asfaltı’ndan geçen araçları seyretmek için Galip Bey Caddesi’nin sonuna kadar giderdik. O vakitler muhteşem bir havası vardı buraların.
Gerçi çocukluğumda çok daha fazla korkardım, bacaklarım titrerdi buralara gelmeye. Çünkü o zamanlar dağ bayır, bomboş araziler, ıssız çayırlık alanlar. Başıboş köpekler kovalardı. Dehşete kapılmış anlar yaşardım. Herhalde bu nedenle uzun yıllar köpek korkusu ile yaşamıştım. Ta ki 1995 yılında evimize “Flash🐾” girinceye dek az buçuk sürmüştü bu köpek fobisi. İngiltere de bile sahipli olmalarına rağmen ne sokaklar değiştirmişliğim vardır… Ama oldukça iyi bir maratoncuydum. Hiç yakayı ele vermezdim bu ‘canavar’ itler (!J!) sülalesine.
Tünel’e gelince, eski Ankara Asfaltı’mızın yegâne gözdesiydi o. Ama 70’lerin sonundan itibaren tarihin müzesinde yerini aldı.
Maltepe
Bak; Küçükyalı’dan Maltepe’ye uzayan korkunç güzellikte bir park meydanı yapmışlar. Daha doğrusu park içinde parklar: Maltepe Orhangazi Şehir Parkı, İdealtepe Sahil Parkı, Maltepe Sahil… Ne zamandır gelmiyordum buraya. Çevresini çiçeklerle donatmışlar, yürüyüş ve bisiklet yollarıyla düzenlemişler, akan derenin üstüne ahşap köprüler inşa etmişler, daha bir geliştirmişler, sevimlileştirmişler.
Ama şu metropol hayat tarzı, yok mu o modern şehirleşme kapanı. Nedense doğanın varlıklarından hep uzaklaşmalarda… Ne yağmurlar dost, ne kıyılar. Düşler hep geride kalmış. Yelkenlerde ise hep o deli rüzgâr. Yaralı kalpler. Her yanınız mavi olsa da köpüklerde bile kaybolamazsınız siz. Düşündüğümüz gibi, hâlâ ve asla… Sırlarımızla birlikte. Çerez türünden yalnız başımıza. Ağustos böceğinin en tanınmış çığlığı gecedeki, daha şaşırtıcı, vınlama ve tınlama sesinden… İçine tıkıştırıldığınız bir yaşam parçacığı. Karton kutusu evlerinizden dışarı çıkmadığınız sürece anlayamayacağınız. Çıkınca ise ayak uydurmaktan geri kalmayan ayaklarınız üstünde basamayacağınız. Modern şehir! Pöh! Aydan bakınca önemsiz, yanı başımda soluduğunuz zaman komik olabilecek kadar önemli spastik bir yaşam parçacığı. Yaşamsızlığı göze almakla, daha yapacak çok şey olduğunu düşünmek arasında konserve bir yaşam…
Ve uğruna dağ dağ yürünen, karnı aç, gönlü sultan sofrası bir aşk… Sanki halk… Her aşkta tanrıdan bir iz vardır aslında. Her tanrı aşkın anlamıyla sömürür agnostik yüreklerimizi. Ve dünyacıları anlayamayız. Çünkü öldürürler. Ve hem faildirler hem de meçhul… Her hiç içinde tanrısal bir aşk vardır. Her faili meçhul ölümde bir gerilla kuşkuculuğu, halk gibi…
[📷 Metropolün burnunun dibinde açık hava tiyatrosu sanmışlar]
Ve sanki buradan itibaren bitiyor Bağdat Caddesi’nin egemenliği… Yeni bir âlem başlıyor buradan itibaren. Egzoz patlatanlar, patinaj çekenler bu kısımda moda dışı gibi bir şey. Mukaddes dumanların yerini mangal ve ızgara ocaklarından çıkan isler alıyor. Sarışınlar, çıtır kızlar, clubber’lar, rocker’lar acayip şekilde şekil değiştiriyor. Türbanlılar, mutaassıp görüntüler, ölümcül bir hastalığın eseriymiş gibi donakalmış kimi saftirik sefil bakışlar. Şu semtler arası bile ne kadar farklı bir dünya. Bir yanda Suadiye ile Bostancı, diğer yanda Küçükyalı ile Maltepe. Yani trend maalesef değişmiyor. Doğuya doğru gidince Doğululaşma da ağır basıyor.
[📷 Pire🚲’nin şaşkınlığı yüzünden okunuyor...]
“Gidelim buralardan, gidelim başka denizlere, gidelim yalansız bir yerlere,” diye yalvarıyor.
Ah be canım sevgilim, elbet o da bir gün olacak, ne kaldı şunun şurasında, hepi topu 365 gün!!!
Sayılı gün, geçer gider…
Sevgili velespitimi insanüstü bir anlayışla karşılıyor onu öyle konuşturuyorum. La Fontaine misali… Kafası karışıyor bu kadar değişimin içinden geçtiğinden. Nasıl oluyor da her şeyi hesaba katarak on-onbeş kilometrelik bir mesafede insanların dünyası bu kadar hızlı değişebiliyor? Değişir anacağım, değişir. Maalesef yeni trend böyle. Metropol hayatın gerçekliği. Kozmopolit(ik) yaşam tarzı. Bu park içinde öten kuşlar ve yanı başında uzayan baysal kayalıklara tüneyen martılar bile çok farklı. Caddebostan Sahili boyunca canlı kutbu yaşamıştık. Plajdaki beyaz donlular, caddede dilenen çocuklar, uyduruk oyuncaklar satan varoş delikanlıları, banklara yayılmış kapıcı sülaleleri veya işsiz güçsüz takımı, hizmetçi ve gündelikçi taifesi kapı dışarı. Onlara yasak Moda Plajı, Caddebostan Plajı, Yoğurtçubaşı Sokak, Ada Sokak, Cemil Topuzlu Caddesi ve dahi Âşıklar Çıkmazı Sokağı ve Çetin Emeç Bulvarı ve sahil yolu ve Bağdat Caddesi’nin her bir yeri.
Fatih Edirnekapı arasında uzayıp giden Fevzi Paşa Caddesi nasıl farklı bir gezegen ise Kadıköy Bostancı arasındaki Bağdat Caddesi de böyle farklı bir gezegen.
E, bu kadar sosyolojiye biraz ara verip bulunduğumuz yere el sallayarak yolumuza devam edelim, diyorum…
Şu bisiklet yolunun güzelliğine bakın bir kere.
Veledromdan hiç farkı yok. Bu şehirde bugüne dek gördüğümüz en saltanatlı yol…
[📷 İşte çekip gidenler...]
[📷 Ve işte bizimle kucaklaşmaya gelenler...]
Kayalara yapışan istiridyeler gibi…
Ve her nedense ben denizin var olduğu toprakları daha çok tercih ediyorum. Tıpkı KST’de çığırdığımız “Heyamola” türküsünde olduğu gibi: “Deniz kurdu derler bize, okyanuslar evimiz.. Deniz ana besler bizi, orda kalır ölümüz.. Heyyamola, heyyamola isahol.. Heyyamola, heyyamola, hey hey hey..”
Parkın sonuna varınca Turgut Özal Bulvarı’na çıkıyorum. Bostancı-Pendik ve Bakırköy-Maltepe deniz seferlerini yapan Maltepe İDO’nun önünden geçiyorum.
Yine mi trafiğin içine?
Bu kavşaktan Maltepe’ye, Maltepe tren istasyonuna ve Bağlarbaşı Mahallesi’ne çıkılıyor. Sokağın ismi: Şht. Nedim Özpolat Sokak. Görüldüğü üzere Kartal, Pendik, Tuzla istikametinde devam ettireceğim turumu.
Kavşaktan sonra adını sanını anlayamadığım bir başka parkın içine giriyor ve bisiklet yolunu takip ediyorum. Aslında dışarıdan da gidilebilen, asfalt yola paralel kaldırımın üstünde bisiklet yolu ayrıca mevcut, fakat ben sahil boyunca gitmeyi sevdiğimden Pire🚲’nin dümenini sağa kırmayı tercih ediyorum. Ben bir yöne gidon başka bir yöne gidecek halimiz yok ya!
Varsayalım ki burası Maltepe Sahil Parkı olsun.
[📷 Pire🚲 gene aşka geliyor...]
Abicim yapmayın be şunu, bozmayın kaliteyi! Ayıptır yahu!
Gerçekten de ayıptır, havuzlu köşkler, nervürlü konaklar, revaklar ve cumbalar çoktan yıkılmış, yerlerine en az on katlı geniş apartmanlar dikilmiş, ‘tarihi’ miras yok edilmiş. Üstelik olur olmaz her yere cami inşa edilmiş. Etsinler de mimari yoksunu, sırf yapılsın diye yapılmış bir zihniyetin kurbanı gibi durduklarından sanatsal hiçbir tasviri hak etmiyorlar. Misal Bağdat Caddesi de farksız. Caddenin en eski yapısı olsa olsa II. Abdülhamit’in 1899’da yaptırdığı Galip Paşa Camii olmalı. Tabii Bostancı’daki Huguenin (Tamara) köşkünü, şimdi raylarına ‘fatiha’ demiryolunu ve tarihi istasyonları, bir de sahildeki, uğultularla bezeli birkaç eski yalıyı saymazsak…
Geçmiş yok, tarih yok, yaşanmış pek çok zaman yok. Sözgelimi ellili yıllar karlı bir fotoğrafta kalmış, aile albümlerinde birkaç soluk resim, birkaç mahzun suret.
Tüccarbaşı’nda bir aile fotoğrafçımız vardı: Enis fotoğrafhanesi…
İyi ki baba-oğul geçmişe dair semtimizin sokaklarını ellerindeki imkânlarla fotoğraflamışlar. Çoğu babanın eseri tabii. Babadan oğula geçince de devam etmiş. Bana göstermişlerdi. Ama ne yazık ki kendilerine saklıyorlar. Haklı olabilirler. Kimse de bir şey diyemez. Ancak oğul da artık bıktı ve devretti. O fotoğrafçı dükkânı hala yerinde mi, varlığını koruyor mu hiçbir fikrim yok.
Ama sanki içimden hazin bir ses onun da sevdiklerimizin yanına gittiğini söylüyor.
Erenköy ‘Çamlık’ gibi, Şenesenevler’in yazlık ‘Bahçe’si gibi, Suadiye ‘Can’, ‘Atlantik’ ve diğer birçok sinemanın yerinde yeller esiyor. Bağdat Caddesi, Şemsettin Günaltay Caddesi, Emin Ali Paşa Caddesi, Kadıköy’den Pendik’i birleştiren tüm yollar ve çevresinde her şey hızla kayboldu. Kaybolmayı sürdürüyor. Burada, bu yakada, bu parkur üzerinde… Sevinç, acı, anılar, anımsamalar…
İki kulağı küpeli kardeşlerim ile çıtır kızlar, kirli sakallı kardeşlerim ile türbanlı kızlar bunu mu dert edinecek şimdi?
Her daim akşamüstü piyasaya çıkanlar var ya, onlar Bağdat’ın, Caddebostan’ın, Erenköy ve Suadiye’nin pek hızlı ritmi, kedi köpek gezdirenler çok sevimli, üç yüze beş yüze bakmayıp alışveriş çantalarını dolduranlar, birer bağımlı gibi lüks mekânlardan, kafeteryalardan çıkmayanlar, Lumberjack’leri ikişer üçer alanlar, yatırım uzmanları, üst düzey yöneticiler, bankacılar, borsacılar, yeşil sermayedarlar, gösterişli aşevlerinde, bağışlayın patisserie ve restoranlarda durmadan semirip kaliteyi düşürmeyenler var. Ve ne yazık ki onlara uzaktan bakıp yalanan bir dünya da var. Ama görsel ama düşünsel. Kimi zaman canlı yaşarken, kimi zaman düşüncelere dalmış o ‘kaliteli’ hayatın hayalini kurarken. Onlar da ah ne yazık ki bu caddelere dâhil. Geceleri sahil yolunda, park içlerinde, kıyı kenarlarında, kayalıklar üstlerinde denize karşı kafa çekip şişe kırarak kavga çıkaran genç insanlar, onlar da.
Bisiklet yoluna bile kasten attıklarını düşünüyorum bu cam kırıklarını. Hazin bir hazmedemeyiş öyküsü.
[Hâlbuki şu mavilik, şu özgürce çırpınan karabataklar kadar masum değiller...]
[Dragos sahili boyunca...]
[Hiç gözümden kaçmaz! İşte yine bir olta emekçisine rastladım...]
[📷 Bu rota bizi yolumuzun üstündeki İDO’ya çıkartacak...]
Kartal
Ve olağanüstü farklılıklara imza atan manzaralar eşliğinde nihayet babamın yıllarca emek verdiği, nice canlar kurtarmak için çırpınıp didindiği güzel semtimiz Kartal’dayım. Saatim tam 12:50’yi gösteriyor ve görünen o ki buraya kadar tam 27,5 kilometre yapmışım. Ama henüz üstümde bir yorgunluk emaresi yok. Sadece aşırı terden sırılsıklamım o kadar. E, aşk suyu bu, yapacak bir şey yok. Turum oldukça keyifli geçiyor ve her saniye ne ile karşılaşacağım diye büyük bir heyecan yaşıyorum.
Buraya kadar gelmişim, sözünü ettiğim, geçmişte babamın çalıştığı şu hastaneyi çekmeden içim rahat etmeyecek. Gerçi babam onun yerindeki, önceli sayılabilecek eski az katlı binasında görev yapmıştı ve emekli olduğu tarihlerde şu şimdinin yüksek binasının temelleri henüz atılmıştı. Yıllar sonra beni o yeni binaya taşınmış dâhiliye doktor arkadaşına götürmüş, üniversite öğrencilik stresinin yol açtığı bağırsaklarımdaki kolite çözüm bulmalarını istemişti. Çözüm bulunmuş muydu pek hatırlamıyorum ama o gün bir kez daha fark etmiştim ki, babam bütün doktor arkadaşları ve hastane personeli arasında çok sevilen bir insanmış. Gurur duymuştum tabi.
İşte o hastanenin tren yoluna sırtını dayamış dünkü İstasyon Caddesi’nde yakışıklı babam; ve adı da çehresi gibi değiştirilmiş hastanenin bugünkü görünüşü…
Adalar iskelesinin önü ana baba günü gibi…
Girenler, çıkanlar… Sanırsın herkes seferi. Vapurun biri ağzına kadar tıka basa dolmuş. Diğerleri sırada bekliyor. Büfeden su alıyorum. Kaldırım kenarlarına park etmiş araçlar otoparkı andırıyor. Ne çok esmer kadın var burada. Sarışınların sonu gelmiş gibi. Oysa Suadiye öyle miydi? Ne çok sarışın Barbie bebekler vardı orada. Bol kese babyface oğlan. Ne fazla mücevher takılı hanımefendi. Yoksa süslü kokana mı demeliyim? Ne fark eder. Yakıştıran takıyor anacığım. Ardından konuşana züğürt tesellisi düşüyor. Burada ne çok mısırcı var? Ne çok ceviz işportacısı? Bilmem kaç tane alırsan 10 TL. Soyulmuş, kocaman teze cevizler. Pire🚲 sağ elimde, yürüyüp yanlarından geçerken bir tanesi koluma yapışıyor, “Abi, al bak, pişman olmazsın. Daha hızlı pedal çevirirsin.”
Yüzümde o hınzır gülümseyiş: “İyi de ben pedallamıyorum ki, bak gördüğün gibi biz yürüyüşe çıktık sevgilimle, yürüyoruz.”
Esmer tenli delikanlı şaşırıyor tabii. Yine de alsan ya der gibi acıklı bakıyor yüzüme. Teşekkür ederek ayrılıyorum yanından.
Bir aşk vardır. Koyakların birinde saklanmış ateş, illegal çayları demliyor koynunda. En sevgili gezmen yakıtını üretiyor. Tertemiz bir gezintiye layık olma hasreti… Apaçık bir sevdayı tüketip, adam gibi ve ayıpsız ayrılmak…
Beni ara, görüşmeyi sürdürelim, eşyalarını almak için kendin gel, başkasını yollama… Otuz iki diş bir gururla yaşamsamak…
[📷 Pire🚲 de kendi havasında, yine bulmuş bir aşk-ı tekne, laci suların vitrinine görmeden bakıyor. Uzakta bir şilep kıskanıyor onu...]
[📷 Gel güzelim sana tekne değil, yandan çarklı Şirket-i Hayriye yakışır diyorum...]
Herkesler kendi dalgasında. Birbirimize not mu bıraksak ne! Çok çok gün içinde GPS’leşiriz.
Not bırakmak, bahşiş bırakmak, bırakmamak, GPS’leşmek, telefonlaşmak, telefonlaşmamak, sormak, sormamak, yarışmak, yarışmamak, geç dönmek, hiç dönmemek, insan olmak, Pire🚲 olmak, velespit olmak, hiçbir şey olmamak.
Hep çok seferi gibi sefere çıkıyoruz biz. Gündüzleri hep. Geceleri sevmiyoruz. Karanlığın dünyasına meczuplar çöküyor. Yolları daha fazla kirletiyorlar.
Aslında ne vız, ne tırıs, ama belki de başka çıkış yok…
Kartal İDO’dan da çıkış yok. Tadilat dolayısıyla kapalı. Tıpkı Kabataş gibi.
[📷 İyi. Yolculuğa devam...]
Kartal’dan Pendik’e devam eden bisiklet yolunda, öğle saatlerinde. Yahut ayazmanın ortasında… Güneş ilk iş olarak, bedenime dayalı bir gölgeyi aydınlatıyor, çapı, markası, rengi, kadro kuşağı her şey ortada… Ve bütün zincir baklaları şeffaf. Ayazma, geçmiş hesaplaşmalarla bir ilkokul diploma töreni arasına tıkıştırılmış. Yakacık sırtlarında kör sevdalı mecnun bir takıntıyla geleceği selamlamak… Ziyan edilmeyen yüksek seviyeli uzun bir sohbete mavi gözlü validem öfkeli ama erdem iziyle gülümsetiyorlar onu. “Allah allah Şeref mi, insanın inanası gelmiyor. Nasıl yapar böyle bir şeyi?”
E, ne yapayım şimdi, bir Dostoyevski’m yok ki, tüm detaylarıyla anlatsın bütün olanları.
Yakacık kavşağını görünce anılar canlanıyor gözümde, es geçemiyorum haliyle. Sonuçlarına dair mutlu değilsem de umutlu olmaya mecbur yaşamak. Ve öyle bir mutlu zamanın konuğuyum ki, Adem’in yediği elmanın kilosu bilmem kaç kuruş pazarda.
Vay vay vay… Küçük dilimi yutabilir miyim?
Pendik
Pendik yeni bir Bağdat Caddesi’ne aday mı yoksa?
Şimdi şu gökyüzüne tırmanan yapıları görünce eksantrik fikirler geçiyor muzip aklımdan. Mesai eyliyor hicivli sözler tüketmeyi, fosseptik niyetler beslemeyi, bugünkü turumun son kapısındaki kapalı gişe oynayan geleceğin metropol hayat tarzı hakkında. Dehidrasyon olmaya yüz çevirmiş vücudumda tükürüksüz kalan tükürüğüm bile yetmiyor artık bu kente dair duyduğum yaraları iyileştirmeye. Zira iyileşmiyor artık o yaralar. Yani bu şehirde yaşamayı sevenlerin yaralarını, daha iyi yaralar haline gelmiyor artık… Yüce Karadeniz dağlarında, bol çiçekli Trakya tarlalarında, insanı dehşete sürükleyen Akdeniz vadilerinde, harikalar diyarı Orta Anadolu göllerinde, coşkun akan Doğu Anadolu ırmaklarında düşlediğim gibi… Yahut Bağdat Caddesi’nin tam ortasında… Bir başka dünyalı olarak ele geçiriliyor en sıcak insan sözleri…
Şimdi şu bariz mahallenin güzide Zen Diamond’unun camekânında pırlantalar ışıldıyor ya. Görmeden bakıyorum señorita Pire🚲 ile. Tırnak protezcileri, bio ritimciler, aerobik’e, pilates’e gidenler… bakıyor görmüyoruz. Düşler âleminin London, Paris, New York’lu markaları, Uzak Doğu Lokantaları, sofistike dekorasyonlar… Aslında ne bakıyoruz, ne görüyoruz… Cafe Crown’da kahvelerini yudumlayanlar, Diesel’deki o zipsiz pantolon harika, Mid Point dolup taşmakta, hani bizim yıllardır emek verip doket doket hanımefendi ceketi, manto vesaire imal ettiğimiz Top Shop ile Dorotohy Perkins, eminim onlar da arkadan gelecektir, Jews koalisyonu Marks & Spencer ile C&A gelmemiş miydi onlar da gelir, içerideki kızlar solaryum yanığı, (bir de kendime bakıyorum amele yanığı olmuşum, yalnızca kollarım ve bacaklarım ten değiştirmiş gibiler), emlak borsaları, yatırım şirketleri, doları unutmuş avro yatırımlar…
Ne çok inşaat şirketleri, mangırlar, mangırlar…
Kitabevleri ne kadar az, kültür merkezleri keza öyle, yazlık sinema, tiyatro, sanat galerisi hiç sanmıyorum…
İyi daha fazla suyunu çıkartmayalım…
Bir an evvel şu Pendik Marina’ya, sonra da Aydınbey Yarımadası’na ulaşmalıyım…
[📷 Pendik sahilinde...]
[📷 Veeee; sonunda Pendik... Sahilin ilçe merkeziyle birleştiği yer…]
[📷 Bostancı-Pendik ve Yalova-Pendik deniz seferlerinin yapıldığı Pendik Terminali]
[📷 Bendenizden feyz alan Pire🚲 yine bir balıkçı keşfetti, hop çöküverdi tepesine..]
Dönüş Yolu
Tastamam 35 kilometre yol kat etmişim. Şimdi gerisin geriye yine aynı güzergâhtan. Kimi yerde değişiklik olsun diye karşı caddeye atlayıp diğer parkların içlerine girerek. Ama yolum basbayağı uzun…
Saatim 14:00 civarı…
[📷 Dönüşte, Pendik tepeye son bir bakış...]
[📷 Bisiklet yolları hepten bize açık. Gezgin bisikletliler de buharlaşıp kayıplara karışmış durumdalar…]
[📷 Bu da ara ara verdiğim molalardan birinde...]
Kadıköy-Pendik deyip gittik geldik bir tur yapıyoruz Pire🚲 ile. Neredeyse bütün günümüzü alan. Hiç şikâyetimiz yok. Anılarımızı yazmaya kalksak bu yazılanların üstüne iki kat daha karalarız, okuyucuyu sıkarız. Bu kadarla kalsın şimdilik. Zira yolların serüveni hiç bitmiyor. Burger King gençliğini aratmayan bir sosyoloji yaparak kapatalım…
Of, bu rota, bu caddeler, bu parklar envaı çeşit parfümler, sarışın çıtırlar, esmer güzelleri, bira ve püro kokuyor. Evrenin biri böyle. Hemen yanı başında bir başka dünya, kahve, ızgara et ve denizden henüz karaya çıkmış çiğ balık kokuyor. Giyim kuşam da değişiyor. Bikinilisi de var, uzun paçalı donlusu da. Çeşitli desenlerde deniz havlusunu beline sarmışlar da var, bembeyaz banyo havlusunu sırtına atmış olanlar da. El ele yürüyen de var, bir ağaç altında kimselere aldırmadan öpüşenler de. Ve ne çok şaşırtıcı belki. En fazla da giyim kuşamıyla muhafazakâr kimliği öne çıkan sevgililer birbirlerine sarılıp koklaşanlar. Türbanlı kızları öyle gören modern aileler garipsiyor, acayip acayip bakıyorlar, farkındayım. Ben tabii çok sevindirici ve çok hoş buluyorum. Zira mahallelerinde bu tür davranışlarda bulunmaları herhalde çok gereksiz bir linç sebebi olabilir. Herkes kafasına göre burada, bu yakada, herkes özgür, her şey eğlenceli.
Kadıköy’den Beşiktaş’a Vapurla
17:45 vapurunu tam zamanında yakaladığımda, Kadıköy’üme bir kez daha bakıyorum özlemle… Nerede sabahki iskele, nerede şimdiki? Dışarıya kadar taşmış durumda kalabalık. Aralardan sıyrılıp içeri gireceğim. Görevli abi eliyle durduruyor. Az bekle diyor. İyi, bekleriz. Vapura doluşmalar başlayınca bana da yer açılıyor. Önce Pire🚲 kendisine açılan hürmetli kapıdan, sonra ben turnikeden. Valla kıskanıyorum bu kızı. Çifte muamele her yerde geçerli.
Kalabalıkların sebebini anlıyorum. Meğer Beşiktaş’ın maçı varmış. Dolmabahçe’ye giden taraftar yoğunluğu. Olsun bu da eğlenceli bir yön. Her zamanki gibi vapurun kıç tarafında boş bir yer görüyor Pire🚲 ile oraya yerleşiyoruz. Yanımdaki genç Beşiktaşlılar yol boyunca süzüyorlar onu. Ama ne onlar bir şey soruyorlar, ne de ben de konuşacak otorite kalmamış. Esintiye karşı önlem olarak rüzgârlığımı giyiyorum. Ardından dinlenmek maksadıyla başımı hafiften öne salıp gözlerimi yumuyorum.
Kadıköy geride kalıyor. Ne çok seviyorum bu ilçeyi… Hep gelmek, hep gelmek istiyorum. Pire🚲 de çok sevdi bu yakanın nezih, güvenilir, civanmert yaşantısını. Bir dahaki sefere Bandırma’dan direkt geçelim diye feveranda bulunuyor.
[📷 18:15’te Beşiktaş’ta vapurdan iniyor ve Balmumcu’ya doğru hareket edip Barbaros Bulvarı’nı çıkıyorum...]
Yokuş bayağı yoruyor. Kısa bir mola verdikten sonra akşam trafiğinin içinden Maslak’a ulaşıyor ve Ayazağa’nın sırtlarına tırmanıyorum.
Ne gün ama!
Bu akşam yine çocuklardanım…
Bakalım biralama, fıçılama yapar, günün yorgunluğunu atarken bugünkü turumun çatışmalı, eğlendirici serüvenlerine kulak misafiri olacak hevesli bir dinleyici topluluğu bulabilecek miyim?
***…***
TUR ile İLGİLİ DETAYLAR
Tur Tarihi: 26.08.2017; Cumartesi
ROTA: Kadıköy >> Bostancı >> Kartal >> PENDİK >> Kadıköy (D) >> Beşiktaş >> Maslak >> Ayazağa (V)
Güzergâh Seyri: Beşiktaş >> {Beşiktaş ~ Kadıköy ŞH Vapur} >> KADIKÖY >> Kadıköy ~ Moda Sahil Yolu >> Moda Parkı >> Moda ~ Fenerbahçe Sahil Yolu >> Fenerbahçe >> Caddebostan Plajı >> Dalyan Parkı >> Bostancı >> Küçükyalı >> İdealtepe Sahil Parkı >> Orhangazi Parkı >> Maltepe >> Marina Dragos >> Kartal >> Kartal Halk Plajı >> PENDİK >> Aydınbey Yarımadası >> Kadıköy (D) >> {Kadıköy ~ Beşiktaş ŞH Vapur} >> Barbaros Bulvarı >> Balmumcu >> Büyükdere Cad. >> Zincirlikuyu >> Maslak >> AYAZAĞA (V)…
Turun Niteliği: “Marmara Turnesi” ~ Beton Mezarlığı ve Trafik Anarşisine İnat İstanbul ve Yakın Çevresi Turları
Toplam Tur Mesafesi: 106 km
Bisiklet Mesafesi: 81 km
Toplam Araç Mesafesi: 25 km
Kullanılan Ulaşım Aracı: İETT Otobüs & ŞH Vapur
Toplam Tur Zamanı: 11 saat 30 dakika (09.00~20:30)
Toplam Bisiklet Zamanı: 7 saat 30 dakika (1- 10:15~17:30 & 2- 18:15~20:30) Molalar: 2 saat
Hava Sıcaklığı: 26°C
Ortalama Hız: 12,78 km
Maksimum Hız: 41,94 km
YAPILAN HARCAMALARIN DETAYI
Ulaşım: 7,10 TL
Konaklama: 0,00 TL
Yeme-içme: 10,00 TL
Diğer: 2,00 TL
Toplam Masraf: 19,10 TL
Bir sonraki “Sarıyer” serüveninde görüşmek üzere; sevgiyle kalın,
Gezenti Şeref
***…***