Ne dağ köyü denecek kadar yüksek, ne de ova denecek kadar düz, alçak bir köy. Taşlı, sarp bir arazi. Üç yandan dağlarla çevrili. Bir yanı kirli beyazı andıran kireç kayaları, diğer iki yanı kırmızı tebeşirle boyanmış kışkırtıcı kayaları. Kızıl kayaların görünümü vahşi ve korkunçtu. Taşlar üzerime düşecekmiş gibi geliyordu. Büyük bölümleri boşlukta, dengesiz, yuvarlanacakmış gibi… Kızıla susayan bir görünümleri vardı. Beni altına alıp, ezip, kızıllıklarını artırmak ister gibiydiler…
Korkuyorum ödüm kakama karışıyor
Girişmek üzere olduğum bu uzun yollu proje beni dehşete düşürmenin kıvancı içinde kıvır kıvır kıvranıyor. Her sabah uyandığımda şafağın ibresi bir gün daha ilerlemiş, geri sayım haznesi içimi kaygılarla ve ürkütücü şeylerle doldurmaya yetmiş. Yanlış anlaşılmasın; endişe ve korku çekincesi yüreğimdeki heyecanla, coşkuyla, zindelik hissiyle, çok kuvvetli bir mutluluk duygusuyla sarmaş dolaş olmuş vaziyetteler. Bakıyorum da meğer ne kadar bunaltıcı inişleri ve çıkışları varmış bu yolculuk projesinin. Ve sanki hepsi bir şeyde toplanmışlar gibi kıkırdayış içindeler.
Bilinmeyen korkusu
Bir bakıma “Doğada Tabana Kuvvet” yolculukları ilklerin serüveni olacak. Sırtımda heybe zaman zaman tek başıma çıkışlarım oldu. Ama ilk kez bu denli uzun uzadıya yalnız başıma yollara koyulacak ve uzun gecelerin eşlik edeceği doğanın ortasında tek başıma konaklayacağım. Tek başıma yürüyüşlere alışığım da tek başıma çadırda yatıp kalkmayı pek sevmiyorum. Dahası kendime zül addediyorum. Benim gibi toplumcu birinin yalnız başına yollarda olması bile başlı başına devrim sayılır. Dert mi? Yaşayıp görmeden ne diyebilirim ki? Otel, pansiyon, bir işletmenin sahip olduğu kamping alanı vesaire olsa fark eder mi? Eder elbette. Çünkü oralarda yabancı topluluklar içinde ‘tek başınalık’ var. Bu başka bir şey. Ve ürkütücü olan bir durum yok. Doğal afetler veya insansı canavarların meydan okumaları dışında. Gelgelelim doğanın göbeğinde hayatta kalmak macerası kendi içinde türlü türlü kaygıları, kavgaları, kahramanlıkları, didişmeleri, mucizeleri barındırıyor.
Salt yalnız başına, ıssızlık ortamında konaklama da değil tabii. Alışılmadık ulaşım araçları da sorun olabileceği gibi yöresel insanların sivri tavırları, her işe burnunu sokmaya çalışan işgüzarlar, eli silahlı magandalar da tat kaçırabilir. Üstelik aynı dili konuşuyor olmanın bir rahatlığı da söz konusu olamıyor çoğu kere.
Akıl almaz derecede iç karartıcı veya göz korkutucu bir durumdur bu benim gibi maceraperest doğa gezginlerinin heyecanına çomak sokan. Ve elbette korkular varsa onlarla nasıl baş edileceği üzerinde kafa yormak davası da vardır.
Bu endişeler duruma göre bir sivrisinek kadar can sıkıcı olabilir.
“Senin görevin Jim, eğer kabul edersen…” … “…Her zamanki gibi bir ajanımız öldürülür veya yakalanırsa sekreterlik eylemlerinizi inkâr edecektir… Bu mesaj beş saniye içinde kendini imha edecektir. İyi şanslar Jim…”
Tam böyle tehlike peşinde koşan bir diziye heyecanla dalmaya hazırlanırken sivrisinek saldırısına maruz kalırdık da çıldırmamak için zor dayanırdık. Oysa önümüz bahar ve yaz. Memleketin tüm sivrileri hurraaa demiş durumda.
Bendeki kaygıya da bakın. Doğada… çadırda… yalnız başıma… blab… blab… blab… Sivrisinekten öte düşman mı var, cancağızım? Vınnnnn… Dınnnnn… Delirmemeye çalışıyorum! Arada pis bir gülme tutuyor, sonra sinirlenip birden saldırgan hareketler yapıyorum! Çadırımın duvarlarına vuruyorum, biber gazı spreyiyle kurutmak için astığım çamaşırlara hamle yapıyorum! Biraz Panço’nun fır fır oynayan kaş göz mimikleriyle Don Kişot’un yel değirmenlerine saldırması ruh hâli içindeyim. Arada kendi kendime konuştuğumu duyuyorum: “Hahhaaa hayatını karartacağım senin! Hata, bana bulaşmak büyük hata! Ya çık şuradan yaaa!”
Jim’in dinlediği kaset beş saniyede kendisini imha ederdi. Bu sivrinin kendisini imha etmeye hiç niyeti yok. Destur çekip beklemedeyim. O ise beni çadırımın bir köşesinden seyrediyor, eminim! Varlığını hissediyorum ama her yerde veya hiçbir yerde olabilir! Hatta uzaya sinyal bile çekiyordur mahlûkat. O sinsilik, o ataklık, o haşin zekâyla başa çıkamayacağımı biliyorum ama denemekten başka çare yok!
Çadırımın ortasında sivrisinek var!
Allah’ın belası, nereden, nasıl girmiş, doğanın ortasında gibi bir absürt soruyu kendime sorup sormamak arasında tereddüt ediyorum. Belli ki bu sıcakta bir su birikintisi bulup üremiş! Sonra da yeşilliklerde çoğalmışlar işte. Sanki birisi mahsus yetiştirip benim çadırıma salmış gibi, tam da beni delirtmeye uygun bir tavır içinde!
Zannederim ufaklığından itibaren özel yetiştirmişler bunu: “Bak Cinnamon, bu şanslı adamın resmini görüyor musun? Hah, işte senin hedefin o. Bu yemyeşil doğada onun tek çadırlı gecelerini mahvetmek için yetiştirileceksin. Amacımız onu yolculukları boyunca uyutmamak! Eğitimin süresince onun yatma saatleri, alışkanlıkları, zaafları, her şeyi öğreneceksin… Ve her gece vakti zamanı geldiğinde, bir kahraman olacaksın!!”
Valla bilmiyorum kim bunlar! “Bataklık kurutanlara karşı gerilla sivrisinekler” mi, “Yeniden piyasa yapan doğa gezginlerini yok etme” örgütü mü? Ama iyi eğitildikleri kesin!
Bir sivrisineğe takılıp vazgeçecek değilim ya! Vazgeçmek?.. Vazgeçer miyim sahiden?.. Ya sevmezsem bu konar~göçerliği? Ya kanlarımda dolaşan köklü hazineyi reddeder göçebeliğe karşı gelirsem? Ben de şu sivri gibi gerilla mı hissederim kendimi? Eminim bizim Ernesto Che’nin bile motoruyla gezmediği Bolivya dağları kalmamıştır.
Tabii ilk bakışta incir çekirdeğini doldurmaz gibi görünüyor. Bu benim yıllardır hayalini kurduğum bir ütopya değil mi? Ben şimdi nasıl hoşlanmadım diyebilir, nasıl vazgeçerim ondan? Evet belki dünya turundan farklı bir konsept ama olsun bunun için de yanıp tutuşmuyor mu gezenti kalbim? Tamam, belki yüksek hız vitesinde ilerliyor olabilirim. Günler ipe dizildikçe, aklım böyle çalışıyorsa ben ne yapabilirim ki? Ben hep hayallerimin esiri olmadım mı? Yaşamak istediğim hayat bu ise vazgeçmek gibi bir kavramı kendime yakıştıramam. Okuduğum onlarca tecrübeler var. İlginç hikâyeler… Nasıl da kamaştırmıştı gözlerimi! Ben niye o evrenin küçük bir parçası olmayayım ki?
Şaka bir tarafa, finale giden yolculuk hazırlığı sürecinde geri dönüşlerin olması mümkün değil. Ancak cesareti olmayanların, korkakların ve yan çizicilerin zikzakları olur, U-dönüşleri olur. [Elbette sağlık, iflas, evlilik vesaire gibi nedenlerden dolayı zorunlu olarak seyahatlerini iptal edenleri kastetmiyorum.]
Kimsesiz Gezgin
Tek başıma seyahat etmek istemesem de asla vazgeçmem bu sevdadan.
İyi… İyi de; ya sevemezsem yalnız dolaşmayı?
Bu da beni bir sonraki endişemle yüzleştiriyor… Biliyorum, bir yerden başlamalıyım ve zaman aktıkça alışırım. O bana ben ona uyum sağlarım. Anlaşırız yani. Önümde daha nice haftalar olacak, derken aylar. Bir de bakmışım koskoca bir yıl şıp diye geçivermiş. İşte o zaman bu makaleyi çıkartsam arşivden, önüme koysam, acaba nasıl bir tebessüm içinde olurdum? Söz; bunu da yapacak ve değerlendirmemi yazacağım. Notumu aldım.
Yalnızlık özgürlüktür. Dilediğimi yaparım. Dilediğim gibi yaşar, dilediğim gibi yürürüm. Beğendiğim yeri gezer, beğenmediğim yeri es geçerim. Arzu ettiğim yerlerde konaklar, canımın çektiği gibi yer içerim… Karışan olmaz. Şikâyet olmaz. Dırdır olmaz. Yük olmaz.
Güzel ama boşluğun adresi hüzün değil mi?
Keşke hep yanımda birileri olsa da biz yine birlikte dilediğimizi yapsak, dilediğimiz gibi gezip tozsak. Canımızın çektiği yerde konaklasak, yiyip içsek. Bırak karışanım olsun. Yakınma mı? Ağlayıp sızlanma mı? Ooo havaya konuşsun yeter. Dırdıra bile razı gelirim. Keşke yanımda olsa birileri. Hem öyle yük filan da olmaz…
Üstelik birimizin başına bir şey gelince, diğerimizin acil servis gibi duruma müdahale etmesinin kimseye zararı olmaz. Daha bir güvende hisseder insan kendini.
Neyse her şey bir tecrübe.
Hayat nasıl istiyorsa biz de öyle yaparız.
Talihsiz ve Beklenmedik Koşulların Hakkından Gelme
Vızıldayan sivrisinekler çok üstün yaratıklardır aslında. Bazıları doğum yerlerinin millerce uzağına kadar gidip gelebilirler. Bir kerede yüzlerce yumurta bırakırlar ve yumurtaların, erişkin sivrisinek olması için bir hafta yeter!
Galiba bu giriş çok fazla “Discovery Channel” oldu; ama asıl bilgi şöyle: sivrisineklerin belgesel âlemi, kadınların kral olduğu bir âlemdir! Erkekler 10-20 gün arası yaşarken, dişi sivriler 100 güne kadar kazık kakabilirler dünyaya!
Daha da önemlisi, sadece dişi sivrisinekler ısırır!
Benimkine “Cinnamon” adını vermem hem matmazel hem bir nevi ajan olmasından! Ancak, Cinnamon, kendisini isim verecek kadar önemsememe ve bu dünyada en fazla 90 gününün kalmasına rağmen, vazgeçmiyor.
Anladığım kadarıyla saatlerdir çadırımın ortasında şıp demiş pusu kurmuş durumda. Ben çayımı içer, kitap okurken, gökyüzündeki yıldızları seyrederken, kısa bacaklı pijamalarımı giyerken yanıma uğramadı bile.
Çıt çıkarmadan bekledi.
Ne zaman ki uyku tulumuna girdim, ne zaman ki başucumdaki romantik ‘gaz’ lambamı üfledim, hafiften uyku hâline geçmeye başladım, “Vıııınnnnnn!” Yeryüzündeki en rahatsız edici ses!
Okey, gel anam, ısır, ham yap, istediğin kadar kan em kardeşim! Hatta çoluğuna çocuğuna, torun torbana yetecek, komşularına, mahalledeki fakir fukaraya sevabına dağıtacak kadar! Ama n’olur sessiz yap şunu! Bak valla boynumda, kolumda, bacağımda kaşınan bir kırmızılık hiç rahatsız etmez, ama uykusuz bir gece beni bitirir! Yarın nasıl çıkarım onca tepeyi, nasıl yürürüm ormanın derinliklerine, nasıl çakarım flamamı o zirveye, nasıl balıklama yüzerim coşkun suların fışkırdığı nehirde?
Yok! Anlaşılan Cinnamon’a talim tedrisat derslerinde “ne olursa olsun merhamet etmemeyi” belletmişler bir şekilde!
Sırt çantamda sprey sinek öldürücü olmadığını biliyorum. Böyle zehirler insan sağlığına zararlı. Benim tesellim sin-kov’lar. Gerçi tiksindirici çözelti deride iğrenç bir koku bırakıyor ama sabah olunca berbat kokunun icabına bakarım. Kalkıp sivrisinek kovucu sıvıyı aramaya başladım. Ön göz, ara cep, sırt çantamın ilaç dolabı, çamaşır torbam, yok yok yok! Almayı mı unuttum yoksa? Tüh. Puu bana; hem kalk doğaya çıkmaya yelten hem de en önemli malzemelerden birini arkanda bırak.
Bir sıkımlık damla için hiç düşünmeden 10 doları bile gözden çıkartırdım, çünkü Cinnamon saldırganlaşmaya başlıyor. Savaş uçağı gibi tepemde! Derken en beklenmedik yerde, başucumdaki montumun cebinde bir adet plastik şişeyi buldum! Unutmamışım işte! Hem de yatmadan hazır etmişim. Ama akıl bırakmadı ki bu Cinnamon. Çocukluğumda plastik kolonya şişeleri vardı. Ona benzer kabı aldım, bir süre sımsıkı elimde tutup, sırıttım. Cinnamon için bir atom bombasıydı bu!
E, savaşsa savaş. Eskidenmiş o yeryüzü muharebe savaşları. Bitli piyadeler en önde. Yok öyle. Nükleer çağındayız. Sallarım bir sprey roket, güüüüümmmm…
Sanırım korku dağları sardı. Eceli gelen cami duvarına işer de bakalım bizim Cinnamon nereye işeyecek? Yok yok yok. Toz oldu gitti sanki.
Cinnamon’dan bir süredir ses seda çıkmıyordu. Çaktırmadan yattım. Etraf pek sakindi. Dışarıda sadece ağaç hışırtıları, cır cır ağustos böceği sesleri ve parlak yıldızların gökte kaydırmaca oyunu. Bir kaç dakika sonra, tam ufaktan rüyalar âlemine geçmeye başlamıştım ki, Cinnamon çirkin yüzünü gösterdi! Daha doğrusu çirkin sesini duyurdu!
Sivrisineklerin bir başka özelliği: Uykuya dalma anınızı adeta hissederler ve tam işte o anda harekete geçerler! Biz gelişmiş beyinlerimiz ve yüzyılların medeniyetiyle bir insanın uyuyup uyumadığını bile dürtmeden anlayamayız, onlar uyku evrelerini bile birbirinden ayırabilirler! Yapılan araştırmalar, kovuşturmalar, sivrisineklerin, ısıracakları kurbanı nasıl buldukları konusunda çok az şey ortaya çıkarabilmiş. Karbondioksite, ısıya ve ışığa doğru çekildikleri öğrenilmiş sadece. Bir de laktik asit, yani, egzersizden sonra vücutta ortaya çıkan, size kendinizi yorgun hissettiren maddeye de bayılıyorlarmış!
Kurbanını argın yorgunken yakalıyor diyebiliriz yani!
Sin-kov’u derime bulaştırdım, olmadı. Havaya sıkıp çadırın içini tütsüledim, işe yaramadı! Sabahın ikisinde gerçek bir zırdeli gibi elimde bir gazete parçası ile oradan oraya atlayıp zıplayıp duruyordum! Eğer böyle devam edersem ortada ne çadır kalacaktı ne başka bir şey. Ne yazık ki Cinnamon küçük yazılardan ibaret resimsiz gazeteyle katledilmek için fazla çevikti! Belki de gazetenin alacalı bulacalı rengini beğenmemişti. Yorgundum. Laktik asit salgılayıp duruyordum, bu da Cinnamon’un iştahını iyice kabartıyordu zannederim! Artık ölmek üzere olan bir hayvanın etrafında uçan akbabalar gibi davranıyor, taciz uçuşları yapıyor, kulağımın hemen yanından kahkahalar atarak geçiyordu!
Saat dörde gelirken, ben de bir nevi askeri eğitim almıştım. Gözlerim kan çanağı olsa da, çadırın dışında yaktığım ateşin yanındaki minik yelpazeyi görmemi engellemedi! Komandoların doğada buldukları birçok şeyden silah yapabilmeleri gibi, ben de her küle, her kor parçasına böyle bakmaya başlamıştım!
Hayvanlar âlemine bunu yapmak istemezdim. Ateşli silahlar her zaman en son çaredir! Közün sivrisineklere, özellikle Cinnamon gibi eğitimli olanlara etki yaptığını kanıtlayan bir araştırma olmamış! Ama kendi araştırmalarıma göre yeterince güçlü bir ısı ve yanık duygusuyla kanatlarını vücuduna yapıştırarak kurbanın, uçmasını engelliyordu! Derin bir nefes alıp çadırımın penceresine doğru Don Kişot dalışımı yaptım. Cinnamon’la göz göze geldiğimiz an, en az onun kadar çevik, daha dizlerim ördek yürüyüşündeki gibi havadayken silahımı ateşledim! Sanki fonda Godfather filminin müziği çalıyordu! Cinnamon önce ağır çekim, kısa bir süre, paytak paytak uçtu. Cim-cim-cim marka, aynı zamanda çilli ve “ekstra güçlü” kor parçası kimyasal etkisini göstermeye başladıkça, kanatları kullanılmaz hâle geldiği için süzülerek yere düştü…
Yüksek ısıdan meydana gelen yanmanın etkisiyle çadır bezimde açılan kocaman delik kimin umurunda, Cinnamon’un canına okumuşum, zafer kazanmışım, bu teselli bana yeter.
Bir sivrisineğe göre oldukça büyük cüssesiyle, muhtemelen şaşkın, ancak yanar döner cismi, yerde kıvranmaya başladı…
“Yaa Cinnamon,” dedim, “demek bunu arazi muharebe eğitiminde göstermemişler sana!”
Sonra yorgun, bol laktik asitli, ama vakur bir ifadeyle silahımı sönmek üzere olan ateşin yanına fırlattım ve uyku tulumuma döndüm.
Böyle sahnelerde her zaman olduğu gibi, Red Kit tarzı son bir defa arkamı dönerken gülümsedim: “Her zaman sen kazanamazsın Cinnamon!”
Yine de bu doğada binlerce Cinnamon vardı. Biri bitse bir diğeri fışkıracaktı. Olsun belki güçlü, dişime göre, karşıt cinsim ve mert bir düşman olduğu için Cinnamon’u kaybetmek duygularımı sarsmıştı. Onu özleyecek miydim? Sabah beşi bulmuştu, benim uyumam en iyi ihtimalle beş buçuğu bulacaktı. Dolayısıyla en iyimser tahminle öldürdüğüm şey, kendi ertesi günümdü! Kim bilir, belki.
Bilemiyorum…
Doğada yaşam sürdürmek başlı başına bir zanaat. Öyle evde ayakları uzatıp, elde cips yan gelip yatmaya benzemiyor. İnsanın öğreneceği çok şey ortaya çıkıyor. Aldığım kitabın faydasını göreceğimden hiç kuşkum yok. Adı: “Doğada Hayatta Kalmanın Sırları”…
Kimselere güvenmeden kendi el yordamımla ortaya çıkabilecek husumetlerle nasıl baş edebileceğimi tayin edeceğim. Diyelim ki bedenim arıza yaptı, hasta düştüm, ateşler içinde yanıyorum; ya da hiç beklemediğim bir anda kayboldum; ya da sakata geldim ve bir yabansının saldırısına uğradım, ya da düştüm bir tarafım burkuldu, çıktı veya kırıldı; gitmek istediğim parkurda karşıma devlet güçleri veya kendilerini devlet gücü yerine koyan hanzolar çıktı, bu yoldan gidemezsin çek git dediler ve ben de zıtlaşıp ‘çekip gitmeycem işte’ dedim… Bütçem tıkandı, ek bütçe kaynağı bulabileceğim yerel olanaklar ortadan kalktı… Ulaşmak istediğim yere bir araç bulamadım, ya da buldum zamanı uymadı… Gibi, gibi, birçok sorunlara muhatap olmam, hem de bunlarla tek başıma üstesinden gelmem gerekecek…
İşte tüm bu engeller, çelmeler beni endişeye sevk etmiyor değil.
Korkuyu hissediyorum ama içimden gelerek yapacağım. Bende Deliormanlı Saliha anneannemin katı Rumeli inadı var. Hayatı yaşamanın büyük çetin çizgisi buradan geçiyor. Ve ben tam olarak bunu yapacağım.
Hayata geçirmek düşlere benzemez. Hayal kurmak önemli derecede zevklidir. Ama gerçeğin kendisine benzemez. Gerçek ise can acıtıcıdır. Ancak başarılı olunduğunda insana keyif verir. Düşüm gerçekleşti denir.
Yolun yarısında bırakıp döner miyim?
Korkunun ecele faydası yok diye havada kalan bir laf vardır. Yere indirmenin tek şansı ona adamakıllı meydan okumaktan geçiyor.
İnsan başarısız olmaktan, alay konusu olmaktan, yeteneksiz olmaktan, kendini bir şekilde eksik hissetmekten hep kaygılar duyar.
Bir bisiklet sürmeye benzer. İlk tecrübede düşeceğim diye korkar, tedirgin olur. Muhtemelen düşer de. Ama dayanma gücüyle, sabırla ve zaman geçtikçe pratik yapa yapa, bırakın sürmeyi, üzerinde akrobasi yapmaya bile başlar insan.
Hayallerin peşinden koşmak da farklı değil.
Görüyorum ki eğer büyük bir hata yaparsam, ne olacağına dair korku ve endişeyi zorunlu tecrübe edeceğim. Hatta kaygıları ne kadar çok büyütürsem o kadar hata yapmaya zorlanacağım. Oysa hiçbir şey denenmeden bilinemez. Korkular, endişeler, çekinmeler, yılgınlıklar, fobiler hayatımı esir almaya başlar, yönetmeye kalkışırsa ve ben buna müsaade eder, gerekli otorizasyonları sağlarsam, nasıl gerçekten mutlu olabilirim?
Olabilir miyim sahiden?
Kocaman bir Cık…
Meraklı tasalarımla yüzleşmeyi seviyorum. Aslına bakarsanız onlarla kucaklaşmaya bayılıyorum. Hayallerimi pişman olmadan sürdürebilmemin tek teminatı bu da ondan.
İcabında “Doğada Tabana Kuvvet” en derin sevgi ve saygılarımla,
Gezenti Şeref
***…***