Cama dayamışım elimi. Yan bir biçimde. Serçe parmağım ve elimin ayası boynu eğri bir iz yapmış cama. İnsan hiç unutmuyor. İçine giren çıkmıyor bir daha. Zorlasan da… Bak! İlkokulda öğrenmiştim bunu. Elimizi camlara yapıştırır, ayakları, kanadı olan birer arı yapardık. Okulun camlarında binlerce minik arı. Kiminin kanatları havada, kimisi yatık. Ah, arılar… Sizleri yıllar sonra bile unutmamışım. Ne anlak var bende ama!
İşte yine o zaman! Dört hafta sonra parklarda, koruluklarda, hisarlarda ve sakin bir havanın egemen olduğu arberetumda, kıyı kıyı gezintilerde uyanacağım ilk Doğada Tabana Kuvvet turlarım için. Arı gibi çalıştım rotalarım üzerinde. Nisan ayı bitmeden nice hikingler, trekkingler, backpackingler yapacağım ya, şimdiden heyecan sardı kalemimi.
Arının kanatlarının içindeki pusu siliyorum. Dışarısı arının kanatlarından görünmüyor. Deniz burnumun dibinde. Keskin iyot kokusunu alabiliyorum. Uzakta sisli yalılar. Bir vapur –akşam üstü vapuru– yolcularını döküyor iskeleye. İnsanlar… insanlar… vapurdan inenler, vapura binmeye çalışanlar, vapurdan inenlerin karıştığı meydanda birikmiş, engin denizi, martıları ve tepeli karabatakları seyre dalmış insanlar… Homurdanır gibi çalıyor düdüğünü bir demir yığını. Şilep olmalı. Bayrağını tanıyamadım ama. Bana ne. Tanısam ne olacak. Kocaman mı kocaman. Bir balıkçı motorunun hırıltılı, boğulacak gibi, sesi kesiyor düdüğü.
Orada bir tugay gürültü. Bende ise her şey süt liman. Geçtiğimiz haftanın özeti: Hadisesiz, hayal kırıklıklarından ve stresten uzak. Çalışmanın keyfine diyecek yok…
Hâlbuki neler oldu bak orda. Ahh, yine gelmişler işte. Canlarım benim. Nasıl da şaşırdılar. Bir yanda yağmur, insan döken bir vapur, homurdanan koca bir şilep, bir balıkçı motoru takırtılı tukurtulu… Nasıl korkmasın? İçi ne titremiştir kim bilir? Nasıl daldı birden? Hele başını sokuşu bir vardı ki…
Kara kanatlı karabataklarım, havuç gagalı martılarım unutmuyor beni.
Martılar ve deniz martılı şehrim İstanbul
Denizi martılarla sevdim ben. Denize olan aşkım onlarla başladı. Daha doğrusu önce onları sevdim, sonra da maviliklere batmış denizi…
Yıllar öncesinden başladı martılara tutkum. Yedi sekiz yaşlarında ya var ya yoktum. Anneannemin deyişiyle “el kadar” çocuktum. Daha körpe bir bebeciktim ona göre. Ayağının altında dolaşan, uzun entarisine çarpan bir bebecik. Dizinde uyutur, komşuya misafirliğe gidecekken üstümü çarşafla örter beni bir divan üstünde yalnızlığıma terk ederdi…
O zamanlar Kazasker’in marangoz kralı Mehmet dedem, Saliha anneannem, Cemile Babaannem, Mahmut dayım ve Zehra teyzem arasında kurulu bir beşgende, çocukluğumun İstanbul’unun uzak, yakın tüm semtlerine ilk gezintilerimi yanımda hep annem ve babamla hatırlıyor, ama en fazla annemi anımsıyor, hep öyle düşünüyor, öyle görüyorum.
Malum Mehmet dedem ölene kadar elimden tutarak beni sürekli gezmeye götürüyor ama nedense denizde yapılan yolculukları tercih etmediğinden mi, yoksa Kadıköy çarşısı, kuş pazarı, Yoğurtçu parkı, Fenerbahçe burnu, Çamlıca tepesi, Erenköy istasyonu civarı kendisine daha fazla cazip geldiğinden mi bir faytonluk seyahatnameyi daha sık tercih ediyordu.
Geri kalan dörtgen düzlemde, Karagümrük – Mecidiyeköy – Taşlıtarla – Hadımköy, ki her defasında annem üst başımı fiyakalı giydiriyor, kolalı gömleğimle kuşatıyor, ütülü pantolonumun ceplerine karıştırdığım ellerime sıkı bir çimdik konduruyor, can acımdan henüz ağzımı açamamışken, o maviş gözleriyle beni bir güzel yıkıyor, sabunluyor, duruluyor, daha yeni alınmış bordo mokasenlerimi oraya buraya vurmamam için tembih üstüne tembih yağdırıyor, aramıza katılmışlar varsa, o eski resimlerdeki gibi, başı açık, kumral saçlarını dalgalandıran edasıyla onları süzüyor, bazen biraz yana eğik, biraz da konuşma ihtiyacının doruk noktasında olması hasebiyle, belki, ayaklarımızın altında serili Boğaz’a, belki göz göz göze geldikçe, hiç tanımadığı ama tanışınca mutlaka ahbap olacağı yan yolculardan komşu teyzeye latifeler ediyor, yan gözle de yaramazlık etmediğim için bana bakıyor, gülümsüyor.
Boğaz sırtlarında o zaman ne bir Boğaz köprüsü ne de doğası talan edilmiş yamaçlar… Yer gök mavi yeşile çalıyor. İnsanın bir vapur güvertesinde martılar gibi yolculuk edesi geliyor.
Hiç unutulmaması gereken şey “Çocukluk Masumiyeti” anılarıdır…
Sözünü ettiğim gibi çocukluğumda, deniz hep düşlerime girerdi. Evliya gibi dalgaların üstünde yürürdüm bazı bazı. Kimi zaman, babamın bahçesinden söktüğüm bir domates sırığı edinir, eyersiz dizginsiz o ata biner, adını Düm-Bül koyduğum atı dörtnala denize sürerdim. Deniz dediğim bahçemizin imgesel bir yeşillik bölgesi. Şimdi düşünüyorum da, erotik bir yanı olan bu çocukluk düşümün nedeni, üstündeki kabuklarının soyulmasından ötürü, çilli hanımefendinin sırtına binmemdi belki de. Zaten zamanı en fazla birlikte tükettiğim çocukluk arkadaşım, hem de yaşına göre çok iyi bir yüzücü olan, “Paytak İbo”ya bakılacak olursa, kadınların “erotojenik” bölgesi bütün bedenlerine yayıldığı için, sular tarafından okşanmak üzere, denize girmeye bayılırlarmış.
O yüzden olsa gerek, her fırsatta koluma girip bir deniz kıyısına götürüp, tuzlu suda yüzme öğretmeyi kafasına takmış yegâne arkadaşımdır. İlerleyen onlu yaşlarımızda bile “Moruk, kız tavlamak salt bahçe duvarları tepesinde, bisiklet selesinde filan olmaz,” derdi de denizin huşu etkisiyle ne Bostancı sahilini, ne Kartal SSK tesislerini ne de Güzelyalı koylarını yalnız bırakmaya içimiz el vermezdi. Her birinden civan gibi gencecik kızları alır çıkartır maceradan maceraya koşardık.
Doğrusunu söylemem gerekirse bebekliğimden beri denizle haşır neşir olduğum halde, denizde ya da deniz kıyılarında gördüğüm manzara-i umumiye her zaman hayret uyandırır bende. Misal Kadıköy yakasında bok atığıyla kirlenen güzel plajlarımız yüzülemeyecek hale gelmeden çooook önce, duru sularda çok büyük denizanaları ortaya çıkmıştı. Bunlar, varlıklı ama zevksiz burjuvaların salonlarındaki mor ipekten yapılmış, o koskocaman, püsküllü sakil abajurlara benziyorlardı tıpkı. İnsana değince de, asit gibi yakıyorlardı. Ne var ki, genellikle denizlerde görünenler, bu devanaları gibi çirkin değil, güzeldir, çoğu zaman.
Denize sevdalanmak böyle bir şey…
Yıllar sonra bir defasında Büyükçekmece Albatros sahilinde, hava yeni kararmışken, büyük mavi bir yıldızın suya yansıdığını görmüştüm. Elbette bir yıldız değil, ancak batan ay böylesine belirgin gümüş bir iz bırakabilirdi suların üstünde. Hayran kalmıştım.
Yanılmıyorsam güney Ege kıyılarından birindeydi. Parıltılı bir kumsala ayak basmanın sevincini yaşıyordum. Her yan ışıl ışıldı. İçinde, camın ana maddesi silisyum bulunduğundan, kumsallar her zaman biraz ışıldar günesin altında. Ama sanki bu kumsal başka türlü ışıldıyordu. Elime bir avuç kum alınca, hayretlere düşmüştüm. Hiçbir deniz kıyısında görmemiştim böyle bir şey: Kum parça parça olmuş cam kırıntılarıyla doluydu. Doğanın bize sunduğu küçük bir mucize saydım bu camlı kumu.
Anlaşılan deniz aşkı konusunda bıkıp usanmadan bana uygulamalı eğitim veren çocukluk arkadaşım İbrahim Çankaya’nın sayesinde o tuzlu suyu canım öpmek ister, kana kana içmek isterdi. Yalan değil her koşul altında denizi sevdim. Ilık suları da, buz gibi suları da. Fakat sabahın erken saatlerinde kıpırtısız soğuk suyu fazlasıyla tercih ettim her defasında. Hava kapalıyken de denize girerim. Hele gri bulutların davetiyle yağan yağmur altında yüzmek büyük bir keyiftir benim için. Zaten ince ince yağan yağmura özel bir düşkünlüğüm vardır. Gökyüzünden yeryüzüne suların damlamasını doğal bir şey değil de, seyredilecek ve hatta sırılsıklam yaşanacak bir romantizm saydım öteden beri. Kar yağınca da aynı hayranlığı duyarım. Bu yüzden yazlara değil baharlara ve kış aylarına tutkuluyumdur.
Kış çocuğuyum ya…
Eskiden yağmur ya da kar yağınca bahçeye fırlardım hemen. Çocukları toplar çamur deryasında futbol maçları yapardık. Sonra bunların yerini yağmur, kar altında el ele dolaşmalar aldı.
Şimdilerde çadırımın üstüne şıp deyip damlayacak günleri bekliyorum. Kim bilir hangi hiking esnasında, hangi trekking güzergâhında, hangi doğa yürüyüşü parkurunda, bir backpacker, bir sırt çantalı olarak karşılaşacağım yağmur damlalarıyla, kar taneleriyle?
Yine şimdilerde önümden geçen şilepler büyülüyor beni. Nereden geliyorlar, nereye gidiyorlar böyle? Kimi zaman kocaman bir davulun sesini çıkartıyorlar gecenin derin karanlığında.
İşte bir başka düşüm, bu cüsseli gemilere benzeyen bir şileple uzun bir yolculuğa çıkmak:
Melbourne’dan Panama’ya belki; hem de bir velespitle. Şatafatlı bir oteli andıran devasa bir yolcu gemisiyle değil; ya hiç yolcu almayan ya da ancak üç dört yolcu alan küçük bir şileple. O koskoca transatlantiklerde, altı katlı bir apartmanın en üst katındaymış kadar uzaksınızdır denizden. Oysa küçük bir şilepte yakın bir ilişki kurarsınız sularla. Öyle yakın bir ilişki ki, suyun şıpırtısını duyarsınız. Elinizi aşağıya sarkıtsanız, parmaklarınız ıslanacaktır nerdeyse. Her bir yanı sıkı sıkı kapalı kutular gibi o iskeleden bu iskeleye seken, ansızın klostrofobimi tırmandıran deniz otobüslerinden hiç hoşlanmamamın nedeni de denizle ilişkilerini kesmiş olmalarıdır. Oysa o güzelim eski şehir hatları vapurlarına binince, güvertede, açık havada oturabilir, bir sigara yakıp çevreme bakabilir, denizi görür, denizi duyarım. Deniz otobüslerinden fayda bekleyenler, zaman kaybetmemek için biniyorlarmış o kenetli kutulara. Oysa benim hiç acelem yok. Çok vaktim var denizlerde harcayacak.
Kala kala 4 haftam kaldı…
Gök kızardı. Kıpkırmızı oldu. Beyazımsı bulutlar yandılar. Kavruldular. Bu beyazımtırak bulutlardan geriye parçalanmış masmavi bulutlar kaldı. Güneş küçücük görünen derme çatma malzemelerden oluşturduğum çalışma masamın üzerine kayıp gitti. Sanki parçalanıp, mum ışığına yakın satırların arasında dağılmıştı.
Önümdeki dört haftanın gıdası sevdiğim tatlılar olacak. Sütlü mamuller. Amma ve lakin geceler bir türlü bitmeyecek.
Şu anda tabiri caizse önceliğim tüysüz revizyon üzerine. Zaten birçok hazırlık konularım velespit turnelerim için taslak olarak yazdığım ama tamamlamadığımdan henüz sizlerle paylaşmadığım ön programlardaki gibi. Zamanı gelince bunları da birer Ütopya çerçevesinde yayımlayacağım. Sadece bu yakın süreçte biraz daha boş zamana sahip olmalıyım.
Basitçe yerine getirmem işleri/faaliyetleri listelemek gerekirse:
- Bir kumanda merkezi.
- Doğru ölçülerde multi-kullanışlı bir Sırt Çantası.
- Sırt çantasının içine girecek malzemeler.
- Talep halinde devreye girecek Yedek Çanta.
- Bütçe.
- Kullanılacak formlar.
- “GAZA GELDİM🚶” için yaklaşık 8-10 yazı daha. Dördü kalan haftalar ile ilgili. Diğerleri hazırlık, planlama ile ilgili.
Odanın penceresini açıyorum. Daha iyi duymak için. Yağmur çiseliyor. Asfalt ıslanıyor. Burnuma taze bir toprak kokusu geliyor. Yutkunuyorum. Devam edeceğim sayfalardaki kısa, ufak notlara takılıyor gözlerim. Yaşamak da var diyorum…
İcabında “Doğada Tabana Kuvvet” en derin sevgi ve saygılarımla,
Gezenti Şeref
***…***