Bir Bölüm Biterken Bir Diğeri Başlıyor

Son iki yılda yaşantımın pandülü tamamen dünya turunun çevresinde dolanıyor. Böylesi büyük bir kararın oluşumu tabii ki bu evrede gerçekleşmedi. Uzun yıllar öncesine, ta 2008 yılına kadar geri götürebilirim doğuş sebebini. Ancak üzerinde hummalı çalışma dönemi özellikle 2016 ve sonrasına ait. Bir şeyi kafaya takmayayım, kolay kurtuluşu olmaz ellerimden.

Anlıyorum ki artık hayatımın geri kalan kısmında sadece bu mevzi olacak. Zamanın sarkacı hep bunun için çalışacak. Düşler, planlar, hazırlıklar, yolculuklar… Bir turun kapısı kapanırken diğer bir turun kapısı açılacak.

Bir Nevi Zaman Yolculuğu

Zaman dedim de “Dünya Turu” projesi de tıpkı anı-yaşam romanları, anılar dizisinin makaleleri gibi çok yönlü, çok detaylı, çok zaman planlamasına gereksinim duyan büyük bir organizasyon. Yani baş kaşımaya, saç bakımı yaptırmaya bile vakit yok. Ha, vakit olsa dükkân sizin!

Oturdum, üşenmeden hesapladım. Kitap, gazete, dergi okumak, sinemaya gitmek, evlatlarla, Şakacı Sokak ve diğer semtlerden çocukluk arkadaşlarıyla, hısım-akraba erkânıyla görüşmek, bahçe işleri, çiçek böcekle ilgilenmek, gezip tozmak, sağlık kontrollerimi yaptırmak, erişim olanağı bulduğum anda internette dolaşmak, internet ağında dizi seyretmek, acı nes-kahve falına bakmak veya öylece boşluğa bakmak için günde sadece kırk beş dakikam var!!!

Ki burada altını üstünü çizerek söyleyeyim böyle bir evrensel yaşantımda canlı telefonum ve aktif e-postam olmadığı halde bu kadar kısa bir boşluğa sahip oluyorum.

Düşünüyorum da şayet cep telefonu kullanmaya devam etseydim günde kim bilir kaç kere zır zııııır aç-konuş-kapa, ya da cırt cııırt mesaj al – mesaj gönder; veyahut e-mail kullanmaya devam etseydim kim bilir kaç ton birikmiş birikmemiş mail al, kimini çöpe yolla, kimini enikonu oku, cevaplandırmak için gömüldüğün koltuktan bir türlü kalkama… Nasıl bir zaman bulutuna ihtiyacım olurdu, kim bilir?

Telefon & e-posta’dan niye uzak durduğumu matematiksel olarak kanıtlamış bulunuyorum.

Yakın çevrem bozuk atmakta haklılar

Sana ulaşmak bir deveye hendek atlatmak kadar zor. Ya başına bir şey gelirse nasıl haberimiz olacak?

Magazin gazetelerin üçüncü sayfaları boşuna dizgiye girmiyor. Başıma bir şey gelecek olsa mutlaka haber verilecek ilk adres elbette koynumda yer alan kâğıt parçasının üzerinde yazılı olan iletişim hattı olacaktır. Demek ki endişeyle karalar bağlayıp merak edilecek bir manzara yok.

Ya sana kaç kere e-mail çektim, hâlâ lütfedip bir cevap yazmadın. Teessüf ederim, insan gezenti olunca böyle oluyor demek ki!” hiç şüphem yok rastlayabileceğim en yaygın sinirlenme kalıbı.

GAZA GELDİM ÖYKÜLERİNİN ÜTOPYASI DA BÖYLE BİR DÜNYA

Özellikle “gezenti” bölümündeki müebbet hayal gücüne hayranım. Gözümün önüne geliyor: Koyu kahverengi, püsküllü deri bir kovboy elbisesi giymişim. Başımda da Charles Bronson kovboy şapkası. İki dudağımın arasında Che purosu var mı, bunu bilemiyorum. Hemen hemen farklı renklerdeki kocaman yeryüzü örtüsünde iki çınar ağacına gerilmiş burgulu ağdan bir Uykucu Şirin hamağına uzanmışım. Blues çalıyor. Aslında Country çalsaydı daha iyi giderdi. Yanımdaki tahta taburenin üzerinde de dilimlenmiş bizon pirzolaları var. Elimde bir kadeh bourbon viskiyle senaristime (artık; o her kimse?) çemkiriyorum!

Umberto Eco (ki kendisinin romanlarını, özellikle Faucoult Sarkacı’nı hayranlık geçirerek bedel ödeyen ben, her türlü makale ve denemelerinin hastasıyımdır) hoş bir yazısında, bir senesini dakika dakika nasıl geçirdiğini hesaplamıştır.

Benim böyle ince bir aritmetik süslemeye niyetim yok ama sonuç olarak bu büyük yazar, akademisyen ve düşünüre, kendisi için, günde sadece 1 saat 40 dakika kalmış olduğunu belirterek devam edeyim… Ne de olsa benden daha iyi bir konumdaymış…

1 saat 40 dakika… Eh fena değil.

Saatin Pandülü

Ben de bu cumartesi, bu yazıyı dekor eder döşerken, bu zaman sarkacına kafayı takmadan edemiyorum. Her bitirdiğim makale sonrası tuhaf bir hisse kapılırım. Yaban yasemini gibi hem acı hem tatlı. Dünya turlarıma ilişkin “Ütopya” programı sürecinde muazzam bir zaman geçirdiğimi analiz ettiğimde ise üstümdeki bütün dertler su koyuveriyor. Yaptığım araştırmalardan müthiş veriler elde ettiğimi görüyor, bu bilgileri birbirine bağlıyor bir ev ödevi zenginliğinde sonuçlara varıyorum. Tüm bu çabanın aktif, özgürleştirici ve heyecan verici bir tarafı olduğunu söylemeliyim. Öte yandan bir o kadar da telaşlandırıcı yanıyla beni endişelere sevk ettiğini yadsıyamam.

İnsan araştırma yaparken aynı çocuk gibi oluyor, çocuk ruhuyla dans ediyor, kâh seviniyor, kâh ağlayıp sızlıyor. Özellikle üstümdeki battaniyenin alındığını hissedince kendimi güvensizlik içinde bulabiliyorum. Konforlu alan bir anda küçülüyor. Hele, iş ütopyadan gerçeğe doğru yol kat etmişse devasa, geniş çaplı dünyamda yüzleşmek üzere olduğum bir müşkülpesent realite duygusuna kapılıyorum.

Yakında bir bölüm kapanacak ve yeni bir bölüm açılacak. Hayatımın bu yeni tarafında neleri seçebileceğimin neleri elimin tersiyle itebileceğimin farkındayım. Açıkçası sabırsızlıkla o günü bekliyorum.

İnsan, yaşantısında yeni bir serüvene atılmak için gerçekten tam anlamıyla hazır olduğunu hisseder mi?

Ben uzun erimli, uzun mesafeli yolculuklarıma hazır mıyım?

Haliyle hükmü bulunmayan haller ile ilgili çeşitli senaryolar üretebilirim. Ancak zaman çok değerli. Şıp diye geçip gidiyor. Ve nedense biz insanlar hep onun peşinden kovalamaca oynuyoruz. Bir kere olsun önüne geçenimiz var mıdır? Sanmıyorum. O hep şanslı. Hep kazanan tarafta. Bizse hep ağlayıp sızlayan tarafta. İngilizler hakikaten pek mantıklı. Zamanı yakalayamayacaklarını anlamış olmalılar ki “in time” ve/veya “on time” diye bir şey uydurmuşlar. Zamanından az önce, uygun tempoda ve tam vaktinde, dakikası dakikasına diyebileceğimiz açıklamalar bunlar.

Bu yüzden vaktimizin en önemli kısmını zaman planlamasına ayırıyoruz. Tren kaçmasın diye koşturup duruyoruz.

Ömrümüz tükenmeden dünyayı şöyle adamakıllı bir görsek!

Ömür…

Neden e-posta ve telefon kullanmak istemediğimi burada, “ömür aşımı” yöntemi (ki böyle uyduruk bir ismi ben verdim ama teknik bana ait değil) kullanarak yanıtlayayım. “Hamarat, rasyonel, bakımlı, metotlu bir cömert gezgin” olmanın tüm gereklerini de yerine getirmeye çalışarak.

OTURUP BİR HESAPLAYALIM BAKALIM

Dersimiz: aritmetik…

Eğer sen de dünya turu gibi ateşli bir hülyaya hevesliysen, gel birlikte toplayalım:

Bir yıl 365 gün, yani 8.760 saat… Günde ortalama sekiz saat uyku, 2.920 saat… Kahvaltı on beş dakika, öğle yemeği kırk beş, akşam yemeği 1 saat diyelim. Yılda aşağı yukarı 730 saat eder… Duş, tuvalet, diş fırçalama, ayakkabı boyama, ekspres üst baş ütüleme vesaire, günde yarım saatten, 182 saat… Sabah giyinmek, akşam soyunmak, sabahları ne giyeceğine karar vermek, günde 40 dakikadan, 243 saat… Günde sekiz saat operasyon, yani full time bir proje üzerinde fiilen çalışma, icraat, prodüksiyon, hafta da 2 gün off’umuz olsun kafamız dinlensin, 220 gün çalıştık diyelim, 2.080 saat eder…

Şimdi gezgin olmanın farkını yaşayalım, bir sürü angarya… Çağdaş gezgin spor yapar, spor mağazalarına girer çıkar, sanat çalışması, fotoğrafçılık filan yapar, müzelere, kalelere filan gider. Bulunduğu yeri temizler, bir yerden bire yere gitmek için mutlaka bir ulaşım aracı kullanır, trafiğe çıkar yani. Günün haber alma özgürlüğünü kullanacak ya, gazete okur, televizyonda haberleri izler… Kuaför, ulaşım, yoluna çıkanla sıkı muhabbetler, lobiler, köpek gezdirmeler, mitingler gibi diğer ıvır zıvırları saymıyorum bile… Bunlara da yılda ortalama 1.560 saat diyelim.

Velhasıl, özgür, yalnız başına, üstelik de yardımcısı olmayan, herhangi bir çalışkan gezginin, sadece gerekli işlerini ve günlük faaliyetlerini yaptığında, yılda harcadığı zaman 7.715 saat!!

Kendi istediği şeylere ayırmak için, iyimser tahminlerle, yılda 1.044, günde ise ortalama 2,8 saat kalıyor.

Valla diğer gezginleri bilemem ama benim işim bayağı, bayağı zor kardiş!

Pekâlâ…

Açıklık olsun diye şimdi benim durumumu şöyle net ekleyeyim. Normal bir gezi faaliyetimin dışında, haftada en az 2 tur makale yazısı. Düşünme, yol boyunca topladığım bilgileri, kısa notları, sayısal verileri damıtma ve Word & Excel dosyalarına aktarma, sonrasında allayarak pullayarak edebiyat çözeltisiyle yazıyı yazmaya döşenme aşamalarıyla, üçerden haftada 6, yılda 312 saat… “gEZENTİ bİSİKLET” metinleri, haftada 4 saatten 208 saat… Yapılan turlara ait fotoğraf çekimlerinin bilgisayar ortamına indirilmesi (dikkat et; fotoşop, resim düzenleme vesaire demiyorum, çünkü böyle şeylerle uğraşacak hiç vaktim yok, ‘ham’ fotoğraf neyimize yetmiyor?) klasörler oluşturulması, “gEZENTİ bİSİKLET” ve Sosyal Medya paylaşımları, bazılarının FB sayfasına yüklenmesi, haftada 5 saatten, 260 saat… Etti mi, 780 saat ekstra!

Geriye ne kaldı?

1044-780=264 saat.

Yani günde sadece ama sadece 45 dakika!

Kitap, gazete, dergi okumak, sinemaya gitmek, evlatlarla, Şakacı Sokak ve diğer semtlerden çocukluk arkadaşlarıyla, hısım-akraba erkânıyla görüşmek, bahçe işleri, çiçek böcekle ilgilenmek, gezip tozmak, sağlık kontrollerimi yaptırmak, erişim olanağı bulduğum anda internette dolaşmak, internet ağında dizi seyretmek, acı nes-kahve falına bakmak veya öylece boşluğa bakmak için GÜNDE SADECE KIRK BEŞ DAKİKAM VAR!!!

Yalan mı?.. Değil, tabii…

İşte neden telefon kullanmak istemiyorum, neden e-posta mesajlarıyla uğraşmakla vakit harcamak istemiyorum ayan beyan ortada. Zaten “Doğada Tabana Kuvvet” yolculuk faaliyetlerimin hangi birinde e-maillerle debelleşebilir, yolları soluk soluğa tırmalarken hangi telefon çağrısına kulak verebilirim ki! Kadere bakın ki ne bir yol asistanım, ne de bir ‘çat kapı’ sekreterim var? Hatta günlerce konaklayacağım doğru dürüst bir kamp ortamım bile yok!

Anlatabildim mi neden yalnız gezginin, en sevdikleri bile olsa, öyle herkesle muhatap olamayacağını? Gezenti mezenti halleri değil yani! Bitkisel hayata girmemek için çok şükür hayattayım.

Bunun normal bir yaşantı olmadığını kabul ediyorum. Birçoğuna saçma da gelebilir. Tercih meselesidir. Ve ben bu yaşam tarzını tercih ettiğim için halime şükrediyorum ve boş vakitlerimin tadını bol bol çıkarıyorum!!!

Ve ben bu makaleyi hazırladığım şu saatlerde zaman sarkacımın güm güm nasıl çarptığını duyabiliyorum. Topu topu 500 saatim kalmış. İlk turnemin başlangıç noktasına ulaşacağım an’a kadar idmanlarımı ve son hazırlıklarımı aralıksız sürdürmem gerekiyor.

Biliyorum. Bir gün gelecek ve ben “Doğada Tabana Kuvvet” turlarımı tamamlamış, bu kez ayrıntılı “Dünya Turu” projemin kapsamındaki diğer bölümlere sayfa açmış olacağım.

İcabında “Doğada Tabana Kuvvet” en derin sevgi ve saygılarımla,

Gezenti Şeref

***…***

(*) Önceki Makale: “Sırt Çantamı Alıp Yola Koyulmama 4 Hafta Kala: Ne Yapmalıyım?

(*) Sonraki Makale: “Yollara Saf Yalnızlıklar Ekmek

>>> [iÇERİK dİZİNİ]

error: Content is protected !!