Bu ne hal ya… Bir dokun bin ah işit. Hüzün yüklü bulutlar gibisin valla… Bende çile çeken bir adam izlenimi uyandırıyorsun. Kimi insanlar, kendi dünyalarında yaşamayı severler, bunu anlayabiliyorum, ama seninki daha da ötesi. Yeraltından Notlar kitabında senin gibi birini anlatır Dostoyevski… Bak söylemedi deme, sen kafayı yiyeceksin bu gidişle… İstemezsin, biliyorum ama yine de söyleyeyim… Bak, görüşelim istersen. “Bir araya gelelim” diyorum, “olmaz” diyorsun. Ne bu kapalı kutu halleri. Ne bu suskunluk yani! Bir kez olsun görüşemedik. İnsafsızlık bu.
Yanına geleyim… Ya da ne bileyim buluşalım bir yerde, belki teselli ederim seni. İki samimi arkadaş gibi konuşamaz mıyız yani? Seni daha hayat dolu görmek isterim. Niye bu hüzün? Neşelen biraz. İlmini artıran derdini mi artırıyor ne? Öyleyse ben bu işte yokum arkadaş! Zor zamanlarımın dostuydun. Sana sığınırdım ne zaman dara düşsem. Hep yanımdaydın. Yani ruhunla demek istiyorum. Sana dayandım, ayakta kaldım. Şimdi sahildeyim, yalnızım. Sen de gel, kıyıda gezeriz biraz. Açılırsın… Ne bu inat ya! Ben adam yemem!..
Bak senin için neler yazdım, oku da anla bendeki kıymetini… Seninle iletişimim tek yönlü olmadı. Bunu bir örnekle anlatayım istersen… “Ben bir merkezim, sen de küresin. Senin tam ortandayım ya da sen beni tamamen kuşatmışsın. Her noktadan sesleniyorsun bana. Ya da… Sen topraksın, ben denizim… Çırpınıyor, coşuyor, dinmeyen bir tutkuyla atılıyor, dalga parmaklarımla hep sana dokunmak için çabalıyorum…”
gEZENTİ şEREF ~ E-2022/013
Esinti Tarihi: Cumartesi, 5.03.2022
Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik, bir de dönüp baktık ki bir arpa boyu yolu değil basbayağı 9 haftalık sıvışmayı kat etmişiz. İyi de etmişiz. Daha da az gider, uz gideriz, yeni baştan dere tepe düz gideriz ya, neyse hacı beye gelin verecek halimiz yok. Âşık Veysel gücenmesin, gelin gelenler kız gitmezler. O Ayvalı’dan çıkmıştı yayan, bizse nereden yola koyulduğumuz belli değil. Plansız, şartsız, haritasız, pusulasız, koşulsuz. Dayan dedik, ey dizlerimiz, bacaklarımız, ayak topuklarımız, dayan. Muzırlık olsun, hacı beyi de uyandırırdım ya, evimizin önünde kavaklar olsaydı.
Bir de dönüp baktım ki yokluğumdan istifade, (t)onlarca kişi FB, Instagram arkadaş listeme eklenmiş. En az bir o kadar da arkadaş olmak isteyenlerin mesajları kapıda. Bu davetimi kırmayıp yeni gelmişler, iyi etmişler de ben kimilerine teee ne zaman arkadaşlık isteği göndermişim, aradan aylar, haftalar geçmiş, hatırlamışlar sağ olsunlar, daveti kabul etmişler, geri dönmüşler. Ama hepsi çok uyanık, yeminle, benim uzun boylu ortadan kaybolmamı beklemişler; mutlaka şöyle iç geçirmişlerdir, “Ulan bu herif hazır ortalıklarda yok, davetini kabul edelim, yoksa bizi birkaç satır diye kandırıp, iki tuğla kitapçık ayarında mektuba boğar!!!”
Yok, anacım, yok. O eskiden, çok eskidendi. Artık kimselere mektup filan döşediğim yok. Hay huy, haldır huldur, oraya buraya gezen kurtlu biri olarak bu oturaklı fonksiyonu yerine getirmeye ne gücüm ne zamanım var.
SOSYAL MEDYA ARKADAŞLIĞI DA NE OLA Kİ!
Hiç kuşku yok, duyarlı dünyada Sosyal Medya arkadaşlığı güzel, romantik bir şey; ama gerçeği tek kelimelik samimiyetle yansıttığını düşünüyorsanız aldanıyorsunuz demektir.
‘Gerçek’ nedir diye peşine düşerseniz, o zaman da kafayı gerçekten yemeniz mümkün. Hele yaşadığımız çağda, yaşadığımız ortamda neyin ‘gerçek’ neyin ‘sahte’ olduğu, hepsi birbirine karışmış durumda. Gerçek arkadaşınız, hani olur ya –varsa bile– iki elin on parmağını geçmez. Diğerleri sanaldır, sanal kalacaktır. Gerçeğin içeriğini, felsefesini yapmaya kalkarsam burada sayfalar yetmez, kimseyi yormayı kendime hak görmem.
Zaten bu adına FB (sarı kanaryalılar pek sever bu kısaltmayı) denen salgın platform başlı başına bir saplantı. Instagram da aslında farksız. Bir bulaşmadığım Twitter kaldı; yine de benden uzak kalsın demeyi yeğliyorum.
Sizin Başka Bahçeniz Yok mu Yahu?
Saplantı, yani ‘obsession’. Bildiğim bir yığın kütle var; onlar 7/24 FB’de yaşıyorlar. Ya kardeşim, sizin hiç işiniz gücünüz mü yok, gidin gezin tozun. Hadi bunu yapacak yeterli zamanınız ya da paranız yok. Bir kitap okuyun, bir film izleyin, ‘Walking Dead’ seyredin, ‘Games of Thrones’, ‘Homeland’, ‘Narcos’, ‘Westland’ (çoğu eski bölümler; ama fark etmez harika dizilerdir) filan seyredin, ‘Fortitude’ ile ‘Trapped’ı da ayrıca tavsiye ederim; olmadı kendinize bir iyilik yapın, gidin bir bilet alın ‘Grup Yorum’, ‘Lara Fabian’, ‘Yanni’ konseri izleyin.
Ha doğru ya, gidin sinemaya, tiyatroya; alın sevgilinizi gidin bir parka, sahil kıyısına, sevgiliniz yoksa dert değil, gidin bir başınıza oturun bir çay bahçesine kesin milleti bir güzel; daha olmadı benim gibi gezginlikten üretilmiş fotoğrafçılık tutkunuz varsa, gidin doğayı çekin, sokakları çekin, insanları, hayvanları, yapıları, dağları, gölleri, yaylaları, canlı cansız ne varsa, ne güzel portreler çıkartırsınız anlatamam. Ara Güler olmanız da gerekmiyor. Zaten hiçbirimiz olamayız. Ama öyle filvaki saatlerce bilgisayar tepesinde, ya da en şık, en son model mobil telefonun derinliklerine kafanızı sokarak işiniz gücünüz mü yok alla’nıseverseniz?
Saplantıya Direnmeli
‘Obsession’ çağımızın hastalığı. Ama zaten bu platformlar bunun için var. Adına sosyalleşme filan dendiğine de bakmayın. Düpedüz asosyalleştirmedir arka planda çarklı makine gibi çalışan. Beğen, tıkla, yorum yap, seyret, hoop bir parmak kaydır aşağıya, yenisi, yenisi, hep yenisi, bir de bakmışsınız saatler uçup gitmiş, Sosyal Medya hesaplarınız o çok değerli zamanınızı çalmakla kalmamış, ömrünüzden ömür çalmış, sonra ‘hadi bana tschüss’, yani ‘bye’. Kimsenin içinden canı tanrıya ısmarlamak filan gelmediği için o bilindik kelimenin yerini yabancı literatür alalı neredeyse kırk yıldan fazla oluyor. Yakında ‘hoşça kal’ yerine de ‘ta-ta’ veyahut ‘si yı leyta’ filan denmeye başlanırsa kimse şaşırmasın.
Kopyala Yapıştır, Kardeş…
Bir de benim ifrit kesildiğim başka bir şeyden söz edeyim. Şu ‘copy-paste’ icat oldu olalı sanat ve yaratıcılık baş aşağı.
Hani, bilgisayarlar gökyüzünden kucağımıza zembille pattadak düştü ya, o günden beri hızla gelişen teknik donanımı yakala yakalayabilirsen. Gerçi o ilkel günlerde henüz Windows yok. Millet DOS işletim sistemiyle tanışmış, programlarını harıl harıl BASIC, COBOL ve FORTRAN dillerinde yazmaya çalışıyor, kendilerini paralayarak. Ama hastalık işte; acımasız kangrenin o zaman tohumları ekilmiş. MS Windows sayesinde de pike yapmış. Kopyala, yapıştır. Millet aralıksız olarak bir yerlerden alıyor, kendine havale ediyor, post’una bir güzel yapıştırıyor, al sana mis gibi mal, beğen bakalım diyor.
İşte bu arkadaşlar Sosyal Medya’nın genel anlamada 7/24 en sadık kitleleri oluyor ki, üretkenlikte sıfır çekiyorlar. Varsa yoksa, aşırı dozda videolar, şarkılar, karikatürler, gazete kupürleri, aşırma absürt resimler, objeler, en fazla da yarı çıplak, ya da nü kadınların rol aldığı objeler. Ha bir de marjinal melankolikler var ki onlara hiç değinmeyeceğim, kusuruma bakmasınlar. Canlı yakalasam ‘Ağlama Değmez Hayat’ diyeceğim de…
Evet, tabi bir de ASİ’ler var. Onlar her şeye isyan… Sisteme isyan, yaşadığı düzene isyan, yasalara isyan, yasasızlığa isyan, topluma isyan, kendinden olmayan insana isyan, doğaya isyan, doğayı katledenlere isyan, dile isyan, dine isyan, hayata isyan, kendisine isyan, aşka isyan, terk edip gidene isyan, kavgaya isyan, kavgasızlığa isyan, kısacası her tavra asi olan. Hani bir iki çift laf da bu rocksever takıma edeceğim: “Ah be güzelim Gezi Çocukları rüzgâr gibi geçtiniz, şimdi nerelerdesiniz?”
Mutluluğun Anahtarı Kimde?
Açıkçası kim ne yapıyorsa yapsın, umurumda değil, ben zaten eleştirimi kurabiye kıvamında yapıyorum. Onlar mutlu olsunlar yeter!!
Demek ki, diyorum kendi kendime, herkesin acayip ‘boş’ zamanı var. Aslında bana gelseler, kıyamet gibi gezi listesi, rotalar literatürü, ama bisikletli ama yayan, fark etmez, veririm onlara fakat, sıkılırlar, biliyorum. Herkes nedense ‘light’ yaşamak istiyor, kendi hafif dünyalarında; benim “dünya turu” muhabbetlerim, ‘ağır’ edebiyat, gezi anıları, gezi fotoğrafları, video, senaryo işleri onları yorar.
Gerçi ‘Boş Zaman’ Batı yaşam kalıplarından türemiş bir kavramdır. Bir kere bunu belirteyim. Daha önce yazmış mıydım, hatırlamıyorum. Her neyse, siz ister bağ üzümlerinin rengi değiştiğinde, isterse fındık başladığında doğmuş olanlardan olun, ama limonküfü post-it’inize not yazarken, eminim tarih atıyorsunuzdur artık. Sorsalar, belki de bir, ‘kirli sokakları’ tercih ederdiniz.
Zamanı kapsül gibi yaşayan insanları… ziyaret, yemek, iş zamanlan hep ayrı ve iki iş bir arada asla yapılamıyor. Pazartesi belki de ürünlerin, hizmetlerin en yakın pazarda satıldığı gün. Ürünler, hizmetler satılmadıkça Pazartesi bitmiyor, Salı’nın gelişi de öyle çabuk olmuyor. Kültürler arası ‘zaman’ farkı belli ki bizim Greenwich meridyen hesabından daha karışık ama biz artık kolumuzdaki saatin dünyanın her yerinde ‘bir’ anlamı olduğunu biliyoruz. Günde sekiz saat çalışmanın kalıplaştırdığı iş yaşamında iç zamanın, psikolojik zamanın, soy kütüğünüzün hükmü yok. Siz ister sabah ezanıyla, ister kedinizin ısrarlı miyavlamalarıyla uyanın, geçiminizi belli saatlerde açılıp kapanan kapılardan geçerek sağladığınız kesin. Hem artık herkes çok çalışmak zorunda!
Nasıl deniyor… “Zamana karşı yarışıyorum”.
Zamanın Yarışçıları
Ama, nereye?
Araba taksiti için, beyaz eşya için, yazlık, kışlık için, tatil için, çocukların okul masrafları için… ve daha birçok günlük yaşam nesnesi için herkes çok çalışıp çok tüketmek istiyor. Ancak, gözden kaçar gibi duran bir şey var, o da bu nesnelerin sonsuz, kullanmak için gereken zamanınsa sınırlı olduğu. Kullanıma giren her yeni nesne daha önce edinilen bir başka nesnenin kullanım zamanını azaltacaktır. Tabii, “Varsın azaltsın” denebilir.
Ayrıca, mirasyedilerin konu dışı olduğunu, bilmem belirtmeli miyim?
Şehir yaşantısının ayrılmaz ayrıntılarından biri de kalabalık mekânlar. Haftanın ancak belli bir zamanını “sosyal yaşama” ayırabiliyorsanız ne mutlu size. Bunu en çok sayıda insanla gerçekleştirebilir, toplantılara gidebilirsiniz. Böylece hem Sosyal Medya’dan biraz olsun uzaklaşır, hem de Sosyal Medya’dan daha fazla tanıdık edinir, edindiklerinizi tazeler ve hesabınızı kimseye beğendirmek gibi bir sorunla baş başa kalmazsınız.
Yok, son yıllarını benim gibi, gezentilikte üretken ve verimli olmak adına, biraz daha yalnız, biraz daha az ya da “no” ‘arkadaş’ ile yaşamak istiyorsanız, yollarda karşılaştığım, tanıştığım nice insan kütleleri bana yeter diyorsanız, kulübe hoş geldiniz diyebilirim ancak.
Yalnız Kalabalıklar
Üretkenlik illa iş yaşantısında değil, sosyal hayatınızda da mutlaka olması gereken bir olgu. Hobilerinizle işe başlayın. Bir düşünün aziz dostlarım, bu ne laftır? Bu demektir ki, bendeniz, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ki gibi iyi ayarlanmış bir saati, bir saniyeyi bile ziyan etmem! Hâlbuki çok saygıdeğer sevgili Sosyal Medyacı kardeşlerim siz, ne yapıyorsunuz? Ya koskoca bütün şehir ve memleket ne yapıyor? Ayarı bozuk saatlerinizle yarı vaktinizi bir hoşça kaybediyorsunuz.
Misal günde saat başına bir saniye kaybetseniz, saatte on sekiz milyon saniye kaybedersiniz. Hadi buna ekleme yapalım. Günün en temel faydalı kısmını on saat addetsek, yüz seksen milyon saniye eder. Bir günde yüz seksen milyon saniye yani üç milyon dakika; bu demektir ki günde elli bin saat kaybediyorsunuz!!!
Tanpınar haklı. Ben bir muhasebeci, bir mali işler üstadı olarak bile hiç böyle düşünmemiştim. Edebiyatçıların ruhu bir tuhaf oluyor zaten. Hesap ettim artık senede kaç insanın ömrü birden kaybolur, diye. Baktım 7/24 Sosyal Medyacı arkadaşlarıma, ‘tüh tüh tüh’ dedim önce, sonra da bir güzel ‘hayırlı işler’.
Yine Tanpınar’a dönecek olursam: “Halbuki bu on sekiz milyonun yarısının saati yoktur; ve mevcut saatlerin çoğu da işlemez. İçlerinde yarım saat, bir saat gecikenler vardır. Çıldırtıcı bir kayıp… Çalışmamızdan, hayatımızdan, asıl ekonomimiz olan zamandan kayıp.”
Adam edebiyatçı yerine mali işler koordinatörü olmalıymış!!!
Neyse biz konumuza dönelim…
Gözlerden kaçmayan kayda değer bir mevzu da şu: Sosyal Medya platformunda bazıları var, gettoda yaşar gibi yaşıyorlar. Onların çevresi malum, hep aynı. Ne serpiliyorlar, ne ufalıyorlar. Filizlenmek zaten işlerine gelmiyor. Küçülseler ondan da zerre sıkıntı duymayacaklar. Fakir paylaşımla rahatlıyorlar, geri çekiliyorlar. Bazıları da var ki, onlar üç beş arkadaşın yeterli olduğunu savunarak, ‘gerçek’ sosyalleşmenin tadını çıkardığını zannediyorlar. Hâlbuki bilseler neleri kaçırıyorlar, ah bir bilseler!
Benim işim bu. Küçüklüğümden beri insan kütlesiyle uğraşırım. Analiz ederim. Babam derdi ‘senden ya hükümet adamı olur ya da psikolog’. Hayatın felsefesi matematikte deyip ben ikisini de reddettim. Onun için hesap kitap işlerine girdim. Şimdi yıllar sonra en büyük tutkum sokaklarda özgürce dolaşmak, sokakları ve insanları, hayvanları, doğayı, nesneleri, çiçekleri, börtü böceği fotoğraflamak.
İşte benim sayfamda yazın sanatının dışında en fazla bunları bulabilirsiniz. Tıpkı edindiğim çok sayıda edebiyatçı ve sanatçı: ressam, müzisyen, fotoğrafçı, sinemacı, oyuncu, yapımcı, senarist, model olan ve tabii ki son yıllarımın trendi gezginlerden ibaret “Sosyal Medya” arkadaşlarımın kendi sayfalarında paylaştıkları pek değerli başyapıtlar gibi. Üstelik özgün biçimde, kendi ürettikleri ve dış dünyaya tanıtmak istedikleri. Çok sesli bir koro gibi. Eğer hoşlarına giden bir şey olursa o zaman birbirlerinin eserlerini de paylaşabiliyorlar.
İşte bence bağlantılı yakınlık olmasa bile en yakışık alan enternasyonal “FB/Instagram” sosyal paylaşımı bu kanalda yürüyor.
Yol Aşkı Aşkların En Üstünüdür
Az kalsın unutuyordum… Bir de an’ı yaşayan arkadaşlar var. Onlar en şakacı olanlar… Kendimin çektiği natürel bir fotoğrafı paylaşıyorum, hooop anında mesaj düşüyor: “Abi, hayırlı işler, gene gezmelerdesin.” Veya, “Şeref’çim, sana yakınlarda bir yerdeyim, az sonra seni yakalarım.” İlahi çocuklar, işiniz mi yok sizin gerçekten. Ben bugüne kadar Instagram dışında, ama özellikle de FB camiasında hiç “AN İTİBARİYLE” ifadesine kulluk edip bir resim, bir macera paylaşmadım ki; yok böyle bir şey, paylaşmıyorum.
Adım üstünde, Gezenti Şeref’im ben. Ha, beni gerçekten yakalamak istiyorsan girersin zaman tüneline, basarsın zaman makinesine, belki seni yanıma aylar ya da yıllar öncesine ışınlar. O zaman kavuşuruz an’ında!!
Ya da gerçekten nerede olduğumu merak ediyorsan girersin Instagram hesabıma…
FB’de de ara sıra istisnalar yapıyorum. Yapmıyorum dersem yalan olur. Onlar da ziyadesiyle gezi programlarından kimi güncel anıları yansıttığı için. Yoksa bu etkinliklerimin dışında, genel olarak FB hesabımdaki çoğu fotoğraflar an’ın resimleri değil!! Benim işim arşivcilik. FB’deki şahsi sayfamı da bu amaçla kullanıyorum, artık neye lazımsa
Zaten Gezenti Şeref blogu geçmişteki web sitem kadar ömrümden ömür götürüyor, bir de normal, yani kişisel, FB’da hayatta kal! Katiyen iş değil. Zaten Facebook’a kendimi davet ettiğim, gizli penceresinden içeriye sızdığım boş zamanlar, oturmuş ya eleştirel edebiyatımı ya da gezi-anı-yaşam makalelerimi yazarken. O ara ‘mahrem’ kanal hep açık ama ben en fazla gezgin, ressam, fotoğrafçı ve kimi ilgi çekici arkadaşların paylaştıkları muhteşem eserlere bakmak için ve kendi şahsi eserlerimi paylaşmak için şöyle bir uğruyorum.
Hazzımı Zorlamayın Çizerim
Daha önce defalarca not düşmüştüm; şu hayatta ‘beş’ temel şeyden haz duymam.
- Milliyetçilik/Şovenizm;
- Dincilik;
- Metafizik Dünya Görüşü;
- Ot Gibi Yaşamak; ve
- Riyakârlık.
Bu yüzden tüm sosyal medya sayfalarım beşine de kapalıdır. Biliyorum, savunduğum dünya görüşüm nedeniyle veya çenemin (kalemimin) çok çalışması, FB blogum’da gerçeğe dayalı yazdığım bazı gezi-anı-yaşam makalelerimin muhtemel ‘incitici’ yanlarının olması nedeniyle, ya da sebebini kendimin de bilmediği, anlayamadığı fakat benimle uyuşmayan çok Sosyal Medyacı ‘arkadaşım’ var. Onlar ısrarla arkadaşlığıma katlanıyorlar. Ne gerek varsa! Bu arkadaşları zorlayan yok. Beni listelerinden kaldırabilirler. Sayfalarımın takibinden de kurtulabilirler. Buna saygı duyarım. Yoksa şu saatten sonra bir hovarda gibi çıktığım gezenti hayatımda edineceğim her üç gezgin ecnebi ‘arkadaş’ karşılığında onları birer birer kredi kartımın ‘dost’ hanesinden ben düşeceğim.
Sahiden anlayamıyorum, müştereken kolektif miyiz, değil miyiz artık.
Neden ‘üç’? O da benim sırrım… 🙂 he-he-he…
E, yine nostaljiye dönüyorum bakın…
14 yaşım sızlıyor burun direğimde… Hayli eski bir durağa gidiyorum; başımı kaldırıp göğe bakıyorum:
“Şu kaçamak ışıklardan, şu şekerkamışlarından / Bebe dişlerinden, güneşlerden, yaban otlarından / Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar / Şu aranıp duran korkak ellerimi tut / Bu evleri atla, bu evleri de, bunları da / Göğe bakalım.”
Bir sonraki esintide görüşmek üzere…
Mürekkebe banmış esintili Sevgilerimle,
Gezenti Şeref
***…***