Belleğimde İstanbul Hatıralar Kolonyası

Pire🚲 ile “TÜRKİYE TURLARI” Stanpoli Gezileri: Gün 4

Evde Dinlenme

Kısaca söylemem gerekirse bugün herhangi bir gezi yapılmadı… Bisiklet üstünde eski tanıdık, antik bir şehir, doğduğum semt, mahalle ve zengin içerikli bir kültür hepimize hayırlı uğurlu olsun! Hep birlikte hoş geldik İstanbul’a (nam-ı diğer Byzantion, Augusta Antonina, Nova Roma, Konstantinopolis, Kostantiniyye, Stanpoli)… Mademki gezi yok öyleyse anıları karıştırmanın tam zamanı. Yaz kâtip!

Karşımıza Apansız Çıkan Oyun Objeleri

Uyku bastırıyor derinden, bir dost kalabalığı geçiyor, ısmarlamalar parçalanırken her şey yeniden başlıyor. Şaşırmamak gerek. Çünkü zaman kavramı döngüseldir. Annem bugün hayatta olsaydı 84 yaşına girmiş olacaktı. Ne güzel rakamdır şu 4’ler, 8’ler. Mesela dört rakamı denilince benim ilk aklıma dört dörtlük iki lafın belini kırmadan yapamayan ‘dörtgen’ Kâmil gelir. Sanki rahmetli terzi eniştemin dükkânına komşu Hadımköy’ün hovarda fotoğrafçısının aklını çelen hiç başka numara yokmuş gibi.

Yaşlar da numaraya dizilmiş gibi sayıca çoğalır ve yok olurlar; hop sonra yeniden ortaya çıkarlar. Ne zaman ölür diye kurarım saatimi, gündüz bakarım hayata. Karanlığı devşirmiş hayatta bir başka gün oluverir zaman. O yarı gecelerdir ki vazgeçmeye sevdalandığım çoğu zaman. Her ne hikmetse yüzlerini saklamak gibi kötü bir huyum vardı. Bulanık bir alışkanlık da desem yeridir. Hüzünlere lakap bulur, eğlencelik gezdirirdim parmak aralarımda. Ne kadar uysaldılar oysa. Uysallık ne demekse.

Her başlangıcın bitiş noktasında duraklar olurdu. Bense ara durakları tercih ederdim. Bizim eski evin sağına yürüsem Hilmi Paşa; soluna yürüsem Kazasker. O ara durakların orijinal yerlerinden kalkması neredeyse tam 25-30 senelik bir hikâye. Ara durakları yerinden oynatan zihniyetin egemen olduğu hayatta bir iş ya da mesken seçmiştim kendime. Hepsinden önemlisi göz gözü görmezdi. O sıralar erkence ağarırdı gün, koşardı sabahlar. İflah olmaz yaralar çıkmaya başlamıştı yüreğimde. Sanırım gecikmiştim. Aklım takılırdı, gözüm takılırdı; dokuz senelik bir ayrılık zaman kavramı bu kadar mı değiştirirdi koca bir halkı. Halk dediğim de yetmiş iki millet filan değil. Altı üstü bir mahalle ya da birkaç komşu mıntıka bileşimi.

Derinden Gelen Sese Kulak Vermeli

Ne üstün bir makinaydı yüreğim; zekâma aleyhtar. Neden bu kadar çabuk bozulmuştu büyü. Nazım’dan çaldığım dizeler mi oyun ediyordu zihnime? Vicdanım mı ağlıyordu halime. Ben mi yaşlanıyordum. Zihnim mi? Yaslandığım akasyalar çiçek açmıyorsa henüz vakit var demektir. Hazırlıklı bir anlayışa muhalefet etmek, taşımak dudaklarda, yüzümdeki yeni sevinçler, ohooo, semirmiş geçmiş yolları be azizim. Düşümde kime elimi uzatsam öldürüyor kendini, bana inat olsun diye. Bu yüzden mi o düşlere perdeyi indirmek geliyor içimden. Islak otobanlarda plan kurmak en şahanesi. Lepra döken vebalı çayırlarda kırağına bulanmaktansa. Ama neye yarar?

Seattle’ı saran küfelik sisin sesini duyuyorum. Hemen arkasında dikilmiş koca volkan patlamaya hazır gibi. Bu Portland’lı hippilerin aksiseda sessizliğine hiç benzemiyor. Oregon içten pazarlığa başlamış bile. Derinden iç geçirmelerin ıssızlığıdır zaman. Erken uyandığım Bozcaada sabahları gibi üzüm salkımlarına sarınmış yorgunluğumu söylüyor şarkılar. Şimdi herkes mahmur ve perişan. Yenilmiş kahramanların özgeçmişini sunmak tanrıya geliyor içimden. Sonu gelmeyen Río Santa Lucía boşalıyor. Şehrin kanalizasyonlarına karışan Kurbağalıdere ya da Bostancı deresi gibi değil ama. Ben ve yeni hayat hep susuyoruz. Hep bir evvelin avazı çıktığı kadar yankısıdır derin uykular.

Neyse ki tanıklarım var da, içim rahat yazabileceğim, uydurduğum kuşkusu doğuracaksam da. Geçen yılsonunda fantastik bir şey yaşadım ve bir süre tereddüt ettikten sonra, onun bunun analiziydi, ondan bundan çıkarımlardı, teorik, felsefi, işgüzar lafızlardı filan es geçip, bunu paylaşmaya karar verdim.

Yazılı Anıların Hatırı Bir Başka Olur

“Dalyan Not Defterimden”e karalamalar düştüğüm 2014 yılının son günlerine doğru, yeni romanım “İz Kırığı” için çalışmalara başlamıştım.

Kurguladığım ana karakter, gündelik yaşantısında etrafını sımsıkı saran, yakın çevresi dâhil bir tüketici sosyal ilişkiler ağında tutsak, dünyaya bakışına hiç uymasa da, kabullenemese de, değiştirmekten umudu kalmamış bir yaşam içinde daraldıkça, çocukluğunun masum sevda oyunlarına, bahçeli ev yaşantısının ona sunduğu oyun objelerine kaçıyor, kendi içine kapanarak kirlenmekten korunmaya çalışıyordu.

Unutmak istese de bir türlü unutamadığı bu romantik sevdalar, oyun objeleri, apansız çıkıyordu karşısına. İşyerinde seminerler verirken karşı pencerede kendisine gözleri takılan uzun dalgalı saçlı sarışın genç kızı süzmeden edemiyor, ofisine döndüğünde koltuğunun altında bir topaç buluyor, arabasına binerken üstüne basıp ezdiği rüzgârgülünü üzülerek kaldırıyor, eve bahçede ayağına takılan bir sapanla dönüyor, masasında kilitli çekmecesinden daha önce hiç görmediği bir kukla çıkıyordu. Kısacası her biri, o gün yaşadığı bir olayla bağlantılı birer öz eleştiri sembolü oluyordu. Geçmişe, çocukluğuna sığındıkça menajer arkadaş, çalışma odasından karşı evlerin camlarını kırarak haylazlıklar yapıyor, evde yaşadığını hayal ettiği bir kız çocukla saklambaç, bir diğer erkek çocukla yağ satarım bal satarım oynuyordu.

Bunun gibi apokaliptik bir sürü şeyi taslak olarak çiziktirmiş sarı post-it’lere kısa notlar halinde döşemiştim. Olaylar hemen her bölümde böyle ilerliyor. İçimdeki sesi sonra fark etmiş, farklı sıradan itirazların yanı sıra, bu sahneleri fazlasıyla “soyut” bulmuştum. Sanki “mesaj”ın algılanmayacağı, “okuyucumun buna nüfuz edemeyeceği”, ayrıca “böyle şeylere gerek olmadığını” söyleme cüretinde bulunmuştu yüksek iradem. “Saçma” bulduğum bir ara geçiş örneği de, çocukluktan kalma turuncu renkli bisikletini yağmurlu havaya rağmen dışarıda duvara dayadıktan sonra loş ışık altındaki bir meyhane iskemlesinde oturmuş, kendisini dünyayı değiştirme eyleminin bir parçası hissettiği günlerin anılarına dalmışken, hoplaya zıplaya gelip ayağına çarparak duran rengârenk bir misketin varlığını hissetmesiydi.

E, misket deyip geçmeyin…

Benim için misketlerin anlamı çok derindir. Roman kahramanım için de öyle olduğu kesin.

Ama adına ister bilye, ister cicoz, ister kemik deyin, bu misket meselesini sizi merakta bırakmak için pek yakın gelecek zamana sarkıtıyorum. İsteyen avazı çıktığı kadar bağırabilir yani…

***…***

(*) Önceki Makale: STANPOLI YOLUNDA ~ Kumburgaz’dan Beylikdüzü’ne

(*) Sonraki Makale: Yitik Bir Şehir Romanının İzinde

Bir sonraki “İstanbul Gezileri” ajandasında görüşmek üzere; sevgiyle kalın,

Gezenti Şeref

**GBT~2022/062**

>>> [iÇERİKdİZİNİ]

error: Content is protected !!