Biz Heybeli’de Bir Sabah Değirmenburnu’na Çıktık

Beşiktaş’tan Heybeliada’ya…

Nasıl bilebilirdim ki 2017 ilkbahar coşkusu İstanbul’da sulusepken uğrayacağım bir yolculuk garajım olacak diye. Adeta son parçalı bulutlar gibi eski sokaklarıma yaptığım giriş çıkışlar beni şaşırtmıyor değil. Karşılaştığım her türlü yenilikler beni ister istemez eskiye götürüyor. Albümlerde o geçmiş fotoğrafları arıyorum. Bulsam iyi bir karşılaştırma yapacağım da bulamıyorum tabi. Nerdeee, eskiden bugünkü kadar fotoğraf çekildiği!

Mayıs günleri yakında kuliste. Yaz ise yolda. Sıcaklar basmadan İzmit’in yaylalarına tırmanmam lazım. Ama bazı nedenlerden dolayı Trakya hudutlarından ayrılamıyorum bir türlü. Şu İstanbul programlarını da tam olarak bir yoluna koyabilirsem o zaman daha berrak hareket edebileceğim. Gerçi hiç fena görünmüyor. İki haftada beş rotayı halletmişim. Bence bu sıkışıklık arasında azımsanmayacak bir başarı. Hem sırada an az üç katı daha güzergâh planım var, ama ne zaman yapılabilirliği konusunda hiçbir fikrim yok. Zaten çok yakında uzun mesafeli turnelerimi başlatıyorum. Yani bir nevi hiking faaliyetlerinden trekking’e geçişler. Doğrusu bu gidişle şiirsel İstanbul aranjmanını bu uzun çaplı rotalarımın aralarına serpiştirebilirim ancak.

Az önce fotoğraf dedim de aklıma ilk pasaportumdaki vesikalık fotoğrafım geliyor. Saçlar çalımlı, dalgalı ve uzun. Uzunluğu uzun zamandır kesilmemiş olduğundan. Yüz çehresine ve enseye gelişigüzel uçuşan dalgalar düşüyor. Uçuşan dalgalar deyince, 60’ların hippi bir görünümünü getirmeyin aklınıza. Tüy tüy dalgalı saçlar, yerçekimine kâh direnip kâh boyun eğerek, fotoğrafta kendilerine gelişigüzel bir yer bulmuşlar! Meyve aromalı şampuan damlacıklarından eser bulunmayan bir büyük kalıp beyaz sabunla yıkandığı besbelli!

Sen git bu fiyakalı fotoğrafı pasaportuna yapıştır! Olacak iş mi!

Sevdiğim Yazarların Adaları

Bu sabah pasaport yemlemek için yollara düşmüyorum. Tersine geçenlerde sözleştiğimiz gibi eşim ve kızımla beraber bir büyük Adalar turu yapacağız. Bir tek Ahmet ile Yasemin’i buluşturan Hatırla Sevgili’nin Büyükada’sına uğramayı düşünmüyoruz. Zira bu adaya o kadar çok gitmişliğimiz vardır ki sadece sokak adlarını değil evlerin numaralarını bile kafama yazmış sayılırım.

Ve o gecenin bir saatinde, her zamanki gibi, erken yola çıkabilmek için son şehirlerarası otobüsümü yakalayabilmişim. Millet uykuda. Bir tek Emel Hanım balkon penceresinde, gelişimi dört gözle bekliyor. Çok geçmeden baştan aşağı karaltılara karışmış sırt yükümle sallana sallana geldiğimi görüyor. Ben de onun yükseklerde mevzilenmiş alacakaranlıktaki siluetini yakalıyorum. Elimi sallıyorum, aşağıdan otomatiğin zırıltı sesi duyuluyor.

Ve bu sabah…

Erkenden kalkışıyoruz. Kıpkısa, anlık kucaklaşma merasimleri çarçabuk yerini üst-baş, öteberi hazırlığına bırakıyor. Bu arada hava belli ki bir sürpriz yapabilir, yağışla karşılaşabiliriz. Sol omzum, Londra’dan kalan eserle, ne zaman bir yağmur havası solusa hemen sızlamaya başlar. Tamam, bu harika oldu işte, diye söyleniyorum. Yağmurda adalar… Neyse ki bulutlar bir açıyor, bir kapıyor. Güneş de yüzünü göstermeye başladı. Belki bizi düşünüp yağmayacak bugün. Güzel teselli…

Beşiktaş’a 8:00 gibi varıyoruz. Otobüslerin arasından, bir vakitler yolun sonuna gidip kızımın tıknaz simitçisi, Osman abisiyle, merhabalaştığımız, sabahın taze nemiyle henüz ıslak çevreyi bulutların arkasından öylece sırıtan bir taze güneşin kurutmaya koyulduğu, ardına kadar açık ağızlı büfelerin ve sokak satıcılarının camekânlarındaki simit, poğaça, börek, sandviç ve tostların, az ötede farklı istikametlere yolculuk yapacakların her bir gişe önünde oluşturduğu kuyrukları göz ardı ederek meydanlığı geçiyoruz ve Eylem kızım motorların tarafına, bense Şehir Hatları iskelesine yöneliyoruz. Emel ise ortada kalakalmış durumda, hangi tarafa gideceğine karar vermeye çalışıyor.

Şehir Hatlarında bir sürpriz bekliyor bizi

Kızım diyor, bu az sonra kalkacak, ben diyorum bak bu da kalkacak, o diyor ama bunun beş dakikası var, ben diyorum ama o motor, ben vapur istiyorum, ona göre ha motor ha vapur fark etmediğinden saatine bakıyor, illa o motora binmemiz için ısrar ediyor, bense ondan daha çocuklaşacağımı kanıtlar gibi, omuzlarımı silkiyorum, yok kızım ben o motorlarla Ada’ya filan gitmem, ben hani şu bacasından is çıkaran, martıları peşine takan, yunuslarla yarışan vapuru isterim diye katır göçmen damarım şu hafta başının şu yağmur kokan gününden şöyle bir tutturunca, ister istemez herkesi peşime takıyorum. Kızımın yüzü düşüyor. Bak yarım saat bekleyeceğiz şimdi diyor. Olsun diyorum, bak mis gibi vapurla gideceğiz.

Hıı, bekle sen, vapur gelecek diye…

Ulan, ne zaman Şehir Hatları vapurlarından kurtulup bu hödük motorlarla anlaştı!

Bu kez benim yüzüm düşüyor. Çocukluğumun o vapurlarından bir tanesi gelecek diye beklentiden sabırla çiklet çiğneyen biz ve Şehir Hatlarının güzide Ada yolcuları biniyoruz Nuh Nebi’den kalma dandik bir takaya, gidiyoruz kıyamete. Güvertede oturmak mümkün değil. Çok esiyor. İç bölüme dalış yapıyoruz. Kalabalık değiliz ama ne olur ne olmaz deyip hemen kendimize güzel bir yer beğenmeye çalışıyor, nahoş Şehir Hatlarının burnuna göre sağ koldaki pencere kenarında insanın poposunu gıdıklayan derme çatma ahşap bir oturma grubunun inceltilmiş deriden teşekküllü minderlerine mevzileniyoruz. Gözlerim ilk evvela can yeleklerinin bulunduğu dolap bölmesinde. Kimselere çaktırmadan içini dışını iyice kolaçan ediyorum. Ne olur ne olmaz!

Yahu diyorum hadi şimdi önümüz bahar, yaz; insanlar bu aletlerle kışın nasıl gidip gelirler. Valla bana hiç tekin gelmediler.

Aklıma 1977’den bir hadise geldi işte…

Ağabeyimin hergele arkadaşlarıyla birlikte pancar motoru olan bir kayıkla Sedef Ada’sına yüzmeye gideceğiz. Kartal’dan biniyor ve güle oynaya gidiyoruz. Yolculuğumuz şahane geçiyor. Bütün günümüz de öyle. Akşamüstü hava birden değişiyor. Yola çıkmak lazım, yoksa sıkıntı yaşarız diyor, ağabeylerden biri. Ulan, kimdi o şom ağzını açan? Tam denizin ortasındayız. Hava dönmüyor, deniz dönüyor. Bildiğin çalkantı. Biz hop bir havalanıyoruz, hop bir iniyoruz. Küreklerle boğuşan abimin birine diğeri fırça kayıyor, “Kürekleri kıracaksın!” Kürekler kimin umurunda, bir çıkalım şuradan. Valla hiç unutmam tekmili birden ateist abilerimin hepsi ellerini açmışlar tanrıya dua ediyorlar! Ben hallerine güleyim mi ağlayayım mı, su girdikçe kayığın içine benim de betim benzim atıyor, çaktırmadan ben de yarım yamalak açıyorum ellerimi.

Bizi o gün birbirimize hissettirmeden tanrıya ettiğimiz yakarışlar mı kurtardı, yoksa hepimizin genç olmasına mı acıdı tanrı baba ya da laciverti bulanık suya dönmüş deniz aga, bilemeyeceğim, fakat Kartal Kadınlar Plajı’nın önünden karaya vardığımızda geride ne çalkantı kalmıştı ne başka bir şey. İşte denizle şaka olmayacağını bir kez daha tatmıştım on dört yaşımda.

Sedef kazazedesi Gezenti Şeref o ada, bu ada derken Heybeliada’da karar kılar

Adalar gözümüzün içine girmeye başlayınca seviniyorum. Oh, galiba, bu kez de yırttık diyorum kendi kendime. Bir ara teknenin iç salonunun biricik prizini tekeline almış sevgili oldukları her hallerinden belli iki genç kardeşimden yüksek müsaade isteyerek yapıştırıyorum fotoğraf makinemin bataryasını. Bir güzel şarj oluyor. Gece o hengamede unutmuşum. Dolsun bakalım; ne fotoğraflar çekeceğim bugün.

Öte yandan Eylem kızımın profesyoneli zaten elinden gelen çabayı gösterecek, hakkını verecek Adalar turumuzun yani. İşte Kınalı’yı geçtik, Burgazı’da geçiyoruz. Bu ŞH es geçiyor sevgili iki küçük adayı. Hâlbuki eskiden hepsine uğrardık. Yeni icatlar çıkarmışlar. Çok yönlü tarifeler, çok değişik motor seferleri. Neyse biz az sonra Heybeli’de ineceğiz…

Ne tuhaf rastlantı!

Heybeli denilince benim aklıma nedense önce Hüseyin Rahmi gelir. Nasıl Burgaz denilince Sait Faik geliyorsa. Hüseyin Rahmi’nin eserlerinde yarattığı İstanbul betimlemeleri harikadır. En sıkıntılı anlarımda başka bir şey okuyamazken, bir liman gibi sığındığım bu kitaplarda şehrin yapıları, bitki örtüsü, çoğu soysuzlaşmaya başlamış, çoğu dehayla çılgınlığı iç içe yansıtan, soysuzlaşmada neredeyse erdemler kazanan kişilerce ifade edilir. Bazen o an çıkar gelir, Hüseyin Rahmi’de katılır, kendince konuşur.

Rastlantının böylesi… Yangınlar artığı Hüseyin Rahmi de Aksaray, Emirgan derken Heybeliada’da karar kılmamış mıydı?

Ne tuhaf! Kendisinin ya da herhangi bir eserindeki karakterlerin anlattığı eski İstanbul, gitgide esef edilecek konumuna hızla düşmektedir.

Salaş meyhane tasvirleri, payitaht olmaktan peyderpey uzaklaşan İstanbul’un asıl kalabalığını sivri dille yansıtır. Tıklım tıkış dolu birahanelerin, meyhanelerin az berisinde, dar, çarpık çurpuk sokaklar, bakımsız bostanlar, taşları devrik, bitki örtüsü sararıp kurumuş, parmaklıkları paslı mezarlar, mezarlıklar başlar ve neredeyse bütün kenti kuşatır… Sefaletin, hem de ağır sefaletin yanı başında spekülasyoncu sınıf, doğayı da kendi çıkarları uğruna talan etmektedir. Örnekse, ormanlık alana yeni yeni köşkler yapılmaktadır…

Belki de hiçbir edebiyatçımız bunca erken görüşlülükle İstanbul’u günümüze getirecek talanı ve yıkımı yansıtamamıştır.

Oysa diğerlerinin yaptığı gibi bütün mesele İstanbullu kişiler, şehir halkı değil, çevre bilinci algısıdır.

Gülünç anılardan içli adalara

Hiç unutmam. Çocukluğumun bariz saman otomobili Anadol çok gülünçtü gerçekten. Şöyle ki; bu otomobil İstanbul’daki hazırlıksız yollar için tam bir facia taşıtıydı. Ne amortisör kalırdı, ne kaporta. Baştan sona gözyaşlarımla güldüğüm bir facia… Hele bir keresinde, anneannemle birlikte Yavuzselim’de anne tarafımdan bir akrabamızı, Gülsüm teyzemizi, ziyarete gittiğimizde ben sokakta oynarken, bir ara dinlenmek için mola verdiğimde yaslandığım Anadol’un ön kaportası içeri göçmüş adi kontrplak dışarı fırlamıştı. Ödüm kopmuş, hemen o arabanın yanından uzaklaşmıştım… Benden önceki yıllarda ise İstanbul’a yabancı sermaye tarafından apar topar sunulan teknik gelişme; ancak bilgisi, görgüsü bu soy gelişmelere kapalı İstanbullu tarafından hurafeyle beraber bohçalanıyor ve maalesef, kent dokusu, doğal ve tarihsel özelliklerini hızla yitirmeye başlıyordu.

Benim dahi 1970’li yıllarda öve öve göklere çıkardığım Bostancı – Kartal sahil şeridi bile bakımlı olmaktan çıkıyor, belki de iç göçün anormal artışıyla birlikte, her geçen gün tahrip edilen, kirletilen bir sayfiye yeri olmaktan uzaklaşıyordu. Bu nedenle olsa gerek yetmişlerin sonlarından itibaren Adalara gitmek bizim için daha anlamlı olmaya başlamıştı.

Şu andaki sahile paralel giden ve doksanların ortasına kadar süren hummalı bir çalışmayla denizi doldurarak elde edilmiş çevre düzenlemesinin son halini ancak orada yapacağım turda görebileceğim için bir yorumda bulunamayacağım. Fakat bizde yeşil denilince akla illa mangal yapma fikri ‘ergen’ bastığından, bu otluk ve ağaçlık alanlarda hâlâ o çirkin ve kokusu ağır dumanlar yükseliyor mu bilemiyorum.

Heybeliada

Tam saat 09:40’da oksijen deposu Heybeliada’ya halatları bağlayan ŞH’den iniyor ve iskeleden dışarı doğru adım atıyoruz. Pes, diyorum. Kaptan dakikası dakikasına, tarifeye uygun olarak getirdiğine göre şimdi bu taka için söylediklerimi geri almalı mıyım? Cık. Ben %50+ göçmen çocuğuyum. İnadım inat. İlla o çocukluğumun eski rıhtım Şehir Hatları’nda ısrar ediyorum…

Solda Deniz Lisesi Komutanlığı her zamanki heybetiyle yer alıyor. Ben zaten bu adayı bildim bileli yeşille mavinin iç içe geçtiği, doğal dokusunun, şansı yaver gittiği için demek lazım, çok az hasar gördüğü, insanların özellikle ağaçlık alanlarında keyifle vakit geçirilebileceği yerlerden biri.

“Ben nasıl İstanbulluyum?”

Bir taraftan bizi kadraja almış komik resmimizi fotoğraflamaya çalışırken, diğer taraftan bu adaya daha önce hiç ayak basmamış olan Bakırköy’lü Eylem, ben nasıl İstanbulluyum diye bir soru fırlatıyor ortaya. Onun suçu değil tabii. Biz ha bire Büyükada’nın faytonlarının peşine takılmışız. Sanki bu adada fayton yokmuş gibi. Getirmemişiz çocukları. Ama zaten önemli olan güzel yerleri farklı yaşlarda ziyaret etmek. Çocukken başka, yetişkinken hatta yaşlılıkta daha bir farklı. O yüzden kaybettiği bir şey olmadığını dile getirip teselli ediyoruz kendisini. Hiç kuşku yok böyle bir yerleşim beklemiyordu. Adanın hem büyük, hem oldukça yeşil olmasıyla büyüleniyor.

Bildiğim kadarıyla yükseği en fazla 140-150 metreye yaklaşan dört tepesi var bu adanın. Az önce bahsettiğim gibi iskelede iner inmez, solda Deniz Harp Okulu ve ona bağlı binaların uzandığını görüyoruz. Çocukluğumda yaz günleri ayrılmadığım Hadımköy’de asker abilerle, subay abilerle ve onların eşleriyle, çocuklarıyla hep bir aradaydım. Çok iyi anlaşırdık. Ama şimdi nedense bana hep soğuk geliyor kışlalar. Bu yüzden fotoğraf çekmeye bile çekiniyorum. Yasak filan dinlediğimden değil, canım çekmiyor.

Bunların arasından geçerek arkada, Çay Limanı tarafına gidebilirdik. Bunu sonraya bırakıyoruz. Şimdi daha acil bir durum vakıası var; sulama istasyonu aramakla meşgulüz. En kalitelisinden yüznumara nerede bulunur diye sorsalar bana, hemen öne atılır ve İtfaiye istasyonu neredeyse orada vardır derim.

WC arıyorsan İtfaiyeyi takip et

Yüzde yüz haklı çıkıyorum elbet.

Tabi bu arada o yolu kat etmek için giderken yol üstündeki ahret evlerine takılmadan edemiyoruz, böbreklerimizin ve mesanemizin isyanına rağmen.

Ohooo, diyorum, durun bak, yol boyunca daha ne evladiyelik, metruk evler göreceğiz!

Hâliyle bir günde üç ada turu yapacağımız için adanın her tarafını didik didik etmemizin mümkünatı yok. Bu yüzden çay limanı yol projesi yatıyor. Bir başka sefere diyoruz.

Eğer Heybeliada Sanatoryumuna giden bu yolu takip etseydik kiliseleri uzaktan da olsa görme şansımız olabilirdi. Hâlâ Deniz Kuvvetleri’nin elinde bulunan o koca muhteşem arazide tarihten kalan iki ilginç eser yer alıyor; birincisi, Türklerin fethinden önce yapılmış son ve Adalar’daki tek Bizans Kilisesi, Kamariotissa. Son İmparatoriçe Maria Komnena’nın yaptırdığı sanılıyor. Meryem Ana’ya ithaf edilmiş. Mimari tarzı bakımından çok farklı ilginç bir Bizans yapısı.  Fener’deki Aya Maria dışında, dört yapraklı yonca modeline göre yapılmış tek kilise budur. Her zaman Ada Rumlarının denetiminde kalan kilise, narteksinin kemeri içindeki Meryem Ana İkonasından esinlenerek zamanla halk arasında Kemerli Meryem adıyla da anılmış. 1942 yılında Manastırın Deniz Kuvvetleri tarafından istimlak edilmesi ile kilisenin tüm faaliyetleri de sona ermiş. Dolayısıyla içinde bulunan değerli ikonalar ve ahşap ikonastis Ruhban Okulu’na taşınmış, ancak bazı mozaikler tahrip edilmiş. Kilise bugün Deniz Kuvvetleri’ne ait olan binanın iç avlusunda olduğu için kendilerinden özel izin almadan göremeyeceğimizi biliyoruz.

Bu kıyıda ayrıca Aya Yorgi (Ayios Yeorgios) Manastırı, Çay Limanı’nın batı ucunda Tariki Dünya Manastırı var.

İkinci ilginç kalıntı bir mezar taşından ibaret. Bu, Kraliçe I. Elizabeth’in elçisi Edward Barton’ın mezar taşı. Üzerinde imla yanlışları da olan Latince bir kitabe ve Barton’ın aile arması var.

Biz ise yolumuza iskelenin sağındaki çarşı, meyhane ve kahvelerin yer aldığı sokaklara dalarak ilerleyişimizi sürdürüyoruz. İşte o sözünü ettiğim ilginç yapılardan bazılarına rastlamış bulunuyoruz.

Ahret evleriyle oyalanacak vaktimiz de pek yok
[📷 Ada Sokakları, Heybeliada, (Nisan 2017).]

Evlerin önünden geçerken ne kadar çok mırnav kardeşe rastlıyoruz. Sanki bütün pisileri bu adaya getirmişler gibi…

Babaeski güzeli, Emel Hanım, Trakya damarına yakışır hepimizi şaşırtan o şeytani düşünceye parmak basıyor: “Hadi bisiklet kiralayalım!

Güzel fikir de 20 kiloluk sırt çantasına söz geçirmem imkânsız. E, bisikletlerin patronu cingöz, bırak abi, ben bakarım çantana diyor. Adam nereden bilecek benim egzersiz turnesi yaptığımı. O da haklı tabi: üç kişi, üç bisiklet hesabı yapıyor. Kızım, ben de sürekli fotoğraf çekeceğim, diye buruk acı bir reddiyede bulununca Emel hanımın yüzünden düşen bin parçaya dayamıyoruz, biz baba kız, ısrar ediyoruz, bak sen al arada biraz biz de bineriz diye ikna yeteneğimizi var gücümüzle çalıştırıyoruz.

Sonuç:

Ama diyoruz şöyle bir iki tur at; herhangi bir arızası varsa fazla uzaklaşmadan hallettirelim.

Ah, Emelciğim, aşk olsun sana, aşk olsun! Beni velespit turnelerimde yalnız ve bakir bırakmaya yeltenirsin ha! Hele şu sırt çantamdan bir kurtulayım bak sana o vakit cillop gibi bir bisiklet hediye edeceğim…

Güzeel; hadi bakalım bir fotoğrafçı, bir bisikletçi, bir de sırt çantalı gezgin şu Ada’yı arşın arşın keşfedelim nerede neler varmış yoklayalım.

Aman kimse bana dokunmasın; hava şahane, yol şahane, bundan güzel idman yürüyüşü mü olur!

Heybeliada’da Selviler, Manastırlar

Şimdi Heybeliada çamlıklarına doğru kâh yayan, kâh iki tekerlekli ilerliyoruz.

Sahile yakın Büyük Rum Kilisesi Aya Nikola (Ayios Nikolaos) gücenebilir ama bizim derdimiz önümüzden kaptırıp giden Emel’ciğime yetişmek. Onun kilise filan görmek gibi bir hülyası yok. Kaç yıl sonra bisiklete biniyormuşum ben, filan deyip sokaklarda kelebekler gibi uçuyor. Yok, yanlış tabir kullandım. Kelebek olsa ensesinde biteriz. Arı gibi, vızzz bir o sokakta, vızzz bir bu sokakta.

Velhasıl biz baba-kız da kendi pusulamıza göre yürüyüşümüzü sürdürüyoruz. Bazı ilginç ahşap evlerin önünden geçip fotoğraflar çekiyoruz.

Sanırım ben buraya bir daha gelirim. Hüseyin Rahmi Gürpınar müzesi, müze evi, İnönü evi müzesi, örneğin İlyasko Yalısı, Hulusi Bey Köşkü hep havada kaldı. Tuttuk yolu Ruhban Okulu istikametinde ormana doğru ilerliyoruz.

Bi tur versene!!

Ha bu arada; Trak sülalesinden Emel hanımı tutana aşk olsun…

Otel Panorama’nın yanından geçerek gitseydik, çamlık piknik yerlerine gelebilirdik. Bunun ilerisinde Değirmen denilen bölge var; üstelik adı veren değirmen kalıntıları da ayakta. Ada’nın en büyük plajı burada.

Ama biz fazla yapılaşmamış olan öbür tepeye, Aya Triada Manastırı’yla (ki bu da Bizans’a uzanmakta) birlikte Rum Ortodoks Teoloji Okulu’nun olduğu güzergâhta ilerleyişimizi sürdürüyoruz.

Tarihsel anlatımlara göre, Heybeliada, fetihten bir zaman sonra, Rum nüfusun başlıca dini eğitim merkezi olmuş (dünyevi eğitim merkezi Fener’de kalmış). Din adamı adayları Yunanistan’dan ve Rumların bulunduğu her yerden buraya okumaya gelirlermiş. 1970’lerde Türk hükümetiyle Ortodoks Patrikliği (daha doğrusu, Yunanistan) arasındaki bazı anlaşmazlıklardan ötürü bu eğitim durma noktasına gelmiş.

Yazıklar olsun bize... Tarih ve kültür anlayışımız ne kadar sıkıcı.

Her neyse. O kadar çok sokağa girip çıkıyoruz ki tam olarak da not alamadığım için hangi sokak hangi sokakta kaldı diye akıl kurcalama haliyle karşı karşıya kalıyorum.

Ada sokaklarında göz açıp kapayıncaya kadar kaybolma hissi

Sokaklarda kaybolmak hem enteresan hem çok güzel bir şey. Nihayet bir bağlantı buluyorsun ve rotanı düzeltiyorsun. Hiç önemli değil. Herkes halinden mutlu görünüyor. Mola verip bir şeyler atıştıracağımız mesire gibi yeri işaretliyoruz kafamızda. O an’a kadar bacakları çalıştırmaya devam. Son hatırladığım Refah Şehitler Caddesi’ydi. Yol bizi eskiden Elen Ticaret Okulu olarak efsaneleşen üniversiteye yani bir zamanların meşhur Denizcilik Lisesi kampüsüne götürüyor.

Buradan sonra orman içinden nefis bir yürüyüş parkuru bizi bekliyor. Elbet, bu özgürlük zilleri Emel’ciğim için başka türlü çalıyor. O önden önden giderek ileri gözetleyici görevini şanıyla ifa etmekten geri kalmıyor.

Bir ilkyaz günündeyiz. Havada bulutlar yağmuru getiriyor nihayet. Ahmakıslatan bir yağış tepemizde. Severiz bu halleri. Yağmur, orman ve doğa aktivitesi. Şahane!

Çamların, selvilerin koyu gölgeleri, boşlukları arasında, zaman zaman, manastır, ayazma benzeri yapılar, hüzün veren yaprak bahçeler beliriyor ve kayboluyor. Nadiren mermer mezarlar, derin bir sessizlik içinde, bize bu dünyanın geçiciliğini, hırsların anlamsızlığını acı acı buyuruyor. Ölüm ve ölümden öte olan şeyler.

“Yok oluşluk” edebiyatı bu doğaya yakışmıyor. Ama sokaklardan ilerlerlerken hayran kaldığımız bazı evleri fotoğraflamadan es geçmek bizim sokak fotoğrafçılığımıza yakışmayacağından durup durup deklanşörlere basıyor, birbirinden güzel kareler alıyoruz. Vaktimiz tabiatıyla çok sınırlı lakin görebileceklerimizi görmeli ve kayda almalıyız.

Zümrüt yeşili çamlık ve çivit mavisi bir deniz

İşte yolumuzu bezeyen bu yeşil ve sık, kopkoyu çamlardan aşağısı birden deniz. Hemen oracıkta piknik masalarının varlığında küçük bir mesire alanı görüyoruz. Manzara ve çiseleyen yağmur eşliğinde çayımızı koyuyoruz ve Beşiktaş Meydanı’nın aynı karesinde yıllarca aynı şirinliğiyle satış yapan o tanıdık simasından aldığımız simit, çatal ve açmaları afiyetle yemeye başlıyoruz.

Oksijen bol, toprağa ve otlara düşen yağmur tanelerinin bıraktığı ıslaklık kokusu güzel, demli çayımız, öteberilerimiz güzel. Bundan iyisi can sağlığı.

Deniz hemen çok yakınımızda değil ama, çivit mavisi olduğunu tasvir ediyoruz. Güneş yine çıkınca altın ışıltılı olacağından hiç kuşkum yok.

Moladan sonra yürüyüş ve bisiklet aynı tempoda devam ediyor. Yol sık ağaçlık olduğu için ve sonu görünmediği için bizi nereye kadar götüreceğini bilmemiz mümkün değil.

Hüseyin Rahmi’nin adası sadece gülmüyor bizi de güldürüyor. Çok hoş bir köprü ve o köprünün ardındaki deniz manzarasıyla karşılaşıyoruz. Yol sürprizlerle dolu. Ada’ya sinen lavanta kokusunun nerden esinlendiğini çözümlemeye çalışıyoruz. Babam olsaydı o kimyager eksperyansı burnuyla şıp diye söylerdi hangi ağaçların çiçeklerinden yayıldığını.

Denizler ve ormanlar…

Buna bir de rüştünü ispatlamış orman içi yürüyüş parkurunu eklemek lazım. Bu yollar kim bilir ne çok hikâyeye açılıyor… Farklı insan müsveddeleri, farklı dokunuşlar…

Kiliseler, manastırlar ve Ruhban Okulu, tıpkı Hüseyin Rahmi müzesi ve içleri gezilecek diğer evler gibi ancak bir başka etkinliğin konusu olabilir ancak. Bugünkü hedefimiz Ada sokaklarında salına salına yürüyüp, fotoğraf çekmek. Çiftteker de bu yolculukta bir pedal-sever için hariçten gazel okuyan bir sürpriz gibi.

Mesela natürel görünümüyle ağaçtan şu haç; Manastır’ın girişine nişane. Masallara bile konu olacak kadar tam anlamıyla karakteristik bir strüktür. Muazzam mermer oymalar, mermerlerin altında, ruhlar âlemi, kıyamet günü için bekleşen birkaç ölü. Mezarlıkları demir parmaklıklar ve uzun yeşil otlar çeviriyor.

Mesela şuradaki küçük kilise, hem de Ada’nın en küçük kilisesi… Renkli pencerelerinde yansıyan güneş ışınları camlardan içeri süzülürken vişneçürüğü, kiremit rengi, bordomsular, lacivertler, ama hepsinde bir ışık. Dışarıdan içeriye belki içerden dışarıya akseden kim bilir hangi kutsal sahnenin tasviri.

Çiçek kokuları ağırlaşıyor

Sonra yine karanlık ağaçlar, yine çam ve selviler. Fakat bunların hepsi o kadar uzun süre burada adaya bekçilik etmişler ki, artık yaşlanmış, yeşilleri kararmış, zümrüt gibi bile değil. İnsan dalıp giderken ömürlerine ister istemez hüzünleniyor, gerçekten.

Şaka değil, sahiden Heybeli, şu Prens Adaları’nın en yeşili olmasına rağmen en içlisi, en yaslısı, sanki çağrışımlarında hep yalnızlığa, mutsuzluğa en yakın olan.

Abartmıyorum. Gidin Hüseyin Rahmi Gürpınar’ı bir daha, bir daha okuyun. Bakın, görün ki adamcağız orada az uğraşmamış, Heybeliada’ya şenlik katabilmek, kıyasıya eğlendirmek, onu mutlu kılabilmek için. Oysa şarkılar böyle mi söylüyor, diye düşünmeden edemiyorum. Münir Nurettin gelse gene kulağımıza üflese: “Biz Heybeli’de her gece mehtaba çıkardık.. Mehtaba çıkardık.. Sandallarımız neş’e dolar, zevke kanardık..  Zevke kanardık.. Saz seslerinin sahile aks ettiği demler.. Ah o demler.. Ah o demler.. Etrafı bütün şarkı gazellerle yakardık.. Zevke kanardık..

Şimdi Eylem bisikleti kapıyor, annesinin bıraktığı yerden bayrağı devralıyor. Ve tabi o cümbüşle ileri gözetleyici görevini de teslim almış oluyor. Az gidiyoruz, uz gidiyoruz, orman içi yolunda bizden başka tek tük insan varlığı. Samanlıktan çıkan birilerini görünce mutlulukla selamlaşıyoruz. Annemiz tedirgin oysa. Fazla uzaklaşmasın diyor. Ana yüreği işte. Ona göre bu çocuklar hiç büyümeyecek…

Dönüşte arsız adımların kıyameti

Vakit neredeyse Burgazada’sına geçeceğimiz Mavi Marmara’nın kalkış saatine yaklaşıyor. U-dönüşü yapıyor ada merkezine doğru adımlarımızı sıklaştırıyoruz.

Yetmez anacığım, bir gün yetmez bu Ada’ya diyorum. Bir dahaki sefer kamp yapmaya geliriz birkaç gün kalır, hem mavi sularının tadına bakar, deniz banyomuzu yaparız, hem de kültür gezilerimiz uğruna elden geldiğince bağlantılarımızı kurarız. Fikrin aşısı tutmuş olmalı ki Eylem’in gözleri anında boncuk gibi açılıyor.

Küçükken de böyleydi bu kız.

Akıl çelen bir düşünce yeli havada dolaşmasın, anında kapar, gözleri sevinçten parıltılara dolanır, mini minnacık parmaklarını sevinçten şıklatmaya başlardı.

Şimdi, sağımızda, solumuzda, taştan, ahşaptan o güzel evler yine. Pencerelerinden içeri bakıyoruz. Edimsel değil elbet. Mecazi anlamda. Bir anne, kucağında bebeği, güneşin vurduğu canlı ışıkların yansıttığı o muhteşem ada tabloları. O evlerin duvarlarına ne kadar da yakışmış. Sanki Paris’te, Londra’da bir sanat galerisinde dolaşıyoruz.

Ah, Beyoğlu da böyle değil miydi bir zamanlar!

Hafiften rüzgâr esiyor. Meğer Eylem Çağla yanımızdan muson rüzgârları gibi geçerken bisikletin çıkardığı havaymış. Ana yüreği yine dayanamıyor, az yavaş kızım, diye bağırıyor arkasından, ama sesini duyuracak gibi değil. O çoktan yolun sonunda kayboluyor.

Doğa bana yakışıyor, şahsen ruhum da doğaya… herkes kendine yakışanı yapar… benim ne yaptığımsa ortada…

Arkada bıraktığımız Ruhban Okulu, azizlerin, rüzgârın çamlardan kopardığı iniltili sesle nice zamanlardan beri sanki uyukladıklarını söylüyor bize.

Çarşı içine yaklaştığımızda esnaf cemiyetinden dükkânlar ve insan sesleri bariz bir şekilde yoğunlaşıyor. Hâlbuki yarım saat öncesine kadar o insan sesine hasrettik. Heybeliada nisan ayında meğer ne kadar huzurlu ve güvenliymiş. Yolların ortasında yayılıp yatan arsız kediler arada bir kıyameti koparıyor. Sanki tepelerden horoz sesleri duyuluyor. Hayırdır, gün yeni mi başlıyor acaba, diye insan bir kere daha merak etmeden yapamıyor.

Gitmek mi zor, kalmak mı?

En nefret ettiğim sorulardan biri bu. Gezgini her zaman ikilemde bırakacak çelmeli bir sorgu.

Kavga eden kedileri susturmak bile içimden gelmiyor. Biliyorum ki bugünün şu saatinde, belki hemen sonrasında, iskeleye yanaşan motora bindiğimizde, takriben üç saatlik gülümseyişler, sevinçler, şakalaşmalar, bu nefti adada bir sonraki gelişimize kadar sönecek. O geri geliş ne zaman olacaksa? Tam bir bilmece.

Bisikleti de sahiplerine teslim ettikten sonra meydandaki iskele önünde sıralanmış banklardan birine oturup motorumuzun hareket saatini bekleşiyoruz. Yine martılarla beraberiz. Nasıl da güzel uçuyorlar ve ötüşüyorlar. Sait Faik ile buluşmaya gideceğimizi mi anladılar dersiniz? Bu uçuşun çizgilerini hangi ressam gereğince anlatabilir? Seslerindeki derinliği hangi bestekâr? Rıhtımın şu demir parmaklıklara tutunan o yalnızlığı hangi yazar? Fotoğraflara yansıyor işte.

Benim martılarım İstanbul’du. İstanbul’un da martılar. Daha da özele indirirsem: benim martılarım şimdi Heybeliada’ydı, Heybeliada’nın da martılar. Az sonra aynı şeyi diğer iki adada yaşayacağımdan zerre kuşkum yok. Bu hikâye bitmez.

Hüseyin Rahmi’yi de kendi başına bırakıp gidebiliriz artık.

Yaklaşık yirmi dakika sürecek Mavi Marmara hattına bağlı 12:55 motorumuz Burgazada’sına doğru hareket ediyor.

Yağmurun kısa süreyle yıkadığı çamlara dönüp bakıyoruz şefkatle…

TUR ile İLGİLİ DETAYLAR

Tur Tarihi: 24.04.2017; Pazartesi

ROTA: Beşiktaş >> Heybeliada (V)

Güzergâh Seyri: Beşiktaş-Adalar ŞH İskelesi >> Heybeliada ŞH İskelesi >> İtfaiye Müdürlüğü >> Ada Sokakları >> Rıhtım Caddesi >> Refah Şehitleri Caddesi >> Heybeliada Anadolu Lisesi >> Değirmen Burnu Tabiat Parkı Orman İçi Parkuru…

Turun niteliği: Ada etkinliği ve sırt çantalı idman yürüyüşü

Tur mesafesi: 27 km

Yürüyüş mesafesi: 5 km

Toplam kat edilen araç mesafesi: 22 km

Kullanılan ulaşım aracı: İETT Otobüs, Şehir Hatları Motor

Toplam tur zamanı: 6 saat

Toplam yürüyüş zamanı: 2,5 saat

Bir sonraki “Burgazada” serüveninde görüşmek üzere; sevgiyle kalın,

Gezenti Şeref

***…***

(*) Önceki Makale: “Hiçbir Yere Gitmek İsterken Kendimi Emirgan’da Buldum

(*) Sonraki Makale: “Çekilip Boş Yollardan Bir Sait Faik Rıhtımına İniyoruz

>>> [iÇERİK dİZİNİ]

error: Content is protected !!