Garipçe’de Garip Bir Pire🚲

TÜM İĞRENÇ BİNALARA & TRAFİK ANARŞİSİNE RAĞMEN

Pire🚲 İLE İSTANBUL TURLARI

Bu aralar İstanbul bana yolgeçen hanı gibi oldu. Aslında hazan mevsiminde ve hatta kışa doğru programladığım birçok rotayı aradan çıkarmak istermişçesine planları değiştirmeye başladım. Ve İstanbul çevresinin turnelerine balıklama daldım.

Tabii bu arada “Pire🚲”nin ruhu duymaksızın, ondan habersiz “Vasfiye🎒” ile kaçamak yaptığımız türlü hiking turlarını hiç paylaşmıyorum bile. Çünkü bunlar daha ziyade ön keşif girişimleri. Huyum kurusun; askerlik görevini ifa ettiğim tarihlerde ileri gözetleyici ‘kariyer’imden kalan hınzır bir alışkanlık işte. Öngörme, önziyaret, önteveccüh vesaire vesaire…

%100 Düşünce Zenginliği

Madem bu şehrin kapısından girdik yine, bari bambaşka bir rotayla kentin içsel hayatından uzaklaşalım diye bir fikir attım ortaya. Pire🚲 hemencecik oltaya geldi. Dedi: “E, öyleyse, şu hep övündüğün İstanbul’un Karadeniz’ine kaçsak ya!

Vaavvv. Harika bir fikirdi. Bazen şu señorita’yı kıskanmamak elde değil. Çok ince fikirleri var, çoook.

İşte böyle ansızın, apansızın, bir anda karar vermiş gibi olunca akşamdan sabahı beklemeye başladık, derin rüyalar içerisinde…

Bir ara saatlerin zembereği boşalıyor. Sıcaktan uyuyamayıp kendimi çadırdan dışarı atıyorum. Kafamda beş yıldızlı divane sorular yok bu defa. Bütün sorular, son günlerde tepemizden hiç eksik olmayan Marmara sağanaklarının aniden yarattığı sıcak havadan buharlaşmış olmalı. Ah azıcık rüzgâr esse… Muson, Sam, yıldız yeli, keşişleme… Ne olursa!.. Yenikapı’dan Florya sahillerine doğru yol alırken üstada rastlamıştık ya, o yüzündeki muzip gülümseyişten anlamıştım. (Laf aramızda, herkesler o muzip tebessümü göremez, sabahtan akşama kadar heykelin karşısına geçseler, o gülümsemeyi seçemezler.)

Karıncaların Su İçtiği Yere

İşte herhalde o ima yüklü, nükteli tebessümün altında yatan baklayı çıkarıyorum. Ne diyor usta?.. “Behey, deniz o kadar durgun, o kadar durgundu ki, karıncalar su içerdi. Azıcık sallansa deniz, alır götürürdü karıncayı.

Behey, benim ilavem. Ama önemli olan o değil. Sözün gittiği yer. Nerede yazmıştı bunu usta?.. Tabi ki de son romanlarından bir tanesinde. Hani şu “Bir Ada Hikâyesi” dörtlemesi yok mu? Onun ikinci romanında.

Romanına mahlas olan “Karıncaların Su İçtiği”, Şileli balıkçıların denizin durgunluğunu ifade etmek için kullandıkları bir deyimmiş. Usta denize bakıyor, Marmara’ya, belki de Karadeniz’i görüyor. Romanda Nişancı’yı uyku tutmuyor, nedense şimdi benim imgelediğim gibi iskeleye iniyor, “gözlerini karanlık denizin ötelerine dikiyor”, deniz çırılçıplak.

Doğaya çıktığımdan beri ben neden böyle romanlarda, filmlerde yaşar oldum? Durup dururken gerçeklikten kaçmak mı arzum? Yok, yok, sanmıyorum. Hani kafamdaki çatlak sorular buharlaşıyordu? Romanda Nişancı kardeş denize bakarken, “uykusuz, gergin, hiç düşünmediği kadar çok deniz, çok kayalık, çok savaş, çok insan, çok ölüm düşünüyor”…

Ya ben ne düşünüyorum?

İster inanın, ister inanmayın, doğanın işi. Nişancı kadar umutsuz değilim. Kafamda biriken yığınlarca dertlere, sorunlara rağmen, ezelden beri umutsuz biri hiç olmadım. Ama sanki bu kez çok daha farklı. Doğanın eşsiz gücü beni tamamen değiştirdi, değiştiriyor. Umudun da ötesine sıçrıyorum. Besbelli ki hiper optimistlik hali. Bundan dolayı artık kimselerle siyaset, iktisat, toplumsal olaylar, gündem, karabasan haberler üzerinden konuşmuyorum. Varımla yoğumla gezenti gezegeninin ruh hallerini çözümlemeye çalışıyorum.

İşte yaşama sevinci buna denir…

Nişancı kardeş, ütopik romanda çocuklara bakarken bile ölülere bakarmış gibi hissediyor, savaş çıkartanlara lanetler okuyor. Yaşar Kemal usta da savaşların olmadığı bir dünya umudundan hiç vazgeçmemişti. Belki de romanlarında en çok bunu anlatmaya çalıştı desem…

Savaşsız bir dünya elbette ütopyaların en güzeli…

Bugünün gerçek dünyasının gittiği yörünge ile pek uyuşmasa da…

Kuzey Ormanları Boğaz Köyleri Filan

Bakıyorum iskeleden, denizden bu yana miniskül bir esintinin yaklaştığını hissediyorum, sadece bir his. Hımm, demek bir sonraki turne illa bir deniz kıyısına yapılmalı. Ama öyle rasgele bir kıyı olamaz bu. Mutlaka ‘karıncaların su içtiği’ kıyılardan biri olmalı.

Başka insanların varlığında küçük bir balıkçı köyünü ziyaret etmek hiç fena fikir gibi gelmiyor. En azından mutlu olduklarını görmek ve yazmak istiyorum… Mutlu olmak, belki onların karınca kararınca hikâyelerini dinleyerek daha mutlu olmak… Kimi zaman gezdiğim, tanıştığım, konuştuğum ve dinlediğim insan hikâyeleri beni daha mutsuz yaptığını düşünürüm; ama bu bir kusur, bir yanılgı. O insan hikâyeleri olmasa, hiçbir şey olmaz. Ben olmam. Pire🚲 olmaz.

Birazdan anlatacağım… Garipçe yolunu Avustralya kuşları basmış sanki. Her taraftan çıkagelen kuş cıvıltıları, geçtiğim yokuşlu yolların zorluğuna rağmen çevreyi ölümsüzleştirmekte.  Dikine dikine çıkılan uzun erimli bayırın verdiği nemli sıkıntıdan kan ter içindeyim, nefesim gittikçe daralıyor, susuzluğumu gidermek için mataraya dayanıyorum ama aklımda hep o cıvıltılar. Düşüyorum duyduğum seslerin peşine. Nasıl da insanın hayal gücünü kışkırtıyor. Umutsuzluk arzusunun şehvetli baştan çıkarıcılığı… Garipçe’nin cennetten bir kesit deniz kıyısına kavuşunca o kumsala uzanmak ve uyumak istiyorum. Karıncanın su içtiği plaja ne demeli, ya kale otlarının ondan bir şeyler çalmasına. Cıvıltılardan sonra durgun suyun peşine düşüyorum ve başıma türlü işler geliyor, bütün Rumeli Feneri Caddesi’ni pedallarken ve o şirin köyde baştan sona gezerken. Umuda kavuşur kavuşmaz yorgun düşüp uykuya dalmak istiyor insan. Beklenti arayışının kendisi mutluluğa dönüşüyor, bununla beraber kavuşulduğu anda kaybedilen…

Garipçe Köyü Turu Başlıyor

Sabah uyanır uyanmaz Pire🚲’yi kaptığım gibi İstinye’ye hareket ediyoruz. Saat tam 09:50. Havada bulutlar var ama Ağustos sıcaklığını hissettiriyor. Önce Yeniköy İskelesi’ni, sonra da Tarabya İskelesi’ni, Büyükdere İskelesi’ni geçiyoruz ve saat 10:45’te Sarıyer’e varıyoruz.

Sarıyer

Sarıyer İskelesi’nin hemen yanı başındaki M. Akif Ersoy Parkı’nda fotoğraf çekmek için dolanıyoruz.

[📷 İşte Boğaz, işte pamuk yığınları…]
[Sarıyer Rıhtımı]

Şu fotoğrafın içinde ne çok ayrıntı var. Ama benim esas göstermek istediğim yalnızlık teması. Ya da her şeyin kendi içinde azalan birliği. Söz gelimi, genç kadının biri yalnız başına hayallere dalmış, denizle o hayallerini birleştirmeye çalışıyor… Diğer banklar dolu. Sadece bir tanesi boş. Tamtakır denilebilecek cinsten yani. O da yalnızlığını örtbas edebilecek birilerinin gelmesini bekler gibi… Aydınlatma direğinin üstünde yanız bir martı. O da düşlere dalmış. Kim bilir hangi ‘budala’ balıkların ütopyasını kuruyor. Veee, Pire🚲… Sahnedeki yalnızlıkları paylaşan yapayalnız bir señorita velespit…

[📷 Sarıyer sahilinde…]

Bu arada Pire🚲 tutturdu, Sarıyer böreği de Sarıyer böreği diye. E, tabi, buranın meşhur nefis böreği pek muhteşemdir, pek lezizdir diye señoritanın kanına girdiğimden kabahat bende. Ancak ikinciye kahvaltı yapmak hiç işime gelmiyor. Kaldı ki bunun için ayrıca istisnai bir tur yapacağız. O gün hem kuş üzümlerin cirit attığı kıymalı börekten yiyeceğiz, hem de kazandibi. Kim bilir belki dayanamayıp sakızlı muhallebinin de tadına bakarız.

Dümeni çaktırmadan Yeni Mahalle Caddesi’ne doğru çeviriyorum. Ancak Liman Caddesi’ne ulaşınca Pire🚲 zokayı yuttuğunun farkına varıyor. Taa Telli Baba’ya kadar “dırdır da, vırvır”, çenesi bir türlü kapanmıyor.

Telli Baba

Bak, ” diyorum, burası Telli Baba, çok dırdır edersen, ömür billah dırdırcı olursun sonra.” Türbenin girişini görünce ciddi olduğumu düşünüyor herhalde anında zamklıyor dudaklarını.

[📷 Pire🚲’yi susturma denemeleri...]

[📷 Birazcık küskün çiçekler gibiyiz...]
[Geriye bakınca Sarıyer tarafından geldiğimiz yokuşlu yol...]
[Önümde uzanan Kavak tarafı. Tatlı eğim devam edecek gibi bir görüntü çiziyor.]
[📷 Buradan ayrılmadan önce Boğaz’a nazır son bir poz verelim...]
[📷 Telli Baba türbesinin girişi...]

Rumeli Kavağı

Saat tam 11’i 20 dakika geçe Rumeli Kavağı’na giriş yapıyoruz. Boğuk ve bunaltıcı havasından dolayı bizim meydanda pek işimiz olmaz. Bu yüzden doğruca iskelenin bulunduğu alana ilerliyoruz. Ne varsa denizin düşlerinde var.

[📷 Avrupa Yakasında Boğazın Son İskelesi]

[📷 Rumeli Kavağı’ndan Boğaz manzarası...]

Lafebesi señorita Pire🚲, balıkçı teknelerine hayran bir velespit.

Ne zaman bunlardan görse, hemen yapışıyor yakalarına. Bu sırada ben şahsen kırmızı kabukları soyulmuş kanoya bayıldım. Apaçi botlarını düşledim. Ah, şimdi Kuzey ABD’de, Kanada’da, Mackenzie’de, Kolumbiya ya da Yukon nehrinde olmak vardı…

[📷 Rumeli Kavağı’nda işimiz bitiyor. Artık sessiz sedasız ayrılma vakti...]

Mehmet Koçali Parkı’nın içinden geçip sonuna vardığımda, acaba sahil yolunu takip ederek gidebilir miyim diye İskele Caddesi’nde sağa sola bakınarak ilerleyişimi sürdürüyorum. Balık lokantalarını geçtikten sonra halk plajlarının girişlerinde kalabalık insan gruplarına rastlıyorum. Elmas Kum Plajı’ndan sonra Altınkum Kadınlar Plajı… Pire🚲 de hemcinslerini görünce kendi kendine mırıldanıyor, ne çok kadın var etrafta diye… Daha fazla ileri gitmeden kapıdaki birine soruyorum, bu yolu takip ederek çıkabilir miyim diye. İlerisi askeriye diyor. “Çarşı içine geri dön, fırının oradan sapacaksın. İşaretler var, onları takip edersin.

Pire🚲 yaramaz çocuklar gibi gülüyor halime. Ama ne gülmek! “Az kalsın sokacaktın bizi asker ocağına,” diye katıla katıla gülüyor.

Haydi, oradan gerisin geriye, fırın görüş alanımıza girene kadar devam ediyorum. Kavşakta hem Kavak Unlu Mamulleri’ni, hem de Garipçe’yi, Kilyos’u gösteren levhayı görüyoruz. Marketin birinden aldığım soğuk su ile matara takviyemi yaparak Çayır Sokak’a giriyorum. Bahçeli evlerin arasında ilerlerken caddenin ne kadar sakin, ne kadar düzgün olduğunu hissediyorum. Az sonra önüme çıkan T-kavşaktan sola sapıyorum. Burası Köprü Sokak. Herhangi bir işaret göremiyorum, ama içgüdüsel olarak sola dön diyor gönlüm. Bazen gönül dinlemek çok işe yarıyor. Köprü Sokak beni aynı zamanda otobüslerin de geçtiği Namazgâh Sokak’a çıkartıyor. Bir İETT durağından geçiyorum: “Köprü”

Duvar Gibi Bir Yokuşu Tırmanacağımı Bilseydim!! 🙁

Hemen 50 metre sonrasında sağda mezarlık başlıyor. Herhâlde zamanında burası Kavak’ın dış mahallesiymiş. Bugünse bayağı iç mahalle gibi olmuş. Mezarlık kapısının önünde İETT durağı var: “Mezarlık”. Sağda solda köpekler yola uzanmış, yatıyorlar. Biri bizi görünce ayaklanıyor. Gerçi kapıda mezarlık ziyaretine gelmiş üç dört insan var. Onlardan cesaret alarak pedallamaya devam ediyorum. Ayaklanan köpeğin ve diğerlerinin sevimli bakışları arasında ağır ağır geçip gidiyorum. Bu yol bizi dosdoğru Rumeli Feneri Caddesi’ne çıkartacak.

Her şey iyi güzelken o hiç abartılı beklemediğim yokuşlar ansızın önümde belirmeye başlıyor. Bana kalırsa, mezarlığı yanlış yere inşa etmişler. Resmen bu dik yokuşlar adamı gebertir. Kim bilir, belki de, mezarlığın kendisi bir mesajdı. Böyle bir misyonu olabilir yani. “İşte bak çıkıyorsun ama çıktığın gibi dönüşün de burası,” der gibi…

Neyse, kesinlikle moralimi bozmuyorum.

Çık çık bitmiyor, yeminle…

Şimdi bu dik rampa ile nasıl mücadele edeceğim onun hesabını yapmam lazım. Hani Karadeniz yaylalarının sert ve dik yamaçlarını andırmasa da günübirlik bir turne için eğimi oldukça fazla bir rampadan söz ediyorum. Ben ki katiyen performans bisikletçisi olmadığımdan ve hiçbir inadı taşımadığımdan, söz gelimi yolla inatlaşmayacağımdan yürüyüşle de devam edebilirim. Bayırı çıkmaya başladığımda bu kadar erken sukoyvereceğimi düşünmüyordum doğrusu. Görünen köy kılavuz istemiyor. Vitesi en küçüğe atıyorum, bana mısın demiyor. Ağır ağır pedallara yükleniyorum. Pire🚲 sessiz sessiz inliyor. Belki de halime kıs kıs gülüyor. “Sen hâlâ ton balıklı makarnayı bira eşliğinde götürmeye devam et,” diyor bana. Doğru bu gelişigüzel beslenme alışkanlığımdan, göbek bağlayıcı her türlü bakımsızlıktan kurtarmam gerekiyor kendimi. Nedense her bayır gördüğümde, zorlandığımda aklıma geliyor bu tür şeyler. Ve bir defa daha söz veriyorum kendime. Bakalım ne kadar sürecek bu sözün esnaflığı, bu da inceden bir merak konusu.

O da nesi? Bacaklarımda bir ağrı, bir yanma hissi mi duyuyorum yoksa? Vaaay, o kaslar, he o kaslar, nerede kaldı hemşerim diye kafa tutuyor bana. “Sen gençlikte böyle miydin bre vücutçu?” Hepsi haklı. Dayanması zor bir durum. Yanma da ne yanma ama. Duruyorum. Nefes nefese kalmışım. Yoksa çevrenin sessizliğinden mi böyle düşüncelerle kopup geliyorum?

Pes, vallahi, pes…

Bu yokuş bitmez anacığım. Bitmez. Pes ediyorum. Bir ağacın gölgesine park ediyoruz. İşte yokuşun tarifi burada…

[📷 İnsan nedense bayır tırmanırken hep yokuşun aşağısını düşlüyor...]

Su içip içimi tazeliyorum. Bu dinlence iyi geliyor. Hadi bakalım diyorum. Son bir gayret daha. Pire🚲’nin ayaklığı yerinden oynamak istemiyor sanki. Sadece Pire🚲 mi? Bu kuş cıvıltıları, bu dinginlik, bu oksijen, bu sükûtilik, insanın bir türlü bırakası gelmiyor. Daha doğrusu o yeniden zorunlu tırmanış düşüncesi yok mu, o işte kahrediyor, alıp alıp götürüyor bütün güzellikleri.

[📷 Daha başka nasıl anlatabilirim ki!!!]

Olmadı yeni baştan pedallara basıyorum. Hayır, olacak gibi değil. İyice yorulduğumdan kısa molalar daha kötü yapıyor. Kaslarım geriliyor. Bronşlar hırıldıyor. Kulaklar vınlıyor. Neler oluyor neler… Az ötede duruyorum gene. Yokuşun sonu gelmeyecekmiş gibi önümüzde çoğalıyor. Karar veriyorum, fazla zorlamanın âlemi yok diye. İniyorum, bir güzel itekliyorum Pire🚲’yi…

Amanıııın. Sanki kurtuluş! Nerdeeee?..

Ha pedal, ha yürüyerek tırmanma. Üstelik kendimle beraber sanki 110-120 kilo çekeliyorum. Etrafta sanki bizonlardan arta kalan kokal kemikleri var. Akbabalar da olabilir mesela. Yok, hayır. Bir anda kuş cıvıltılarının yerine kuçu kokusu alma duyularım çalışmaya başlıyor. Şüphesiz tek tük de olsa arabalar geçiyor. Ama yürüyen, dolaşan bir insan evladı yok. Bu yokuşta bisiklete binecek, olmadı yürüyecek aklı peynir ekmekle bir tek ben mi yemişim yani? Tek başınayım ve neyle karşılaşacağını bilemiyor insan. Sonuçta doğadayım.

Seviyorum ben bu yurdum insanını…

Motoru hırıldayan yüklü bir kamyon geçiyor. Adam birinci viteste çıkarken önce korna çalıyor, sonra da selam veriyor, “Tutun arkama,” diyor.

Niyetine bile soyunmuyorum. “Eyvallah. Ağır ağır çıkıyoruz.” Aslında fena fikir değil, ama uzun aracın çıkıntı demirine yapışacak mecalim kalmamış gibi hissediyorum ondan.

Üstelik ne ağır ağırı? Ağır vasıta türevinden kamyon bizden hızlı. Biz kağnı gibi tırmanıyoruz.

Terden sırılsıklam haldeyim. Bir mola daha… Bir otomobil duruyor önümde. Gençten iki delikanlı. “Abi, istersen atalım yukarıya kadar.

Daha çok var mı?

Var. Daha yolun yarısındasın. İleride daha da dikleşiyor.

Yapma ya! Ama neyse, teşekkür ederim. Yürüyüşle devam.

Sen bilirsin, ama dikkat et.

Sağ olsunlar bu gençler benim halimden her zaman anlıyorlar. Onlar devam ediyor, ben de toparlanıp yola koyuluyorum. Ne var ki bir düşünce saplanıyor kafama. Neden şimdi bu çocuklar “dikkat et” gibisinden bir kelam ettiler? Acaba yolda tekinsiz bir şeyler mi var? Yoksa kıpkırmızı olmuş efsunlu suratımdan soluksuz kalmış kalbimi aşırı yoracağımı filan mı düşündüler? Haydaaa. Keşke sorsaymışım. Neden böyle dediklerini kafama taktım işte…

Haklıymışlar. Yokuş azalacağına daha da dikleşiyor. Ama son pişmanlık fayda getirmez. Birkaç adım, biraz soluklanma. Başaracağım bunu. Elbet sonunu getireceğim. Bu sefer kenarlarda kaval kemiklerinin, ki çoğu artık topraklaşmaya yüz tutmuş, yanı sıra ağızları kesilmiş ve törpülenmiş koca bidonlar ve içlerinde sular var. Kimlere ait belli. Ya da öyle olduğunu varsayıyorum. Hani hava sıcak olmasa kendileriyle karşılaşma ihtimalim yüz üzerinden doksan; ama sanırım hepsi ağaç kovuklarında mışıl mışıl uyumaktalar. İyi. Aman yoluma çıkmasınlar da bir de bu yorgunlukla onlarla uğraşamayacağım. İlle velakin yine tedbir tedbirdir. Köpek savarımı, çıngıraklı düdüğümü sırt çantasından çıkartıyor, birini koynuma asıyor diğerini belime kuşanıyorum. Tam bir kovboy edasıyla. Bir de çalı mı alsam elime? Yok, canım ne gerek var! Zaten her yer odun ve taş kaynıyor. Eğer bir savaş çıkacaksa cepheye çekilir harbimizi yaparız.

Kara göründüüüüüü…………….

Neyse ki bu düşündüklerimin hiç birisi gerçekleşmiyor. Yürüye yürüye yokuşu sonlandırıyor ve kavşağı görür gibi oluyorum. İçimde bir sevinç, bir hoşluk…

Ahanda kara göründüüü… İskele alabandaaaa…

Ne muhteşem bir duygu bu. Sözcükler anlatmaya yetmez.

[📷 Rumeli Feneri Caddesi]

Tabi ki sarımsı kız taksi bizi beklemiyor. Yolcusu var onları indirecek.

Bu da geldiğim yola son bir bakış fırlatma an’ı. Sanki koca bir duvarı tırmanmışız gibi keyifle gülüyoruz şimdi…

Hani insana ‘ben gerçekten buradan mı geldim’ dedirtecek cinsten bir kırkmerdiven hikâyesi…

Yokuşun biteceğini sanan ben tam bir sanrı yaşıyorum. Oysa yeni başlamışız gibi bir görüntü var önümde. “Vay, vay, vay!” diye bir çığlık atıyorum.

Çık babam çık. Hadi bir molacık daha. Yürüyüşe çıkmış birini görünce selamlaşıyoruz. “Garipçe’ye var mı daha?

Altı, yedi kilometre vardır, abi.

Vay be, altı yedi kilometre ha? Yine o dik yokuşlardan varsa ayvayı yedim, diyorum kendi kendime. Acayip yorulmuş durumdayım. Yolun çıkışına bakıyorum hüzünlü hüzünlü. Delikanlı halimden anlamışçasına, dur diyor, bir de telefonumdan bakayım. Bakıyor, 8 kilometre. “Bak şimdi olmadı. Bir de bonusu varmış bunun,” diyorum. Gülüyor.

Ama çok tatlı yokuşlar var. Zorlanmazsın. İnişli çıkışlı.” … Ve sonradan ekleme ihtiyacını duyuyor. “Ama sakın şu yola girme. Bir daha çıkamazsın.

İşaret ettiği yola dönüp bakıyorum. “Az önce oradan geldim zaten. Pestilimi çıkardı valla.

Keşke bu yoldan gelseydin diyor. Belki haklı. Ama benimkisi macera. Geze geze keşfediyor ve zorlukları yaşaya yaşaya törpülendim, törpüleniyorum, törpüleneceğim…

İstikamet Kuzey Marmara Otoyolu

Hep düz yolda gidecek değilim ya. Bazen ‘off the road’ yaparak doğanın zindeliğini de tatmak istiyorum. Gerçi bugünkü yolumda ne bir orman içi yoluna, ne ona benzer bir toprak, şose zemine rastlamış değilim. Sık ağaçlıklar, fundalıklar arasında basbayağı asfalt yolda sürüş yapıyorum.

Bisikletli gezginler ‘off the road’ serüvenlerini kendilerine yönelik bir tehdit olarak görmezler. Gezginlik üzerine nice güzel, birbirinden sürükleyici kitaplar okuyabilirler. Gezginler tarihini inceleyebilirler. Macera çeşitlemeleri üzerine analizler yapabilirler. Farklı gezenti amaçlarını birbirleriyle karşılaştırabilirler. Gezginliğin tarihsel geçmişine bakıp geleceği üzerine tezler ortaya atabilirler. Gezenti psikolojisini derinlemesine inceleyebilirler. Maceraperest gezmelerin sosyolojisini masaya yatırabilirler. Seyyah felsefeleriyle haşır neşir olabilirler.

Tüm bunları yaparken de herhangi bir ‘baskı ve zulmün’ gölgesi üzerlerinde olmadığı için farklı sonuçlara varabilirler. Bisikletli gezginler vardıkları sonuçtan korkmazlar, utanmazlar, endişelenmezler. Sadece bazen şüphe edebilirler; o zaman da her şeyi baştan gözden geçirirler. Netice umutsuzluk inancı her haliyle kapsar. Ama umudun umutsuzluğu her haliyle kapsayamaz. Çünkü umudu olan insanın hayata bakışı, hiçbir örf, âdet ya da kaygıyla kısıtlanmamış özgür bir aklın hayata bakışıyla bir olamaz. Sırtını gezme dünyasına dayayanla evde oturmayı yeğleyene dayayan arasındaki tartışmalar o yüzden asla bir sonuca erişmez. Maceraperest beklentisi olan insandır. Evde oturmayı, dışarı çıkmamayı, özgürlüğünün kısıtlanmasını tehlikeli bulur; evde oturansa arsız gezentiyi şımarık, serüven budalası. 
Ve gezgin ruh, serüven ‘budalalığını’ kapsar; evcil birey maceralı hayatı bıçaklar.

İnsan yüz kızartıcı sıcağın altında dik bayır çıkınca böyle saçma sapan ilham kaynağı ile yüzleşebiliyor.

[📷 Yol, genç delikanlının söylediği gibi hafiften yükselerek devam ediyor...]
[📷 İşte çıktığım yokuş.]

Ama asla Namazgâh Sokak gibi değil. Onunla kıyaslanamaz bile... 🙂

Her tarafa şehir kondurmuşlar. Resmen köy statüsünden çıkmış buralar. Gökdelenleri aratmayacak nitelikte yüksek apartmanlar coşmuş. Belli ki rant piyasası burada bıçak kemiğe dayanmış vaziyetlerde. Belki dönüş yolumu buradan uzatarak yapabilirim. Kısmet…

Yol kaymak gibi. Sanırım yeni köprüye bağlantı bir yol olduğundan pek bakımlı. Üstelik emniyet şeridi bisikletler için pek güvenli. Önümdeki yokuşu tırmanmak yerine bu kez elime alıyorum Pire🚲’yi. Düzlüğe kadar bike-hiking’e devam. Arkamdan ufak çaplı bir bisikletli grup geliyor. Tastamam üç silahşorlar. “Kolay gelsin,” diyorlar. Tebessümler arasında merhabalaşıyoruz. Her hallerinden epey yol tecrübesi oldukları belli; onlar son sürat pedallamaya, bense yürüyerek tırmanmaya devam ediyorum. Maşallah civan gibiler. Bir çırpıda çıkıp tepeye ulaşıyorlar. Lakin benim hayatım da çok güzel, hızı kaldıramıyor. Halimden hallice memnunum yani. Kâh pedallıyorum, kâh arşınlıyorum. Uyuşmaya yüz tutmuş, ya da kramp girmiş bacaklar da açılıyor bu sayede. Poponun yumuşak karınlı ağrıları da biraz olsun dinlenmiş oluyor.

Bu arada az önce rastladığım delikanlı inişe geçmiş geliyor. O yayan aşağıya, biz yayan yukarıya. Karşılaşınca tebessüm ediyor. “Ne o abi vites küçültmüşsün…

He aslanım aynen öyle… Ara sıra bazı bazı vites küçültmeden olmuyor.

Koç Üniversitesi

Tekrar Pire🚲’nin üstündeyim. Atatürk Ormanı İETT durağını geçer geçmez rampa sonrası tatlı bir iniş, rüzgârı arkamda hissetmenin psikolojisiyle bütünleşiyor. İşte sonunda 1993 yılında İstanbul’da eğitime başlamış bir vakıf üniversitesi olan Koç Üniversitesi’ne varıyorum. Üstü transparan kaplamalı, oturakları mevcut otobüs durağı yolun karşı tarafında. Önce uzaktan fotoğraflar çekiyorum. Sonra durağa gidip oturuyor, kendimi bir üniversiteliymiş edasıyla otobüs bekliyorum. Su molası iyi geliyor.

Koç Üniversitesi’ni geçtikten sonra Boğaz yeşillikler arasından bize eşlik ediyor. Manzara gerçekten muhteşem. Yol kenarlarında ellerinde kocaman mercekli, teleskopvari fotoğraf makineleriyle gençler var. Harbiden kendimi bir anda Avustralya’daymışım gibi hissediyorum. Yok, yok… Sakın Safari’ye filan gelmiş olmayayım! Avustralyalı ve Afrikalı Facebook arkadaşlarım aklıma geliyor. Adamlar ne fotoğraflar paylaşıyorlar, inanamazsınız. Hepsi kendi ürünleri. Bizim cephede ise insanlar varsa yoksa gündeme giydirmeler filan. Iıııı ne kadar sıkıcı!

Birbirinden ilginç görünümlü bu genç ekip de ellerinde makineler, ‘wild-life’ (vahşi doğa) fotoğrafçılarını andırıyorlar. Boğaz manzarasını, köprüyü filan çekiyorlar sanıyorum baştan. Meğer kuşları çekiyorlarmış. Kimi dürbünle izliyor, kimi fotoğraf çekmeye çalışıyor. Gerçekten burası kuş cenneti sayılır. Çocukların bahsettiğine göre göç yoluymuş bu alan. Bir yanda boğaz manzarası, diğer yanda çam ağaçlarının eşsiz kokusu ve öte yanda kuş cıvıltıları.

Garipçe

O dik yokuşların bütün zorlayıcı yanlarını unutuyoruz. Son bir çıkış ve hemen sonrasında inişle Garipçe Köyü ile Rumeli Feneri sapağına ulaşıyoruz. Az sonra köye inen bayırdan aşağıya salınacağız. Ama önce biraz fotoğraf sanatının kırk yıllık hatır zamanı.

İşte bizi güler yüz emojisiyle: “Hoş Geldin Gezenti Şeref, Hoş Geldin Señorita Pire🚲” karşılama seremonisi… Pire🚲 bu ilgiden çok memnun. Üstelik sizler bir sonraki halini görseniz gülmekten bayılırsınız. Ayakları yerden kesildiğinden amuda kalkıyor. Sonra pat sırt üstü çakılıyor. Şimdi utanıp gücenmesin diye o fotoğrafları paylaşmayacağım. Malum bugün biraz alınganlığı üstünde. Üstüne üstüne gitmemek lazım. Daha dönüş yolumuz var. Hani çadırım yanımda olsa dert etmeyeceğim de, şimdi gururunu kırmayalım.

[📷 Tepeden manzara güzel mi güzel...]

[📷 Salına sallana Garipçe Köyü’ne inen tatlı yokuş...]

Ancak yokuşu kaptırıp inmek pek akıllıca değil. Zira böyle yerleşim yerlerine yaklaşırken neyle karşılaşacağınızı bilemezsiniz. Yolda bir kasis olabilir, hatta ağaç dalları asfalta savrulmuş olabilir, hatta, hatta sokakta oynayan ufak çocuklar olabilir. Tıpkı düşündüğüm gibi, havalı biçimde serpilen rampa bir viraja girdiğimde alarm zillerini çalıyor adeta. Süratli gitmediğimden önüme çıkan biçimsiz kasisi birdirbir oyununa özenmeden arkamda bırakıyorum.

Köyün meydanına vardığımda ezan okunuyor ve millet Cuma’ya yetişmek için camiye doğru yöneliyor. Zamanlamam biraz uygun olmasa da gezenti insanların güneş saatiyle, kum saatiyle ne işi olur diyerek ufacık bir mola vermek için gördüğüm ilk gölge alana park ediyorum. Burada bir evin yüksek bahçe duvarının dibindeki gölgeden yeşil kadifeler giyinmişçesine istifade ediyoruz Pire🚲’yle birlikte. Güneş tam tepemizde. Keşke biraz bulut olsaymış. Ama denk gelmiyor. Ne yapalım, güneşle beraber karıncaların su içtiği deniz kenarına gidecek ve oradan sahili, köy meydanını fotoğraflayacağım. Sonra da tavşan kanı demli bir çay molası. Yanında bisküvili, kuru yemişli aperatif atıştırmalıklar. Üstüne bir de muzu yedim mi, ooooh, sırra kadem basmış enerjim aynen yerine gelir.

Karadenizlilerin egemen olduğu bu şirin balıkçı köyünde çevrenin sessizliği ve tenhalığına şaşırıyorum. Oysa büyük bir kalabalıkla karşılaşacağımı bekliyordum. “Hafta içi olduğundan böyle,” diyor emminin biri. Tek tük insanlar var lokantalarda. Artık ahalinin kendisi mi, yerli turist mi bilinmez.

[📷 Köy meydanı ve sahili…]

[📷 Pire🚲 su içmeye yeltenir mi, bilemiyorum ama burayı terk edip gidecekmiş gibi durmuyor...]

Sol tarafa doğru yöneliyorum. Plaj ileriye doğru devam ediyor mu ölesiye merak içindeyim. İçimdeki heves duygusunu bastırmanın tek yolu keşfetmek. Bir sundurma altında iki kişi oturuyor. Bunlar ben gibi camiye gitmeyenlerden. Yanlarına gidip plajın devamı olup olmadığını soruyorum. Hayır, hepsi bu kadar. İlerisi zaten kapalı. Bahçe duvarı örmüşler. Ama diyorlar, yukarıda kale var. Başımı havaya kaldırıyorum. Öyle bir kale imajı görmüyorum ama belki daha beridedir, çıkıp görmek kaçınılmaz. Nasıl gideceğimi soruyorum. Merdivenleri işaret ediyorlar. Bisikleti de sırtına alabilir öyle çıkarsın diyorlar. Sanırım yüzümü hafifçe ekşitmemden diğeri bir başka alternatif yolu öneriyor.

Caminin oradaki yokuştan mı?

Evet, der gibi başlarını sallıyor her ikisi de. İşte daracık bir sokaktan kısacık tırmanış…

[📷 Kaleye çıkan yol...]

Evet, tepede surlarla çevrili bir mekân var ama kale demeye bin şahit lazım. Üstelik demirden döküntü bir bahçe kapısı da mevcut. Ne var ki ortalık akşamcıların parçaladıkları cam kırıklarıyla dolu. Yani tepe enteresan derecede güzel bir lokasyonda. Manzara buradan bakınca olağanüstü güzel, muhteşem. Bununla beraber bakımsız bir gezegenin üstündeymişsin hissine kapılıyorsun. Ortalığı, affedersin, ‘bok’ götürüyor. Bizim ‘eğitimli’ (!?) insanlarımız var oldukça bu sonuçlardan kurtulmamız imkansız gibi bir şey. Kasten yaptıkları gün gibi ortada. Kendilerini rahatlattıklarını mı düşünüyor bu zavallılar anlayamıyorum. Boşalma ve boşaltma güdüsü. Hayvanlar bile usturuplu bu konuda. Yok, illa boşalacağım arkadaş diyorsan, git nasıl boşalacaksan boşal, ama fukara şişeyi sağ bırak be cahil cühela kardeşim…

Bak şimdi oldu mu ya?

Pire🚲 normal normal gezinecekken koltuğumun altında anormalce geziyor. Aman lastiği patlamasın diye!.. Sanki külotlu çorabı kaçacak, işte öyle naz yapıyor…

Surların bazı yerde iyice yıkıma uğradığı bir gerçek. Kenarlarda boşluklar var. Artık köylüler kendi taş evlerini yapmak için buradan malı alıp götürmüş olabilirler mi, bilemeyeceğim. Yine de kimseyi zan altında bırakmayalım.

[📷 Tepeden kuşbakışı bakınca Garipçe Köyü...]

Kimilerine göre muhteşem, bana göre ‘ucube’ Yavuz Sultan Selim Köprüsü

Sadece asma köprünün kendisine değil, ismine de takığım bu köprünün. Ama devir böyle. Devran döner diye fal bakacak halim de yok. Sadece boğazda inşa edilmiş köprülerin hiçbirini  sevmiyorum o kadar. Birincisine ufak yaşta olduğumuz için alıştırıldık. Onu da hiç sevememiştim. Vapurla yaptığımız seyahatleri sıfırlayacağını anladığım için. Tarihi köprü Ellinci Yıl marşı ile gelmişti. Şimdi bu marşı hatırlayan var mı, bu bile kuşkulu. Neyse ki vapurları önleme girişimi pek beklendiği gibi olmadı. Ben yine vapurları tercih ettim mümkün mertebe. Ve İstanbul hiç olmazsa İstanbul’du o yıllarda..

Pire🚲 dönüyor dolaşıyor, başımın etini yiyor, buraya da koy beni, oraya da koy beni diye yalvarıyor… Hayır, taşımak bir şey değil de üstünde rahatlıkla park edebileceğim bir yeryüzü yok. Şişe kırıkları, cam parçaları, pislik her tarafa dağılmış durumda. Elbette kendisini bir Tower Hill kalesi ile kıyaslayacak değilim, ama inanın biraz temiz tutsalar, çevresini biraz daha güzel düzenleseler, tamam doğaya uygun akışını asla bozmasınlar, ama biraz intizamlı bıraksalar, yeminle o saf kale Garipçe Köyü’nün en şaheser bir köşesi olur. Ne yazık ki, kendi halkı buna sırt çeviriyorsa ziyarete gelen masum, temiz kalpli insancıklar ne yapsın?

Oturup magandayla ben uğraşacak değilim ya!

Çık gidelim meyhaneye çayhaneye kahvehaneye

Kalenin ‘üstünde’ ben taş olaydım… Gelene geçene, geçene, geçene yoldaş olaydım… Bacısı güzele kardeş olaydım… Kalk gidek meyhana, hanaya, çay hane hanaya meyhana hanaya… Baba gönlümüz eğlensin…

Ben yoldayken ve Pire🚲’yi iteleyip yokuşlardan birini tırmanırken yanımdan geçen ve bana bütün kibarlıklarıyla kolaylıklar dileyen üç bisikletli turcu arkadaş da buradalar. Kendi çaplarında fotoğraf sanatını konuşturuyorlar. Garipçe Köyü beklentilerini ne kadar karşılamıştır merak ediyorum doğrusu. Açık ki fazla kalmayıp Fener’e devam edecekler. Konuşmalarından bunu çıkartıyorum. Benim de niyetim oydu aslında. Ancak yoldaki azman yokuşlar bir hayli hırpaladığından o turu başka bir devreye bırakmak niyetindeyim. Eğer uydurabilirsem otobüsle de geçebilirim pekâlâ. Pire🚲 zaten dünden razı; onaylamak adına başını sallıyor. Önce şuradaki çekim işimizi bitirelim. Ondan sonra çaresine bakarız diye anlaşma yapıyoruz.

Bu arada çekim dedim de, bir de film çekim ekibi gelmiş. Neyin nesidir, sormak içimden gelmiyor. Zaten pek telaşlılar. Habire minibüslerinden bir şeyler alıyorlar, koşturuyorlar. Filmci kızım yanımda olsaydı gider sorardık. Ne de olsa onun uzmanlık alanı. Şimdi işlerinden güçlerinden alıkoymayayım diyorum. Dehlizler var, içlerine girip girip kayboluyor ekip arkadaşları. Bir yığın malzeme taşıyorlar. Sanırım içeride ve içeriden dışarıya görüntü alacaklar ve/veya filmlerini çekecekler.

[📷 İşte o dehlizler ve dehlizlere giden merdivenler...]

Fakat benim aklıma başka bir şey geliyor.

Eğer yeryüzü böylesine pislik içindeyse kim bilir zemin altı ne vaziyette? Girip bakmak istiyorum ama Pire🚲’yi ulu orta meydanda kendi başına bırakmak pek işime gelmiyor. Vazgeçiyorum. Bunun yerine bir hatıra daha olsun diye sarnıç önünde fotoğrafını çekiyorum velespitimin.

Denizden gelen o küçük rüzgâr sonunda sarıp sarmalıyor sevgilimle beni, bizi, azıcık bir serinlik uykumuzu getiriyor hemen; ama Rumeli Feneri’ni düşünüp uyuyamıyoruz, belki de tırmanacağımız yeni bayırlar bu defa rüzgâr olarak geliyor, çarpıyor yüzümüze.

[📷 Uzakta görünen burun Rumeli Feneri...]

Dönüş Hazırlığı

O küçük esinti birden kocaman fırtınaya dönüşüyor. Koca kocaman. Ve ki Garipçeli teyzem bana sadece bakışlarıyla değil laflarıyla da haşlama yapmadan, İETT durağı altındaki nazlı bir genç kız ben gibi kaçırmayıp binseydik ya dediğimiz RF otobüsün arkasından baka kalmadan, şu pijamalı ufaklık ters çevirip yolun ortasına atmadan naylon çiçekli bisikletini, Pire🚲’nin sanki kendisi doğurmuş gibi analık duygusu kabarmadan ve bağzı yengeler gıcıklık yapmadan yine eskiden buralı olduğu ayan beyan edilen açık saçlı kadıncağıza, Pire🚲’li hayatımın bir Garipçe köyünde ne güzelliği olabilir? Velespitimin neresi BMW? Neresi çelik bir jant?

Her köyün kendine has bir öyküsü vardır ya! 🙂

Oyy… Uzun öykülü halkı İstanbul köyümüzün. Hepimizin en iyi arkadaşı. Kutsal dostlukları bir tarafa savurmuşuz. Şimdi herkes bir yarış içinde. Bu köy de öyle. Sertleştirilmiş muhafazakâr kimliğini adamın gözünün içine sokmaya çalışıyor. Gerçi ben buna muhafazakârlık diyemiyorum. Zira benim hiçbir zaman hiçbir şekilde gelenekçi kimliklerle sıkıntım olmadı bugüne kadar. Bundan sonra da olacağını sanmıyorum. Ancak gördüğüm bu başka bir hastalık türü. Şımarıklığın daniskası. Yani muhafazakâr kimlik yerini basbayağı bağnazlığa, yobazlığa bırakmış. Anneannem, babaannem yaşında bir kadın köyün meydanında gölge etsin başka ihsan istemem diye oturmaya kalktığım banktan kovuyor beni. Önce sırtını dönüyor bana. Sanki ben uzaydan gelmişim gibi. Sonra yetmiyor, “Buraya kadınlar oturur sadece. Git kendine başka yer bul!Pire🚲 şaşkınlıktan küçük dilini yutacak neredeyse!!

Demek siz köyünüzü ziyarete gelenlere böyle davranıyorsunuz.

Tık yok.

Tamam, teyzeciğim, inan ki sana daha fazla rahatsızlık vermeyeceğim. Sadece bir soru soracağım. Sen bilirsin, bir sonraki otobüs…

Yine ses yok.

Kuşatanla vuruyor sığırcıkları, sığırcıklar ölüyor. Her attığını vuruyor. Marketini toplamış artık iflas mı ne diyor, ama yağ gibi üste çıkmayı beceriyor. Turist kalmadı. Gelen giden yok. Tat yok. Tuz yok. Kapatmayayım da ne yapayım?

Şey, sadece su alacaktım…

Dolap çalışmıyor. Sular sıcak. Ötedeki bakkaldan alıver.

Baş üstüne. Öyle yapayım madem. Kibarca kovulmanın başka türlü bir hali olmalı bu karşılaştığım muamele. Hayır, bu gidişle buraya kimselerin gelmemesi normal mi acaba? Fiyatlar deli gibi kazık. Valla iyi güzel, şirin bir köy ama, bunca yola değer mi, değdi mi şimdi?

Palma Violets Aşkına

Instagram’da bir espri yapmaya kalkıştım. Ama kimsenin anlayacağı bir dilden olmadığının farkındayım. Aklıma İngiltere’nin Yorkshirelı Compo’su gelmişti. Dizinin adı “Last of The Summer Wine” yani “Yaz Şarabının Sonu”. Garipçe de bu Compo’ları görünce ve köyün hal vaziyetini duyumsayınca böyle bir nüktede bulunmak fikri oturuyor… ben de takipçilerimle paylaşıyorum bunu…

Rumeli Feneri’ne gidecek İETT otobüsünü bekliyorum. Banktan indiğimden beri iki karışlık duvar tepesinde oturuyorum. Pire🚲 hemen yanı başımda. Kapalı giyinmeyi tarihsel geleneğimizden sayan üç hanımefendi başı açık, eteği dizlere kadar olan bir başka hanımefendiye parmak sallıyor. Bak öyle başını açık gezmeyesin. Üst baş… Olmaz ama böyle. Sen üstelik bu köydensin… Falan filan… Of… ki… ooofff…

Eyvah eyvah. Bir anda kendimi Fatih’in Çarşamba’sında filan buldum zannına kapılıyorum. Oysa ailecek bugüne kadar Karadeniz’de dolaşmadığımız yer kalmadı. Böylesini ne gördük, ne işittik.

Diğerleri gidince, otobüs bekleyen başı açık (başörtüsüz) kadın yine buralı olduğu her halinden belli olan bir abime dert yanıyor. Niye karışıyorlar diye.

Vah vah…

Yaşar Kemal, her fırsatta horon tepen Karadeniz’i dinleyenlerin neden daha mutlu olduklarını, uzun söyleşilerde açıklamış mıdır bilemiyorum, ancak “gizem ve düş gücünün bitmesi, insanlığın insani yönünün, en önemli bir yerinin çökmesi, hastalıkların başlaması demektir” öngörüsüyle endişeye kapılmıyor değiliz.

Yazık ki, İstanbul’un içi gibi yakın yerleri de şehrin gizemini ve düş gücünü kaybettiğini düşünmekteyim. Kimileri bunun geçici bir kuraklık olduğunu söylese de, hastalıkların artışı içten içe bir yıkımın da habercisi sanki. İçine ediyorlar güzel şehrimin bu hastalıklı insanlar.

Her ayrılık bir hüzün dosyasıdır sanki…

İşte Garipçe Köyü bu. Her türlü şirinliği kendi doğasında. Ama o doğayı mahvetmeye aday beşeri tür olduğu sürece bu doğa ne kadar ayakta kalabilir, tam bir muamma.

Bu yüzden Rumeli Feneri’ne geçme şevkim cartadak kırılıyor. Daha fazla insansı kırılganlıklara dayanacak gücü bulamıyorum kendimde. Diğer taraftan şu yukarı tırmanan yokuş yok mu, 1 kilometrecik de olsa gözümde büyüyor.

Ama artık ayrılık vakti.

Hoşça kal Garipçe, bir dahaki sefere görüşünceye değin, kendine iyi bak emi… Bu hastalıklı insanlara da sen sahip çık bari, gözü kulağı ol buraların, virüs gibi yayılmasınlar ortalığa…

Bir parça rüzgârı yanıma alıp kulübeme uyumak için dönerken, bir takım kuş sesleri de peşimden geliyor. Hikâyeler bir kere içeri sızınca devam ediyor. Yaşar Kemal’in Nişancı’sının “benim yurdum denizim” deyişini hatırlıyorum sonra. Hikâyeler, hayata devam etme sabrı ve inancını aşıladığı için belki de, daha mutlu yapar insanı.

Garipçe Köyü için de geçerli bu.

Saat 14:30… çın çın çın… Sıcak olmasına rağmen sapağa kadar yürümek istiyorum. Yorucu oluyor. Aldırmıyorum. Pire🚲 gergin havayı dağıtmak için konuşmak istiyor, bense suskunluğumu korumak. Biraz sükûnet iyi gelecek. Çok öfkelendim çoook. İnişli çıkışlı önümde serilen yolun bu kadar güzel olduğunu o an fark ediyorum. Sanki gelirken bu yolu kullanmamışım gibi. Gam yok keder yok. Bütün dertler kendilerine dert edinenlerle kalsın, ben ‘dertsiz’ evrensel gezilerimde pedallamaya devam edeyim, başka ihsan istemem…

Kuşların bir baterisi eksik. Orkestra her türlü telli, üflemeli çalgılar ile bezenmiş. İşte o sesler bizi bir çırpıda Koç Üniversitesi’nin önüne çıkartıyor. Ve bir şey daha dikkatimi çekiyor.

Ben bugün müzik kutuma hiç sarılmadım ya!

Şehir dışında hayat bir başka güzel…

Bu kez Balcıbağ mevkiinde Gün Sokak’tan sağa sapıyor, Yediveren Sokak’a, Kolej durağına devam ediyorum. Alternatif bir rota üzerinde farklılık yaratmak buna denir. Her nedense bu kez beni ne dik yokuşlar engelliyor ne de çevre trafiğinin akışı. Kilyos Caddesi’nden Sarıyer’e gelince bir çay molası veriyorum. Artık buradan itibaren Hacıosman’a kadar gerekmediği sürece uzun mola vermeyi düşünmüyorum.

Pire🚲’yle birlikte yaptığım günübirlik bisikletli turum saat 16:30 sularında Hacıosman Metro’nun önünde tamamına eriyor…

***…***

[📷 Bisikletle Garipçe Köyü Turu]

TUR ile İLGİLİ DETAYLAR

Rota: Bisikletle Garipçe Turu

Tur Tarihi: 18.08.2017; Cuma

ROTA: İstinye >> Sarıyer >> Rumeli Kavağı >> GARİPÇE >> Sarıyer (D) >> Büyükdere >> Hacıosman (V)

Güzergâh Seyri: İstinye Tersane >> Köybaşı Cd. >> Yeniköy İskelesi >> Yeniköy Tarabya Cd. >> Tarabya İskelesi >> Haydar Aliyev Cd. >> Büyükdere İskelesi >> Piyasa Cd. >> Meserburnu Cd. >> Sarıyer >> Yeni Mahalle Cd. >> Kiman Cd. >> Telli Baba >> Rumeli Kavağı >> Park İçi Bisiklet Yolu >> İskele Cd. >> Çayır Sk. >> Namazgâh Sk. >> Kavşak: Rumeli Feneri Caddesi >> Koç Üniversitesi >> Köprü Yolu >> Sapak: Garipçe Köyü Yolu >> GARİPÇE >> Balcıbağ >> Gün Sk. >> Yediveren Sk. >> Kilyos Cd. >> Maden Mahallesi >> Şehit Mithat Yılmaz Cd. >> Sarıyer (D) >> Çatırbaşı Cd. >> Büyükdere >> Bahçeköy Cd. >> Fidan Sk. >> Hacı Osman Bayırı Cd. >> Hacıosman (V)…

Turun Niteliği: “Marmara Turnesi” ~ Beton Mezarlığı ve Trafik Anarşisine İnat İstanbul ve Yakın Çevresi Turları

Toplam Tur Mesafesi: 57 km

Bisiklet Mesafesi: 42 km

Toplam Araç Mesafesi: 15 km

Kullanılan Ulaşım Aracı: İETT Otobüs

Toplam Tur Zamanı: 9 saat & 15 dakika (09:15~18:00)

Toplam Bisiklet Zamanı: 6½ saat (10:00~16:30)

Hava Sıcaklığı: 28°C

Ortalama Hız: 14,09 km

Maksimum Hız: 39,77 km

YAPILAN HARCAMALARIN DETAYI

Ulaşım: 2,60 TL

Konaklama: 0,00 TL

Yeme-içme: 6,00 TL

Diğer: 2,00 TL

Toplam Masraf: 10,60 TL

Bir sonraki “Pierre Loti Tepesi” serüveninde görüşmek üzere; sevgiyle kalın,

Gezenti Şeref

***…***

(*) Önceki Makale: “Kanatlı Pire🚲 Florya’da

(*) Sonraki Makale: “Pire🚲 Pierre Loti Kıraathanesinde

>>> [iÇERİKdİZİNİ]

error: Content is protected !!