TÜM İĞRENÇ BİNALARA & TRAFİK ANARŞİSİNE RAĞMEN
Pire🚲 İLE İSTANBUL TURLARI
9 Eylül’ü bahane edip İstanbul durağındayız ya; bu hafta sonu, Pire🚲 ile doğa ile buluşmamız yine, bir türlü sıyrılamadığım Anadolu Yakası’nın kuzeyinde bulunan, ayrıca her mevsim farklı bir görsel güzellik sunan “Aydos Ormanları”nın koynunda olacak.
Yaklaşık olarak ‘git-gör-gel’ 90 kilometre. Bunun üstüne bir de ulaşım vasıtalarının kat edeceği yolu ekle. Neredeyse toplamda 115 kilometrelik günübirlik bir ziyafet. Ormanın başlı başına bir doğa yürüyüş parkuru, hiking için ideal olduğunu duymuştum. Fakat çok çelişkili deneyimler söz konusuydu. Kimilerine göre çok kolaydı. Kimilerine göre ise inişleri ve çıkışlarıyla hem kolay hem orta güçlükte bir parkurdu. Bakalım ben ve Pire🚲 bu konuda hangi görüşe katılacağız; bunu da test ettikten sonra anlayabiliriz ancak.
Şimdi bike & backpacking zamanı… 🙂
Bir diğer deyişle ormanda bike & hike lezzetinde bir tur kavli… Bize hem bol oksijenli sağlık hem de keyifli bir pazar bisiklet turu vaat ediyor…
Hadi bakalım düşelim yollara…
Aydos Ormanı Turu Başlıyor
Beşiktaş’tan zamanında yakaladığım tüm zamanların sevgilisi Şehir Hatları vapuru ile Kadıköy’e geçiyorum. Vapur tıpkı bayram günlerinde olduğu gibi olağanüstü tenha. Millet hâlâ tatilinden dönmemiş olmalı. Harika! Klimalı salonun arka bölümlerindeki deri koltukların yer aldığı bölmelerden birini önceden adımıza rezervasyon yapmışız gibi kapatıyoruz. Ben bir yana yayılırken, Pire🚲 de diğer yana saçılıyor. Yirmi dakikalık yolculuğum denizi seyretmekle geçiyor.
Vapurun köpük çıkartarak çizdiği hat, mavi dalgınlık ışığına terkedildiği zaman oturduğum yerden yine de görebiliyorum martıları. Diğer vapurların, motorların gelip gidişi, uzun pencerelerimizi yalayıp geçen bir ışık hareketi, yalnızlığımızı bir an için kovalıyor. Sonra yeniden bir durgunluk…
İlk Durak Kadıköy
İskeleye vardığımızda martılar havalansın, havada dans etsin, o cazgır sesleriyle bağrışsınlar, çağrışsınlar, ötüşsünler; sokak köpekleri havlasın, ulusun istiyorum. Kadıköy sokakları cumartesi gece hayatının ertesi ayaktadır bu saatte. İnciburnu fenerine koridor oluşturan meydana benim hayatımı bırakmışlar. Haydarpaşa ile aramızda ise deniz var, uzanıp tutamıyorum. Trenler buraya uğramıyor, hep uzak semtlerde ve handiyse İstanbul’un tükendiği sınırlar içerisinde…
[📷 Yine aynı köşede tura hazırlıklarımı yapıyorum...]
Bu kez bikepacking torbam ‘Vasfiye🎒’nin kızı ‘Azize🎒’…
En son çıktığımız yolculuklara onu da aramıza alıyoruz. Tam bir yolculuk kompetanı oldu kendisi. Üstelik hiç sırt ağrısı çektirmiyor bana. Hem güzel, hem alımlı, hem de havalı. Konuşuyor gibi yapması, bakışları bir başka bu Quechua serisinin. Bu Azize🎒 de güzel. Sırtıma oturup, bacak bacak üstüne atarak poz veriyor tur boyunca. Üzerinde Arpenaz zamanının modasına göre dikilmiş, havuz yakalı, lacivert, turkuaz karışımı koyu renkli, dekolteli bir elbise var. Yağmurdan hiç etkilenmiyor. Kolay kolay hiç kimse dayanamaz ama o ıslaklığı bayağı seviyor.
Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış’tan
Moda Parkı’ndan, Kurbağalı Dere’ye, Yoğurtçu Parkı’na çıkıyor, hiç durmadan Kalamış Marina’ya devam ediyor ve nihayetinde Fenerbahçe Parkı’nın bulunduğu Fenerbahçe-Kalamış Yolu’na varıyorum. Güzergâhım hâlâ yaşanmakta olan mahmur pazar sabah saatlerinin rahatlığıyla, bir takım bisikletli arkadaşların haricinde sakin olduğundan, yaklaşık 7 kilometrelik yolu yirmi dakika içerisinde tepeliyorum. Her zamanki mola verdiğim Marina manzaralı bank yine boş. Bendenizi bekliyor adeta.
Başköşeye kurulurken hem soluklanıyor, su ihtiyacımı gideriyor, hem de alışagelmiş olduğu gibi bir seri fotoğraf çekimlerimi gerçekleştiriyorum…
Caddebostan’dan Bostancı’ya
Buradan ayrıldıktan sonra, Caddebostan Sahili ve Dalyan Parkı’nı takip ederek bir yedi kilometre daha sürüş yapıyor saat 11:20’de Bostancı’ya ulaşıyorum. Yine yayalara saygı gereği, yanı başımda Pire🚲, sırtımda Azize🎒, İDO İskelesi’nin önünden itibaren bisiklet yolunun başlangıcına kadar yürüyorum. Zaten o kalabalığın içinden zırt pırt inmeden, ayaklar yere basmadan geçmek ayrı bir hüner istiyor. Arşınlama eylemine kalkışan benden başkası yok ama. Diğer bisikletli kardeşlerin hepsi üşeniyor yürümeye. Hayat tarzı farklılıklarımızdan biri daha. Onlar seviyorlar yayalarla iç içe olmayı, bense sevmiyorum. Kimselere sesli bir şey deme hakkım olmadığını düşündüğümden susma hakkımı kullanıyorum tabii…
[📷 Bostancı’dan hareket etmeden önce son pozlar...]
Bundan böyle, Bostancı’dan Maltepe Marina Dragos’a kadar fotoğraf çekmeyi düşünmüyorum. Sadece arada susuzluğumu gidermek için çok kısa molalar vereceğim…
İdealtepe Sahil Parkı’nı, Maltepe Orhangazi Parkı’nı ve Marina Dragos Yelken İhtisas Kulübü’nü geçiyor, Trabzonspor İETT durağının bulunduğu kavşaktan Çanakkale Caddesi’ne sapıyorum.
Sahil yolu aşağılarda, yolumsa yokuşlarda…
İşte bu ana kadar kat ettiğim mesafe ile düzlük rotanın da sonuna gelmiş bulunuyorum. Buradan itibaren önce çakma, etkisiz eğimler, sonra şapadanak dikleşen yokuşlar ile yoluma devam edeceğimin fincanını kapatıp falına bakmaya dahi ihtiyaç duymuyorum. Çünkü Aydos’un hınzır yeşillikleri yukarılarda, gökyüzüne taht kurmuş, bize el sallıyor. Yoksa şeytani bir sırıtma mı, tam çözemiyorum…
Çanakkale Caddesi, Ankara Asfaltı veya bugünkü numaratör baskısıyla ‘D-100’ üzerinden geçen, Yenimahalle’ye kadar uzayan çok uzun, çok düzgün ancak oldukça işlek bir cadde. Yanımdan vızır vızır geçiyor araçlar. Zaman zaman emniyet şeridinin darlığı biraz sıkıntıya sokuyor ama Allahtan sürücüler saygılılar; şimdilik üstümüze çıkan yok. Üç kilometrelik yolu eğimden dolayı ve eforumu sonraya saklamak adına ağır ağır tırmanıyorum. Bu tırmanışımla Atalar, Köroğlu Caddesi, Çifteler Caddesi gibi İETT duraklarını arkamda bırakıyor, kavşaktaki köprünün üzerine bir yarım saat sonra ancak varabiliyorum.
[📷 D-100’e bakan köprünün üstünde...]
(Yep!) Geldiğim yön…
Artık aşağıların derinliklerini görmek olanaksız. Boyuna her tarafta asrın gökdelen inşaatlarını kovalamanın huzursuzluğu içerisindeyim…
Yenimahalle’den sonra yeni bir cadde, Mimar Sinan Caddesi ile tanışıyorum. Timur Sokak İETT durağını geçer geçmez bu defa Cevizli istikametinden gelen daha işlek bir caddeyle, Balıkesir Caddesi’yle entegre oluyorum. Her şey matematik denklemi gibi tıkır tıkır işliyor. Cebirden trigonometriye ne ararsam var. Burası aslında bana Soğanlık bölgesinin tahrikçi sınırlarında olduğumu hatırlatıyor. Vakti zamanında yüksek göç almış gecekonduların, varoşların varlığında olan semt görmeyeli bayağı ‘şehirleşmiş’.
Ben geçmiş hayallere kapılmış bunları düşünürken mesaneme baskı yapan apansız duygunun daha fazla dayanılacak vaziyetinin kalmadığına hükmediyorum. Yolumun üstünde karşıma çıkan tek minareli, büyükçe bir namaz başlığını (takke) andıran yapısıyla Meral Akşehirlioğlu Camisi büyük kurtuluşum oluyor. Bahçe kapısından içeri girince oturakta yayılmış kendi aralarında muhabbet eden üç ‘hacı’ dayı ile karşılaşıyorum. Önce bir yöresel “selamünaleyküm” esenleşmesi, sonra bahane ile yüznumaranın iskân alanını soruyorum. Hemen yan tarafı gösteriyorlar. İşimi halledip çıkıyorum. Hacı dayılara bir de “hayırlı günler” dileyerek Balıkesir Caddesi’nden güzergâhıma devam ediyorum.
Bu bayır yukarı yolun bittiği yerde Şehit Aydın Çelik Caddesi başlıyor. Belli ki bu cadde bundan böyle beni Yakacık’ın sırtlarına kadar omuzlarında taşıyacak. 🙂
[📷 İşte Aydos Ormanları görünmeye başladı bile...]
[📷 Yokuş çık çık bitmiyor, iflahım kesiliyor gibi hissediyorum...]
Marina Dragos’tan buraya kadar yaklaşık bir 10 km mesafe kat etmişim; ama sanki bana 100 km gelmişim duygusunu veriyor. Bacaklarımda derman katsayısı azalmış durumda. E, şimdiden böyle olursa ben nasıl tırmanacağım zirveye diye bir kara düşün içine gömülüyorum. Çünkü ormanın içinde yapacağım pedallı turun karnesi ortalama 15 kilometreden ibaret…
Heyhat, sızlanmanın kimseye bir faydası yok…
Aaa, işte Aydos Ormanı ayaklarımızın hemen bir karış altında. Ya da mecazen tam tersi… Hemen üstünde… Çok yaklaştık, çoook…
Cici kavşak… Uçta hayal meyal görünen Aydos Kuyu Kebap Et Mangal ve Cennet Kafe işletmelerinin bulunduğu noktadan sola, Bulvar yönüne döneceğim.
[📷 Eminim rampa aynı eğimde devam edecek...]
***…***…***
Aydos Ormanı
Kadıköy’de saat 10:15’te başlayan turum nihayet 14:00 civarında Aydos Ormanı’nına giriş yapmamla yeni bir heyecana sürüklüyor beni ve yol arkadaşlarımı; bizi…
Bakıyorum da İstanbul Anadolu Yakası’nın en yüksek noktalarından birisi olan Yakacık, Aydos Ormanları, tipik mangalsever Türkiş konuklarına, üstelik şehrin fazla uzağında olmayan bir bölgede, orman havası teneffüs etmelerini sağlıyor. Şahsen hiç bu kadar kalabalık olacağını düşünmemiştim. Pazar oluşu ve ulaşımın kolaylığı insanların buraya kaçmalarına fırsat vermiş. Şimdi en çok merak ettiğim orman içerisinde bulunan küçük göletten başlamak istiyorum gezime. Kim bilir belki güzel manzaralar eşliğinde vereceğim bir çay molası, günüme ayrı bir keyif katacaktır. Hem bu kadar kendinden abanmalı amudi yokuşu boşuna tırmanmış olmadığımı kanıtlamak istiyor içimdeki kurnaz psikoloji. Sonrasında yeniden orman içindeki yolları takip ederek ormanın kuzey doğusunda bulunan tarihi kaleye gidecek ve keşfimizi derinleştireceğim… Tabi pistonlar kısmet ederse…
537 metre yüksekliğindeki Aydos Tepesi’nden İstanbul’a kuş bakışı bakmak… bir avuç uzaklığımızdaki Adaları seyre dalmak… Dört bir tarafını gudubet binaların kuşattığı, İstanbul’da bozulmamış nadir doğal ortamlardan biri olan Aydos Ormanı, şehrin içinde şehrin gürültüsünden ve kalabalığından uzaklaşmak için aklı olan insanların günübirlik de olsa kaçabilecekleri yerlerden birisi…
Ne o Hacı, bilet mi kesçeeen?!!!
Girişte bilet kesen orta yaşlı emmi ile göz göze geliyorum. Kaşı gözü oynuyor fakat ne o bir şey söylüyor, ne de ben herhangi bir sual sorma ihtiyacında bulunuyorum. Doluk yüzlü tarifede sanki yayalara da ücret alınıyormuş ibaresine takılıyor gözlerim. Ama benim gözlerim bozuk. Miyobum ben. Görmezlikten geliyorum. Üstelik Pire🚲 de motorlu araç sınıfından değil. Kurtarıyor yani.
Hani parasında pulunda değilim; ancak pek sıkı bir Greenpeace çevrecisi babında röntgenlediğim, gözlemlediğim şu çevrenin düzensizliği bu toplanan ücretlerin nereye harcandığına dair kuşkuları doğuruyor bende. Yollar yol değil, çukurlarla dolu, özel ayrılmış bisiklet yolu bile yok, offtheroad bir şekil. Yanımdan geçen bütün rallici araçlar şehir içindeki alışkanlıklarını burada da sürdürmeye pek meraklı. Zart zurt kornaya basıp yollarından kaçılmamı talep ediyorlar. Sanki Mars’a yetişecekler. Ulan çökeceğin mangal başına 10 dakika geç git n’olacak yani. Yok anam babam, etobur metropol stresi bunları bir acayip yapmış, adamlar rahatlayacakları bir günü bile kendilerine zehir etmek için didinip uğraşıyorlar. Ortalık toz toprak birbirine karışıyor.
Bir de protez asfalt dökmüş mıcırlı yol yapmışsın bari bakımını da yap. Yok, yapamıyorsan, bırak doğal kalsın. Zaten kimsenin yolun biçimsizliğine aldırış ettiği yok. Dediğim gibi tangır tungur. Geride toz bulutu bırakmazsa rahat edemiyor bazıları…
Doğal Bir Ortam
Çevre her çeşit piknikçilerle dolu. Anlaşılıyor ki Anadolu Yakası’nın bu kesiminde piknik yapılabilecek yerlerin başında gelen Aydos Ormanı, envaı çeşit ‘pijamalı’ piknikçilerin de uğrak yeri olmuş çıkmış. Mangalını, etini, öteberisini alan koşup gelmiş.
Buraya kadar her şey güzel. Zaten mesire alanlarının kütlesel amacı da bu. Ne var ki, mangal başında toplaşan insanlarla çokça karşılaştığım ağaçlık alanlar maalesef bu yurdum insanlarının çevreyi temiz tutmaması nedeniyle biraz kirli bir görüntü sergiliyor.
Ben ormana giriş için Adnan Kahveci Parkı’nın tam karşısında yer alan 8 no’lu kapıdan içeri süzülüyorum. Otopark kullanım alanını ve ormana giriş ücretlerini talep eden emmileri geçer geçmez üçlü bir kavşakta buluyorum kendimi. Sağ tarafta yıpranmış piknik masaları ve bir takım piknik yerleri. Bu kısım daha çok kendi bireysel imkânlarıyla piknik yapmak isteyenler için ayrılmış. Tam karşı cephemde orman içi toprak yolun güzel bir eğimle tepelere çıktığını fark ediyorum. Solumda ise dış cephesi duvarlarla çevrili tesislerin yer aldığı lokantalar, kafeteryalar var. Yani seçenek bol.
Pire🚲 benden önce burnunu uzatmış, soldaki yoldan başlayalım der gibi bakıyor yüzüme. Zaten “Göle Gider” levhası da bu yönü işaret ediyor.
Göl bu taraftan!!!
Bu geniş alan, adına “Macera Parkı” dedikleri ‘sosyal faaliyet alanı’. Ama ya açık değil, ya da başka nedenle faaliyette olmadığından içeride kimsecikler yok.
Kapı görüldüğü üzere kilitli. Ağaçlara çivilenmiş sarımsı renkli kurukafa ve ‘izinsiz girilmez’ levhaları maceranın boyutunu dili döndüğünce anlatıyor sanırım…
Kâh Pire🚲’nin tepesinde kâh yanında sırt çantalı hiking yapan gezenti bir yoldaşı edasıyla, doğruca şu “Göle Gider” tabelalarını izlemeye devam ediyorum.
Başlangıçta ormanın girişinde mangal yakıp eğlenen çok sayıda insan görmüşken içerilere doğru ilerledikçe kendimi bir anda ıssız, bakir fakat bol oksijenli çam ormanlarının arasında buluyorum.
[📷 Yeşil ile beyazın; ağaçlık alanlar ile beton mezarlıkların kontrastı...]
Ormanın girişinden gölete olan uzaklığı 3 km civarında ve hiking için çok elverişli bir parkur. Ancak Pire🚲 bir MTB olmadığından bu tür yollar onun canını fena halde sıkıyor, hemen başlıyor ağlamaya sızlanmaya. Haklı. En basitinden lastiğine gelen ufacık bir zarar benim de canıma okuyor. Dolayısıyla ben de kıymetli canı daha fazla yanmasın diye ona eziyet etmiyor ve birlikte yan yana yürümeyi tercih ediyorum. Kuralımız böyle.
Yol boyunca sık sık çeşmelere rastlıyorum. Birine ilişiyor mataralardan küçük olanı doldurmak istiyorum. Fakat suyun tadı rezalet. Benim bildiğim eski orijinal Yakacık Ayazma suyu değil bu. Besbelli piknikçiler için kullanım amacıyla tesis edilmiş şebeke suyuna benziyor. Ayrıca lüzumundan fazla ılık. İçersem kesin motoru bozar, sulusepken diyare olurum. Doldurduğum gibi boşaltıyorum. İlk karşıma çıkan büfeden soğuk su almak en mantıklısı. Ne olur ne olmaz bu havada susuz kalınmaz… Öyle de yapıyorum. İki matarayı da buzdolabından çıkmış pet sular ile dolduruyorum.
Aydos Gölü
Oyalana oyalana ilerlediğimden yarım saatte ancak varıyorum Aydos’un göz alıcı gölüne. Göl kenarında yine sağa sola dağılmış mangalcı ve semaverci piknikçileri görüyorum. Odun ateşinde çay bir başka. Nefis kokuyor. Ancak sıkça karşılaştığım, içinden geçtiğim şu isli et kokusuna dayanamıyorum. Bir halk nasıl oluyor da iç içe, kıç kıça vermiş oturuyor, birbirlerinin kömür ocaklarına yapışmış nevalenin isli dumanlarını soluyor, birbirlerinin farklı sohbetlerine işitgence maydanoz oluyor, ve onlar tüm bunlardan rahatsız olmamış gibi nasıl keyifli davranış sergiliyorlar aklım bir türlü almıyor. Biraz boşluk, biraz hava mesafesi olmalı. Koskoca meydan. Ne işiniz var yekdiğerinizin konağında? Neyse, benim sorunum değil. Onlar tasvip ettikten sonra bu zevkin ölçüsünü değerlendirecek ben değilim. Ayrıca tesisler de var. Onların da içerisi kıyamet gibi. Kalabalık kitlenin varlığı yol boyunca kenarlara park etmiş araç sayılarından belli. Her taraf ızgara kokuları ile sarılı ve duman altı olmuş vaziyette.
[📷 Önce kendimize uygun bir toprak parçası bulup ilk fotoğraflarımızı alıyoruz...]
Gölün ucu buradan görünüyor…
Aslında gölün kıyısında yapacağım ufak çaplı piknik ve keyifli çaylamadan sonra gölün çevresinde bahtiyar bir yürüyüşe kalkışabilirim. Ancak hava dehşet sıcak. Sanki aşırı efor harcamış olma ihtimalinden vücudumda tuz eksikliğini hissediyorum. Sürekli su, su; nereye kadar? Bugünün kolonisi: İç suyu, çık tuvalete…
Ayrıca kulaklarımda kolay tanımlayamayacağım müthiş bir eko var. Yükseklerdeyiz ya… Basınçtandır basınçtan, diye eften püften bir mazeret uyduruyorum kendimce. Az buz değil, bayağı yokuşlar tırmanmış sayılırım. Şimdi kalkıp gölün çevresini dolaşırsam zirveye çıkmaya gücüm kalmayabilir. Esasen göl dediğime de bakmayın, ormandan gelen yağmur sularını toplamak için oluşturulmuş küçümencik bir gölet burası, yani bir bakışta tümünü görebiliyorsun.
İşte gölün bir ucu düdüklü pusulamın Kuzey yönünde… Ardında Sultanbeyli hanedanlığı var. Samandıra mesela… Çamlıca’dan gelip Anadolu’ya giden Anadolu Otoyolu, diğer bir deyişle TEM mesela…
Bulunduğum nokta oldukça yatık bir kara parçası. Ters bir hareketimde kendimi suyun içinde bulabilirim. Tamam, soğuk duş iyi gelebilir de, derinliğini bilemediğim için işi şansa bırakmaya hiç niyetim yok. Hemen lokasyon değiştirme çabasına giriyorum.
Gölde balık tutmaya çalışan bir grup yakalıyorum. Ancak benim görebildiğim kadarıyla bir şey yakaladıkları filan yok. Zannımca balık açısından bereketli bir su havzası olmayabilir. Yalnız işitme organlarım burada çok sayıda ördek ve kurbağanın varlığını duyumsuyor.
Yeni yerimiz bir öncekine göre daha meyilli olmasına rağmen önü açıklık olduğundan fotoğraf çekmeyi nispeten ideal bir konuma getiriyor. Üstelik sakin. Ara ara gaipten sesler geliyor; ya çalıların arasında hayaletler boşaltım sistemlerini çalıştırıyorlar, ya da kafa çeken kaçamak piknikçiler göle serenat yapıyorlar.
[📷 Pire🚲 su kenarına inen yamaçtan dolayı ayakta duramıyor, ancak bir ağaca yaslanarak bedenini garantiye almış durumda...]
Ben Pire🚲 ile ilgilenirken, arkamı dönünce bir de ne göreyim? Azize🎒 atmış kendisini zemine yan gelip yatıyor. Sanırsınız ben onu değil, o beni taşıdı bütün yol boyunca… 🙂 🙂
Göletin etrafı olağanüstü sakin ve huzurlu bir ortam. Bundan başka suyun ne kadar durağan olduğunu enstantanedeki yansımadan algılamak mümkün…
Bu çekimde gölün rengini değiştirmeyi becerebiliyorum. Suyun kendisi, suyun şavkı, suyun hareleri ormanda dolaşan bir heyulaya dönüşüyor…
Gölün üstüne yansıyan mavi ışık, ormanın rengini alıyor, yemyeşil giysiler giymiş gibi süzülüyor; neftî ışık, zamanın rengi. Zümrüt gibi. Ve bitmemişliği öğleden ikindiye köprü gibi kuşatan saatlerin. Bu zamansız sıcağın alnında, dolaşılır mı, diye konuşuyor içimi kemiren tuzsuz ses. Belki çevrimdışıyım. Kim bilir? Kati olan şey göl kenarında pinekliyor olmam. Zahmet ayak bileklerinden ayak tabanlarına yayılıyor. Dilim tutulmuş gibi hissediyorum. Kan şekerim mi düştü ne? Yok, yok, kulaklardaki bu ağrılı basıncı gidermenin tek yolu daha da yükseklere tırmanmak. Çivi çiviyi söker misali. Sıkıya gelince öyle demiyorlar mı?
Hâlbuki şuracıkta ne kadar güzel Kulüp Rakısı içilir… Buzlu buzlu…
Sonra da yan gel yat… Hamak mı istersin, yer döşeği mi, hiç fark etmez.
Yanımdaki yatakta Azize🎒 yatıyor. Saadetli hatun benden daha fazla pestilleşmiş görünüyor. Uzun saçları, yastığın üzerine dağılmış, bir kolu yatağın ucundan aşağıya doğru sarkık, içinde kamufle ettiği sargılı çadırı kursak ya buraya diye yalvarışlı bakışlarını çeviriyor benden yana. Kalkmasını istediğim için, üstünü örter gibi yapıyorum. Kalkmıyor. Ötede, boş birkaç yatak sonrasında insan sesleri var. Ayaküstü uğranabilecek bu yeri gören boş geçmiyor, sessizce iniyorlar kıyıya, fotoğraf çekiyorlar, selfie çekiyorlar sonra yine aynı sessizlik içerisinde çekip gidiyorlar. Onlar biz gibi Erzincan pestiline dönmediklerinden epeyce enerjikler. Neşeleri yerinde.
[📷 Yüzüme yansıyan bakışın muhteviyatı her şeyi anlatıyor aslında...]
Az sonra Pire🚲 kendi yastık ağacı yatağından kalkıp, gülkurusu geceliğini uçura uçura gölün üstüne çıkacak, sigara tüttürür gibi iki dudağını büküp ağzının içinde birikmiş dumanı suya doğru üfleyecek ya da Azize🎒 ile bir kenarda bir dolu konuşup beni çekiştirecek. Çaylar demlenecek bir de. Göl kenarında çay içmek ne güzeldir! Rakının yeri ayrı lakin çayın havası da bir başka. Sıcak hava filan dinlemez gönül. İçerde böyle. Dışarıda eylülün ağustos sıcaklığı. Yağmurları özlüyor insan.
[📷 İki sevgili geliyor bu defa, çıt çıkarmadan katılıyorlar mekânımızın durgunluğuna, hiç bizi umursamadan öpüşüyorlar...]
Bayılırım böyle özgürlüğe… bağımsızlığı ve hürriyeti içlerinde her daim özgür hissedenlere…
Bir ışık dolaşa dolaşa geliyor uzaktan. Göl kapısında konuşmalar… Pire🚲 fırlıyor yerinden. Ben de arkasından. Azize de ister istemez katılıyor kervanımıza. Bir macera arıyoruz zahmetli de olsa. Sonsuzluğumuza yeni konukların gelişi sevindiriyor bizi. Onlar da sessizliğin kurbanı. Hiçkimsenin hiçkimsesi yok. Öyle bir zaman geliyor ki yalnızız. Azize🎒’nin gülüşünde hissediyorum bunu. Sonra, çayın tadı damaklarında, yattığı yerden dokunaklı bir şarkıya başladı mı, misal ‘a rebours’, onun aşırı oynak halinden bezmiş otların suskun bir hüzne kapıldıklarını görüyorum. O andaki Azize🎒, merkez üssümüzdeki anasını, Vasfiye🎒’yi, özleyen bir azizedir. Onun hüznü, işte bu öğle sonrası vakitlerinde validesizliğini haykıran şarkılardır.
[📷 Gölü kolumuza takıp kenar kenar ilerliyoruz...]
[📷 Gölün üzerinde deniz bisikletiyle dolaşma keyfi de yaşanabiliyor...]
Bu da gölün güney ucu…
Aydos Tepesi ise gölün tam zıttı istikamette bulunuyor. Yani zirveye çıkmak ve Aydos Kalesi’ne ulaşmak için bu yolu takip edeceğim.
Bu ormana gelmek için çok çeşitli nedenleri olabilir bir insanın. Sadece mangal keyfi değil. Koy çayını termosuna, atla bisikletine. Orman içerisinde doğa yürüyüşü, tempolu, temposuz doğa koşusu yap. Aydos Gölü kenarında Donald Duck kardeşlere ekmek fırlat, deniz bisikletiyle göl üzerinde pedalla. Yok, biraz hazıra konmak istiyorsan, masaları, semaverleri, mangalları bulunan, ücret karşılığında piknik yapabileceğin özel alanlar, tesisler de mevcut.
Sanıyorum her mevsimin kendine has bir anlamı olacaktır. Mesela karlı bir günde gelmek apayrı bir zevki tatmanın ayrıcalığını yaşatacaktır.
[📷 Piknik keyfi çatanlar...]
[Saklambaç oynamanın sırası mı?]
[📷 Aydos Gölü’ne veda ederken...]
[📷 Geldiğim yoldan geri dönüp kavşağa kadar gideceğim...]
Gönüllerde Aydos Tepesi
Yüzümdeki ifade ısrarla ‘aldırma gönül’ dese de yürüyerek Aydos Tepesi’ne çıkmak isteyen bizleri zorlu bir parkur beklemektedir…
“Yollar yürümekle aşınmaz!” dememiş miydi ukala politikacının biri? Ben beş yaşında iken, yani 8 Kasım 1968’de Adalet Partisi Ankara İl Kongresi’nde Süleyman Demirel’in sarf ettiği bu söz Aydos Ormanı’nın ruhuna aykırı. Zaten o şişko siyasetçi hiciv yapacağım diye halkın demokratik gösteri hakkı olan yürüyüşleri hiçe saymış, alaycı bir tavır almıştır. Oysa bu orman, bu parkur, bu çepeçevre orman yolları beni haklı çıkarmak için, bakalım yollar yürümekle sona varılır mı diyerek daha fazla yürümemi istiyor bendenizden.
[📷 Kavşağa vardığımda...]
[📷 Yol boyunca ara ara yine piknikçileri gözlemlemek mümkün...]
Ancak bundan sonra yollar ıssızlaşıyor. Rampaları çıkmak zorlaşıyor. Buna rağmen kararımdan vazgeçmiyorum. Gölün güneyindeki kavşaktan sola dönüyor, kâh şose yoldan, kâh toprak yoldan ilerleyerek İSKİ yoluna çıkıyorum. 3-4 kilometrelik yolu bir buçuk saatte alıyorum. Bir süre sonra kaleyi tam anlamıyla dolaşacak gücü kendimde bulamıyorum. Fena halde bitap düşmüş durumdayım. Kasıklarıma ‘kancık’ sancılar saplanıyor. Ayak tabanlarım pişmiş, kabarmış mı yoksa? Bastıkça acıyor. Onun için gezmeyi çok istediğim tarihi kalenin dibine varmadan ‘U’ dönüşü yapıyorum. Zira sırada Aydos Tepesi var. Oraya kadar ise yine en az 3 kilometrelik bir rota bizi bekliyor. Üstüne üstlük bu çıkış daha da zorlu olacak. Orman yolunu takip ederek zirveye tırmanmaya başlıyorum. Nefes nefese kalmış bitkin hallerde tepeye ulaşıyorum. Ama ne ulaşmak! Erzincan pestilinden Malatya pestiline terfi etmiş gibi hissediyorum. Dut kurusundan kayısı ezmesine… Evet, manzara harika, çıkmaya son derece değer bir lokasyon, ama resmen anam ağlıyor her adım attığımda…
Yükseklerden adaları görmenin kıvancını yaşıyorum. Her biri inci gibi dizilmiş, bize gerçekçi öpücükler yolluyor. Soldan sağa: Kınalıada, Burgazada, Heybeliada, Büyükada ve Sedef Adası…
İnsan daha ne ister?
Hepsini bir arada tam takım halde görebilmek. Pusulamın ‘Kuzey’i gösteren tarafa yöneldiğimde az önce çıkmaya çalıştığım Aydos Kalesi’nin kalıntıları ile karşılaşıyorum. Offf, yukarıdan ne kadar güzel görünüyor her şey. Ancak Pire🚲 ile Azize🎒 bayağı bir ürkmüş hissediyorlar. Sosyal doku burada bize tam da düşündüklerimizden farklı şeyler olmadığını gösteriyor. Koruyucu tanrılar ve tanrıçalar bu zirvede yok oluyorlar. Kimselere bulaşmadan ziyaretimizi kısa kesiyor aşağıya inişe geçiyoruz.
Not: Gerek kalenin, gerek tepenin fotoğraflarını bu yazının birer parçası olarak eklemekten vazgeçiyorum. Çünkü bu ormana bir de sonbahar mevsimi sonunda ya da kış mevsiminin karlı bir gününde yeniden geleceğim. Ama bu kez Pire🚲’siz, salt ‘hiking’ yapmak amacıyla. Yanımda daha doğrusu sırtımda yalnızca Azize🎒 olacak. O zaman bu ormanı, bu kaleyi, bu sırtları, bu tepeyi “Gaza Geldim🚶: İstanbul” çerçevesinde bir gıdımlık “Orman Havası” hatıratı olarak paylaşacağım.
[📷 Dönüşe hazırım… Ama önce mola verip soğuk çaylı gıda takviyesi zamanı...]
Dönüş Yolunda
Bu kez geldiğimiz Çanakkale Caddesi’nden değil farklı bir güzergâh üzerinden (Cevizli Kavşağı’ndan) Maltepe Sahil Yolu’na çıkmak istiyorum. Pire🚲 ile Azize🎒 çok iyi bir ikili oldular. Yüzlerinde bugünün keyifli yorgunluğu, dönüşte derman kesen tırmanma yerine rüzgâr peşimizde bayır aşağı eseceğimizi biliyorlar.
Yeşil Vadi Piknik Alanı ile Aydos Mesire Yeri’ni geçiyorum bir çırpıda. Hemen sonrasında bir yarım saatlik mola. Termosumda kalan son çayı da tatlı bisküviler eşliğinde tamamlama. Zira yine 30 kilometre civarında bir sürüş yapacağım Kadıköy İskelesi’ne kadar. Bu yüzden yüksek enerjiye ihtiyacım var. Ceviz, fındık, tuzlu fıstık, badem ve kara kayısı çeşnisinden hazırladığım kuru yemişler ile takviye yapıp beslenme sepetimi Azize🎒’nin korunaklı iç ceplerine düzgün bir şekilde geri yerleştiriyor, ayaklanıyorum.
Şimdilik eyvallah Aydos…
Kartal Spor Tesisleri’nin bulunduğu noktadan Yakacık Caddesi’ne çıkıyorum. Şehit Aydın Çelik Caddesi’ni takip ediyor, Balıkesir Caddesi’nden aşağılara inişimi sürdürüyorum. Meğer bu yokuşlu yolların alçalması ne güzelmiş! 5 km sonra vardığım Cevizli Kavşağı’ndan upuzun Tugay Yolu Caddesi’ne doğru pedallıyor, Maltepe Plaza’nın önünden geçiyorum. Buraya kadar sakin ve çok düzgün olan yol birden şehir trafiğine girmiş olmanın elektrikli sinyallerini de veriyor. Kalabalık ahali bir yana, emniyet şeridinin darlığı ya da yokluğu öte yana, hiç istifimi bozmadan serinkanlı sürüşümü sürdürüyorum.
Bazen trafiği yara yara, bazen ondan tam kurtulmanın saadetiyle Tugay Yolu’nun Bağdat Caddesi ile kesiştiği kavşağa varıyorum. Bir İETT durağından daha geçiyorum: ‘Tugay Yolu’ yazıyor. Doğru yoldayım. Az sonra kocaman levhaları takip ederek sahil yoluna çıkabileceğim. Trafik lambalarının bulunduğu yerden sola dönüyor, Piri Reis Caddesi’ne antre yapıyorum. Bu caddenin başından sahil yolu, Kum İskelesi, yaklaşık 1 km.
Ve nihayet Sahil Yolu’na çıkmış bulunuyorum. Sapakta trafiği bir güzel kolaçan ediyorum. Çok yoğun değil. O halde parkların içerisine girip yolumu uzatmanın âlemi yok. ‘İsmi bana öyle yabancı ki’ T. Özal Bulvarı’nı kullanarak Bostancı’ya ulaşıyorum. Şimdi önümdeki iki seçenekten biri olan Bağdat Caddesi’ni tercih ediyorum. Sanki hiç yapmıyormuşum gibi hayatıma biraz renk katsın, biraz değişiklik olsun diye verdiğim bir hüküm bu. Pişman olmuyorum. Bağdat Caddesi’nin yoğunluğu bile beni verdiğim karardan caydırmıyor.
[📷 Canım sıkıldığı anlarda ara ara sahile iniyorum ve renkli günbatımını seyrediyorum...]
[Puslu bir hava basıyor, doğa durmadan renk değiştiriyor sanki...]
[📷 Balıkçı teknesi evine dönüyor olmalı. Akşam balıklarını mı getiriyor acaba?]
[📷 Marifetli iki kız hararetli hararetli konuşuyor. Kayalar denize doğru eğilmiş çöpçatanlık yapıyorlar...]
Ve işte bir hafta sonu günü daha burada takvime son noktasını koyuyor. Bu belki sadece basit bir noktadan ibaret. Ama kim bilir, noktalı virgül de olabilir pekâlâ. Ya da ne bileyim, üç nokta mesela. Noktalama işaretlerinin sonu yok ki. Bakmayın siz onların şıp diye aniden bir şeyleri kesiyormuş gibi tavır takınmalarına. Kimi zaman ukalalıktan, kimi zaman ise üşengeçlikten. Kusursuz bir sonsuzluk içeriyorlar aslında.
[📷 Masalın son perdesi...]
Sözü daha fazla uzatmaya ihtiyaç yok. İstanbul’un kuzey ormanları hep güzeldir, güzel kalmaya devam edecektir. Elbette insan vicdansız, canavar elini kendisinden uzak tutmayı başardığı sürece. Yakacık, Sultanbeyli bölgelerine kaynaklık yapan oksijen salgılayan ormanların şimdiki haliyle böyle doğal olmaları büyük bir kazanç Anadolu Yakası’nın ahalisi için. Kendilerine epeyce yakın sayılabilecek bu güzel tepelerden birisi Aydos Tepesi. Bu tepeye fırsat bulanın mutlaka uğraması gerektiği yerlerden birisi diye ısrarla vurgulamak istiyorum.
Tamam, Belgrad Ormanı gibi, Emirgan, Gülhane veya diğer mevcut bakımlı kasırlar, korular gibi değil belki ama kendi öz doğallığı içinde farklı bir ziyaret ve aktivite alanı Aydos Ormanı.
Hiç kuşku yok ki ufukta görünen tablo bize İstanbul’da böylesine doğal alanları bulmanın neredeyse imkânsız hale geleceğini işaret ediyor. Vakit varken yaşamalı güzellikleri. Yoksa misal benim çocukluğumun Kazasker bağları, Kozyatağı çayırları, Erenköy köşkleri, Bostancı bostanları, Küçükyalı fidanlıkları, Suadiye plajları bugün hepsi gökdelenlerin altında çiğnenmiş vaziyetteler. Benden önceki ve benim yaşıtım kuşaklara mümkün mertebe nefes aldıran bu yerlerin sadece fotoğrafları kaldı ellerimizde. Toprağı bol olsun hepsinin; daha başka ne diyelim?
Tabiat ananın acısını dindirmenin yolu yok mu?
Vardır herhalde…
Bu yüzden olsa gerek son zamanlarda sahil yollarına paralel veya başıboş arazilerde göstermelik yeşillendirme çalışmaları doğrultusunda yapay parklar, ormanlar oluşturuluyor. Ama kimse kimseyi kandırmasın. Hiçbiri doğal parkların, ormanların ve hatta çevre duyarlılığının dikkate alındığı mesire alanlarının yerini tutamaz. Böyle bütünüyle doğal güzelliklere sahip ormanlarımızın, piknik alanlarımızın ne yazık ki değerini bilmiyor insan evladı. Çevreyi merhametsizce kirleterek yaşam alanlarımıza ve doğanın geleceğine bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde zarar veriyor.
Eğitim meselesi, kültür meselesi diye geçiştiriyoruz…
Beğenelim beğenmeyelim Bizans’a çok şey borçlu bu şehir. Onun sayesinde gelişmiş, güzelleşmiş, tarihi bir önem kazanmış. Ancak yeni akıl, ki esasen bu da Cumhuriyet döneminin Menderes devrine rastlamıştır, yıkım, yeniden yapılaşma derken bugünlerin tahribatına öncülük yapmıştır.
Maalesef tüm sağcı iktidarların ‘yıkıcı’ hülyasıdır bu bir şehri modernlik yaftası altında talan etmek… Çünkü ucunda hep bir kâr hırsı, rant ve mangır vardır…
İşte ‘Aydos Tepesi’, Bizans döneminden eser kalmış kendi halinde bir yer. Başta da belirttiğim gibi tepenin yüksekliği yaklaşık olarak 537 metre. Diğer taraftan buralarda Romalılar çağının yaşantı kalıntılarına rastlamak olanaklı. Aydos Tepesi’nin çepeçevre etrafı sık orman ağaçlarıyla ve yeşillik alanlarla çevrili. Doğal bir görüntü ortaya çıkıyor haliyle. Tamamen görüntü, manzara, huzur vurgusu yaptığım sanılmasın. Sadece pitoresk bir işlevi yok elbette. İklimsel, ekolojik dengenin de mimarı gibi. Nasıl mı? Tepenin Güney yamaçları Marmara Bölgesi’ne sulusepken yağmurları taşırken, Kuzey yamaçları da azımsanmayacak oranda yağmuru Karadeniz kıyılarına götürüyor. Bu ender özelliği sayesinde, iki bölge arasında adeta bir köprü görevi üstlenmekte.
Beton mezarlığına esir düşmüş bir kentin ormanından ancak bu kadar…
Eskiler der ki; kışın geldiğini bu tepe haber verir bu yakanın yerleşiklerine. İlk kar düşme noktası ‘Aydos Tepesi’ olarak dikkat çeker. Manzarası ise harikadır.
İşte sırf bu nedenle kış takviminden bir yaprağı Aydos’a ayırıyor bendeniz…
Bakalım… Neye niyet neye kısmet!…
TUR ile İLGİLİ DETAYLAR
Tur Tarihi: 10.09.2017; Pazar
ROTA: Beşiktaş >> Kadıköy >> Maltepe >> Yakacık >> AYDOS TEPESİ >> Kadıköy (D) >> Beşiktaş >> Maslak >> Ayazağa (V)
Güzergâh Seyri: Beşiktaş >> {Beşiktaş ~ Kadıköy ŞH Vapur} >> Kadıköy >> Sahil & Park İçi Yolları >> Dragos Sosyal Tesisleri >> Marina Dragos >> Çanakkale Cad. >> Atalar >> Yenimahalle >> Mimar Sinan Cad. >> Âşık Reyhani >> Balıkesir Cad. >> Hacı Arif Bey >> Şht. Aydın Çelik Cad. >> Bulvar >> Uğur Mumcu Sitesi >> Adnan Kahveci Parkı >> Yakacık Cad. >> AYDOS ORMANI >> Aydos Gölü >> Aydos Kalesi >> Aydos Dağı Zirvesi >> Yeşil Vadi >> Aydos Mesire Alanı >> Balıkesir Cad. (D) >> Cevizli Kavşağı >> Tugay Yolu Cad. >> Bağdat Cad. >> Piri Reis Cad. >> Maltepe >> Caddebostan >> Kadıköy (D) >> {Kadıköy ~ Beşiktaş ŞH Vapur } >> Beşiktaş >> Barbaros Bulvarı >> Zincirlikuyu >> Büyükdere Cad. >> Maslak >> Ayazağa (V)
Turun Niteliği: “Marmara Turnesi” ~ Beton Mezarlığı ve Trafik Anarşisine İnat İstanbul ve Yakın Çevresi Turları
Toplam Tur Mesafesi: 115 km
Bisiklet Mesafesi: 90 km
Toplam Araç Mesafesi: 25 km
Kullanılan Ulaşım Aracı: İETT Otobüs & ŞH Vapur
Toplam Tur Zamanı: 13 saat 30 dakika (09.00~22:30)
Toplam Bisiklet Zamanı: 7 saat 30 dakika (10:15~20:30 & 21:15~22:30) Molalar: 4 saat
Hava Sıcaklığı: 31°C (Güneşli & çok sıcak)
Ortalama Hız: 11,80 km
Maksimum Hız: 40,00 km
YAPILAN HARCAMALARIN DETAYI
Ulaşım: 7,10 TL
Konaklama: 0,00 TL
Yeme-içme: 20,00 TL
Diğer: 2,00 TL
Toplam Masraf: 29,10 TL
Bir sonraki “İzmit Kirazlıyalı” serüveninde görüşmek üzere; sevgiyle kalın,
Gezenti Şeref
***…***