İSTANBUL TURLARI ~ Tarihi Yarımada I (İlk Tepe): 2. Rota

Pire🚲 ile “TÜRKİYE TURLARI” Stanpoli Gezileri: Gün 14

Bisikletim señorita #pire🚲 ile Türkiye Turları ~ “İstanbul” gezilerimin bugünkü güzergâhı, Tarihi Yarımada bölgesi, şehrin ilk tepesinde Sultanahmet çevresine olacak…

[Haseki Hamamı – Ayasofya – Million Taşı – Yerebatan Sarnıcı – At Meydanı – Alman Çeşmesi – Sultanahmet Camisi – Dikili Taşlar – Cumhuriyet Müzesi – İbrahim Paşa Sarayı – Binbirdirek Sarnıcı – Antiokhos Sarayları]

BYZAS’ın İSTANBUL’u, MEGAKÖY OLALI

İstanbul, Byzantion adıyla kuruluşu İsa’dan 600 yıl önce olduğu söylenen, Lygos adıyla anılan önceki dönemininse ne kadar sürdüğü bilinmeyen bir şehirdir. Uzun tarihi mirası boyunca pek çok isim verilmiş ona. Bu adların kimi unutulup gitmiş. Kimiyse değişip bugüne kalmış. Osmanlılar dönemindeki adlarından Asitane, Farsça “Astan” sözcüğünden türetilmiş. Eşik anlamına gelen bu sözcük yalnızca padişah eşiğini değil, kıtaların eşiğini de anlatıyordu, herhalde.

İstanbul dünden günümüze, tarihi boyunca, çeşitli inanışların yaşadığı şehir olmuştur. Güzelliği ve zenginliği onun sık sık saldırılara uğramasına yol açmış, bu saldırılar ve yıkımlar halkın belleğine söylenceler ve öykülerle kaydolmuştur. Ve tabii, İstanbul tarihi boyunca yaşadığı yeni göç dalgalarından da etkilenmiştir. Yeni yerleşimlerle yeni özellikler kazanmıştır.

Elbette kalkıp da bugün nasıl bir rant alanına dönüşmüş şehirden söz etmeyeceğim. Bu kâbus çöküntüsü artık beni hiç alakadar etmiyor. Kaldı ki, bu gezi-anı masallarının konusu da değil. Yeri geldikçe arada bir ‘giydiriyorum’ o kadar. Yoksa sabahtan akşama kadar küfür etsem, ne işe yarayacak?

Göçler dedim de…

İstanbul 1453’ten bu yana ağırlıklı olarak Türk/Müslüman bir şehri olarak biliniyor. Fetihten sonra halkın çoğu kaçmış, bakımsız ve harap şehre Anadolu’dan ve Rumeli’den, Karadeniz yörelerinden göçmenler getirilir. Böylece şehirde kalan Rum ve Latinlere, Yahudi ve Ermeni cemaatleri de katılır. Şehre yeni gelen ve Türkçe konuşan Karamanlı Ermeni ve Rumlar, Yahudi inancına girmiş bir Türk boyu olduğu iddia edilen Karaimler İstanbul’un yeni mozaiğini oluşturan haklardandır.

Anadolu ve Rumeli’den getirilen Müslüman Türkler, geldikleri şehirlerin adlarıyla anılacak semtlere yerleştirilirler. Aksaray, Karaman, Ereğli semtleri gibi. (Bugünkü Aksaray, Fatih, Çarşamba ve Şehremini semtleri.) Bu rengarenk kalabalığa, İspanya’dan Musevi ve Arap göçmenler de katılacaktır bir süre sonra.

Birbirlerinden ayrı bölgelere de yerleşseler, ayrı işlerle de uğraşsalar, bu inançları, gelenekleri farklı halkların birbirlerini etkilemeleri kaçınılmazdır.

Örneğin, bir dönemin paganlarca kutsal sayılan su kuyuları, Hıristiyanlık döneminde, nasıl Hıristiyan aziz ve azizelerin ayazmalarına dönüşmüşse, kimi su kuyuları da tekkelerin şifa umulan kaynaklarına dönüşecektir. Mesela, cumartesi günleri ateş yakmayan Musevilerin Türk komşuları, “cumartesi yıkanan çamaşırların üzüntüyle kirleneceğine” inanacaklardır. Söz gelimi, Afrika inançları, gelecekten haber alma merakıyla siyahi bacılara başvuranlarca yaşatılacak, dünyanın dört köşesini dolaşmış çingene çergeleri, falı, ayı oynatmayı yayacaklardır.

Topkapı Sarayı ve Batı Etkisi

Şehir, büyük bir imparatorluğun başkenti niteliğini taşıdığı sürece gezginlerden, göçmenlerden olduğu kadar, “Saray”dan da etkilenecektir. Kimi ilaç ve yemek adlarıyla da bunu kanıtlar. Hünkârbeğendi, Cem Sultan Helvası, Saray Sarması, Saray “Kırmız”ı… Gençliklerini bir konakta, bir zengin cariyesi olarak geçirenler, özgür kaldıklarında yaşadıkları yoksul mahallelerde “Saraylanım” (Sarayı Hanım) olarak çağrılacaklardır.

İstanbul folklorunu Batı’nın etkilemesiyse, daha değişik yollardandır. Kırım Savaşı sırasında İstanbul’a gelen İskoç taburları “Üsküdar’a gider iken” melodisini, Fransız mürebbiyeler “ön dö turva” oyununu bırakacaklardır. Çocuk oyun ve tekerlemeleri arasında Fransızca, Farsça ve Rumca sözcüklerin tanınmaz hale geldiği pek çok örnek vardır.

BİRİNCİ TEPE 2’nci ROTA

İkinci rotama, birinci rotamı bitirdiğim Topkapı Sarayı’nın Bâb-ı Hümayûn Kapısı’nın önünden başlıyorum. Kapının hemen yan tarafında Bâb-ı Hümayûn Çeşmesi, Sultan Ahmet Çeşmesi ya da III. Ahmet Çeşmesi diye anılan eser var.

Rotamın başlangıç noktası bu dört yüzlü, köşelerinde sebilleri olan zarif Meydan Çeşmesi.

İstanbul’un pek çok çeşmesine göre bakımlı ve şık durumda olan bu çeşme, Topkapı Sarayı’nın saltanatlı girişine çok yakışıyor. Lale Devri sanatını özetleyen zarif bir başyapıt olduğu gözden kaçmıyor. Murat Belge, “İstanbul Gezi Rehberi” kitabında anlattığına göre Bizans döneminde burada ağızlarından su akan turna ve yılan figürleriyle süslü “Peration” adında bir çeşme varmış.

Günümüze miras kalmış bu meydan çeşmesi ise, kimi kaynaklara göre 1728’de, kimilerine göre ise 1729 yılında Mimar Ahmet Ağa’ya yaptırılmış. Yapım yılı konusundaki karışıklık muhtemelen eski takvimden yeni takvime çevrilmesinden kaynaklanıyor.

[📷 Bâb-ı Hümayun Çeşmesi, Ayasofya Meydanı, (Nisan 2022)]

III. Ahmet, hattat padişahlardanmış. Şimdi yanında bulunduğum çeşmeyle, daha sonra Anadolu Yakası’na geçtiğimde, Üsküdar Meydanı’nda söz konusu edeceğim çeşme üzerindeki hatları kendisi yazmış.

Padişahlar güzel yazıyı, hat sanatını çok önemserlermiş. Sultanlar II. Beyazıt, II. Mustafa, II. Mahmut, Abdülmecit ve II. Abdülhamit hattat padişahlar olarak anılıyorlar.

Yola Koyuluş

Çeşmeden ayrılıp Sultanahmet Meydanı’na doğru, Kabasakal Caddesi’nde pedalları çevirmeye başlıyorum. Ayasofya Camisi’nin duvarının bitiminde, tam karşımda Hürrem Sultan Hamamı’nı (Haseki Hamamı ya da Ayasofya Hamamı) görüyorum. (10:50)

Bu rotamdaki hedefim önce bu meydan. Yani Ayasofya Meydanı. Öncelikle hamam çevresi, sonra Ayasofya Kilisesi/Camisi/Müzesi… Sonra da Divan Yolu Caddesi’nin karşı kaldırımına geçip Million Taşı, Yerebatan Sarnıcı… Tekrar karşıya geçip bu kez Sultanahmet Meydanı’na geri dönüp, diğer bir deyişle At Meydanı/Hipodrom eserleri… Alman Çeşmesi, Sultanahmet Camisi, Dikilitaşlar, M.Ü. Rektörlüğü, İbrahim Paşa Sarayı… Ve son olarak Mehmet Akif Ersoy Parkı’nın içinde yer alan Lausos ve Antiokhos Saraylarının günümüze kalan kalıntıları…

Haseki Hamamı

Haseki Hürrem, Osmanlı tarihine ismini “özel” olarak yazdırmış kadınlardan birisi. İstanbul’un bir semtine (Haseki) adını verecek kadar önemli. Kanuni Sultan Süleyman’ın eşi ve Osmanlı tarihinin üzerine en çok konuşulan, kaynak kıtlığına rağmen dedikodusu yapılan kadını.

Hürrem Sultan, İstanbul’un en büyük hamamını, Osmanlı’nın en büyük mimarı Sinan’a yaptırmış. (Ya da Kanuni, eşi Hürrem Sultan için yaptırmış olabilir.)

[📷 Hürrem Sultan Hamamı, Ayasofya Meydanı, (Nisan 2022).]

Hamam 1556 yılında tamamlanmış, “çifte hamam” olarak inşa edilmiş. Güzel duvar çeşmesinin yanındaki levhaya göre sağ tarafta Hanımefendiler Bölümü (Ladies Quarters) sol tarafta ise Centilmen Erkekler Bölümü (Gents Quarters) yer alıyor.

Eskiden bu hamamın yerinde Zeuksippos isimli bir Bizans hamamı varmış. Maalesef günümüze İstanbul’daki Bizans hamamlarından hiçbirisi ulaşamadığından nasıllarmış diye bir fikir edinemiyoruz. İngiltere’nin Bath kentindeki meşhur Roma hamamı hâlâ ayakta ve çok acayip turist çekiyor.

Bizim dönüştürmeyi, devşirmeyi çok akıllı bir iş sanan atalarımız maalesef bugünleri öngörememiş, düşünememişler. Yoksa acayip para basardı Turizm Bakanlığı. Bak koskoca Ayasofya bile sırf cami olmadığı için milyonları çekmeyi başarıyor.

Kitaplardan ve filmlerden, hatta belgesellerden edindiğim bilgilere göre Osmanlı hamamları ile Bizans hamamları benzer teknik özelliklerle inşa edilirlermiş. İşte bu hamam bile bir ara harap vaziyetlerdeyken daha sonra onarılarak Kültür Bakanlığı’nın halı satışı için kullandığı bir ticarethaneye dönüştürülmüştü. Geçirdiği büyük restorasyondan sonra 2010 yılında yeniden hamam olarak eski fonksiyonuna döndürüldü.

[📷 Haseki Hürrem Sultan Çeşmesi, Ayasofya Meydanı, (Nisan 2022).]

Mimar Sinan tarafından yaptırılan “Hürrem Sultan Hamamı”nın dış duvarındaki çeşme 15’inci yüzyılda yaptırılmış. 2010 yılında hamam ile birlikte restorasyon görmüş.

Usta mimarın, burada suyu ve taşı bir sanat eserine dönüştürerek, mimari bir şaheser oluşturduğu görülüyor. Çeşmenin en önemli özelliği, “selsebil” adı verilen su sistemiyle ilgilidir. Selsebil, yüzey alanının mümkün olan en geniş şekilde düzenlendiği, suyun akışını kontrol eden ve suyun melodik seslerini çıkarabilmek için tasarlanmış, özenle işlenmiş dekoratif bir yapıdır. Bu sistem, suyun çeşmeden çıkarken oluşturduğu ritmik ve yumuşak akış sayesinde, dinleyenlere adeta bir müzik ziyafeti sunar. Dinletisi bedava, yeter ki bir aksa!

Mimar Sinan, selsebil ile sadece suyun fonksiyonel kullanımını değil, aynı zamanda estetik ve akustiğini de düşünmüştür. Çeşmenin cephesindeki taş işçiliği, zarif kabartmalar, çiçek motifleri ve yazıtlar, bu sanatsal dokunuşu bütünlemektedir.

Asil Bir Hitabet

“Canım Paresi Sultanım hazretlerinin mübarek ayağının tozuna bu çirkin yüzümü sürdükten sonra, benim aziz canım, devletim, saadetim, sultanım… Çok şükür Yüce Allah’a ki mübarek mektubunuz gelip gözlere nur, gönüllere sevinç doldurdu. Yüce Allah seni olgunluğa eriştirip, kıyamete dek seni benden ayırmayıp bir daha yüzünüze yüz sürmeyi nasip etsin. Benim canım paresi, benim ömrümün sahibi devletli sultanım… Şükürler olsun mübarek mektubunuz da sıhhatiniz haberini almışız… Eğer biz zavallı, güçsüz cariyenizden sorarsanız; vallahi benim canım, ne gecem gecedir ne günüm gündür. Sizin gibi bir padişahın sohbetinden ayrı kaldığımdan bana bir şey gerekmez. Vallahi ve tallahi ayrılığınızın ateşinden, gece ve gündüz yanarım…”

Kanuni Sultan Süleyman’ın Rus asıllı, nikâhlı karısı Hürrem Sultan’ın (Aleksandra Lissowska Roxelana) şu hitabetine bakar mısınız? Hırslı olduğu, entrikacı olduğu söylenegelse de Necdet Sakaoğlu, “… satır aralarında akıllıca işlerine, inceliğine, derin aşkına, sanat ve edebiyat tutkusuna, diplomasideki başarısına da değinmeden geçememişlerdir,” diyor.

En Çok Tartışılan Sultan

Beş şehzadenin ve bir sultanın annesi Hürrem, Kanuni Sultan Süleyman ile 38 yıllık beraberliklerinin 8/10 yılını savaşlar yüzünden sultana hasret geçirmiş. Karşılıklı mektuplarla hasret gidermişler.

Pek çok hayır kurumu yaptırmış olan Hürrem Sultan, 1530 yılında Kanuni’den özgürlük belgesini (Itıknâme) alıp “hür” bir kadın olunca Osmanlı hanedanlığında olaylara da neden olmuş. Padişahların kadınları ile nikâh kıyarak evlenmeleri söz konusu olmamasına rağmen, Kanuni ve Hürrem, İslam’a uygun kıyarak evlenmişler. Yani hoca nikâhı dedikleri şeyden.

Ancak Hürrem Sultan 1558 yılında henüz altmış yaşına varamadan Kanuni’den önce ölmüş. Cenaze namazını Beyazıt Camisi’nde, Şeyhülislam Ebussuud Efendi kıldırmış. Hürrem Sultan, Süleymaniye Külliyesi’ndeki türbesine defnedilmiş.

Haseki Hürrem Sultan, saraya çok küçük yaşta geldikten sonra müthiş bir eğitim almalı ki, o mektupları yazabilmiş ya da yazdırmış olsun. Bir insan için ilk ve en önemli hedef, ki eğer bu şahıs bir köle, bir cariye ise daha da hayati sayılır… Hayatta kalabilme başarısı olduğuna göre… Kendi yaşamını ve çocuklarının yaşamını korumuş, becerikli ve donanımlı bir kadın olduğu yüzyıllar sonra bugün dahi anlaşılıyor.

Şimdi artık buradan ayrılma zamanı. Hürrem Sultan Hamamı’nın sağına doğru ilerleyip Ayasofya’ya geçeceğim. İleride bütün dünyanın Mavi Cami olarak bildiği, tanıdığı Sultanahmet Camisi var. Ayasofya’dan sonra Hipodrom’u gezerken yanına gideceğim.

Ayasofya

Ve karşımda Ayasofya… Dünyanın sekizinci harikası… 😊 On beş asırdır burada. Dimdik ayakta. Şu anda fotoğrafladığım yapı 537’de Jüstinyen’in yaptırdığı üçüncü Ayasofya. Yapıldığı günden beri uygarlığın gözbebeği olmuş. Hem Bizans hem de Osmanlı imparatorları için en önemli ibadet merkezi konumunu korumuş. O kadar ki, caminin bahçesinde çok sayıda Osmanlı padişahının, şehzadenin ve hanım sultanın türbeleri bulunuyor.

Bin yıla yakın kilise, beş yüz yıla yakın da cami olarak kullanılan yapı, 1935’ten beri müze olarak kullanılıyor ve yerli yabancı tüm turistlerin ilgisini çekiyor.

Aslında Ayasofya’nın içi dışından daha görkemli. Çok uzun yıllardır içinde süren restorasyon iskelesi kalktıktan sonra, insanı derinden etkileyen muazzam hacim iyice ortaya çıktı. Sütunlar, mozaikler, tablolar meydana çıktı.

Ayasofya Müzesi gezi detayları için 👉 [Ayasofya Tarihi Müzesi Ziyareti]

[📷 Ayasofya, İstanbul, (Nisan 2022).]

Meydan giderek kalabalık olmaya başladı. Pire🚲’yi bırakabileceğim güvenli bir yer olmadığından müzeyi gezmeye bilahare geleceğim. Beki yine aile bireyleriyle. Teklif benden…

Ayasofya Kilisesi/Camisi/Müzesi”, İS 360 yılında İmparator Konstantin tarafından yaptırılan ilk Ayasofya Kilisesi… II. Theodosios döneminde aynı yere yaptırılan ikinci kilise İS 415’te ibadete açılmış. 532 yılında Iustinianos (Jüstinyen) aleyhine başlayan ve günlerce süren bir ayaklanmada şehirdeki pek çok güzel binayla birlikte kilise de yanmış. Yanan kilisenin yerine İmparator Iustinianos, dünyanın ilk katedrali olan Ayasofya’yı yaptırmış ve 537’de açılışını yapmış.

Ayasofya önceleri “Megalo Ekklesia” (Büyük Kilise) adıyla anıldı, sonra da “Aghia Sofia” (Kutsal Bilgelik) olarak tanındı.

İstanbul’un fethi sonrası, Ayasofya’nın camiye çevrilmesi sırasında, gerekli olan mihrap, minber, minare gibi eklentiler yapılmış, Ayasofya’nın dört minaresinden ilkini Fatih yapıya eklemiş. İkinci minare II. Beyazıt, diğer iki minare ise II. Selim tarafından yaptırılmış. I. Mahmut döneminde camiye yapılan en önemli eklentilerden biri de kütüphane olmuştur.

Ayasofya’yı fotoğrafladıktan sonra Ayasofya Meydanı’nda keyfe keder bir turlama gerçekleştiriyorum. Maksat yayan turistlere, “Bakın, bisikletle de gezilebiliyor,” görüntüsünü vermek için. Eminim içlerinden bazıları beni görünce derin bir iç geçiriyordur. Bakışlarından anlıyorum. İmaj meselesi. He-he-he. Burası geçmiş te aynı zamanda Augesteon Meydanı olarak da bilinen meydan. Söz gelimi Bizans’ta şehrin kalbinin attığı, ticaretin ve ticaretle ilgili her tür işin yapıldığı alan. Bir nevi açık havadar “agora”…

Şimdi istikamet Yerebatan Sarayı… Hadi bakalım, yaylanalım!!!

Su Terazisi – Million Taşı – Yerebatan Sarnıcı

Ayasofya’nın sağında kalan, tramvay yolunu, Divan Yolu Caddesi’ni, geçtiğimde karşı kaldırımda, kırmızı tuğla ile örülmüş, fabrika bacasını andıran yüksek yapının yanında Pire🚲’yi park ediyorum.

[📷 Su Terazisi & Million Taşı, Divan Yolu Cad., (Nisan 2022).]

Bu fabrika bacasını andıran yüksek şey eski bir “su terazisi”. Su terazileri, eski su dağıtım şebekelerinin su basıncını, seviyesini ayarlamak için yapılırmış. Bizans’ta olsun Osmanlı’da olsun su terazileri hep ihtimamla kullanılmış.

Günümüze ulaşan az sayıdaki su terazilerinden birinin yanındayız.

Bu nokta, tramvayın Gülhane’den yukarı çıkarken Divan Yolu’na keskin bir virajla döndüğü köşede. Terazinin hemen sağ tarafındaki çukura gömülü duran yamuk yumuk mermer parçası ise “Million Taşı”. Bu özel taş, oldum bittim, dünyanın başlangıç noktası kabul edilirmiş…

Million Taşı

Her gün milyonlarca insanın önünden geçtiği ve belki de fark etmediği ya da çok da önemsemediği Million Taşı düşündüğüm gibi çok mühim. Şimdi bu köşeye sıkışıp kalmış zavallı mermer parçacığı ne ola ki? Niye ehemmiyetli olsun ki? Denilebilir. Döneminde ne kadar değerli, başköşe olduğunu bugünün insansı varlığı tahayyül edemeyebilir. Çünkü kala kala elde bu taş sütun kalmış. Pek anlamlı gelmeyebilir adama.

Halbuki, eskiden zafer takını andıran, yüksek ve ihtişamlı mermer bir yapıymış. Koca koca heykelleri olan muazzam anıt yapıdan geriye bu mermer parçacığı kalınca pek anlaşılmaması doğal.

Bütün Yollar Roma’ya Çıkar

Million Taşı”, sıfır noktası kabul edilir, diğer kentlerin uzaklıkları buraya göre dikkate alınırmış. Bizanslılar kente giren düşmanların Million Taşı’ndan öteye geçemeyeceklerine, taşın tılsımının düşmanları engelleyebileceğine inanırlarmış. Kanıya göre Million Taşı düşmanları ikiye böler ve etkisiz hale getirirmiş. Bu nedenle Bizans düşüp, Osmanlılar kente girdiği sırada halk, Ayasofya’ya sığınmış ve düşmanın Million Taşı’ndan ileriye geçememesini beklemişler.

Million Taşı’nın tılsımlı olduğuna yalnız Bizanslılar değil Osmanlılar da inanıyormuş. Evliya Çelebi, “Seyahatname”sinde İstanbul’da saydığı tılsımların on dördüncüsü olarak Million Taşı’nı gösteriyor.

Ayasofya’nın güneyinde, dört adet mermer beyaz uçlar üzerinde Azrail, İsrafil, Mikail ve Cebrail’in tasvirleri İstanbul’un on dördüncü tılsımını oluşturuyordu. Bunlar, dört yöne bakacak şekilde dikilmişlerdi. Yılda bir kere Cebrail tasviri kanatlarını çırpıp haykırırsa, doğu tarafından bolluk bereket olur. İsrafil tasviri bunu yapsa batıda kıtlığa delalet eder. Mikail tasviri kanat çırpsa ve haykırsa bir asi çıkar. Azrail tasviri aynı hareketi yapsa bütün âlemi veba sarar.

Yerebatan Sarayı

Şimdi aynı kaldırımdan biraz yürüyüp yol ağzında Divan Yolu Caddesi’nden sola Yerebatan Caddesi’ne dönüyorum. Sol tarafımda Yerebatan Sarnıcı’nın giriş kapısını görüyorum. Sarnıca ayrıca “Yerebatan Sarayı” da deniyor. Ancak restorasyonda olduğu için kapalı. Defalarca geldiğim gibi bittiğinde yine gelirim elbet.

Şundan dolayı… İstanbul’un görülmesi gereken en orijinal yerlerinden birisi… Mermer sütunları, sütun boşlukları, loş aydınlatması ile gerçekten çok etkileyici bir mekân.

Yerebatan Sarnıcı gezi detayları için 👉 [Yerebatan Sarayı Ziyareti]

[📷 Yerebatan Sarayı, Yerebatan Cad., (Nisan 2022).]

Antik Çağda ve Orta Çağda yapılmış bütün şehirler için kuşatılma tehlikesi vardı. Kuşatılmanın başlıca sorunları da, yiyecek ve içecek kaynaklarının tükenmesiydi. Roma ve Bizans imparatorları bu sorunu çözmek için şehri kurarken büyük yeraltı sarnıçları yaptırdılar. “Bazilika Sarnıcı(Yerebatan Sarayı) bunların en büyüğüdür. Üzerinde Ticaret Bazilikası bulunduğu için bu adı almıştır.

Ayasofya’nın hemen yan tarafında bulunan bu sarnıç, I. Iustinianos tarafından 6’ncı yüzyılda, Büyük Saray’ın su ihtiyacını karşılamak için yaptırılmış. Sarnıçta toplam 336 mermer sütun kullanılmış, 9.800 m2’lik alanı kaplayan yapı, sütun başlıkları ve kemerlerle desteklenmiş. Çoğu Korint üslubunun Bizans adaptasyonu olan başlıklara sahip olan bu sütunların bazılarında ince oyma süslemeler bulunuyor. Bunlar ayrıca balık sırtı çatıyı ayakta tutmaya yarıyor.

Sarnıcın üzerinde yollar ve yapılar var.

Bizans Sonrası Bazilika Sarnıcı

Osmanlılar durgun sudan hoşlanmazlar, hele bunu içmeye hiç yanaşmazlarmış. Herhangi bir kuşatma tehlikesi de yaşamadıkları için sarnıçlara Bizanslılar kadar ihtiyaçları olmamış. Hatta öyle ki koca Yerebatan Sarnıcı’nın varlığı fetihten bir yüzyıl sonrasına değin unutulmuş. Ama burada evi olanlar bodrumlardan aşağıya kova sarkıtıp su çekiyor, üstelik balık avlıyorlarmış. Sarnıç yeniden keşfedildiğinde suyu saray bahçelerini sulamakta kullanılmış.

Yakın zamana kadar Yerebatan’a küçük bir tahta merdivenle inilir, loş ortamda sarnıcın oldukça büyük bir kısmı görülürmüş. Ayrıca daha önceleri de bir ufak sandalla gezintiler yapılabiliyormuş. Bu sandalı buraya bir İngiliz’in getirdiği söylenir.

1980’lerde annemin eniştesi restoratör Bekir Peker ve ailesinin de katkılarıyla sarnıç bütünüyle boşaltılıp restore edildi (1987-1989). Her tarafını gezebilmek için betondan gezi platformları yapıldı. Böylece Yerebatan, sütunlarının olağanüstü perspektifleriyle etkileyici bir mekân haline geldi. Bu arada, sütunlarda kaide olarak kullanılmış iki Gorgon Başı kabartması ortaya çıkmıştı. Bell ki, Hıristiyanların bu pagan kalıntıyı ebediyen su altında gizlemeyi amaçladıkları anlaşılıyor.

[📷 Turşucuzade Konağı, Yerebatan Cad., (Nisan 2022).]

Yerebatan Sarayı’nın karşısında bu ahşap konağa bayıldım. Zaten bir Erenköylü olarak ben çocukluğumdan beri ahşap evlere, köşklere, malikanelere, konaklara aşığımdır.

Bu konak Şeyhülislam Turşucuzade Ahmed Muhtar Efendi’ye aitmiş. Babasının Ayasofya’da turşucu olmasından dolayı bu denli akılda kalıcı bir isme sahip olduğu söyleniyor. Medreselerde hocalık yapmış, 1872’de şeyhülislam olarak tayin edilmiş. Görevi süresince makamının itibarını korumaya yönelik itinalı tavrıyla adından söz ettirmiş. Vâlide Pertevniyal Sultan’la ilgili bir vakıf davasında Vâlide Sultan’ın kahvecibaşısını kovması azline zemin hazırlamış. İhtişamlı “Şeyhülislâm Kapısı” kayığına binmeyip şehir vapuruyla Kadıköy’e geçmesi hafiflik sayılmış ve 1874’te azledilmiş. Görev aldığı dönemde bu tarihi yarımadadaki konağında yaşayan Turşucuzade, görevinden alındıktan sonra bir sene Kızıltoprak’taki konağında yaşamını devam ettirmiş ve 1875’te hayatını kaybetmiş.

Ayasofya’ya komşu olan bu ahşap yapı uzun yıllar boş kalmış ve harabeye dönüşmüş iken 1990 yılında yıkılıp önce betonarme hale getirilmiş. Daha sonra, İBB tarafından ahşap bir sistemle yeniden inşa edilmiş. Bugün İBB Turizm Müdürlüğü’nün turizm ofisi olarak hizmet veriyor ve dünyanın dört bir yanından gelen konuklarını ağırlıyor.

[📷 Bazilika Sarnıcı, Yerebatan Cad., (Nisan 2022).]

Yerebatan Sarayı’nı bir de karşı kaldırımdan çekeyim dedim.

Beni her zaman etkilemiş olan bu mekân, sadece turistlerin değil, Hollywood setlerinin de gözdesidir. Şimdiye kadar 1963 yapımı “James Bond: Rusya’dan Sevgilerle” filmiyle anılırdı. Son olarak Tom Hanks’in oynadığı 2016 yapımı “Inferno/Cehennem”de boy gösterdi.

Diğer taraftan efsanelere bayılan İstanbulluların elbette bu etkileyici yer için de hikâyeleri olmuş…

(Kaynak: Internet)

Sarnıçta iki Medusa başının birisi yan, diğeri baş aşağı yerleştirilmiş, sütun kaidesi olarak kullanılmışlar. Medusa ile ilgili olarak mitolojiye dayandırılan birçok efsane, sarnıca gizem katıyor.

Medusa yeraltı dünyasının dişi canavarı olan üç Gorgona’dan birisiymiş. Bu üç kız kardeşten yalnızca yılan başlı Medusa kendisine bakanları taşa çevirme gücüne sahipmiş. Büyük yapıları, özel alanları kötülüklerden korumak için Gorgona kafaları kullanılırmış. Medusa’nın, Anadolu’nun Şahmeran’ı gibi nazar boncuğu etkisi yarattığı düşünülüyor. O kadar büyükler ki Medusa başlarının buraya nasıl getirildiği merak konusu.

[📷 Million Taşı, Divan Yolu Cad., (Nisan 2022).]

Yerebatan Sarnıcı’nın yanından ayrılıp, tekrar su terazisinin yanına geliyorum. Bunun bana keyif veren bir sebebi var elbette. Nasıl ki, Hoca Nasreddin’e sormuşlar… “Hoca, dünyanın merkezi neresidir?” O da kurnazca cevap vermiş… “Eşeğimin bastığı yer.

İşte, burası tam da orası. Pire🚲 boşuna basmıyor bu noktaya! 😊

Million Taşı’nın yanındaki yön levhalarında, (yönler geçmişe kıyasla bugün biraz şaşmış olsa da) ünlü şehirlerin mesafeleri yazılı. Mesela Moskova’ya gitmek istesem 1757 km yolum var. Lyon 2015 km uzakta. Londra ise 2502 km. Dünyanın en bisikletçi şehri Amsterdam’da pedal çevirmek istersem 2214 km yol katetmem lazım.

Ne yazık ki ben şimdi o kadar uzaklara gitmeyeceğim. Tramvay yolundan karşıya geçecek ve At Meydanı Caddesi’nde turuma devam edeceğim.

Gerçi su terazisi ve Million Taşı’nı sağımda bırakarak kaldırımı izleyip virajı döndüğümde Divan Yolu’na girer, az ileride Tarihi Sultanahmet Köftecisi’ne yine bir ziyarette bulunabilirim. Hiç de fena bir fikir değil hani.

Sultanahmet Meydanı

1920’den bu yana, dünyaya nam salmış köftelerin tadına bakmadan geçmem. Malum gezenti denilen canlı türü, gezerken ne yediğini merak eden ama ne yiyeceğini hiç dert etmeyen insandır. Ben de dert tasa olmaz. Her şeye fit olurum. Yemek ayırmam. Hele bir de köfte varsa burnumun ucunda, dertsiz gezenti olur çıkarım.

Dükkânı çekmek için karşı kaldırıma geçiyor öyle görüntü alıyorum.

Şimdi bana leziz bir yemek molası. (11:35) Afiyet olsun!

Köfteciden çıktıktan sonra yolun tam karşısına geçip Sultanahmet Meydanı’ndaki taşlara doğru ilerliyorum. (12:10)

Sol tarafta kalan ve meydanın dokusuna ecnebi bir görüntü veren yeşil kubbeli, siyahi sütunlu yapı, Alman Çeşmesi çok dikkat çekici.

Alman İmparatoru II. Wilhelm’in II. Abdülhamit’e hediye ettiği çeşme 1901 yılında Almanya’dan getirilmiş. Bir “meydan çeşmesi” olarak koyu yeşil mermerler, altın mozaik parçaları kullanılarak Osmanlı için tasarlanan çeşmenin karakteristik bir özelliği bulunmadığı söyleniyor. Çeşme Osmanlı’yı üç kez ziyaret eden II. Wilhelm’in 1898’de İstanbul’a ikinci kez gelişinin anısına yapılmış. İlk gelişinde (1889) Osmanlı ordusuna, Alman tüfeklerinin satışını, ikinci İstanbul ziyaretinde ise İstanbul-Bağdat Demiryolu’nun Alman firmalarına verilmesini sağlamış.

[📷 Alman Çeşmesi, Sultanahmet Meydanı, (Nisan 2022).]

Şimdi çeşmeden, sol tarafta Ayasofya, karşıda Hürrem Sultan Hamamı ve sağda Sultanahmet Camisi kalacak şekilde At Meydanı ya da eskiden söylendiği gibi Hipodrom’a göz atayım diyorum.

Sultanahmet Meydanı, UNESCO tarafından “Sultanahmet Kentsel Arkeolojik Sit Alanı” olarak tescillenmiş bir dünya mirası. Araç trafiğinden arındırılmış bölgede yayalar haddinden fazla. Onlara dikkat etmek ise başat önceliğim. Bu yüzden bazen pedal çeviriyor, bazen bisikletimi elime alıp yürümeyi seçiyorum. Zaten öyle aman aman çok büyük bir bölge değil. Pedal çevirirken zırt pırt durmak yerine yürürken fotoğraflar çekmek daha kolay.

Bisiklet Manifestosu’nun ilk maddesi: “Bisiklet eşitliktir. Bazen o sizi taşır, bazen de siz onu.

Akropolis

Bugün Sultanahmet Meydanı adıyla bildiğimiz çevre, yani tarihi yarımadanın batı ucu, İstanbul’un en eski bölgesidir. Efsanevi Byzas’ın ya da ilk kurucu kimse onun şehrini burada kurduğu anlaşılıyor. Pagan İstanbul’un Akropolis’i bugün Topkapı Sarayı’nın kapladığı yumuşak yükselti üstüne yapılmış. O Akropolis’ten bugüne hiçbir iz kalmamış. İstanbul oldukça eski zamanlardan beri geniş bir imparatorluğun başkenti olduğu için, şehrin bu bölgesi de yalnız onun değil, aynı zamanda bütün imparatorluğun merkezi olarak tasarlanmış. Bunu en iyi anlatan anıt, az önce yanında fotoğraflar çektiğim, su terazisine komşu, mütevazı bir şekilde duran Million Taşı’dır.

Bugünkü adıyla Divan Yolu Caddesi, şehrin ana caddesi, Mesa, buradan başlıyor. Belirli meydanlarda çatallarla ayrılarak sur kapılarına varıyor. Oradan da dünyanın dört bucağına yayılıyor.

İmparatorluk merkezinin en önemli binaları da bu bölgede toplanmıştır. İmparator ise en somut temsilci olarak hem yaşadığı hem de devlet işlerini yerine getirdiği sarayını buraya inşa ettirmiştir. Saray, şehrin ve imparatorluğun siyasi merkezidir. İmparatorluğun en büyük kilisesi, dolayısıyla dini merkezi, yani Ayasofya, buradadır. Kutsalın yanında, dünyevi eylemin merkezi olarak, en belirleyici toplumsal eğlencenin yapıldığı Hipodrom da gene buradadır. Öyle ki, hazırlanan özel yollardan imparator kiliseye de, Hipodrom’a da, “sokağa çıkmadan” geçebiliyordur.

Yine ayrıca az önce yanından geldiğim Bazilika Sarnıcı gibi, merkezin ihtiyaçlarını karşılayacak büyük destek yapıları da bu çevrede kurulmuştur.

Sultanahmet Meydanı Çelik Çomak Alanı

Şehrin bu bölgesinin manevi karakterini Osmanlılar pek fazla değiştirmezler. Onlar da saraylarını burada inşa eder. Ayasofya’nın yanı sıra en görkemli camilerden biri olan Sultanahmet’i, en büyük hamamlardan biri olan Hürrem Sultan Hamamı’nı buraya inşa ederler. Hipodrom ise Türk sporu ciridin oynandığı At Meydanı’na dönüşmekte gecikmez.

[📷 Sultanahmet Camisi, Sultanahmet Meydanı, (Nisan 2022).]

Sultanahmet Camisi’ne doğru hareketleniyorum.

Camiyi anlatmaya başlamadan önce Sultan I. Ahmet ile ilgili birkaç söz kelam etmek lazım. Padişahın en büyük özelliği, Fatih Sultan Mehmet zamanından itibaren uygulanmış olan “kardeş katli” kanunnamesini yürürlükten kaldırmış olması. Topkapı Sarayı’nın yitik orgu hikâyesini de duymuş olabilirsiniz. Kraliçe I. Elizabeth’in, Sultan III. Murat’a hediye ettiği güzelim çalar saatli orgu “gavur icadı” diye parçalatıp yaktıran softa padişah, işte I. Ahmet’in ta kendisidir. Yobaz olmasına yobaz da bu muhteşem camiyi nasıl yaptırmıştır aklım sırrım almıyor.

Sadece cami değil elbet; içinde imaret, medrese, hamam, çeşme, darüşşifa, sıbyan mektebi, arasta ve sebillerden oluşan koca külliyeyi de 1609-1616 yılları arasında inşa ettirmiştir.

Ama kadere bakın ki daha 27 yaşında iken hayatını kaybeder. Üstelik camisinin açılışından kısa bir süre sonra. Cami dışındaki külliye yapılarının bir kısmı o öldükten sonra 1620’de tamamlanmış. 

Çok Eski ama Yeni Bir Hikâye

İstanbul üzerine yazılmış en güzel kitaplardan biri, Edmondo de Amicis’inkidir. İtayan edibi, yıllar yılı bu kentin hayalini kurmuştur. Doğu’ya giden gezginlerin yazdıklarını okumuş, Lamartine’i, Lady Montague, Gautier, Chateaubriand’ı âdeta belleğine kazımıştır.

Gemide bütün geceyi uykusuz geçiren de Amicis, güverteye çıkınca, o tan ağışında, “Lanet olsun!” demekten kendini alamaz. Sis bütün ufku kaplamış!

Düş bozumu neyse ki uzun sürmez. Sis büsbütün yoğunlaşmaz. Sarayburnu’yla Yedikule arasında “beyaz ve tepeleri güneş ışığında gül rengine girmiş minareler” görünür… Sonra evler, kulelerle tahkim edilmiş surlar… Derken, her Batılı seyyahın odaklanıp kaldığı tapınak…

Kocaman bir gölge, hâlâ bir sis tabakasıyla örtülü pek büyük. Yüksek ve zarif bir bina bir tepenin üzerinden semaya doğru yükseliyor. Ve uçları güneşin ilk ışıklarıyla gümüş gibi parıldayan upuzun ve ipince dört minarenin ortasında ihtişamla yuvarlaklaşıyordu.

Bir gemici, “Ayasofya!” diye bağırır.

İstanbul şimdi, sanki, ezeli ve ebedi siluetiyle belirmektedir. Sultanahmet Camisi, Beyazıt Camisi, Laleli Camisi, Süleymaniye, kuleler, yeşillikler, servi, sakız, çınar, kasırlar, kubbeler… De Amicis, “Sır ve hüzün dolu bir şehir,” diyor.

Çok uzun yıllar sonra, 1960’ların sonlarına doğru Sultanahmet Camisi’ni ben de bu siluetten hatırlıyorum. Hatta Mehmet dedemin arka bahçemize yaptırdığı iki katlı evin çatısından Sarayburnu’nu izlediğim o çocuksu günlerimi hatırlıyorum. Sisler dağılsa daha da netleşeceğini bildiğim. Önce adalar ortaya çıkardı, sonra da Tarihi Yarımada… Tabii, o zamanlar böyle havaya uçmuş beton mezarlığı gökdelenler ortalığı kaplamamıştı! 

Gün doğumunda çok sis olurdu. Ama gün batımında şahane bir görüntü ortaya çıkardı. Ne çok şiir, öykü yazmışlığım vardır o kırmızı rengi parlak kiremitli çatıda.

Vapurla Yaptığım Yolculukları Nasıl Unutabilirim

Anneannem Karagümrük’te, Teyzemler Hadımköy’de, Babaannem Mecidiyeköy’de… Erenköy’den kalkıp önce Kadıköy’e, sonra vapurla karşıya, bazen Karaköy’e, ama daha fazla Eminönü’ne… Lacivert gerdanlığın sardığı muhteşem Tarihi Yarımada bir sıcak çay ve simitle bir güverte yakınlığında… Boyuna çehre değiştiren İstanbul’da, neyse ki bu tarihi görünüm varlığını bugün de koruyor. Yalnız hep dediğim gibi İstanbul bitmeden gezmeli. Yoksa bu rant hırsızı canavarlar bu şehri bitirecek bir gün.

Zira İstanbul’un simgesi kesinlikle bu tarihi manzarası.

[📷 Sultanahmet Külliyesi, Sultanahmet Meydanı, (Nisan 2022).]

19’uncu yüzyılın gezginleri, bilinen nedenlerle, Ayasofya’dan uzun uzadıya söz açarlar. “Sultanahmet Camisi” ilgilerini çekmiştir ama, yine bilinen sebeplerden dolayı, uzaktan.

Bir şeker bayramı günü Atmeydanı’na gelen Gérard de Nerval, Şeker Bayramı’yla Kurban Bayramı’nı karıştırmıştır… “Haşmetli Sultan Abdülmecit’in” bayram namazını Sultanahmet’te kılacağını öğrenmiştir. Hadi gelin, o sahneyi birlikte izleyelim:

Pera’nın Avrupalıları da kalabalığa büyük sayıda karışmıştı. Çünkü bayram günlerinde, her dinden insan, Müslümanların neşesini paylaşıyordu. İslam törenlerine dinsel inançlarından dolayı katılmayanlar için bu, en azından sivil bir şenlikti. Donizetti’nin kardeşinin yönettiği Padişah Bandosu, Doğu müzik sistemine uyarak, çok güzel marşları tek sesli olarak çalıyordu.

Alayın en ilginç yanı, başlarında, tepeleri, mavi tuğlarla süslenmiş çok iri sorguçları olan tolgalarla geçen içoğlanlarıydı. Yani padişahın muhafızlarıydı. Macbeth’in sonunda görüldüğü gibi, insan sanki yürüyen bir ormanı seyrediyordu.

Sonra padişah görünür. O, çok sade giyinmiştir. Yalnız, atı altın işlemelerle ve elmaslarla bezeli…

Sultanahmet Camisi

Belki yabancı seyyahların yaklaşımından dolayı, bizde, kim bilir hangi dönemde belirmiş, yaygınlık kazanmış görüş, Sultanahmet Camisi’nin Ayasofya ile yarıştırılması etrafındadır. Açıkçası bu yarıştırmayı çocukluğumdan beri işittim. Sultanahmet mi güzel ve görkemli, Ayasofya mı? Bazen akraba çevremin içinde de bu tartışma olurdu. Bana göre çok anlamsızdı. Muhakkak ki her ikisinin de ayrı özellikleri ve tarihsel geçmişleri vardı.

Her neyse. Kaldı ki, Evliya Çelebi’nin “Naima”nın yazdıklarını okuyanlar bilir; Sultanahmet Camisi’nin nereye inşa edileceği uzun uzadıya araştırılmış, tartışılmış. Belki de Ayasofya’nın tam karşısına yapılmış olması kasıtlı bir girişimdir.

[📷 Sultanahmet Camisi, Sultanahmet Meydanı, (Nisan 2022).]

Cami restorasyonda. Ancak bazı kısımları ziyarete açık. Ben daha önce çok detaylı gezdiğimden bugün girmedim. Yine bir gün organize eder, gelirim. Gelmemezlik etmem.

Sultanahmet Camisi & Külliyesi gezi detayları için 👉 [Sultanahmet Külliyesi Ziyareti]    

Sultanların yaptırdığı, camilere “selatin camisi” deniliyor. Sultanahmet, selatin camilerin altıncısı. Rivayete göre I. Ahmet, Sultanahmet Camisi’ni, savaş ganimetleriyle değil Osmanlı hanedanlığının bütçesinden ayırdığı hisseyle yaptırmış. Bu bir ilkmiş. Ziyadesiyle büyük bir tartışmaya yol açmış. Halkın hoşnutsuzluğu bir süre sonra camiye uğramamaya dönüşmüş.

Yabancıların “Blue Mosque” (Mavi Cami) dedikleri, mavi çinileri ile ünlü “Sultanahmet Camisi”, altı minareli olan tek selatin camisi.

Yine bir söylentiye göre, minarelerin sayısı ortaya çıkınca, sultan küstahlıkla suçlanmış. Sultanahmet Camisi’nin inşasından evvel altı minareli tek cami Mekke Camisi olduğundan, hiyerarşiyi bozduğu düşünülmüş. Bunun üzerine, durumu düzeltmek gayesiyle I. Ahmet, Mekke Camisi’ne yedinci bir minareyi ilave ettiği söyleniyor.

(Ancak bazı kaynaklar o caminin zaten yedi minareli olduğunu ve bu fitneciliğin doğru olmadığını iddia etmekte.)

Sedef Kakmalı Cami

Caminin mimarı Mehmet Ağa’nın asıl mahareti sedefkârlık. Yani sedef kakma ustalığı. Deniz kabuklarının ahşap üzerine monte edilmesiyle yapılan sedef kakma işi çok özel bir sanat. Sultanahmet Camisi, sedef kakmalı kapısı, mavi çinileri, mermer mihrabı, etkileyici hünkâr mahfili ile bir başyapıt.

Padişahın namaz öncesi ve sonrası dinlenmesi için yapılan “Hünkâr Kasrı” ya da “Kasr-ı Hümayun” denilen köşk ilk kez bu camide yapılmış, sonraki camilere de uygulanmış.

Mimarbaşı, Sedefkâr Mehmet Ağa hazırlıklar tamamlanınca, 1609’da harekete geçer. Bu niyetle, caminin temeli I. Ahmet tarafından törenle atılır. Padişahın kullandığı kazma uzun yıllar, Topkapı Sarayı Müzesi’nde sergilenir. (Ben dikkat etmedim, görmedim yani.)

Naima merasimi anlatır… Bin kadar hilat verilmiş… Padişah, sonraları da, caminin yapımında bizzat çalışmış.

Sultanahmet Camisi’nin, diğerlerine nazaran penceresinin fazlalığı yüzünden binanın içi hayli aydınlıktır. Bu suretle pek nefis olan mermer işlemeleri, sedef süslemeleri, çinileri tam hakkıyla belirmektedir.

Sultan I. Ahmet, Sultanahmet Camisi’nin avlusundaki türbesinde yatıyor. Ayrıca eşi, “Valide-i Muazzama” denilen Kösem Sultan’ın türbesi de burada. Rivayete göre sultan, haremdeki otoriter lider duruşu nedeniyle, “Kösem” (sürünün lideri), olağanüstü güzelliği nedeniyle de “Mahpeyker” (ay yüzlü) ismini vermiş.

Şimdi Sultanahmet Camisi’nden çıkıp dikili taşların olduğu At Meydanı’na doğru hareket ediyorum. Çünkü içinde tarihsel değeri çok kıymetli ‘ganimet’ ile buluşacağım.

Hipodrom

İstanbul, turizmin kalbinin attığı bir merkez. Kaç asrın tanığı kim bilir?

Doğu Roma İmparatoru Septimus Severus (193-211), Pire🚲’yle üstünde gezindiğim şu alana ahşap bir hipodrom yaptırmış. Fakat hipodrom yanmış. 330 yılında İmparator Konstantin buraya taş, tuğla ve mermer malzemelerden 80-100 bin kişilik devasa, yeni bir hipodrom yaptırmış.

Bizans İmparatorluğu’nun dünyevi hayatının geçtiği Hipodrom, Sultanahmet Camisi’nin tam önünde uzanıyormuş. Az önce belirttiğim gibi, ilkin Severus’un yaptırdığı, sonra da Büyük Constantinus’un genişlettiği bu Hipodrom, 56.160 m2’lik bir alana yayılmış. İmparatorluk Sarayı, şimdiki Sultanahmet Külliyesi’nin de içinde bulunduğu büyük bir alanı kaplıyormuş. Hipodromun kathisma denilen imparator locası da o tarafta, muhtemelen Alman çeşmesi hizasındaymış.

Girişi ise kuzey ucunda, Million taşına ve Ayasofya’ya bakan taraftaymış. Ayrıca burada büyük kemerli kapılar varmış. Hipodrom duvarlarının üstü çok sayıda heykelle süslüymüş.

İmparator saraydan hipodroma özel bir yoldan ulaşır, locasına yerleşir, olayları, eğlenceleri oradan izlermiş.

[📷 Dikilitaş, At Meydanı/Hipodrom, (Nisan 2022).]

Ortada, çevresinde yarışan arabaların döndüğü Spina uzanıyormuş. (Hipodromu düşlerken gözümüzün önünde neden bir Quo Vadis ya da Ben-Hur filmlerini getirmeyelim ki?) İşte, bak, bak… Atlar nasıl da rüzgâr gibi koşuyorlar… Seyirciler (turistler! 😊) nasıl çılgınca tezahüratta bulunuyorlar… Bir alkış tufanı kopuyor âdeta…

Bu Spina’nın üstündeki belli başlı anıtlar bugün hâlâ ayakta duruyor. (Biraz önce sözünü ettiğim ganimete geldi sıra!) Bunlardan biri İstanbul’daki en eski tarihi eser olduğunu söyleyebileceğim, İmparator Büyük Theodosius tarafından diktirildiği için (390) onun adıyla anılan dikili taştır.

Mısır Dikili Taşı

Theodosius Dikilitaşı” ya da diğer anılan adlarıyla “Obelisk, Mısır Dikili Taşı”, Mısır Firavunu III. Tutmosis (İÖ 1550) için yapıldığı düşünülüyor. Bir Mezopotamya seferi ve zaferini anma dolayısıyla. Luksor’da Karnak tapınağına dikilen taşın, şimdikinden üç kat daha uzun olduğu söyleniyor. Dünya egemenliği Roma’nın eline geçince, taş da İstanbul’a taşınmış. Kırılmış, küçülmüş olduğu halde yıllarca “dikili” hale getirilememiş. Sonunda diktiren Theodosius yarış seyrederken ya da obeliski dikerken resmeden kabartmaların olduğu dört köşe kaideye oturtulmuş (390). Pembe granitten yapılmış sütunun kendinde ise, rölyeflerde, hiyerogliflerde, Tutmosis’in Amon-Ra’ya sunduğu kurbanlar anlatılıyor.

[📷 Theodosius Dikilitaşı, At Meydanı/Hipodrom, (Nisan 2022).]

Bu haliyle bile nasıl taşıyıp getirmişler insanın aklı alacak gibi değil. Ama granitten Obelisk’in malzemesi o kadar sert ve dayanıklı ki bugün dahi üzerinde herhangi bir aşınma olmadan pırıl pırıl duruyor. Eskiden tepesinde tunçtan yapılmış bir küre varmış.

Obeliskin altına, buraya yerleştirilen kaidenin dört yüzündeki kabartmaları ise Rum asıllı Türk ve Fransız tarihçi, Stefanos Yerasimas, imparatorluk locasının görünüşünü, törenin nasıl yapıldığını gösteren çok nadir belgeler olarak nitelendiriyor.

Yılanlı Sütun

İkinci ilginç anıt, Delphi’deki Apollo tapınağından getirilen, üç yılanın birbirine dolandığı Burmalı Sütun’dur. Bu bronz anıtın Palatea Savaşı’nda öldürülen Pers askerlerinin eritilen kalkanlarından yapıldığı kabul edilmektedir. Birbirine dolanmış üç yılan bedeninden oluşan yekpare döküm bu eserin yılanlarının başları yok.

Eskiden başları da tamamken, Fatih Mehmet’in anıtı içinden çıkan bir dut ağacının saldırısından da kurtarmasından sonra, bunlar Osmanlı döneminde çeşitli nedenlerle ortadan kaybolmuş. Yalnız birinin bir parçası Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyor. Bir diğeri de British Museum’da. Üçüncüsünün akıbeti ise bilinmiyor.

Bu başlar, bir sacayağını, sacayağının üzerinde de büyük bir bronz kazanı tutmaktaymış. Arkeolog Philipp Anton Dethier, sacayağının ve kazanın altın olduğunu, Latin işgali sırasında eritilip sikke basıldığını söylüyor. Sütun buraya yerleştirilirken de olmadığı sanılıyor.

[📷 Yılanlı Sütun, At Meydanı/Hipodrom, (Nisan 2022).]

Sütun yapıldığı tarih bilinmiyor. Yalnızca İmparator Konstantin tarafından getirilmiş olduğu söyleniyor. Delphi şehri antik çağlarda Yunan halkları için önemli bir kent. Kehanet, bilicilik ve ibadetler için dini bir merkezmiş.

Rivayete göre Bizans döneminde yarışmaların, kutlamaların yapıldığı günlerde sütundaki yılanların birinin ağzından su, birinden süt, diğerinden de şarap akarmış.

Örme Dikilitaş

Hipodrom’dan bugüne kalan üçüncü ve son anıt olan Örmeli Sütunun dibindeyim şimdi. Diğer yoldaşlarına göre daha uzun bir dikilitaş bu.

Örme Dikilitaş, İmparator Konstantinos VII. Porfirogennetos’a ait olduğu konusunda geniş bir konsensüs var. Bu yüzden “Constantinos Porfirogennetos Sütunu” da deniliyor. Murat Belge ise Amerikalı fizikçi, tarihçi, öğretmen ve yazar John Freely ve yazar Hilary Sumner-Boyd gibi sütunun çok daha eski olduğuna ve bu imparator zamanında onarım gördüğüne kanaat getiriyor.

Rivayete göre sütun, kesme taşlarından her biri Anadolu’nun değişik yörelerinden toplanarak inşa ettirilmiş. Bir zamanlar, kimilerine göre altın, kimilerine göre tunç levhalarla kaplıymış. Haçlı/Latin istilası sırasında yağmalanıp levhaları sökülmüş (1204).

Aslında Osmanlı döneminde Türklerin tırmanıp akrobatik marifetler gösterdiği bu 32 m yüksekliğindeki taştan örülme sütun bir sanat hazinesi olarak belki de en az ilginç olanı.

[📷 Örme Sütun, At Meydanı/Hipodrom, (Nisan 2022).]

Bu arada Porfirogennetos Sütunu’nu kaplayan bronz levhalar da, Yılanlı Sütun’un kazanı gibi sikke yapılmak üzere eritilmiş. Mızraklı bir Athena heykeli de Hıristiyanlık çağında tahrip edilmiş.

At Meydanı/Hipodrom’daki başka anıtların zamanla yok olduğu veya başka yerlere taşındığı rivayet ediliyor. (İyi ki yağmacılar her şeyi talan edip eritmeye kalkmamışlar.) Mesela Venedik’teki San Marco Meydanı’ndaki at heykelleri gibi. Tepeden bize bakıyorlar. Ama kopyaları… Orijinalleri müzede sergileniyor…

Sütunla ilgili köklü bir inanışa göre Örme Sütun’un içinde güçlü bir mıknatıs varmış. Bu mıknatıs, İstanbul’u depremden koruyormuş. Her şeyin ötesinde, sütun ayakta kaldığı sürece, kıyamete kadar da kenti yer sarsıntılarından koruyacakmış.

[📷 At Meydanı/Hipodrom/Sultanahmet Meydanı, İstanbul, (Nisan 2022).]

Muhteşem Yüzyıl dizisine de konu edilmişti. Söylentiye göre Macaristan seferinden sonra Pargalı Damat İbrahim Paşa oradan bazı heykelleri getirerek buraya dikmiş. Soytarı muhafazakârlar bundan hoşlanmamış. Kanuni bile bu heykellerden ürkmüş. Mevkisinde iktidar hırsına kapılmış Pargalı’yı o zamandan sonra hasım bellemiş. Paşanın idamından sonra heykeller tez elden yok edilmiş.

Gerçi o günden bugüne ne değişti diye sorulabilir. Bugünün bağnaz muhafazakarlarının da ‘ucube’ diyerek kaldırılmasını istediği heykeller birer birer yıkılarak yok edilmediler mi? Yobazlığın sonu yok, maalesef.

Marmara Üniversitesi Sultanahmet Külliyesi

Şimdi kapısı, tam sözünü ettiğim dikili taşlara dönük olan Sultanahmet Camisi’nin çaprazında, At Meydanı’na bakan Marmara Üniversitesi Rektörlük Binası’na geçeyim diyorum.

Bu bina da restorasyonda. İçine bakmam mümkün olamayacak.

Cumhuriyet Müzesi

Marmara Üniversitesi Rektörlüğü

Bina 1868’den beri burada. (Bu bina saray mimarları Romando D’Aronco ve Alexandre Vallaury’ye II. Abdülhamit tarafından “Ticaret Mektebi” olarak yaptırılmış. Bu nedenle “Hamidiye Ticaret Mektebi” olarak anılırmış. 1909 yılında II. Abdülhamit tahttan indirilince, ismindeki “Hamidiye” silinivermiş.)

Binanın giriş katında 1998 yılında kurulan Cumhuriyet Eğitim Müzesi ve Sanat Galerisi bulunuyor. Süreli sergilerin yanı sıra, özgün baskı koleksiyonunu ve grafik tasarım tarihimizin kurucu ismi İhap Hulusi Görey galerisini gezmek mümkün. Tabii, bakım & onarım işleri sona erdiğinde…

Cumhuriyet Eğitim Müzesi’nde, İstanbul’daki tarihi okullarımız taranarak eğitim tarihimizin son 150 yıllık döneminde kullanılan ders araç, gereç ve malzemelerle belge ve eşyalar sergilenmektedir.

İtiraf etmeliyim ki rektörlük binası görülmeye değer bir bina ama arka tarafı ön tarafından daha etkileyici. Zira Sultanahmet Endüstri Meslek Lisesi’nin kullandığı alan İstanbul’un en muhteşem seyir teraslarından birine sahip.

Marmara Üniversitesi Rektörlük Binası gezi detayları için 👉 [Cumhuriyet Müzesi Ziyareti]

İbrahim Paşa Sarayı

Şimdi sıra, yine At Meydanı’na bakan, Sultanahmet Camisi’nin karşısındaki İbrahim Paşa Sarayı’na göz atmaya geldi. O tarafa doğru hareketleniyorum.

Türk ve İslâm Eserleri Müzesi

Girişinin neden kapatıldığını anlayamadığım Terzihane Sokağı’nın dibinden başlıyor saray. Tabi bugünkü işleviyle Türk ve İslam Eserleri Müzesi.

İbrahim Paşa Sarayı, Topkapı dışında 16’ncı yüzyıldan Osmanlı yüksek bürokratlarına ait yapılardan günümüze ulaşabilmiş tek saray. Sarayın yapım yılı tam olarak bilinmese de 1520’li yıllarda yapıldığı düşünülüyor.

Pargalı Saraylı

İbrahim Paşa, Şehzade Süleyman tarafından satın alınan bir esirmiş. Birlikte oyunlar oynamış, birlikte büyümüşler. İbrahim, Kanuni Sultan Süleyman’ın en az kendisi kadar güçlü ilk veziri olmuş. Bu nedenle kendisine “Makbul” İbrahim Paşa denmiş.

Her ne kadar kaynaklar Rum, İtalyan, Arnavut, Hırvat diye değişkenlik gösterse de, Kanuni’ye yoldaşça yakınlığı ona akraba olacak kadar ileri seviyeye taşımış. Kanuni Sultan Süleyman’ın kız kardeşi Hatice Sultan ile evlenmiş. Bu evlilik, sarayın kızlarının paşalarla evlendirilmesinin önünü açmış. Böylece uygulamada paşaların padişaha sadakati artırarak sağlanmış.

Damat İbrahim Paşa’nın, biraz önce sözünü ettiğim bir sefer sonrası getirdiği heykeller yüzünden başı derde girecektir. Yanında getirdiği heykelleri sarayının önüne diktirir. Bağnaz cemaatin arasında put olarak benimsenen heykellerin dikilmesi, tepkiye ve dedikodulara vesile olur. Şair Figani Ramazan Çelebi şu dizeleri yazmaktan geri kalmaz:

Dü İbrahim amed-be -deyr’i cihan

Yeki büt-şiken şüd yeki büt nişan

Yani şöyle zırvalıyormuş Figani… “Dünya denen kiliseye iki İbrahim geldi. Biri Hz. İbrahim, putları kırdı. Diğer İbrahim put dikiyor.

Bunun üzerine İbrahim Paşa şairi boğdurtur.

Stefanos Yerasimos’un anlattığına göre, İbrahim Paşa’nın Budin’den getirip At Meydanı’ndaki sarayının önüne diktirdiği tunç heykeller, Herakles, Diana ve Apollon heykelleriymiş. Heykel sevmez Osmanlı ahalisi, bin bir dedikodusunu yapsa da heykeller, Paşa’nın 1536 yılında idam edilmesine kadar konuldukları yerde kalmış. Hürrem Sultan’ın da parmağı olduğu iddia edilen idam hadisesi akabinde birçok olayın da yaşanmasına neden olmuş.

[📷 Türk ve İslam Eserleri Müzesi, At Meydanı, İstanbul, (Nisan 2022).]

Önceleri makbul İbrahim Paşa olarak hayatını sürdürürken, ardınca maktul İbrahim Paşa olarak hayatını tamamladığında terekesine de el konulur. Paşanın sarayı daha sonraki yıllarda hizmet verecek çeşitli şekillerde kullanılır. Mesela 19’uncu yüzyılda, bir bölümü Mehterhane, bir bölümü de Kuyûd-ı Kadime Mahzeni (eski kayıtlar/arşiv) yapılır ve mali-askeri evrak belgeleri burada korumaya alınır. Bir bölümü askerlik dairesi yapılır. Daha önce Mehterhane olan bölüm hapishaneye çevrilince İstanbullular yarı alay, yarı eleştiri babındadiğer cezaevlerine de “mehterhane” dediler.

Suç işlediği savıyla tutuklanan Şair Eşref’in buraya kapatılırken söylediği “Açıl ey Bâb-ı Mehterhane biz de mihmandarız” dizesi meşhurdur.

Bunun yanında pek çok tanınmış kişilerin de kaldığı bu cezaevi kompleksinin bir parçası 1983’ten beri Türk ve İslam Eserleri Müzesi olarak kullanılıyor.

Bir ara sarayın yıkılması ve yerine adliye binası yapılması gündeme gelmiş. O zaman uzun süre bakımsız kalan ve cezaevi olarak kullanılan yapının çevresi de kötü binalarla kuşatılmış durumdaymış. Velhasıl yıkılmaması için restoratör mimar Sedat Çetintaş’ın bu yapının İbrahim Paşa Sarayı olduğunu ispatlaması gerekmiş. Aralarında Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da bulunduğu aydınların çabaları da binanın tümünü kurtarmaya yetmemiş. En sonunda sarayın bir bölümü yıkılarak yerine adliye binası yapılmış.

[📷 Türk ve İslam Eserleri Müzesi, At Meydanı, İstanbul, (Nisan 2022).]

Müzeyi gezmeyi bir başka güne bırakıp sadece dışarıdan fotoğraflamakla yetiniyorum. Yoksa içeride sergilenen zengin halı, hat ve minyatür koleksiyonundan, etnografik eserlerden, madeni kaplar, tabaklar, ahşap ve taş işçiliğinin çeşitli dönemlerden örneklerini görmekten kendimi mahrum bırakmış olurum. Ki böyle bir şeyi yapmak istemem. Hele bir de iyi bir sergiye denk getirebilirsem, herhalde tadından yenmez. Zaten bu turlarımın amacı tarihi geçmişi, eski dönemlerin kültürü ve sanatı ile buluşturmak.

Görebildiğim kadarıyla muazzam bir avlusunun olduğunu kestirebiliyorum.

Türk ve İslam Eserleri Müzesi gezi detayları için 👉 [Türk ve İslam Eserleri Müzesi Ziyareti]

İbrahim Paşa Sarayı’nın yan tarafındaki TAPU KADASTRO BİNASI’nın mimarı Vedat Tek.

Görüldüğü gibi buradan Sultanahmet Camisi, Theodosius Dikilitaşı ve Yılanlı Sütun ne kadar güzel poz veriyorlar.

[📷 Tapu Kadastro Müdürlüğü, At Meydanı, İstanbul, (Nisan 2022).]

Defter-i Hakani Nezareti” ya da daha bilindik adıyla “Osmanlı Tapu ve Kadastro Bakanlığı” iki ayrı bölümden oluşuyor. İkinci kısmın mimarı, Birinci Ulusal Mimarlık akımının önde gelen şahsiyetlerinden Vedat Tek. 1910’da biten binanın içinde “Memurların Evliyası” kabul edilen Server Dede’nin türbesi bulunuyor. Öyle ya da böyle, yeni göreve başlayan memurlar ilk olarak buraya uğrar, dua ederlermiş.

Şimdi asıl hedefim At Meydanı Caddesi’nden binaların arka tarafına geçmek ve Binbirdirek Sarnıcı’nın bulunduğu yere ulaşmak.

Tapu Kadastro Binasının önünde yazı-tura atıyorum. Bir seçenek, meydanın başına yani Divan Yolu Caddesi’ne doğru ilerleyip soldaki parkın içinden geçmek. Diğer bir seçenek de buradan geri dönüp, yolun sonundan, arka yollardan çıkmak. Seçimimi ikincisinden yana kullandım gitti.

Nasıl yaptım ettim, ama bir şekilde kendimi bir anda İmran Öktem Caddesi’nde buldum.

Binbirdirek Sarnıcı

Yolun üstünde karşıma çıkan ve az önce sözünü ettiğim eski Sultanahmet Adliye Binası’nın önünden geçerken fotoğrafını çekmek istedim. Ne var ki kaldırıma ve önündeki park alanında yoğun bir araç trafiği yaşandığından iyi bir fırsatı yakalayamadım. Çünkü burası artık İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü binası olarak kullanılıyor. Resmi kıyafetli adamlardan hiç hazzetmem. Yola devam. (Bugün Çağlayan’da yapılan büyük Adalet Sarayı’na taşınan Sultanahmet Adliyesi işlevini tamamlamış durumda. Bu bina da orijinalitesini bütünüyle kaybettiğinden İbrahim Paşa Sarayı’ndan geriye pek azı kalmış sayılır.) Giden tarihi eserleri geri getirmek ne mümkün!

İmran Öktem Caddesi’nden, tramvay yoluna doğru ilerleyince solda BİNBİRDİREK SARNICI (Filoksenus/Philoxenos Sarnıcı)’nın giriş kapısına varmış oluyorum.

[📷 Binbirdirek Sarnıcı, İmren Öktem Cad., İstanbul, (Nisan 2022).]

Sarnıcı gezmeye daha sonra geleceğim. Aslında kapıdaki abi illa gir gez dedi ama bisikletime iyi bakar mı, emanet edebilir miyim gerçekten endişesiyle vaz geçtim. Zira biraz kendi halinde havai bir havası vardı. Tereddüt etim, güvenemedim yani.

Kapıdaki görevli abiden aldığım kısa malumata göre… Muhtemelen İstanbul’un en eski sarnıcı olan BinbirdirekSarnıcı, 224 sütuna sahip. Ayrıca Yerebatan Sarnıcı’ndaki gibi zemininde su yok.

İbrahim Paşa Sarayı’nın arka sokağındaki bu sarnıç, İstanbul’un Yerebatan Sarnıcı’ndan sonra ikinci büyük kapalı sarnıcı. Bizans kaynaklarına göre 4’üncü yüzyılda (İS 330) yapılmış. Yani tam 1692 yaşında. Eğer aklı ziyanlar yıkmaya kalkışmazsa bir 1692 yıl daha yaşayacak kadar sağlam görünüyor.

Sarnıçlardan pek hoşlanmayan Türkler burayı imalathane ve depo olarak kullanmışlar. Bunun dışında, yakın zamana kadar İtalyan korku filmlerinin çekildiği sahne seti görevini ifa etmiş.

Filoksenus/Philoxenos Sarnıcı gezi detayları için 👉 [Binbirdirek Sarnıcı Ziyareti]

[📷 Eski İstanbul Adliye Sarayı, İmren Öktem Cad., İstanbul, (Nisan 2022).]

Şimdi sarnıcın kapısından ayrılıyor yönümü biraz ilerideki geniş parkın tarih çağları (antikçağ, orta çağ, yeni çağ ve yakın çağ) sahasına çeviriyorum. İşte az önce sözünü ettiğim yenilenmiş, kocaman ve sevimsiz eski Adliye Sarayı’nın binası. Buradan iyi bir görüntü yakalayabildiğimi düşünüyorum. Yoksa önündeki motorlu araç kalabalığından yapı daha çok sevimsizleşiyor, çirkinleşiyor.

Burası artık T.C. İstanbul Valiliği İl Milli Eğitim Müdürlüğü

Aslında bu parkın köşesinden itibaren sağda tramvay durağının ve Firüz Ağa Camisi’nin yan tarafına yayılmış eski saraylar varmış. Birazdan onları incelemeye sıra gelecek.

Sağda kırmızı tentesiyle küçük kemerli kapısı görünen kulübemsi yapı Binbirdirek Sarnıcı’nın girişi.

İmparator I. Konstantin şehri yeniden kurduğunda Roma’dan bazı senato üyelerini buraya göçe zorlamış. Bu senatörlerden birisi, Filoksenus, sarayının altına bu sarnıcı yaptırmış. Senatörün sarayının yanında hipodroma komşu başka saraylar da varmış. Sağlı sollu kalıntıları görmek mümkün.

Antiochos Sarayı Kalıntıları

İl Milli Eğitim Müdürlüğü binasını bir de bu açıdan çekeyim diyorum.

Genelde bu bölge Bizans döneminde de bürokratların, üst düzey görevlilerin konaklarının, saraylarının olduğu bir bölgeymiş. Yangınlar tıpkı Osmanlı döneminde olduğu gibi Bizans döneminde de İstanbul’un en büyük kâbusuymuş. Zira, evler, köşkler, konaklar ahşaptan yapılırmış. Yangınlar ve afetler yüzünden İstanbul kaç kez yok olup yeniden kuruldu acaba?

Kalıntıların yanına gitmeden önce İbrahim Paşa Sarayı’nın arka cephesini çekeyim dedim. Sultanahmet Camisi’nin altı minaresi göğe yükselmiş ben buranın ezeli bekçisiyim diyor. Demir parmaklıklarla çevrili alanın altında sarnıç gün gibi ışıldıyor. Çünkü burası restorasyon çalışmalarının halen sürmekte olduğu Azize Euphemia Kilisesi Kalıntıları… Belki bir gün orijinaline uygun bir yapı ortaya çıkartabilirler. Bekleyelim, görelim…

Antiokhos” ya da “Antiochos Sarayı”, “Lausos Sarayı”, “Azize Eufemia/Euphemia”nın kutsal kalıntıları…

Euphemia, Kadıköy’de (Hakedon/Khalkedon) yaşayan, 307 yılında Romalılar tarafından Hıristiyan olduğu için ağır işkencelerle öldürülen bir din şehidi kadınmış. Hıristiyanlığın devlet dini olmasından sonra, çektiği çileler nedeniyle kendisine yüksek derecede kutsallık atfedilerek “azize” ilan edilmiş. Mucizeleri olduğuna, şifa dağıttığına inanılırmış.

[📷 Antiochos Sarayı Kalıntıları, Mehmet Akif Parkı, İstanbul, (Nisan 2022).]

Sözünü ettiğim gibi, bulunduğum bu alanda iki Bizans soylusuna ait iki saray varmış. ANTİOKHOS & LAUSOS SARAYLARI

Sarayın bir bölümü kiliseye dönüştürülmüş ve Azize Eufemia’nın Khalkedon’daki rölikleri bu kiliseye getirilmiş.

(Saraydan geriye pek eser yok, kalmamış ama Azize Eufemia’nın kutsal kalıntıları, bugün Fener Rum Patrikhanesi’nde Azize Teofano ve Azize Omoni’nın rölikleri ile yan yana ziyaret ediliyor ve saygı görmeye devam ediyor.)

Eskiden muhteşem sanat eserleri ve heykellerle süslü olduğu söylenen Lausos ve Antiokhos Saraylarının üzerinden her gün binlerce insan geçiyor. Aslına bakarsak, kilisenin bulunduğu alanın üzerinde çay bahçeleri var.

Burada bir kahve molası vereyim diyorum. Nitekim insanın o antik tarihi derinden yaşaması için bu gölgelik alan mükemmel. Ayrıca güzel ve sakin ‘avlusu’ ile tarihin çağlarını bugün de yaşatmayı başaran manzarayı görmeye değer. Üstelik bir kahve içimi oturmaya en şahane yerlerden bir köşe. Uğultudan uzak.

[📷 Firüz Ağa Camisi, Divan Yolu Cad., İstanbul, (Nisan 2022).]

Kahve molasından sonra şimdi tekrar Hipodrom’a doğru hareketleniyorum. Yoluma parkın içinden devam ediyorum. Solumda Mese uzanıyor. 6’ncı ve 7’nci rotalarımı oluşturan “Tarihi Yarımada II” güzergahında bu caddeyi inceden inceye pedallayıp anlatacağım. Üstünde, çevresinde o kadar çok eser, yapı, müze var ki!

Binbirdirek Sarnıcı, Antiokhos ve Lausos Sarayı, Azize Euphemia’nın kutsal kilise kalıntıları ile Divan Yolu arasında kalan parkın kıyısında, otobüs duraklarının arkasında Firüz Ağa Camisi var.

Fatih’in oğlu II. Bayezit’in Hazinedarbaşısı Firuz Ağa’nın 1491’de yaptırdığı bir cami bu. Dolayısıyla şehrin en eski camilerinden biri. İstanbul’un fethi öncesi Osmanlı cami mimarisinin en tipik örneklerinden. Son derece sade. Bir kare üzerine oturtulmuş bir kubbeden oluşuyor.

Gelgelelim yol genişletilirken yerinden oynatılan Firuz Ağa’nın boş lahdi bahçede duruyor.

***İkinci Kısım Sonu***

Ve tüm bu yaşadığım serüvenin ardından gene At Meydanı’na dönüyor, Alman Çeşmesi’nin başında bitiyorum.

Böylece; bisikletle “Tarihi Yarımada Birinci Tepe” gezimin ikinci alt bölümü (2. Rota) burada sona eriyor. Üçüncü alt bölüm (3. Rota) Arasta Pazarı – Mozaik Müzesi – Küçük Ayasofya Camisi – Kadırga – Gedikpaşa – Kumkapı ile devam edecek. İzlemede kalın efendim.

TUR ile İLGİLİ DETAYLAR

Tur Tarihi: 06.04.2022; Çarşamba

ROTA: Sultanahmet Çeşmesi >> Hürrem Sultan Hamamı >> Ayasofya >> Million Taşı & Su Terazisi >> Yerebatan Sarnıcı >> Alman Çeşmesi >> Hipodrom >> İbrahim Paşa Sarayı >> Lausos & Antiokhos Sarayları >> At Meydanı (D)

2. Kısım: Sultanahmet-Ayasofya Meydanı-At Meydanı 

Güzergâh Seyri: Sultanahmet Çeşmesi >> Bâb-ı Hümayun Cad. >> Kabasakal Cad. >> Ayasofya Meydanı >> Haseki Hamamı >> Ayasofya Kilisesi/Camisi/Müzesi >> Divan Yolu Cad. >> Million Taşı >> Su Terazisi >> Yerebatan Cad. >> Yerebatan Sarayı >>  Turşucuzade Konağı >> At Meydanı Cad. >> Hipodrom >> Alman Çeşmesi >> Sultanahmet Camisi >> Theodosius Dikilitaşı >> Yılanlı Sütun >> Örme Dikilitaş >> İbrahim Paşa Sarayı (Türk ve İslam Eserleri Müzesi) >> Terzihane Sok. >> İmran Öktem Cad. >> Eski Adliye Sarayı >> Binbirdirek Sarnıcı >> Mehmet Akif Ersoy Parkı >> Azize Euphemia Kilisesi Kalıntıları >> Antiochos Sarayı Kalıntıları >> Firuz Ağa Camisi >> Sultanahmet Meydanı >> Alman Çeşmesi

Turun Niteliği: Bisikletim Pire🚲 ile “Tarihi Yarımada” Gezileri

Toplam Kat Edilen Tur Mesafesi: 3 km (1. Rota: 11 km) => 14 km

Bisiklete Binme Mesafesi: 3 km (1. Rota: 11 km) => 14 km

Toplam Araç Mesafesi: 0 km

Kullanılan Ulaşım Aracı: Yok

Toplam Tur Zamanı: 3 saat (10:45~13:45); (1. Rota: 07:15~10:45) => (R1+R2: 07:15~13:45) 6 saat ½ dakika

Toplam Bisiklete Binme Zamanı: ½ saat; Yürüyüş, Molalar & Ziyaretler 2 saat ½ dakika => (R1+R2) 1½ saat; 5 saat

Hava Sıcaklığı: 20°C (Parçalı, yer yer çok bulutlu)

***…***

(*) Önceki Makale: Tarihi Yarımada I (İlk Tepe): 1. Rota

(*) Sonraki Makale: Tarihi Yarımada I (İlk Tepe): 3. Rota

Bir sonraki “Tarihi Yarımada” ajandasında görüşmek üzere; sevgiyle kalın,

Gezenti Şeref

**GBT~2022/073b**

>>> [iÇERİKdİZİNİ]

error: Content is protected !!