İSTANBUL TURLARI ~ Tarihi Yarımada I (İlk Tepe): 4. Rota

Pire🚲 ile “TÜRKİYE TURLARI” Stanpoli Gezileri: Gün 17

Bisikletim señorita #pire🚲 ile Türkiye Turları ~ “İstanbul” gezilerimin bugünkü güzergâhı, Tarihi Yarımada bölgesi, şehrin ilk tepesinde Gülhane, Sarayburnu ve Sirkeci çevresine olacak…

[Gülhane Parkı – Gotlar Sütunu – Hagios Paulos Yetimhanesi – Sarayburnu – Ahırkapı Feneri – Sepetçiler Kasrı – Sirkeci Eski & Yeni Gar – Hocapaşa Hamamı – I. Abdülhamit Türbesi – Ali Muhiddin Hacı Bekir – Sansaryan Han – Vakıf Han – Hamidiye Camisi – Eminönü Meydanı]

[& Müzeler: AHT Edebiyat Müze Kütüphanesi – İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi – İstanbul Arkeoloji Müzeleri – İstanbul Demiryolu Müzesi – PTT Müzesi – Türkiye İş Bankası Müzesi]

BİRİNCİ TEPE 4’üncü ROTA

Banklarda birden fazla ihtiyar, belli ki hepsi emekli… Çimenlerde yayılmış çokça genç, belli ki çoğu işsiz… Havada mis gibi bahar havası… Etrafta şimdilik çoğunluğun diri sessizliği. Güvercinler ise bütünüyle heyecanlı. Coşkun kanatlarında yüzlerce kanatla saray duvarları etrafında dönüp durmakta. Beyaz, kırmızı, sarı ve mor laleler renklenmeye şimdiden hazır.

Anlaşıldı; Gülhane’yi yeniden yazacağım…

İstanbul rotalı gezilerimin “Bitmeden Konstantiniyye” dizisinin birincisi olarak gerçekleştirdiğim, “Tarihi Yarımada Birinci Tepe” destansı yolculuğum, bu kez yeni bir günde “Gülhane Parkı” bölgesine doğru devam edecek.

Bu bölümde bisikletimi önce Taksim Meydanı’na sonra Yüksek Kaldırım’dan Karaköy ve Galata Köprüsü’ne sürecek Sirkeci’den Gülhane’ye çıkacağım… Böylelikle, Gülhane Parkı’nda muhteşem bir turlama gerçekleştirecek güzergâhımdaki müze ziyaretlerini art arda gerçekleştireceğim… Daha sonra Sarayburnu ve Sirkeci çevresini bir turist havasıyla gezeceğim… Ve akabinde Eminönü bölgesine selam çakıp emsalsiz Haliç manzarası eşliğinde bir ızgara Uskumru ekmeği mideme gömeceğim… Yanında bol soğanlı ve turşu suyuyla birlikte… Yemeğin üstüne ince belli çayı paylaşacağım sizlerle. Mecidiyeköy’e dönüşüm ise Kumkapı’dan Yenikapı’ya uzattığım yoldan kâh pedallayarak kâh adımlayarak olacak.

Dördüncü rotamın başlangıç noktası, Mecidiyeköy’ün belalı bayırı.

Yola Çıkış

Gelenektir ya, Pire🚲 her zaman olduğu gibi gene yarı açık, yarı kapalı garajının bilindik köşesinde ‘giyinip-kuşanmaya’ antrenmanlı bekliyor. Çok geçmeden 3 kat aşağı inecek ve Lati Lokum Sokağı’nın o keten helvası gibi yampiri yokuşunu tırmanacağız. Bazen pedalları çevirerek, çoğu zaman itekleyerek… (07:15)

Hedefim Birinci Tepe de denilen Gülhane Parkı – Sarayburnu – Sirkeci çevresi, yani Topkapı Sarayı’nın alt avlusunun bulunduğu meydanlık. Zaten o bölgede tarihi gezinin gevşeme, ferahlama ve mayışma noktasını ayırt etmek dünyanın en rahat işi olsa gerek. Velhasıl bugünün öncelikleri böyle.

Gün içerisinde başladığım gibi tamamen bitirmeyi planladığım turumun asıl başlangıç noktası yine Taksim. Dolayısıyla bir hızla Mecidiyeköy Meydanı’ndan Şişli’ye, akabinde Osmanbey ve Harbiye’yi geçip Taksim’e kadar aralıksız pedalladım. Diğer zamanlardan farksız şekilde bu güzergâhımda hiç zorluk çekmedim ve yarım saat içerisinde anıta ulaştım. (07:45)

Taksim

İşte TAKSİM sabahın köründe yine bomboş. Tüm kollarıyla bana açık bu meydanı böyle tenha görmek işime geliyor doğrusu. Ne kovalayan var, ne rahatsızlık veren, ne de arkamdan koşan. Çok güzel!!!

Öyleyse, memnuniyetimizi coşturalım.

[📷 Cumhuriyet Anıtı, Taksim, Nisan 2022.]

Hava dünkü yağmurun etkisiyle olacak biraz serince. Her halükârda rüzgârlığımı yanımdan eksik etmiyorum. Aynı şekilde içimdeki BTwin mavi renkli uzun kollu kıyafetimle birlikte korumaya almışım kendimi, rüzgâr vız gelir tırıs gider. Doğrusu havalar tam anlamıyla ısındı diyemem. Zaten meteorolojiye bakarsan, yağış yok diyor ama fala bakarsan öyle söylemiyor.

Beyoğlu’ndan Karaköy’e Yayan Hattı

Henüz güne uyanmakta direnen İstiklal Caddesi’nde sürüyor, ileride Şişhane’ye, tarihi TÜNEL’e kadar pedal çeviriyorum. İyi alışkanlık yaptı sayılır. Bir kez daha F2 Füniküler Hattı’nı kullanmayıp Pire🚲 elimde Yüksek Kaldırım’dan aşağıya yürüyeceğim.

Kuşkusuz Yüksek Kaldırım, yaşamıma düşlerle girerdi. Yokuşun başını (şu anda durduğum yer) karşılıklı bekleyen vitrinlerde ergenlik oyuncaklarım, mandolinlerim, gitarlarım sergilenirdi. Yüzümü vitrine yaklaştırır, Woodstock’u, Ritz’i, Wembley’i düşlerdim. Zuhal’deki Fender benimdi örneğin. Lise bire başladığımda ağabeyimin bana hediye aldığı klasik İspanyol Flamenko gitar da Zuhal’dendi.

Lay Lay Lom’da satılan Gibson da başucumda yer alıyordu sanki. Hele Muhittin amcamın Almanya’dan getirdiği muhteşem elektro gitar ise sıçrama yaptığım lise iki dönemine denk düşmüştü. Ne kadar da benziyordu Gibson’a.

Açıkçası hiç aklımdan geçmemişti, profesyonellik. Amatör çalgıcılık bile uzağımdaydı. Ama severdim ve merakım üst düzeydeydi. O yüzden bulaşmıştım teller arasında dolaşırken kaybolmaya. Verilecek konser varsa ev halkım ve komşu bahçelerden komşu çocuklar yeterdi bana. Albüm mü çıkartacaktım, çakma grafiklerle donatırdım karton kaplı eski taş plakları. Açık bir şekilde, hayal dünyam o kadar genişti ki, yaşıtlarım kolay kolay yetişemezlerdi. Kompetitif olanlar bile rekabet etmekte epey zorlanırlardı.

Turneye çakacaksam en tercihli yerim önceden rezerve ettiğim Hadımköy çayırlarıydı. Ne çok “Greatest Hits” hazırlamıştım o gündöndüler arasında, ya da gürül gürül akan dere kenarında. Mümin emmim ile Kabakça köyünden Çepiç Mehmet abim balık tutmuş, yaktıkları ateşte ızgara eyleyip şarap bardaklarıyla bana eşlik ederlerken.

Yüksek Kaldırım dik bir yokuştur, evet. Ne var ki yürümemi asıl güç kılan, yolumu sağlı sollu kesen sokakların güzelliğiydi. Bu sokaklarda Konstantinopolis’i İstanbul kılan her şey bir arada, bir şeyleri ispatlamak istermiş gibi dururdu. Başımı şöyle bir çevirmemle beni o an bir fotoğrafçı, bir sinemacı, sözcüğün en terbiyeli, nazik anlamıyla bir ‘şair’ yapardı.

Yüksek Kaldırım’ı anlamak, ergenlik çağında Konstantiniyye’yi anlamanın yollarından biriydi belli ki.

Bugünün Geçmişten Ne Farkı Var?

Nitekim müzik dükkanlarını, doğramacıları, Mevlevihane’yi geçiyorum.

İşim daha da zorlaşsın istiyorum. Galata Kulesi’ne, kuleyi çevreleyen meydana, meydanın ortasına güzel bir espri gibi kondurulmuş kahveye direnmek harcım değil ama “yolcu yolunda gerek” deyip devam ediyorum.

Derken tatlıcılar… Soldaki sokağın derinliklerinden gelen bir çileli Müslüm Gürses şarkısı. Yoksa Ferdi Tayfur mu? Orhan Gencebay mı? Durduğum yerden baktığımda, sokağın az ilerisinde kıvırılıp görünmez olduğu noktada parlayan bağrı yanık birkaç neon. Akşamdan kalma sanki. Hiç sönmemiş iniltiler gibi. Genzime dolan ilk ürkek adımların tarifi olanaksız kokuya karışan ayak sesleri. Gelgelelim kimileri ne çok övünürdü “milli olmanın” şerefine kavuştukları zannıyla.

Her neyse. Aklımda şimdi Orhan Veli’den birkaç dize. Lütfi Akad’ın “Vesikalı Yarim” filmi. O sokağa girmek hiçbir zaman aklımın ucundan geçmezdi ama 2018 bisiklet turlarımda o sefil utangaç dünyayı da bire bin katarak anlatmaya çalışmıştım.

Dikkatle baktığımda, yürüdüğüm yokuşun eteklerinde denizin varlığını görebiliyorum. Ne hızlı yürümüşüm meğer.

Karaköy

[📷 Galata Köprüsü, İstanbul, Nisan 2022.]

İşte o hızla indiğim yokuşun dibinde, Karaköy ile Tarihi Yarımada’yı birbirine bağlayan köprünün başındayım.

Sanırım daha önce anlatmıştım ama bir daha anımsatmanın zararı yok. Eminönü ile Karaköy arasında uzanan bugünkü köprü, burada yapılmış olan dördüncü köprüdür. Köprü kendisi böyle değişmekle birlikte, adı her zaman “Galata Köprüsü” diye bilindi. Bu ad köprünün birleştirdiği iki yakadan birine bir öncelik vermektedir. İster köprünün varlığından öncelikle Galata sorumlu olsun, ister köprü öncelikle “Galata’ya geçmek” ifadesi için önemli olsun, sonuçta Galata’nın bir ayrıcalığı var.

Ben de Galata’dan Eminönü’ne bu köprüden her geçişimde birtakım bilgileri de eklemeye devam edeceğim. Ancak şimdi yoluma devam edeyim diyorum.

Köprü epey sakin. Bir kısım balıkçı takımı seçtikleri mekâna yerleşmekte. Yağmur yeni sürüyü bolca sürüklemiş olmalı. Bugün sepetler ağzına kadar dolacak desene.

Eminönü

Galata Köprüsü’nün güney kıyısında bugünkü turumun diğer önemli noktasına, Eminönü Meydanı’na ulaşmış bulunuyorum. (08:05) Tarihi Yarımada’nın bu semti bir anlamda kuzeye, güneye, doğuya ve batıya dağılan yollarıyla tam bir meydan havasında. Daha çok geçeceğim buradan ve tabi ki çokça dolanacağım etrafında. Hal böyleyken gezmekle Eminönü bitmez.

Sisten Haliç ve Galata Köprüsü görünmediği gibi her fırsatta turşu suyu ikramlı ekmek arası ızgara balık yediğim mekânlar da görünmüyor. Kısaca söylemek gerekirse alanda başlı başına bir ben, bir Pire🚲 ve güvercinler… 🙂

Yavaşçacık sisler giyinmiş çıplak alanı terk ediyorum. Altgeçidin köşesinden Reşadiye Caddesi’ne çıkıyor, Sirkeci yönünde pedallıyorum. Bu önemli caddeyi de bir sonraki rotamı gezerken detaylı anlatacağım. Aslında biraz olsun Haliç turumu yaparken lafını etmiştim.

GÜLHANE

Bugünkü turumun üçüncü safhasında tekrar önüne kadar gelip teferruatlı bahsedeceğim “Sirkeci Tren Garı”nın yanından geçiyorum. Bu kez Muradiye Caddesi’ne sapmayacağım. Ankara Caddesi’nden yukarıya doğru devam ediyorum. Yaklaşık 300 metre sonra sola, Ebussuud Caddesi’ne giriyorum. Bu yol da bana göre trafiği tersten akan bir sokak. Ama umurumda değil. Tramvay rayları arasında sürmektense karşımdan gelen araçları görerek dikkatlice sürmeyi yeğliyorum.

Yolun sonunda Alayköşkü dönemeci var. Ebussuud Caddesi, bu kavşakta Alemdar Caddesi adını alıyor. Artık köşeden itibaren Sultanahmet istikametinde tramvay hattını izleyerek yoluma devam edeceğim. Tabii bu yol sadece tramvaylara açık. Arada sırada diğer araçlar da çıkıyor ara sokaklardan ve benim yaptığım gibi eğer herhangi bir tramvay geçmiyorsa ana yolu kullanarak ilerliyor.

Alemdar Caddesi geçen güne nispetle hayli hareketli. Başka bir deyişle, bisikletle bile gitmek işkence. Tramvaylara, zırt pırt aniden yola fırlayan otomobillere, ticari araçlara dikkat etmek ise işin cabası. Ancak rayların arasında sürmekten başka çarem yok. Ya da kaldırıma çıkıp bisikletimi itekleyeceğim.

Köşedeki ilginç çatılı kapı, meşhur “Bab-ı Âli”, yani “Yüksek Kapı”. İçeride Cumhuriyet’e kadar sadrazamlık makamı olarak kullanılmış gösterişli bir bina var. Çok hadiselerin yaşandığı bu tarihi yapı, günümüzde “İstanbul Valiliği” tarafından kullanılıyor.

Elbette bugün şehrin ve devletin valisi olmaktan ziyade Saray’ın valisi gibi hareket eden zat-ı muhteremler işgal etmiş durumda bu makamı. Kim bilir, yine bir gün Cumhuriyet değerlerine geri dönebilirsek ve kör topal olmayan gerçekten de gelişen bir demokrasiye sahip olabilirsek o makamın temsilcileri de şehrin değerleri olabilir.

Karşı kaldırımdaki diğer yapı da II. Mahmut’un yaptırdığı “Alayköşkü”. Padişahlar geçit merasimlerini buradan izlermiş. Şimdi İstanbul’un büyük yazarı, Ahmet Hamdi Tanpınar adını taşıyan bir kütüphane. Az sonra ondan bahsedeceğim.

[📷 Gülhane Parkı, İstanbul, Nisan 2022.]

İki tekerlekli sevgilimi, bir zamanlar şehrin en büyük sinemalarından biri olan “Alemdar Sineması”nın bulunduğu Alemdar Caddesi’nden yukarı sürüyorum. Karşımda üç kapılı sur girişi.

Burası Gülhane Parkı’nın Alemdar Caddesi’ndeki “Soğuk Çeşme Kapısı”. Simitçi abilerden iki taze simidi kapıp, kapılardan ortancasını seçiyor, parka giriyorum.

Güneş çıkar çıkmaz, hele tatil günüyse, İstanbullular parklara koşmaktan kendilerini alamıyorlar. Yeşil, ‘beton mezarlıklar gezegeni’ İstanbul’un eski özlemi, kadim sevdası, eski tutkusu.

19’uncu yüzyılın sonunda imparatorluğun başkentine Doğu gizemini araştırmak arzusuyla üşüşen seyyahlar, kaleme aldıkları gezi kitaplarında, İstanbul’u “uhrevi” selvileriyle anmıştı.

Söz gelimi birbirine yaslanmış ahşap evlerin oluşturduğu mahalleler, ölümle yaşını iç içe kardeş kılmış mezarlıklarıyla çevrilidir. Mezarlıklarla selviler, koyu yeşil, mavi veya gri gökyüzüne uzanmaktadır.

Misal romancıların hası, romanına birkaç satır ekler…

Gezginler, mezarlıklarda kır eğlentisine çıkmış şehir halkına hem şaşmış, hem hayranlık duymuştur. İşte dirim ağır basmış, çoluk çocuk yiyip içmekte, büyükler servi altında dinlenmekte…

Sonra bir ilkyaz günü, o, zehir çalığı yeşil selviyi buğulu mor ve eflatun salkımlar donatır. Salkım çiçeğe durarak, selviye bir şenlik ateşi yakmıştır.

Yüce Ağaçların Fısıldaşmaları

O dönemlerde parkla bahçe ayrımı günümüzdeki kadar belirgin değildir. Dahası ‘park’ sözcüğü hemen hiç kullanılmaz. Dillerde ‘bahçe’ sözü hep öndedir.

Ama İstanbul’un her zaman kendine özgü ağaçları olduğu muhakkaktır. Kendine münhasır bir park-bahçe mimarisi olduğu da…

Gölgesi geniş yelpazeler gibi açılan ulu ağaçlar gözdedir. Özellikle çınar ve meşe. Sarmaşıklı, salkımlı çardaklar, set set ilerlenen yollar, taraçalar, karayosunu yürümüş merdivenler, büyük mermer havuzlar, aslan başı, ağzından su fışkırtan fıskiyeler, sonra gül ve lale bahçeleri.

Ahmet Hamdi Tanpınar

Topkapı Sarayı’nın, pencereleri İstanbul sokaklarına bakan tek yapısı Alay Köşkü’nde bulunuyor. İşte bu köşk şimdi AHT müzesi olarak kullanılıyor.

Malum kültür, sanat, edebiyat meraklıları için İstanbul; eşi benzeri bulunmayan bir şehirdir. Hele bir de edebiyat aşığıysanız İstanbul’u keşfettikçe yazar ya da şair olasınız gelir.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın adının verildiği kütüphanede dokuz bin kitabın yanı sıra onlarca farklı yazarın daktilo, kalem, kitap gibi eşyaları da bulunmakta. Ayrıca kütüphanede bulunan piyanoyu da kullanabiliyormuşuz ama benim böyle tuşlu çalgılara yönelik bir yeteneğim olmadığından sadece imrenerek bakmakla geçiyorum.

2011 yılında açılan müzede zaman zaman sanat etkinlikleri, sohbetleri ve buluşmaları da yapılıyor. Ancak beni daha çok mest eden alan müze içerisinde bulunan kütüphanenin sessiz ortamında çalışmalarımı Gülhane manzarası eşliğinde yapabilmekten geçiyor. 2014-2017 yılları arasında kim bilir kaç kez yaşam anılarımın sayfalarını burada doldurdum sayısını hatırlayamıyorum.

Bir not olarak düşeyim: Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Müze Kütüphanesi’ne “giriş ücreti” bulunmuyor.

Şimdi ufak ufak müzenin kapısına doğru ilerliyorum.

[📷 Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Müze Kütüphanesi, Gülhane Parkı, İstanbul, Nisan 2022.]

Yıllar önce okumuştum Tanpınar’ın günlüklerini, defterlerini. Özel defterlerine yazdıklarıyla, “Huzur” romancısı beni çok şaşırtmıştı. Ama aslında yadırganacak bir şey yoktu yazılarında. Onu daha iyi anlamamı sağlamıştı, işte o kadar. Zira defterleri okurken, Ahmet Hamdi’nin eserlerine âdeta hiç okumamışçasına geri dönmüştüm. Mesela kim bilir kaç kez okuduğum “Huzur”, “Beş Şehir”, “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”, “Yaz Yağmuru”, “Mahur Beste”, “Geçmiş Zaman Elbiseleri” sanki hiç okunmamış metinlerdi.

Tanpınar’ın gazete ve dergilerdeki yazılarının derlenmesinden oluşan “Yaşadığım Gibi” kitabında yer alan “Paris Tesadüfleri”ni bir de Adalet ve Mehmet Ali Cimcoz’a yazdığı mektuplarla iç içe okuduğumda ise içim feci burkulmuştu. Bunları okurken benim Londra’dan yakın arkadaşlarıma gönderdiğim mektuplar dizilmişti gözlerimin önüme. Sevgi dolu, dostluklarla sarmaş dolaş olmuş ama beraberinde kimi gücenikliklere ve sitemlere de yer vermiş o mektuplar. Galiba biraz fazladan kendime benzetmiştim… Ansızın çıkagelen alınmalar, fevri sözler, içe kapanış… Tanpınar’ın tavrı hiç uzak değildi…

Zaman zaman duyduğum feveranlar, çığlıklar, hasretlik çağrışımları ve gelecek kaygıları… Geçmişe dönüş; nostaljik anılar ve “Huzur”daki hep o aynı sahne… Nuran, ilk kırlangıç kafilesinin gidişini gösteriyor Mümtaz’a! Yaz bitmiştir.

Bugün ise baharın en güzel aylarından birindeyiz. Bitime daha çok var. Göçmen kuşlarını hatırlatacak ne bir Guatemalalı Rosanna, ne bir Grek kızı Callia kaldı ömrümde. Ama bu göçmenliğin bende tuhaf bir etkisi bugün bile sürüyor. Son yıllarda yersizliğin ve yerleşik bir ev düzeninden yüzde yüz kopuşun eseri âdeta. Görüldüğü gibi düşüncelerde ve hayallerde de olsa bir türlü sıyrılamıyorum.

Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Müze Kütüphanesi gezi detayları için 👉 [AHT Edebiyat Müze Kütüphanesi Müzesi Ziyareti]

Gülhane Meydanında

Müzeden çıktıktan sonra parkı turlamaya başlıyorum.

Gülhane’ye hoş geldik. Ayrıntılı olarak aktaracağım şeyler var.

İlk önce yolumun üstünde, Atatürk heykelinin olduğu yere park ediyor kendisiyle bir hatıra fotoğrafı alıyorum. Anıt heykel, 100’üncü doğum yılında Hürriyet gazetesinin armağanı olarak konmuş buraya. Arka fonda Arkeoloji Müzesi ve restorasyonu devam eden Darphane var.

Şu dinlenme köşesinde biraz soluklanalım ve parkın oksijeninden faydalanalım. Bu köşe aynı zamanda fotoğraf çektirme yeri olarak da düzenlenmiş. Fotoğrafhane seti 🙂

Sırada; az ileride bulunan Aşık Veysel anıt heykeli yer alıyor.

Hatt-ı Hümâyun (Gülhane Hattı Hümayunu olarak da bilinen Tanzimat Fermanı), İslam Bilim ve Teknolojisi, tarihi surlar, Atatürk anıt heykeli ve fakat Veysel… Veysel’in heykeli ne alaka diye sormak geliyor insanın aklına.

Eninde sonunda Veysel ve heykel karmaşık bir konudur. Değil mi? Geçtiğimiz yıllarda Şarkışla’da Veysel’in takkeli bir heykeli dikilmişti de ortalık fena karışmıştı… Kim bilir behemehâl bu heykelin de böyle provokatif bir öyküsü vardır. O halde 18 Şubat tarihli “Aydınlık” gazetesinde çıkan ilişkili yazıdan dinleyelim.

Aşık Veysel Anıtının Öyküsü

<<Tarih 23 Mart 1973. Veysel hayata gözlerini kapamış, iki gün geçmiş ve yatağına defin edilmek üzere konulmuştur. Nihayetinde bir büyük adam aramızdan ayrılmıştı. Dönemin ileri gelenleri ya da Veysel’in büyüklüğünü kavramış akıllı insanlar Veysel toprağa verilmeden maskını almayı akıl ederler. İyi de olur. Veysel Baba yatağından ayrılmadan bu iş yapılmalıdır. Sivas’tan gelen resim öğretmeni Selahattin Aydemir, Edebiyat Öğretmeni Kutlu Bey ve resim öğretmeni Özdemir Baran Beyler Veysel Baba’nın maskını almak üzere hazırlanırlar. Sadece üçü ve bir de Veysel Baba’nın cansız bedeni vardır odada.

Tanımadıkları yerde, bir Veysel’in cansız bedeni ile beraber olmak bu üç ismi de korkutur. Belki de sevdikleri, değer verdikleri birisine duydukları saygıyla korkunun karışımı duyguyla hareket ettiklerinden, Baba’nın bedenine yaklaşamazlar. Fakat vazife de zaruridir.

Son görev taksimatında Selahattin Aydemir “ben korkuyorum giremem” der. Özdemir Baran da aynı fikirdedir. Görev Kutlu Beye kalır. Kutlu Bey içeri girer ve Baba’nın maskını almak için çalışmalara başlar. Alçı yapışmasın diye Baba’nın yüzünü komple zeytinyağı ile yağlar. Yüzün tümü yağlandıktan sonra yüzü alçıyla sıvamaya başlar. Kalıp halinde alçıyı sıvar ve düzenlenmesini yapar. Tesviye işleri de bittikten sonra kuruması için beklerler.

Zorlu Proses

Tüm bu işlemler olurken ne köylülerden ne de ailesinden kimse odaya alınır. Bu arada bu üç görevlinin neler düşündükleri, neler hissettiklerini anlamak imkân kabilinde değildir. Fakat en baskın duygunun korku ve merak olduğunu düşünmek mümkündür. Baba’nın yüzündeki alçının kuruduğundan emin olduktan sonra alçının yavaş yavaş çıkarılması gerekmektedir. Bu iş de zeytinyağı ve alçı sıvama işinde olduğu gibi Kutlu Bey’e havale edilir. Kutlu Bey odaya girer ve alçıyı çıkarmaya çalışır.

Alçıyı dikkatli bir şekilde çıkarırken Baba’nın kaşlarındaki kılların yapışması sonucu alçıyla birlikte kafası komple hareket edip yukarı kalkar. Ortama hâkim olan soyut korku bu şekilde somutlanır. Kutlu Bey bu durum karşısında çok korkar. Elâzığ Devlet Hastanesi’nde en az üç ay psikolojik tedavi gördüğü ve bir daha da eskisi gibi olmadığı söylenmektedir. Böyle çileli daha doğru bir ifade ile korkulu bir şekilde alınan masktan yapılan heykelin hikayesi de en az bunun kadar ilgi çekicidir.

Bu mask elbette boşa alınmamıştır.

Bu masktan yapılan heykel Sivas’ta Cıbırlar Parkı’na müteakip senelerin birinde Veysel hatırası olarak yerleştirilir. Yerleştirilir de Sivas insanı başarıyı mükafatsız bırakır mı, bırakmaz. Cıbırlar Parkı’nda Sivrialanlı, Alevi bir ozanın putunun bulunması elbette kabul görmez bir durumdur. Sivas’ın “istemezuk” çetesi zaten hazırdır. Hazır potansiyel – o dönemin siyasi olayları ve durumları da göz önüne alındığında – “işin ehli” profesyoneller tarafından yönlendirilir. Bunların da başında “Komünizmle Mücadele Derneği Sivas Şubesi” yöneticileri ve üyeleri gelir.

Veysel Baba’nın heykelinin kaldırılması için hem çeşitli yürüyüşler, gösteriler yapılır hem de bizzat valiliğe yazılar gönderilir. Bu kadar tazyikli tavır karşısında pes eden vali çareler aramaya başlar. “Halkı bir türlü ikna edemiyorum, bu iş beni aştı, heykeli kaldırmaktan başka çare yok” gibi ifadeler valinin ağzından çıkan cümlelerdir.

Vali ve eşraf bu durumu çeşitli vesilelerle umuma yayınca Hürriyet Gazetesi aracılığıyla Veysel Baba’nın heykeli Cıbırlar Parkı’ndan sökülür.

Sökülmesin de ne yapılsın! 2 Temmuz 1993 katliamı da böyle bir sebeple başlamamış mıydı? O zaman da bir heykel bahane edilerek milyonlarca yürek kırılmadı mı?

Velhasıl Hürriyet Gazetesi’nin girişimleri sonucu Veysel Baba’nın orijinal maskından yapılan heykel İstanbul’a getirilir. Bir dönem yer aranır. Sonuç olarak da Gülhane Parkı’na getirilip yerleştirilir. Gülhane Parkı’nda bu tarihi ortamdan aşağı inerken sağınızda kalan ve ortamla ilişkisi müphem olan Aşık Veysel Şatıroğlu’nun heykelinin öyküsü budur. Ben bir Veysel heykeliyim Gülhane Parkı’nda derin hoşgörümüzün artık herkes farkında…>>

Gülhane Çiçekleri

Genel olarak bu alan eskiden Topkapı Sarayı’nın gül bahçesiymiş. Gülhane denince de aklıma hep sözlerini Nazım Hikmet’in yazdığı, Cem Karaca’nın şahane sesiyle yorumladığı “Ben bir ceviz ağacığıyım Gülhane Parkı’nda / Ne sen bunun farkındasın ne de polis farkında” şarkısı gelir. Bir rivayete göre ceviz ağacı gördüğü her şeyi cevizlerinin kabuklarına resmeder ve arşivinde saklarmış. O nedenle kimse ceviz ağacının altında gizli bir şey yapmak istemezmiş.

Gülhane Parkı anısına… Fonda “Çinili Köşk”…

Şimdi hatırlamaya çalışıyorum da, çocukluğumda bütün aile gece etkinliklerine hiç katılmamışız. Sadece anımsadığım kadarıyla 1 Mayıs’ı gizlemek için uydurdukları “Bahar ve Çiçek Bayramı” vesilesiyle gelirdik. Tabi o zamanlarda da laleler başat çiçek türü. Üstlerinde gezinen inci gerdanlık gibi sıra sıra top ampuller. Ah keşke bir de geceleri görebilseymişiz. Acaba böylesi bir ışık şenliğiyle karşılaşmak nasıl olurdu? Muhtemelen çok hoşumuza giderdi.

Ama bizimkiler akşam vakitlerinde parkın kalabalık olabileceğinden yakınıyorlardı. Haksız da sayılmazlar. O yıllarda pek fazla it kopuk takımı dolmuştu Sultanahmet çevresine ve Gülhane parkına. Yadsıyamam. O zamanın böylesi can yakıcı sınıfsal ayrımları vardı.

[📷 Çinili Köşk, Gülhane Parkı, İstanbul, Nisan 2022.]

Aynı zamanda kaplumbağa terbiyecisi olan Osman Hamdi Bey’e güzel bir köşe yapmışlar. Türk arkeolog, müzeci, ressam ve Kadıköy’ün ilk belediye başkanı olan Osman Hamdi Bey, bir Osmanlı yöneticisi, aydın, sanat uzmanı ve aynı zamanda önde gelen ve öncü bir ressamdı. Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk modern arkeoloğuydu ve Türkiye’de hem arkeolojinin hem de müze müdürlüğü mesleklerinin kurucu babası olarak kabul edilir.

İstanbul Arkeoloji Müzelerinin surları…

Nerede bir su görsem dayanamam. Şu havuz başında bir el-yüz yıkama operasyonu ve sonrasında termostan demli çay seansı hiç fena bir fikir değil…

Nasılsa zamane it kopuk yok çevrede. Sakin ve huzurlu ortamın derin sessizliğine bırakıyorum kendimi.

Bir de bu köşeden çekeyim havuzu. Kadraja iliştirdiğim köşk pek büyük sırlar taşıyor gibi bir hali var. Her ne kadar hüzün koksa da…

Her Taraf Tarih Kokuyor

Şimdi de parkın diğer ucuna doğru devam ediyorum. Hedefimde Gotlar Sütunu ve antik yetimhane kalıntıları var.

[📷 Sarnıç, Gülhane Parkı, İstanbul, Nisan 2022.]

Gülhane Parkı’nın bulunduğu alan, Bizans döneminde askeri depoların ve kışlaların bulunduğu bir yermiş. Daha sonra bir bölümüne saray inşa edilmiş. Parkın içinde, 4’üncü ya da 5’inci yüzyılda yapıldığı düşünülen sağlam durumda bir “sarnıç” var. Bu sarnıç bir dönem akvaryum olarak kullanılıyormuş.

Bu surların dibinden geldiğim yol.

Bu da surların dibinden devam edeceğim yol.

Çiçekler eşliğinde Topkapı Sarayı’nın dördüncü avlusuna çıkan yokuş. Solumda sütunun ta kendisi.

Ağaçların arasından görünen Marmara denizi ne kadar güzel görünüyor, değil mi?

Önde sıra sıra dizilmiş düzenli yapı Demirkapı Kışlası Karargâh Binası. Biraz sonra o taraftan pedalladığımda yakın çekimler yapacağım.

Gotlar Sütunu

Parktan denize doğru ilerlerken sol yamaçta Gotlar Sütunu’nu görmek mümkün. Sütunun yapılma tarihi de, hangi nedenle dikildiği de tam bir muamma. 18,5 metre yüksekliğindeki bu güzel sütun, Roma devrinden bu yana dokunulmadığından fazla bozulmadan kalabilmiş. Sütunun güzel bir sütun başlığı var.

Hangi imparator zamanında dikildiği kesinleşmemekle birlikte 3’üncü yüzyıl sonlarında barbar Gotlara karşı kazanılmış bir zaferi kutlamak için yapıldığı anlaşılıyor.

John Freely, Bizans tarihçi Nikeforos Gregoras’a dayanarak bir zamanlar sütunun tepesinde Bizantion’un kurucusu Megaralı Byzas’ın heykelinin olduğu söyleniyor.

[📷 Gotlar Sütunu, Gülhane Parkı, İstanbul, Nisan 2022.]

Etrafını saran yüksek ağaçlar arasına saklanmış gibi duran Gotlar Sütunu’na komşu bu küçük meydan çeşmesi de çok hoş. Üstelik suyu akıyor. Yapış yapış olduğunu hissettiğim ellerimi tutuyorum suyun altına. Serin damlacıklar akıp gidiyor parmaklarımın arasından.

Hagios Paulos Yetimhanesi

Gotlar Sütunu’nun hemen yanındaki, Bizans dönemi kalıntıları ise Hagios Paulos Yetimhanesi’ne aitmiş. Yetimhaneden geriye pek bir şey kalmamış ama birkaç taş ve sütun parçası, demir parmaklıklarla çevrilip korumaya alınmış.

[📷 Hagios Paulos Yetimhanesi, Gülhane Parkı, İstanbul, Nisan 2022.]

Diğer taraftan II. Justinus (565-578) tarafından kurulan yetimhane I. Komnenos zamanında (1081-1118) genişletilmiş.

Hagios Paulos Yetimhanesi’nin etrafını çevirerek korumanın yetmediği kesin, burası da çok yoğun bir temizlik ve araştırmayı bekliyor… Bir tek tabela bile yok. Göremedim. Her gün oradan yüzlerce insan, turist geçiyor… Yetimhane ile ilgili literatürlerde bilgi bulmak gerçekten çok zor.

Gülhane’nin Diğer Kapısı

Yolcu yolunda gerek… Şimdi biraz daha aşağılara ineceğim ve bu kez parkın diğer ucundan geldiğim giriş kapısına doğru devam edeceğim.

Gülhane Parkı’nın denize bakan cephesindeki şahane manzaralı kafelerde oturup, bir şeyler yiyip, demli bir çay içmek hiç fena fikir değil. Şiddetle öneriyorum. Özellikle bu günlerde havada mis gibi bahar kokusu varken.

Karşıda sağ uçta görünen kapı, Gülhane Parkı’nın “Sarayburnu Kapısı”…

Burada da bir sarnıç var… Karşılaştırmak gerekirse, İstanbul’un su kaynakları vakti zamanında oldukça bolmuş. Şimdi yaşayanlar damacana sulara kaldı mı, oh olsun işte, bir kenti betona çevirirseniz sonuçlarına da katlanırsınız!

Parkın en şaşaalı meydan çeşmesi. Dört köşesinde de musluklar mevcut. Hepsinden önemlisi suyu damlayarak değil, gürül gürül akıyor.

Gelelim trene…

Sarayburnu, sahil, Topkapı Sarayı’nın deniz bakan avluları, Bizans kalıntıları, binalar, surlar hep demiryolu için feda edilmiş. Sarayın bahçesi ve kimi değerli yapıların yıkımı gündeme geldiğinde (demiryolu hattı o kadar isteniyormuş ki) rivayete göre Sultan Abdülaziz “Memleketime şömendöfer yapılsın da, isterse sırtımdan geçsin,” demiş.

Şömendöfer dediği ise aslında bildiğimiz şimendifer, yani tren.

Böylece pek çok önemli yapı ve buluntular onun zamanında, yok edilme pahasına 1830’larda “şimendifer” ile ulaşım başlamış.

Burası Gülhane Parkı’nın idari binasına ayrılmış alan. “İBB Park & Bahçeler Müdürlüğü Tanzimat Müzesi”.

Arka kısımda ise Sirkeci Garı ile Gülhane Parkı arasında kalan ve demiryoluna paralel uzanan Demirkapı Kışlası Karargâhı. 19’uncu yüzyılın ilk yarısında (1840 civarı) askeri kışla olarak yapılmış. Günümüzde MSB Tedarik Bölge Başkanlığı olarak kullanılıyor. Ortasında tarihi bir cami var. Adı Tıbbiye Camisi’dir.

Genel olarak bina en iyi Harem-Sirkeci arabalı vapuru Sirkeci iskelesine yaklaşırken görülür. Binaya Sirkeci garı arkasından Gülhane Parkı’nın alt ucundaki sur kapısından geçince yaklaşmak mümkün. Bu sur kapısında Abdülhamit’in 1877’de yaptırdığı görkemli bir çeşme var. Bir sonraki turumda Mese’ye çıkarken bu çeşmenin de fotoğrafını çeker koyarım.

Şimdi istikamet şu sağda görüntülediğim sarımtırak bina, İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi.

Hatt-ı Hümâyun’dan Mustafa Kemal’e

Gülhane Parkı, 1839’da Osmanlı’da demokratikleşmenin adımı kabul edilen “Tazminat Fermanı” ya da “Gülhane Hatt-ı Hümayûnu”nun ilanına ev sahipliği yapmış.

Gülhane’de yaşanan önemli bir olay da 1 Eylül 1928’de Mustafa Kemal’in kara tahta başına geçip halka Latin harflerini ilk kez burada tanıtmış olması. Hemen herkesin yakından bildiği o fotoğraf harf devriminin simgesi olmuştur.

Gülhane’nin 1912’de park olarak düzenlenerek halka açılması fikri İstanbul Şehremini Cemil Topuzlu’ya aitmiş. Fakat şeyhlerin, dedelerin, evliya sandukalarının kaldırıldığı dedikodusu şehre dalga dalga yayılınca, yobazlar bu durumdan hoşnut olmamış. Ve açılışta Cemil Topuzlu’ya saldırmış.

Burada güzel bir çay bahçesi var. Ancak fiyat tarifeleri biraz turistik olabilir. Sormadım.

İşin doğrusu sorma ihtiyacını pek duymadım.

Bina İslam tarihi, bilim ve teknoloji tarihi alanında çalışmalarıyla tanınan Prof. Dr. Fuat Sezgin adına açılmış bir vakıf binası. Arap-İslam Bilimleri Enstitüsü için hazırladığı bilimsel araç ve gereçlerin benzerlerini yaptırarak, 25 Mayıs 2008 tarihinde Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı İstanbul İslam, Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi’nin açılmasında öncü rol oynamış.

Hattı zatında bu da kendisine ayrılmış mezarı.

İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi

Gülhane Parkı’nda yer alan bu müzede İslâm alimlerinin 9 ila 16’ncı yüzyıl arasındaki icatları, keşifleri, bilim ve teknoloji aletleri sergileniyor. Levhalardaki metinler farklı dillerde ve detaylı olarak açıklanıyor.

[📷 İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi, Gülhane Parkı, Nisan 2022.]

Müze, çeşitli bilim ve teknoloji alanlarına göre ayrılmış bölümlerden oluşuyor. Astronomi, kimya, fizik, matematik, savaş teknolojisi, mimari, tıp bunlardan birkaçı. Eserler dallarına göre, uzun koridorların üzerinde, ayrı salonlar halinde, düzenli bir şekilde sergileniyor. Görülebileceği üzere müzede 700’den fazla eser bulunuyor.

Pire🚲’yi güvenli bir şekilde emanete bırakıp müzenin kapısına doğru yöneliyorum. Müze kartımla ücretsiz olarak gezebileceğim bu müzeye ilk defa gelmenin heyecanını da yaşadığımı itiraf etmeliyim.

Müzenin gezi detayları için 👉 [İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi Ziyareti]

Zamanlama olarak ne kadar iyi bir seçim yaptığımın farkındayım. Çevrenin tenhalığı, sükûnet ve huzur. Hepsi bir arada.

Müzeden çıktıktan sonra…

[📷 Prof. Dr. Fuat Sezgin & Dr. Ursula Sezgin Bilimler Tarihi Kütüphanesi, Gülhane Parkı, Nisan 2022.]

Yaklaşık 60 bin kitaptan oluşan şahsi kütüphanesini Almanya’dan Türkiye’ye getiren Fuat Sezgin’in muazzam kütüphane koleksiyonu.

Geldik mi yine başladığım noktaya!

Önceki yıllarda (ve tabi ki benim çocukluk dönemimde) Gülhane Parkı’nın bu girişinde bakımsız bir hayvanat bahçesi vardı. Daha sonra kaldırıldı. İyi ki de kaldırıldı. Eninde sonunda tam bir eziyetti hayvancıklara. Çoluk çocuk eğlensin diye açılan hayvanat bahçeleri şayet kendi haline bırakılmış, bakımsız ise tamamen ortadan kaldırılması taraftarıyım.

Müzeler Arasında

Şimdi buradan başlayarak geçen gün eksik bıraktığım müzeleri de ziyaret edeceğim İstanbul Arkeoloji Müzeleri sahasına geçeceğim. Yine o Hamdi Bey yokuşunu tırmanıyor Darphane’nin karşısındaki müzenin ana giriş kapısına varıyorum.

Arkeoloji Müzesinin gezi detayları için 👉 [İstanbul Arkeoloji Müzesi Ziyareti]

Şark Eserleri Müzesinin gezi detayları için 👉 [Eski Şark Eserleri Müzesi Ziyareti]

Çinili Köşk’ün gezi detayları için 👉 [Çinili Köşk Müzesi Ziyareti]

Müze ziyaretlerimin sonunda tekrar Gülhane Parkı’nın kapısından içeri giriyor ve bu kez orta yolu takip ederek aşağıya, deniz yönünde pedallıyorum.

Gülhane Parkı’na Veda Ederken

Ah o çocukluğumun kuklaları şimdi neredeler? Şuracıkta kukla tiyatrosu kurulur, biz çocuklara neşeli vakitler geçirmemizi sağlardı. Bütün hayatım boyunca beni etkileyecek kuklalar. Evde bile kendi sahnemi yaratacak ve birbirinden güzel kuklalar üretecektim. Zira hayalimdeki kukla oyunlarını oynatacak kadar becerikliydim.

Oldum bittim büyüleyici gelir kukla tiyatrosu, kuklalar, sahne, dekor, kukla giysileri. Hadımköylü terzi eniştemin dükkanında bile kukla elbiselerini kendim keser, biçer ve dikerdim.

İşte bak, ağaçların yaprakları nasıl da kıpır kıpır elik ediyor şu uzaktan gelen müzik sesine. Sağdan soldan alaturka müzik. Çevrede sazlı çalgılı gazinolar mı var? Kumkapı’nın Çakıl’ı hiç de uzak sayılmaz aslında. Devrin ünlü sanatçıları mı söylüyor? Emel Sayın, Gönül Yazar, Kamuran Akkor, Sevim Deran, Sevim Tanürek, Zeki Müren, Suat Sayın ve diğerleri… Belleğimde dünün TSM şarkı sesleri… Ne güzel, ne hoş, ne tatlı söylerlerdi. Hepsi birer altın değerinde sanatçı kitlesi. Şimdikiler yanlarından bile geçemez. O yüzden hâlâ onların sesleri yankılanıyor, hatırlanıyor.

Bir adam lahmacun satıyor. Bizimkiler karşı çıkıyor arsız talebime. “Yenilmez! Pistir!” deniyor. Sonra da ekliyorlar, “Biz sana Sirkeci Garı’nın oradaki lahmacuncudan alacağız.” Nasıl da umut verici oluyor bu kocamanlar! Oysa adamınki de hiç fena gözükmüyor. İnce kıyılmış soğan dilimleri, maydanozla süslenmiş. İnce kesilmiş beyaz turp ve lahmacun, dumanı tüten ve aroması göğe kavuşan… Bizden başka herkes yiyor oysa…

Az önce sözünü ettiğim vahşi hayvanlar pavyonuna geliyoruz… Pavyonun kapısında sözümona biz küçümenleri korkutacak aslan başı, karton, boyalı dişleri kapıya doğru uzanmış. Bakımsız kafeslerde aslan parçası, ama epeyce uyuşuk. Vahşi kedilerden kaplan da öyle. Besbelli uyuşturulmuşlar. En sevimli olanları ise bizim ata takımı. Maymungillerden şempanzeler.

Söylediğim gibi Gülhane gez, gez, bitecek gibi değil. Tek kelimeyle “harika”!

Gülhane gezim biraz sonra bitecek. Ama ben bitmesin istiyorum.

Bu düşünceyle pedallara basıyorum.

Sarayburnu’na yaklaştıkça, denizden gelen iyotlu bahar esintisi.

SARAYBURNU

Şimdi Gülhane Parkı’nın deniz tarafından Kennedy Caddesi’ne çıkıyorum. Sarayburnu’ndayım.

İstanbul haritasına baktığımızda, denize uzanan bu çıkıntının kartal gagasını andırdığı için bu adı aldığı söyleniyor.

Buna paralel olarak, alaturka şarkılar burada, sahilde sanki daha da çoğalıyorlar. Bir kadın sesini bir erkek sesi bölüyor. Aşk, ıstırap, ayrılık, hicran…

Atatürk Heykeli

Gülhane Parkı çıkışından yolun karşı kaldırımına geçtiğimde sağ tarafımda, sırtı kara tarafına, yüzü denize dönük yerleştirilmiş ve heykeltıraş Krippel tarafından yapılmış olan Atatürk Heykeli’ni görüyorum.

Cumhuriyet döneminde İstanbul’a dikilen ilk anıt bu Atatürk heykeliymiş. Buraya yerleştirilmesinin nedeni ise Mustafa Kemal’in Samsun’a gitmek üzere Bandırma vapuruna bindiği yerin burası olmasıymış.

Sarayburnu, pek çok olayın yaşandığı bir yer. Sarayburnu denilince aklıma önce cezalandırılmak için buradan denize atılan insanlar geliyor. Denize atılanlar arasında kadınlar da varmış. Osmanlı’da belki de en çok kıyafetleri yüzünden cezalandırılmış kadınlar.

Struma Faciası

Sarayburnu’nda geçen en kötü hatta utançla hatırlanması gereken olay “Struma Gemisi” trajedisidir. Pek bilinmeyen, fakat siyasi tarihimiz açısından önemli olan bu elim olay 1941-1942’de 72 gün sürmüş.

Almanya’nın Yahudileri yok etme çalışmaları sürerken, Romanya’da da Yahudiler aleyhine uygulamalar başlamış. Romanya’dan Filistin’e gitmek isteyen çoluk çocuk 769 Yahudi, Köstence Limanı’ndan 12 Aralık 1941 günü bindikleri “Struma” isimli gemi ile yola çıkmış. 15 Aralık 1941 günü İstanbul’a Sarayburnu’na kadar gelmişler. Ancak hal böyleyken İnönü’nün başında olduğu CHP hükümeti, geminin limana yanaşmasına da, yolcuların inmesine de izin vermemiş. Arızalı motoru çıkarılıp limana tamire götürülmüş olan motorsuz gemi; aç ve hasta yolcuları ile birlikte 72 gün orada öylece bekletilmiş.

Gerçek şu ki, 23 Şubat 1941 günü herhangi bir açıklama yapılmadan gemi, römorkörle Karadeniz açıklarına çekilmiş. 24 Şubat 1941 günü sabahı Şile açıklarında durmakta olan gemi, bir Rus denizaltısının attığı torpido ile havaya uçurulmuş. Patlamada gemiden yalnızca 18 yaşında bir genç… Daha önce hamile olduğu için Balat’taki Or-Ahayim Hastanesi’ne yatırılan bir kadın… Ve vizesi olduğu için gemiden inmesine izin verilen beş kişi kurtulabilmiş…

Aradan çok uzun yıllar geçmesine rağmen ilk kez on yıl önce (2012 yılında) Struma Gemisi’nde ölenler için bir anma töreni yapıldı. Akademisyen yazar Halit Kakınç, “Struma” isimli belgesel bir roman yayımladı. Zülfü Livaneli “Serenad” isimli romanında bu olayı anlatıyor. Her iki kitabı da bisiklet & kitap turlarımda paylaşacağım.

Sarayburnu’ndan Ahırkapı’ya

Daha sonraki turlarım arasında (9. Rota) bu kıyıdan yolculuk edeceğim. Ancak şimdilik kısacık mesafede bir pedallama gerçekleştireceğim.

Sarayburnu yalnızca kötü şeylere değil elbet, iyi şeylere, şenlik ve kutlamalara da tanık olmuş. 1633 yılında, IV. Murat’ın kızı Kaya Sultan’ın doğum gününde havai fişekler yeri göğü aydınlatmış. Evliya Çelebi, şöyle anlatıyor:

… Legari Hasan, elli okka barut macunundan yedi kollu bir fişek yaptı. Sarayburnu’nda padişahın huzurunda fişeğe bindi. Çırakları fitili ateşledi. Göğe yükseldi.

Legari söylendiğine göre 300 metre kadar göğe yükselmiş, kısa bir süre havada kalmış ve yavaş yavaş koluna taktığı kanatlarıyla süzülerek denize inmiş. Padişah, Legari’yi ödüllendirmiş ödüllendirmesine ama dedikodu kazaları kaynamış ve bir süre sonra softalar Legari’nin yargılanmasını sağlamışlar.

Sonuçta Legari, Kırım’a sürgüne gönderilmiş. Füzeciliğin piri başka icatları yapmaktan alıkonulup İstanbul’dan uzaklaştırılmış. Fakat çok ilginç bir tesadüfle modern anlamdaki ilk roket çalışmaları, bugün Kırım’ı da içine alan Ukrayna coğrafyasında başlamış.

[📷 Turgut Reis Anıt Heykeli, Kennedy Cad., Nisan 2022.]

Kıyı boyunca pedallarken, Osmanlı İmparatorluğu donanmasında amirallik yapmış, Trablusgarp fatihi olarak anılan Türk denizcisi Turgut Reis’in burada dikilen heykelin çevresinde, kimi örülü olduğu için seçilmeyen, kimi hâlâ açık bazı kapılar görünüyor. Esas itibarıyla bu kapılar daha çok halkın deniz kıyısına inebilmesi için açılmış. Gerçi çevrenin restorasyon altında olması nedeniyle Topkapı Sarayı’nın eteklerindeki yeşillikler ve demiryolu sırra kadem basmış gibi duruyor.

[📷 Ahırkapı Feneri, Kennedy Cad., Nisan 2022.]

Sarayburnu sahilinden Ahırkapı istikametine doğru pedal çevirdiğim sahil yolu Bakırköy’e kadar uzanan Kennedy Caddesi’dir. Biraz ilerlediğimde denize nazır Ahırkapı Feneri’ni görüyorum.

Padişahın atlarının bulunduğu Has Ahır’ın kapılarından birisi buraya yakın olduğu için mıntıkaya “Ahırkapı” denmiş.

Ahırkapı Feneri, dramatik bir deniz kazası sonrası yaptırılmış. 1755 yılında Mısır’dan yola çıkan bir gemi, İstanbul Limanı’na yaklaştığı sırada gece ve karanlık olduğundan karaya oturmuş. Maddi manevi zayiat büyükmüş. Kaptan şikayetçi olmuş. Kadı, kaptanın taleplerini haklı bulmuş ve padişahı kendi kesesinden zararı ödemeye mahkûm etmiş.

III. Osman, Sait Paşa’yı soruşturma yapmak üzere görevlendirmiş. Kazanın sebebi, karayı gösterecek herhangi bir uyarıcının bulunmaması olarak tespit edilince, Ahırkapı’daki surun üzerine bir yağ kandili konmuş.

İşte bugün var olan bu deniz feneri 1857 yılında yapılmış.

Sepetçiler Kasrı

Şimdi Kennedy Caddesi’nden ‘U’ dönüşüyle tekrar geldiğim yöne dönüp, sahilden Sirkeci’ye doğru pedal çeviriyorum. Gülhane Parkı girişini geçtikten sonra, sağımda, sahilde gördüğüm bina Sepetçiler Kasrı’dır.

1647 yılında Sepetçiler Loncası tarafından Sultan Deli İbrahim için yapılmış. Köşkün mimarı Davut Ağa’ymış. Başka kaynaklara göre ise Sultan III. Murat zamanında Mimar Davut Ağa tarafından yapılmış. Altında, padişahlara ait kayıkların bulunduğu kayıkhanesi varmış. Padişahlar, donanmanın sefere çıkışını ve dönüşünü; saray halkı ise donanma şenliklerinde törenleri buradan izlerlermiş. Sultanlar denize buradan açılırlarmış.

Sepetçiler Kasrı” dışında burada sıralanan ve bugün izine rastlaması mümkün olmayan pek çok güzel köşk, sahil sarayları varmış. Bugüne yalnız bu yapı ulaşabilmiş. Fakat değişikliklerden dolayı onun da eski halinden geriye pek eser kalmamış.

Namlı Zincir

Haliç’in girişine Sarayburnu’ndan Galata’ya bir zincir çekilir ve bu zincir Haliç’in güvenliğini sağlarmış. Herhalde bu meşhur zinciri bilmeyen yoktur. Hatta bu zincir aşılamadığı için Osmanlı Donanması’nın İstanbul’un fethi sırasında karadan yürütüldüğü anlatılır tarih kitaplarında. İşte o zincir, burada “Sepetçiler Kasrı”nın arkasındaki “Eugenios Kulesi”nden karşı kıyıya, Galata’ya bağlanırmış.

Bir başka ifadeyle Haliç’i düşman saldırılarından koruyan zincirin karşı kıyıya uzanan ucu, Galata’da bulunan “Yeraltı Camisi”ne (Kurşunlu Mahzen) bağlanırmış.

Karaköy Yeraltı Camisi

Meşhur zincir, Haliç’e girişi kontrol etmek üzere İmparator II. Tiberios tarafından yaptırılmış. Ve etrafında koruyucu bir duvar bulunuyormuş. 1204’te Haçlılar donanmalarını Haliç’e sokabilmek için bu hisarı ele geçirmeye çalışmışlar. Bu maksatla, dev zincir, Bizanslıların başkentini yüzyıllarca istilalardan, saldırılardan korumuş. Fetih sırasında da zincir işlevini görmüş. Burayı korumuşsa da İstanbul’un düşmesine engel olamamış. Başlı başına bir kale olan “Kurşunlu Mahzen” önceleri ambar olarak kullanılmış. 18’inci yüzyılda camiye çevrilmiş. Halen cami olarak kullanılıyor.

[📷 Sepetçiler Kasrı, Kennedy Cad., Nisan 2022.]

Esasen saray muhafızı bostancıların Sepetçiler Bölüğü tarafından inşa edildiği için daha fazla “Sepetçiler Köşkü” adıyla anılıyor.

Sepetçiler Kasrı” Cumhuriyet döneminde bir süre askeri ecza deposu olarak işlev görmüş. 1980 yılında yapılan restorasyon sonrası “Uluslararası Basın Merkezi” yapılmış. Bugün “Yeşilay Cemiyeti” tarafından kullanılıyor.

SİRKECİ

Kennedy Caddesi’nden Eminönü istikametinde yoluma devam ediyorum. Artık “Sirkeci” sınırları içinde olduğumu söyleyebilirim. Trafik lambalarından sola doğru döndüğümde yol Ankara Caddesi adını alıyor ve tepede Nuru Osmaniye Caddesi’ne çıkan Bâb-ı Ali Caddesi’ne bağlanıyor.

Solumda ise sevdalım “Sirkeci Tren Garı”… Her şeyin ötesinde bir sempati duygusu. Peki, neden sevdalım? Çünkü çocukluğumun en muhteşem anılar zincirinin bir parçası olduğu için.

Demiryolu ile ulaşımın geliştirilmesi 1867 yılında İngiltere ziyaretinde ilk kez trene binen Sultan Abdülaziz’in rüyasıymış. “Memleketime şömendöfer yapılsın da isterse sırtımdan geçsin,” dediği demiryolu yapımına 1869 yılında başlanmış. Ancak parça parça yapılabilmiş. 1871’de Yedikule-Küçükçekmece hattı faaliyete geçirilebilmiş.

Sonra hattın Sirkeci’ye bağlanması için surların ve sahil yapılarının yıkımı gerçekleştirilmiş. Bu yıkımlar, tarihi değerlerine paha biçilemeyecek Bizans ve Osmanlı saraylarını, köşklerini, tarihi eserleri yok ettiği gibi doğal dokuyu da bozmuş.

İstanbul’a maddi manevi pahalıya mal olan bu tren yolu hattı 1872’de işletmeye açılmış. Tren hattı için “Sirkeci Garı”ndan önce yapılan ilk küçük istasyon binası hâlâ duruyor ve benzin istasyonuyla beraber Kennedy Caddesi’ni seyrediyorlar.

Demiryolu faaliyete geçtiğinde gösterişli bir garı yokmuş. Büyük Sirkeci Garı’nın temeli 1888’de törenle atılmış ve 1890 yılında hizmete açılmış. Yapının mimarı August Jasmund, Şark mimarisi konusunda incelemeler yapmak üzere İstanbul’a geldiğinde Sultan II. Abdülhamit’in güvenini kazanmış, sarayın danışman mimarı olmuş.

Yapıda, modern ve oryantalist öğeleri birleştiren bir tarz tercih edilmiş. Mimar garı denize dönük inşa etmiş, çünkü o zaman deniz binanın dibindeymiş.

Gar binası yapıldığında, aydınlatması havagazı ile yapılıyormuş.

İstanbul Demiryolu Müzesi

Garın içinde ücretsiz gezilebilen minik bir demiryolu müzesi var. “Doğu Ekspresi” kalıntıları dahil olmak üzere ülkenin tren yollarıyla ilgili eser ve sergilerin sunulduğu bu müze nostaljik bir değer taşıyor.

Demiryolu Müzesi gezi detayları için 👉 [İstanbul Demiryolu Müzesi Ziyareti]

Orient Ekspresi

Sirkeci Garı’ndan söz edip de “Şark Ekspresi” ya da “Orient-Express”ten söz etmeden geçemeyeceğim.

1883 ile 1977 yılları arasında kesintilerle Paris-İstanbul arasında sefer yapan Doğu Ekspresi pek çok filme, romana konu olmuş, dünyaca ünlü bir tren. Bunlardan belleğe kazınmış en meşhur olanı Agatha Christie’nin “Doğu Ekspresinde Cinayet” (Murder on the Orient Express) adlı romanından sinemaya uyarlanmış filmidir.

Bazı kaynaklara göre 1883 yılının 4 Ekim gününde, Çelik Gülersoy’a göre ise 5 Haziran’da Paris’ten ilk seferine başlamış. Fakat bu yıllarda hat İstanbul’a kadar ulaşmamış olduğundan, yolculuğun son kısmında denizyolu kullanılıyormuş. Doğrudan Paris-İstanbul seferi 1889 yılında başlamış. Şark Ekspresi önceleri kadınlar ve erkekler için ayrı vagonlar tahsis edermiş.

Pera Palas

Orient Ekspresi’nin yolcuları, İstanbul’a vardıklarında çeşitli otellerde konaklıyorlarmış. 1895 yılında trenin işletmecisinin Pera Palas Oteli’ni satın almasıyla yolcuların başka bir otel aramasına gerek kalmamış.

Velhasıl, Doğu Ekspresi’nin de Pera Palas’ın da en ünlü müşterilerinden biri, ünlü polisiye roman yazarı Agatha Christie olmuş. Romancının İstanbul yolculuğu için bir çuval rivayet mevcut. Ünlü yazarın, kocasından kaçmak için İstanbul’a geldiği, aşk ve ihanet acısı çektiği, acısının onu bu maceraya sürükleyerek İstanbul’a kadar getirdiği anlatılıyor.

Efsanevi trenin seferleri zaman zaman kesintiye uğramış. Mesela I. Emperyalist Dünya Savaşı sırasında tren dört yıl İstanbul’a hiç uğramamış, Paris Garı’nda beklemiş durmuş.

Şark Ekspresi’nin hikâyesi anlatmakla bitmeyecek kadar çok. Nice savaşlara tanık olmuş. Birinci Emperyalist Dünya Savaşı sonunda İtilaf Devletleri (Müttefik Devletler olarak da biliniyor) ile Almanya arasında imzalanan Versailles (Versay) Antlaşması bu trende yapılmış. Casusluk, aşk, ihanet ve cinayetlerle geçen ömrünü 1977 yılında tamamlamış.

[📷 Sirkeci Garı, Ankara Cad., Nisan 2022.]

Sirkeci Garı’nın Ankara Caddesi’ne bakan kapısının tam karşısında “Tramvay/Hafif Raylı Metro İstasyonu” var.

HOCAPAŞA

Tramvayın Gülhane’ye doğru çıktığı istikamette ilerleyip, sokak arasındaki önce Hoca Paşa Camisi’ne sonra da Hoca Paşa Hamamı’na geliyorum.

Fatih Sultan Mehmet’in hocası ve veziri Hoca Sinan Paşa burayı 1470 yılında yaptırmış. 1988 yılına kadar olarak kullanılmaya devam edilen mekân 1988’den sonra restore edilip çarşı ve eğlence mekânı yapılmış. İçindeki Hoca Paşa Kültür Merkezi’nde turistler için Türk geceleri ve Semah gösterileri düzenleniyor.

Sirkeci Çevresinde Pedal Rüyası

Ankara Caddesi’nden, Büyük Postane Caddesi’ne sürüyorum bisikletimi. Pedallarken, bu semtte yaşamış bir üstadın hazin ölümünü anmadan geçmek olmaz. Yaşamı pek bilinmeyen Hatip Mehmet Efendi’nin doğum tarihi bilinmiyor. Ölüm tarihi ise 1773. Üstat, Hoca Paşa semtinde oturur, Ayasofya Camisi’nde hatiplik yaparmış. Onun ilgi çekici yapan, ebru sanatındaki yeteneğiymiş. Klasik ebru üslubuna yenilikler getirmiş. Denemeler yapmış.

Hatip Mehmet Efendi’nin yenilikçi denemeleri de, hem hatiplik yapıp hem ebru çalışmaları yapması da eleştiri konusu oluyormuş. Rivayete göre bir gün üstadın evinde yangın çıkmış. Haber ulaştığında Hatip Mehmet Efendi yangına yetişmiş ama kurtarmaya çalıştığı ebru eserleri ile birlikte yanarak ölmüş. Üstadın yarattığı tarza bugün “Hatip Ebru” deniliyor.

Ebru Sanatı

Geçmişi 9’uncu ve 10’uncu yüzyıllara kadar uzanan ebru, Doğulu bir sanat. Çıkış yerinin Hindistan ya da Buhara olduğu sanılıyor.

Büyük Postane

Şimdi Büyük Postane Caddesi’nde usul usul ilerliyorum. Trafik burada tersten akıyor. Ancak oldukça sakin bir yol. Bisikletle ilerlemenin bir zararı yok gibi. Zaten yayalar da zaman zaman kaldırımdan inip asfalt yolda yürümeyi seçiyor.

Biraz ileride sol tarafımda “Büyük Postane” (Posta-Telgraf Nezareti) binasını görüyorum.

Pire’yi dışarıda kilitliyor, kaldırıma çökmüş işportacı abiye emanet ediyorum. Postanenin basamaklarından çıkıp içeriye giriyorum. Işın Ajans’ta çalışırken hemen hemen her gün geldiğim bina “Posta ve Telgraf Bakanlığı” binası olarak dört katlı inşa edilmiş. Yapımına mimar Vedat Tek tarafından 1905 tarihinde başlanmış. Mimar Muzaffer Bey tarafından 1909 yılında tamamlanmış. 1930’da adı önce “Yeni Postane” sonra “Büyük Postane” olarak değiştirilmiş.

Bugün halen postane olarak fonksiyonunu sürdürüyor.

[📷 PTT, Büyük Postane Cad., Sirkeci, Nisan 2022.]

Diğer bir nokta; Türkiye’de ilk radyo yayını 6 Mayıs 1927 tarihinde bu binadan yapılmış. İlk yayının yapıldığı stüdyonun, kimi kaynaklarda alt katta bazı kaynaklarda en üst katta olduğu söyleniyor. Lakin ilk anonsun kimin tarafından seslendirildiği bilinmiyor. Radyonun ilk spikeri, ünlü müzisyen Tamburi Cemal Bey’in oğlu Mesut Cemil Bey olmuş. O devirde kimsenin doğru dürüst radyosu olmadığı için ilk yayınlar akşamları yapılmış ve postane binasının kapısının üzerine yerleştirilen hoparlörler aracılığıyla halka ulaştırılıp dinlemeleri sağlanmış.

PTT Müzesi

Büyük Postane’nin sol tarafında bir “PTT Müzesi” var. Müze, Osmanlı ve Cumhuriyet’in iletişim ve telekomünikasyon alanındaki tarihi serüvenini görmeyi sağlıyor. Farklı dönemlere ait postacı kıyafetlerini, posta kutularını, zarfları, pulları, telgraf ve telefon cihazlarını görmek oldukça ilginç gelebilir.

PTT Müzesi gezi detayları için 👉 [İstanbul PTT Müzesi Ziyareti]    

Müzeden çıkınca karşı kaldırıma geçiyorum.

Sultan Birinci Abdülhamit Türbesi

Daracık Hamidiye Türbesi Sokak’a girip ilerlediğimde solda gördüğüm bahçesi bakımlı, haziresi temiz anıt mezar “I. Abdülhamit Türbesi”.

Ayrıca IV. Mustafa’nın mezarı da burada. Türbe, padişah I. Abdülhamit’in 1776-1777 yıllarında yaptırdığı imaretin yalnızca bir kısmıymış. Sultan I. Abdülhamit, Yeni Cami’ye çok yakın olması nedeniyle buraya cami yaptırmak yerine imarethane yaptırmayı tercih etmiş. Türbenin yanına medrese, çeşme, sebil ve kütüphane yapma işini de mimar Mehmet Tahir Ağa’ya havale etmiş.

İmaret, Meşrutiyet yıllarında yıkılmış. Fakat türbe yerinde bırakılmış.

İmaretin sebilini, Gülhane Parkı’nın Alemdar Caddesi’ndeki kapısının karşısında görmüş, buradan taşınıp oraya yerleştirildiğinden bahsetmiştim.

Ayrıca türbede Hz. Muhammet’in ayak izinin yer aldığı mermer pano (Kadem-i Şerif) var. Son yapılan tadilat bir yıl sürmüş, 2009’da türbe törenle ziyarete açılmıştı.

Sansaryan Han

Türbeden çıkışta sol tarafa dönüp Hamidiye Caddesi’ne geldiğimde karşı kaldırıma geçip türbenin sağ çaprazına, Mimar Kemalettin Caddesi’ne doğru hareketleniyorum. Birkaç pedal döndürmesi sonra solda sokağın ilk binası olan meşhur “Sansaryan Han” ile buluşuyorum.

Bu han, Sansaryan Vakfı için Mıgırdiç Sansaryan tarafından, 1895 yılında Ermeni mimar Hovsep Aznavour’a yaptırılmış. 1915-1920’li yıllarda devletin el koymasıyla 1944’ten 1980’li yıllara kadar “İstanbul Emniyet Müdürlüğü”, 2011 yılına kadar da “Sirkeci Adliyesi” olarak kullanıldı. 2011 yılı ortalarında adliye Çağlayan’daki Büyük Adliye binasına taşındı.

Aslına bakıldığında, yapı, pek çok kötü olayın tanığı. “Emniyet Müdürlüğü” olarak kullanıldığı yıllarda, “Tabutluk” denilen bir “İşkencehanesi” varmış. 1940’larda pek çok komünist aydın, Türkiye Komünist Parti (TKP) üyeleri ve ilerici gazeteci bu ‘insanlık onuru kırıcı’ tezgâhtan geçmiş. Yine; 1944 yılında aralarında Alpaslan Türkeş’in de olduğu Turancılık davası sanıklarının… 1952 TKP tutuklamalarında pek çok aydının uzun çığlıklara maruz kalan geceleri geçirdiği yer… Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Ruhi Su, Aziz Nesin, Vedat Türkali, Ece Ayhan, Atilla İlhan, Mihri Belli, Ahmet Arif, Gülay Göktürk, Necip Fazıl ve adını sayamayacağım birçok yazar, çizer, düşünür, politikacının yanı sıra, adlarını bilmediğim, sayısını tahmin bile etmekte güçlendiğim, birçok insanın, hücrelerde Almanya’dan özel getirilen ampuller altında tutulduğu, işkence gördüğü ve öldüğü uğursuz bir yer.

Emniyetten adliyeye dönüştürüldüğü restorasyonda yapı, pembeye boyanmıştı. Günümüzde beş yıldızlı lüks bir otel olarak hizmet veriyor.

Karnım Acıktı Sanki

Kötü şeylerden söz ettim ya, bedenim çekildi birden. 2006-2008 yılları arasında ATV’de yayımlanan “Hatırla Sevgili” dizisinde Ahmet’in halası, gazeteci Sevim Gürsoy da bir gece evden alınıp bu Sansaryan Han’a getirilmiş ve günlerce işkenceye maruz kalmıştı. Laçin Ceylan’ın canlandırdığı Sevim dizide aykırı sesin tanımıydı. Bu ablamız, nerede bir haksızlık görse karşısında durmuştu yıllarca. Böbrek ağrılarına aldırış etmeden yıllarca işkence de görmüş gözaltında da kalmıştı. Sonunda ‘Milliyet Gazetesi’ne girerek biraz düzenin adamı olmuştu… 🙂

Onu da anıp yoluma devam edeyim. Sanki acıktım. Karnımdan gurultu sesleri geliyor. Mademki acının önüne geçemeyeceğim. Hadi gezenti hayatıma ufacık tefecik bir renk getireyim diyorum. Sansaryan Han’ı arkamda bırakıp Mimar Kemalettin Caddesi’nden ileriye yürüdüğümde sağda kalan “Konyalı Lokantası”na gidebilirim mesela.

Lokanta, 1897’de 4 masa ve 16 sandalye ile açılmış. Osmanlı mutfağının güzel tatlarını deneyebileceğim köklü bir işletme olduğu söyleniyordu. Ancak fiyatları epeyce tuzlu olduğundan caydım. Sanırım “since 1897” lafından başka satacak bir şeyi kalmamış ve aslında misyonunu tamamlamış gibi bir havası vardı. Güya yerli-yabancı devlet adamlarını, kral ve kraliçeleri, sanatçıları ağırlamış.

Yönümü bir başka iktisatlı lokantaya çevirip pilav üstü döner ve ayranla tıkaladım midemi.

Vakıf Han

Şimdi geriye dönüp geldiğim yoldan Sansaryan Han’ın yanından geçip sağdaki ilk binanın, yani “4. Vakıf Han”ın önünde park ediyorum. Bina I. Abdülhamit Türbesi’nin tam karşı köşesinde.

Mimar Kemalettin tarafından İstanbul’a kazandırılan en estetik binalardan biri olan “Dördüncü Vakıf Han”, simgeleşmiş çağdaş yapılardan biri olarak İstanbul kent kültürünün bir parçası konumunda olmayı sürdürüyor.

Kısaca söylemek gerekirse… Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne gelir sağlayan binalar olan vakıf hanlarından olan “Dördüncü Vakıf Hanı”, 1911 yılında inşa edilmeye başlanmış. Savaş nedeniyle yapımı yarıda kalan bina 15 yıl sonra 1926 yılında tamamlanabilmiş. 1990’ların başına kadar pek çok avukat ofisinin bulunduğu han, sonunda adliye binası olarak kullanılmak üzere boşaltılmış. Ardından kaderine terk edilerek harabe haline gelen bu eşsiz yapı, 2005 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 25 yıllığına kiraya verilmiş. Bugün beş yıldızlı otel olarak hizmet veriyor. Alt katlarını ise çeşitli mağazalar paylaşıyor.

İlaveten bir de not düşeyim… Yapı ve mimarı Mimar Kemalettin’in resimleri yeni 20 TL’lik banknotların üzerinde yer alıyor.

Akide Şekeri Kralı Hacı Bekir

Şimdi de Hamidiye Caddesi’nden “Yeni Cami” tarafına doğru hareket ediyorum. Bisiklete binmeme gerek yok. Çünkü karşı kaldırımda İstanbul’un en eski şekercisi Ali Muhiddin Hacı Bekir’in dükkânı var. Sanırım işletmenin yuvarlak kırmızı logosu ile herkes aşinadır.

Hacı Bekir”, iki yüz yıldan bu yana İstanbul’da yaşayan bir kurum. Şekerleme imalatında tatlandırıcı olarak bal, pekmez kullanılırken, 18’inci yüzyıl sonlarında Avrupa’da kurulan rafinerilerde üretilen “kelle şekeri”nin Türkiye’ye gelmesiyle akide şekeri damakları tatlandırmaya başlamış.

Hacı Bekir, kelle şekeri havanlarda dövüp eriterek, gül, tarçın gibi doğal aroma ve boyalarla pişirip akide şekeri imalatını geliştirmiş. 1811’de bulunan nişastayı da un yerine kullanmış, şeker ve nişasta terkibiyle lokumu “Hacı Bekir” icat etmiş.

Bir görüşe göre ise lokum Anadolu’da 15’inci yüzyıldan beri yapılıyormuş. Kimin icat edip ortaya çıkardığını bilmiyorum ama lokumu 19’uncu yüzyılda Avrupa’ya tanıtan, yaygınlaşmasını sağlayan ‘Ali Muhiddin Hacı Bekir’ markası olmuş.

Lafı toparlamak gerekirse… Adaşı olan Muhittin amcamın da en sevdiği dükkandı Hacı Bekir. Bayramlarda babamı da alıştırmış evimize akide şekeri ve çeşitli lokumların girmesini sağlamıştı. Ayrıca bayramlık hediye olarak yakın akrabalarımıza da alınan “Hacı Bekir” paketleri taşınırdı torba torba. Bu şekerleme tutkusu bizim aile köklerinde belki de Mehmet dedemden gelen bir gelenekti. Bu kısmını bilemeyeceğim. Zira onun da akide şekeri saplantısı olduğunu hatırlıyorum.

Hatice Turhan Valide Sebili ve Çeşmesi

Hacı Bekir’in biraz ilerisinde, karşı köşede bir sebil ve çeşme var. Ömrümde kim bilir kaç kez önünden geçmişimdir bu sebilin. Hatta durup suyundan içmişliğim. Şimdilerde su mataralarımı tazelediğim. 17’nci yüzyıl harikası olan bu eser, “Hatice Turhan Valide Sebili ve Çeşmesi” olarak biliniyor.

Burası aynı zamanda bir dört yol ağzı. Meydan çeşmesinin karşısındaki sokak Arpacılar Caddesi. O tarafa doğru hareket etmeye niyetleniyorum.

Hidayet Camisi

Caddenin köşe yaptığı yerde daracık Yalı Köşkü Caddesi yer alıyor. İşte burada bir cephesi Arpacılar Caddesi’ne, bir cephesi Yalı Caddesi Köşkü’ne bakan “Hidayet Camisi” ile ilgileneyim.

Bu caddeye eskiden, pis işlerin döndüğü, batakhanelerin bulunduğu bir sokak olduğu düşünüldüğünden “Melek Girmez” sokağı denilirmiş. Bu sokak “İstanbul Ticaret Odası” binasının arka tarafında bulunan Yalı Köşkü Caddesi’dir.

Hatırlatmak gerekirse; İstanbul’un yangınlar kadar büyük bir baş belası da veba hastalığıymış. II. Mahmut döneminde, kentte her gün neredeyse yüzlerce insanın ölümüne neden olan veba salgının buradaki bekar odalarından çıktığı söylentisi üzerine Melek Girmez Sokağı yıktırılmış.

Öyle ya da böyle, Melek Girmez Sokağı’ndaki bekar odalarının sakinleri, limanın ve Balık Pazarı’nın çalışanlarıymış. Tabii bir de limana yanaşan gemilerle gelen gemicilerin. Rivayet o ki, tebdili kıyafet gezmeyi sevdiği bilinen Sultan II. Mahmut, bizzat gelip buraların vaziyetini görmüş ve binaların yıkılması emrini bizatihi kendi vermiş. Yıkılan yerlerin üzerine, 1809 yılında ahşap bir cami yaptırmış. Adını da herhalde pisliklerin panzehri olsun diye “Hidayet Camisi” koymuş.

Kaynaklarda belirtildiği gibi bu olay sultanın saltanatının ikinci yılında yaşanmış. Bugün gördüğüm yapı II. Abdülhamit tarafından 1887 yılında, İstanbul doğumlu Levanten mimarımız Alexandre Vallaury’e yaptırılan cami.

İstanbul’un işgali sırasında Fransızlar tarafından hapishane olarak kullanılan cami, Cumhuriyet’in ilk yıllarında yeniden ibadete açılmış. Reşat Ekrem Koçu, “Hidayet Camisi” için, “Kutunun içinde küçük bir mücevher gibi” diyor.

Türkiye İş Bankası Müzesi

Şimdi tekrar Arpacılar Caddesi’nden Hamidiye Caddesi’ne dönüyorum. Burada bugünün son müze ziyaretini gerçekleştireceğim: Türkiye İş Bankası Müzesi

Müze, Atatürk tarafından kurulmuş. Türkiye İş Bankası’nın tarihi ve cumhuriyetin ilanından beri Türkiye’de gelişen iktisadi bağımsızlığa ilişkin objelerin yer aldığı bir müze. 1890’da bir postane binası olarak yaptırılan tarihi binada bulunuyor.

Bina, 1927 yılında Türkiye İş Bankası’na aktarılır ve 2004 yılına kadar banka şubesi olarak kullanılır. 2005 yılında müzeye dönüştürülünce, son olarak 14 Kasım 2007 tarihinde halka erişimi sağlanır. 2011 yılından beri öğrencilere yönelik atölyelere ev sahipliği yapmaktaymış.

Müzenin koleksiyonu, İş Bankası şubelerinden alınan, bankanın gündelik yaşamının parçalarından oluşmuş üç boyutlu nesneler ile banka arşivindeki kâğıt ve görsel malzemelerden oluşuyor. Resim Koleksiyonu’nda bulunan bazı örnekler müzede sergilenmekte. Atatürk’ün bankada misafir edildiği odanın da sergilendiği müze, toplamda 3 kattan oluşuyor.

İş Bankası Müzesi gezi detayları için 👉 [Türkiye İş Bankası Müzesi Ziyareti]

Eskiden bir de Umut Güvercini Milli Piyangomuz Vardı

Şimdi Hamidiye Caddesi’nden Yeni Cami’nin sahil tarafına doğru ilerliyorum. Sol köşede minicik fakat ismi büyük bir büfe var. Bu küçük büfe insanlara hayal dünyasının kapılarını ardına kadar açan “Nimet Abla Gişesi

Bugünkü siyasal İslamcı iktidarın şakşakçılarından tüpçü Demirören şürekasına geçen “Milli Piyango” tam bir düzenbazlık ürünü. Artık büyük hilekârlıklarla umut sömüren bir vakıa haline geldi. Ama zavallı halkım ne bilsin. Boykot edeceklerine, hâlâ bir umuttur diyerek, bu herifin sahip olduğu bu iştirake paracıklarını akıtmaktan vazgeçmiyor.

Ben yine de eskinin Nimet Abla’sından söz edeyim…

Bir zamanlar Türkiye’nin en ünlü “Milli Piyango” satıcısı Nimet Abla, asıl ismiyle Melek Nimet Özden’den (1899-1978) bahsetmek istiyorum…

Nimet Abla, “Milli Piyango”nun popüler olmasında, yaygınlaşmasında katkısı olan girişimcilik dehası bir kadınmış. Piyango düzenleme tekeli, Türk Tayyare Cemiyeti’ne 1926 yılında çıkarılan bir yasa ile verilmiş. Harf devrimi henüz yapılmamış olduğundan, ilk biletler eski yazı ile basılmış. Çekiliş ise 19 Nisan 1926 günü yapılmış. Biletler ancak 1929’da Latin harfleriyle basılır olmuş.

Nimet Abla Gişesi

Milli Piyango”nun ilk yıllarında, 1928’de Melek Nimet Özden’in eşi Eminönü’ndeki dükkânında Türk Tayyare Cemiyeti’nin piyango biletlerini satmaya başlamış. Bu arada biletlerin bir bölümünü de tanıtım amacıyla veresiye dağıtıyormuş. Fakat dağıttığı biletlerin paralarını toplayamamış ve istifanın eşiğine gelmiş. Bunun üzerine Melek Nimet Özden, kendi adına Türk Tayyare Cemiyeti’nden bayilik almış. 1931 yılında sattığı bir bilete büyük ikramiye isabet etmesi nedeniyle basın bu girişimci kadını kamuoyuna tanıtmış. 1938 yılında Nimet Abla satış yerini şimdi bulunduğum yere taşımış.

Böylelikle Nimet Abla’nın bilet gişesi çok ünlü olmuş. Nimet Abla ününe ün katmak için, sattığı biletler para kazandıkça gazetelere ilan verir olmuş.

MP Biletleri Üstündeki Desenler

Milli Piyango” deyince imzası “İstanbul” olan sanatçı İhap Hulusi Görey’i de anmadan geçmek olmaz (1898-1986). Grafik sanatçısı demek onun için ne kadar yeterlidir bilemiyorum. İhap Hulusi, o zamanki adı “Tayyare Piyangosu” olan “Milli Piyango” için 45, Tekel için tam 35 yıl çalışmış. Dönem dönem biletleri, afişleri için desenler, resimler üretmiş. Ayrıca sayısız özel kuruluş için de reklam ve tanıtım malzemeleri üretmiş.

Türk reklamcılığının öncülerinden olan İhap Hulusi’nin “Milli Piyango” biletlerinin üzerine çizdiği resimler, desenler, el ilanları, logolar, afişler ve Tekel için yaptığı çizimlerle grafik tasarımlarının bir kısmını onun eseri olduğunu bilmeden tanırız.

Rakı denilince benim gözdem “Kulüp Rakısı”dır… Üstüne tanımam!

Mesela ünlü “Kulüp Rakısı” etiketi onun çalışması. Sanatçımız, uzun yaşamı boyunca karınca gibi çalışmış, sürekli üretmiş. Afiş sanatının duayeni denilen İhap Hulusi, hizmet verdiği hiçbir kurumda maalesef sigortalı olarak çalışmamış. Bu yüzden yaşamının son dönemini sefalet içinde geçirmiş.

Eminönü’nün Balıkhaneleri

Buralarda dolaşırken balıkhane ve meyhanelerden söz etmezsem eksik bırakmış olurum. Nitekim balıkhaneler İstanbul gibi deniz şehirleri için her zaman çok önemli merkezlerdir. “Yeni Cami”nin deniz kıyısı, Bizans döneminde liman ve balık haliymiş. Bizans’ta balık tutma hakkı, “Haleia” denilen bir vergi ödenerek elde edilirmiş. Balıkhanede satılan balıkların üç veya dörtte biri vergi olarak devlete verilirmiş.

Osmanlı döneminde de balıkhane aynı yerdeymiş. (19’uncu yüzyılın ilk yıllarına ait arşiv defterlerinde bir de Unkapanı ile Cibali arasında bir “balıkhane iskelesi” kaydı varmış.) Osmanlı’da balık mevsiminin açılması ile her yıl balıkhanede bir tören yapılır, o yıl ilk kez yakalanan nadide balıklar törenle müzayedeye çıkartılırmış. Mezat gelenek gereği Balıkhane Nazırı bu açık artırmayı kazanır ve ilk tutulan nadide balıklar paketlenerek saraya, padişaha gönderilirmiş.

Yeni Cami”nin hemen ön tarafındaki balıkhane, 1982’de Kumkapı’daki bugün olduğu yere nakledildi. Bütün liman kentlerinde olduğu gibi İstanbul’da da balıkhanenin civarında “balık pazarı” varmış. Tabii hemen yakınlarında da salaş meyhaneler.

‘Büyük’ Menderes’in 1955-1956 yıllarındaki dehşet imar felaketi ya da diğer bir deyişle “imar humması” sırasında, Unkapanı-Eminönü yolunu açma çalışmaları yapılırken bu “Balık Pazarı” da ortadan kaldırılmış. Benim anımsadığım, 1986 yılına kadar ayakta kalabilen bölümü de 1984-1989 yılları arasında ‘Azgın’ Dalan felaketine uğradı. Haliç uygulamalarında “Yemiş İskelesi” ve çevresi tamamen yok edildi. Örnekleyecek olursak, Haliç turunu yaparken sözünü etmiş, yerini hayal meyal göstermeye çalışmıştım.

Sanayi Devrimi’nin Zorlamasıyla

En nihayetinde üç tarafı denizle çevrili bir kenti gezerek anlatırken deniz ulaşımına ve ticaretine değinilmez mi?

Boydan boya Haliç gezim esnasında saltanat kayıklarından sıkça söz etmiştim. Padişahlar ve üst düzey görevliler her dönem ihtişamlı ulaşım araçlarını denizde de görmek istemişler ve kullanmışlar. Bilindiği üzere 18’inci yüzyılda bir “Sanayi Devrimi” yaşanmıştı. İlk önce İngiltere’de başlayan demir ve kömürün asıl enerji kaynağı ve hammaddeyi oluşturduğu bir makineleşme çağıdır bu. Kömür, buhar ve makinenin birleşiminin ortaya çıkardığı “Sanayi Devrimi” önemli ekonomik, siyasal ve toplumsal dönüşümlere neden olmuştur.

Deniz ulaşımı alanındaki bu teknolojik gelişimler, Osmanlı’ya da ulaşmış, İstanbul’a gelen ilk buharlı gemi 20 Mayıs 1828 günü Padişah II. Mahmut’a hediye olarak getirilmiş. Adı “Swift” olan geminin bir de İngiliz kaptanı varmış. Swift, aynı zamanda İstanbul’a gelen ilk makineli gemiymiş.

İstanbul halkı, gemiye buğu gemisi demiş. Adı “hızlı” demek olan gemiye “Sürat” ismiyle Osmanlı bayrağı çekilmiş.

Kaptan Kelly, aynı zamanda elemanlar yetiştirmek üzere Tersane-i Amire’de vazife almış. 1829 yılında “Kebir” ve “Sagir” isimli yolcu gemileri… 1837’de de Fransa’dan “Peyki Şevket” gemisi satın alınmış. “Eseri Hayır” isimli buharlı gemi Aynalıkavak Tersanesi’nde yapılmış. Böylece padişahın iradesiyle deniz ulaşımı, taşıma ve posta işlerinde denizyolu kullanılmasına başlanmış.

Ticari amaçlı kullanılan ilk gemi “Peyki Şevket” olmuş.

Teknolojik gelişmelerden halk da böylece hissesini almaya başlamış. Eskiden halk, deniz ulaşımında ve taşımada pazar kayıkları, mumhane sandalları, at kayığı, ateş kayığı, mavna, salapurya, çektirme, preme, kurita isimli muhtelif kayıklar kullanırlarmış. 17’nci yüzyılda “preme” denilen iki, dört ve altı kürekli, çektirmeden küçük yelkenli deniz aracı kıyılar arasında yolcu taşımacılığında kullanılırken, daha sonra pazar kayıkları İstanbullular için deniz toplu taşıma araçları olarak kullanılmış.

Şirket-i Hayriye”nin kuruluşundan önce İstanbul’un deniz ulaşımında ilk vapur seferleri “Fevaid-i Osmaniye” tarafından yapılmış.

Eminönü Meydanı’nın Abidesi Şirket-i Hayriye

Osmanlı deniz ticaretinde, II. Mahmut devrinde buhar makineli gemilerin satın alınması, 1839’da “Vapurculuk Nezareti”nin kurulması yeni bir dönemi başlatmış. Ancak pazar kayıkları daha ucuz olduğundan yoksul halk bu araçları kullanmaya devam ediyormuş. 1851 yılında kent içi vapur işletmesi ve ilk Osmanlı anonim şirketi olan “Şirket-i Hayriye” kurulmuş.

1912’de şirketin 25 gemilik bir filosu ve yoğun bir müşteri potansiyeli varmış. İskeleler ve seferler artırılmış. 1933 yılında “Denizyolları İşletmesi” kurulmuş, ancak 1950’li yıllardan itibaren idareciler, tercihlerini karayolu taşımacılığından yana yapmışlar. Böylece İstanbul’un deniz ulaşımına ve de deniz taşımacılığına yeterince yatırım yapılmamış. Denizden yeterince yararlanılmamış.

Deniz ulaşımı “Şehir Hatları İşletmesi” tarafından sağlanırken, 1987’den itibaren kademeli olarak “İstanbul Ulaşım Ticaret A.Ş.” peşinen “İstanbul Deniz Otobüsleri İşletmesi” aracılığı ile 1988’den bu yana sürdürülüyor.

Ancak bana kalırsa, İstanbul, hâlâ ulaşımda denizden yeterince yararlanmıyor. Evet, deniz trafiği eskiye oranla çok daha yoğun, çok daha kalabalık olabilir. Elbette bunun artan kent nüfusu, kamu gelirleri, yurtiçi ve yurtdışı denizyolu ticaret paylaşımları ile ilgisi var. Ama yaşadığımız son yirmi yıldır kenti hayasızca betonlaştırma projesinin bir parçası olarak… Ya saçma sapan, ‘çirkin kral’ köprüler yapıp üstünden… Ya da klostrofobik tüneller kazıp denizin altından geçmeye çalışıyoruz…

DÖNÜŞ YOLUNDA

Eminönü’den Kumkapı’ya, Kumkapı’dan Yenikapı’ya…

Yine bir aykırılık yapacağım ya… Yolun bu kısmında; Eminönü Meydanı’ndan ayrılarak Mahmutpaşa Yokuşunu tırmanmaya başladım. Kısaca hedefim bir an evvel Beyazıt’a çıkmak. Bu yüzden ana değil ara yolları tercih ettim.

Neticede pedalların verdiği kuvvetle Beyazıt’a varınca Gedikpaşa Caddesi’ne saptım. Sonrasında bana artık çok da tanıdık gelen Bali Paşa Yokuşundan aşağıya, Kadırga’ya salındım. Bir süre sahil istikametinde yoluma devam etim. Geçen seferkinden farklı olarak Kumkapı istasyonunun olduğu yerde yine bir altgeçidi görünce altından geçerek Kennedy Caddesi’ne çıktım. Artık Yenikapı’ya kadar bu cadde üstünde pedallayacak ve yorgunluğumu önce oradaki parkta giderecektim. Gerisi zaten metro ile dönüş olacağından kolaydı.

Burası Yenikapı Şehir Parkı. Uzun uzadıya detaylı tasvire ihtiyaç yok. Bilhassa manzarası çok güzel. İlaveten sakinliğine diyecek yok. Tamamıyla yarım saat kadar oturdum. Denizden ufka yayılan mavilikleri seyrederken demli, tavşan kanı çayımı içtim. Bir paket yulaflı bisküvi paketini lüplettim. Şüphesiz üstüne de biraz karışık kuruyemiş. Sonra da bir iri Çikita muzu mideme indirdim. Çok güzel dinlendim. Böylelikle bacaklarıma ve domatese dönmüş yüzüme enerji geldi yeniden. Demek ki parkta piknik molası tıpkı sahilde hamakta sallanıp uyumak kadar sadece beyni dinlendirmiyor, bacaklara da “sevdim mi tam severim, hadi bakalım sana hayırlı işler” diyerek şaka yapıyor.

***Dördüncü Rotanın Sonu***

Sonrasında ayrılma vakti. Yenikapı Meydanı’ndaki metro istasyonu sahilden yaklaşık 1 kilometre. Güzergâhta biraz parkın içinden, az biraz da caddeden sürerek hedefime yaklaştım.

Bir önceki turumdaki gibi gene Yenikapı’dayım. Dolayısıyla bir kez daha bu ana istasyondan Hacıosman yönüne giden “M2” hattını alacak, Mecidiyeköy/Şişli istasyonunda ineceğim. Gerisi tatlandırıcı lezzette Lati Lokum. 😊

Böylelikle; bisikletle “Tarihi Yarımada Birinci Tepe” gezimin bugünkü dördüncü alt bölümü (4. Rota) burada sona eriyor. Bir sonraki beşinci alt ve son bölüm (5. Rota) Eminönü Meydanı – Ragıp Gümüşpala Caddesi – Küçükpazar ve Ayın Biri Kilisesi ile devam edecek. Bilhassa izlemede kalın efendim.

TUR ile İLGİLİ DETAYLAR

Tur Tarihi: 09.04.2022; Cumartesi

ROTA: Mecidiyeköy >> Taksim >> Karaköy >> Eminönü >> Gülhane Parkı >> Sarayburnu >> Ahırkapı >> Sirkeci >> Eminönü Meydanı (D)

Güzergâh Seyri: Şişli’den Gülhane’ye

Mecidiyeköy >> Lati Lokum Sok. >> Mecidiyeköy Meydanı >> Büyükdere Cad. >> Şişli >> Halaskargazi Cad. >> Osmanbey >>  Harbiye >> Cumhuriyet Cad. >> Taksim >> Taksim Anıtı >> İstiklal Cad. >> Yüksek Kaldırım Cad. >> Karaköy >> Tersane Cad. >> Galata Köprüsü >> Eminönü >> Reşadiye Cad. >> Ankara Cad. >> Sirkeci >> Ebussuud Cad. >> Alemdar Cad. >> Gülhane

Gülhane Parkı’nda

Eminönü >> Reşadiye Cad. >> Ankara Cad. >> Sirkeci >> Ebussuud Cad. >> Alemdar Cad. >> Gülhane >> Bab-ı Âli (Paşa Kapısı) >> Alay Köşkü >> Gülhane Parkı>> Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Müze Kütüphanesi >> Gülhane Park İçi (Orta) Yolu >> Atatürk Anıt Heykeli >> Âşık Veysel Anıt Heykeli >> Gülhane Park İçi Saray Sur Kenarı Yolu >> Gülhane Parkı Sarnıcı >> Gotlar Sütunu >> Hagios Paulos Yetimhanesi >> Gülhane Park İçi (Marmara) Yolu >> Sarayburnu Kapısı >> Gülhane Park İçi (Alemdar) Yolu >> İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi >> Prof. Dr. Fuat Sezgin & Dr. Ursula Sezgin Bilimler Tarihi Kütüphanesi >> Hamdi Bey Yokuşu >> İstanbul Arkeoloji Müzeleri >> Eski Şark Eserleri Müzesi >> Çinili Köşk Müzesi >> Gülhane Parkı>> Sarayburnu

Marmara Sahilinde

Sarayburnu >>  Sarayburnu Sahili >> Atatürk Anıt Heykeli >> Kennedy Cad. >> Turgut Reis Anıt Heykeli >> Ahırkapı Feneri >> Sarayburnu (D)

Sirkeci Çevresinde

Sepetçiler Kasrı >> Ankara Cad. >> Sirkeci >> Sirkeci Tren Garı & Marmaray İstasyonu >> İstanbul Demiryolu Müzesi >> Hocapaşa Sok. >> Hocapaşa Camisi >> Hocapaşa Hamamı Sok. >> Hocapaşa Hamamı >> Ankara Cad. >> Büyük Postane Cad. >> Büyük Postane >> PTT Müzesi >> Mimar Vedat Sok. >> Hamidiye Cad. >> I. Abdülhamit Türbesi >> Mimar Kemalettin Cad. >> Sansaryan Han >> Hamidiye Cad. >> Dördüncü Vakıf Han >> Ali Muhiddin Hacı Bekir >> Hatice Turhan Valide Sebili ve Çeşmesi >> Arpacılar Cad. >> Yalı Köşkü Cad. >> Hidayet Camisi >> Arpacılar Cad. >> Nimet Abla Milli Piyango Bayii >> Bankacılar Sok. >> Türkiye İş Bankası Müzesi >> Yeni Cami Sok. >> Yeni Cami >> Eminönü Meydanı (D)

Dönüş Yolu

Eminönü >> Mahmutpaşa Yokuşu >> Aynacılar Sok. >> Kuyumcular Cad. >> Keseciler Cad. >> Sipahi Sok. >> Beyazıt >> Yeniçeriler Cad. >> Yeraltı Altgeçidi >> Yeniçeriler Cad. >> Gedik Paşa Cad. >> Emin Sinan Hamamı Sok. >> Tatlıkuyu Sok. >> Bali Paşa Ykş. >> Ustad Sok. >> Çakmaktaş Sok. >> Kumkapı >> Kennedy Cad. >> YENİKAPI >> M2 Yenikapı-Hacıosman Metro >> MECİDİYEKÖY (D)

Turun Niteliği: Bisikletim Pire🚲 ile “Tarihi Yarımada” Gezileri

Toplam Kat Edilen Tur Mesafesi: 38 km

Bisiklete Binme Mesafesi: 30 km

Toplam Araç Mesafesi: 8 km

Kullanılan Ulaşım Aracı: M2 (Yenikapı-Şişli) Metro

Toplam Tur Zamanı: 10 saat 30 dakika (07:15~17:45)

Toplam Bisiklete Binme Zamanı: 3,5 saat; Yürüyüş, Molalar & Ziyaretler 6,5 saat; Metro ½ saat

Hava Sıcaklığı: 21°C (Parçalı ve az bulutlu)

***…***

(*) Önceki Makale: Yıllar Şipşak Geçti Gerisi Bomboş Bir Defterde

(*) Sonraki Makale: AHT & İBTT & Arkeoloji & PTT & İş Bankası Müzeleri

Bir sonraki “Tarihi Yarımada” ajandasında görüşmek üzere; sevgiyle kalın,

Gezenti Şeref

**GBT~2022/073d**

>>> [iÇERİKdİZİNİ]

error: Content is protected !!