Pire🚲 ile “TÜRKİYE TURLARI” Stanpoli Gezileri: Gün 13
Bisikletim #pire🚲 ile Türkiye Turları ~ “İstanbul” tarih & kültür gezilerimin anı notları…
Evde Dinlenme
Dün bayağı yormuşum kendimi. Sadece pedal çevirmekten ibaret değil elbet. Konsept tarih ve kültür gezisi olunca bir hayli yorucu olabiliyor. Her bir eseri ayrı ayrı incele, hakkında bilgiler edinmeye çalış, bolca fotoğraf çek kolay iş değil yani. Buna bir de İstanbul’un çirkin yapılaşmasının neden olduğu kasvetli havası ile canavar trafiği eklenince dikkatin dağılmaması için harcanan efor yorgunluğu katlayabiliyor.
Her neyse; başlangıç turlarım bitti. Artık sıra kronolojik olarak hazırladığım programı safha safha uygulamada.
Sözün kısası tura çıkma yerine bugünü şu miskin kedicik gibi dinlenerek geçirmeyi yeğledim. Madem öyle bir esinti yazısı ile taçlandırayım günü; boşa gitmesin…
Ben Artık İstanbul’u Tanıyamıyorum ki!
Sorsalar İstanbul’un nesi kaldı diye? Hemen herkesin üzerinde anlaşabileceği tek yer herhalde Boğaziçi olurdu.
Boğaziçi özeldir tabi…
Çünkü Boğaziçi İstanbul’u tarif eder. Eskiden Boğaziçi küçücük bir kıyıymış. Benim çocukluğumda da fena sayılmazdı. Ama yalan değil hani, günümüzde bu olmasaydı dünyanın en çirkin şehri olurdu İstanbul. Üstelik çekilmez bir şehir imajıyla. Antidepresanlar bile fayda etmezdi.
Hiç abartmıyorum. Deniz olmasa İstanbul olmaz. Doğruya doğru. Bu kadar güzel bir deniz dünyanın hiçbir yerinde yok.
Bu yüzden onu bin yağlı kurşuna değişemem. Bu sebeple onu bin damla gözyaşına değişemem.
Şişirmiyorum. Yıllardır Antalya’da yaşadım. Akdeniz ayrı güzel, kıyıları da öyle ama Boğaza hiç benzemiyor. Ege’yi de çok severim fakat o da benzemez İstanbul’un lacivert sularına.
Gerdanlık gibidir boğazın kıyıları…
İstanbul’un Boğaziçi rengini denizden alır. Denizden doğmuştur şehir. Kilometrelerce. Git git bitmez. Annemin en büyük İbrahim dayısının ortanca kız evladı, Zehra teyzemiz Beykoz’a gelin gitmiş, Ziya eniştemize. Yani uzun yıllar Beykoz’u mesken tutmuşlardı kendilerine, yıllar sonra Maltepe sahildeki apartmanlarının inşası tamamlanıncaya değin. Böylelikle bize de vesile olmuştu Beykoz anılarımız. Kendisini ziyaret edeceğiz diye Kazasker’in Şakacı Sokağı’ndan yollara düştüğümüzde boğazın kıyısından yaptığımız keyifli seyahatleri anlatmakla bitmez.
Beykoz’dan bahsederken Çengelköy’ü atlamak olmaz. Yine annemin Ayşe halasının torunu Özlen ablamıza yaptığımız aile ziyaretleri sayesinde Çengelköy konaklamalarımız da pek keyifli ve bir o kadar da maceralı olurdu. Eşi, Salih ağabey Çengelköylüydü. Rahmetli, adam gibi adamdı. Hayatı uzak denizlere açılarak geçen bir denizci olduğundan mıdır, herhangi bir fikir yürütemeyeceğim, Boğaz’ın her mevsimdeki rengini bilirdi. Akıntı olduğu için kirlenmez derdi.
Kirliliği ölçme aletine sahip olmadığımız ilginç zamanlardı…
Salih ağabeyin denize açılmadığı sıralarda arkadaşına emeğiyle destek kuvvet çıktığı çay bahçesi Çenegelköy’ün en meşhur, en tarihi çay bahçesiydi. Sanıyorum mevsimlerden de Özlen ablamızın kardeşlerinin sünnet partisinin olduğu yazdı. Ben ablamla tarihi çınar ağaçlarının donattığı çay bahçesinin denize uzanan en uç kıyısında tahta iskemlelerimize oturmuş bir taraftan boğazın güzelliğini, geçen vapurları, kayıkları seyrediyor, diğer taraftan da iskemlelerimizi salıncak gibi sallıyor denizin rengini, suyun güzelliğini yakından görmeye çalışıyoruz.
Burun deliklerimize kadar soluduğumuz mikropsuz suyun ıslaklığını tüm bedenimizde hissetmemiz bir sonraki hadiseydi tabi… Sırılsıklam olmuş ‘sıfır’ model elbiselerimize annemiz nasıl bir çimdik ödülü verirdi diye ürkek tartışmayı bile geride bırakmış, boğazın şaheser temizliğine hayran kalmıştık.
Gelgelelim bu ıslak deniz maceraları benim ablamla yaşadığım ilk tecrübe olmayacaktı. Sonraki yıllarda yaşam anılarımın makaleleri arasında “Korkma Ablacığım Deniz Taşıyor Biz Boğulmuyoruz”da anlattığım gibi birlikte boğulma tehlikesi atlattığımız bir Riva vakası da evlere şenlik yaşanmıştı.
Neyse, konumuza dönecek olursak…
Boğaziçi o yıllarda olduğu gibi bugün de tertemiz. Akıntı sağ olsun. Mesela San Francisco böyle değildir, çamurdur. New York’un çevresindeki su çamurdur. Venedik çamurdur. İngiltere kıyılarını hiç bahsetmeye bile değmez. Sonra Boğaz’ın tepe porsiyonları çok güzeldir. 150 metreye kadar yükselir. Dünyanın en güzel tepe proporsiyonudur. Sayısız manzara noktası barındırır. Hayatlarında dağ-tepe görmemiş şaşkaloz Hollandalılar buraya apışıp kalmasın da ne yapsın!
Amma ve lakin bu şehir neymiş de böyle olmuş?
Osmanlı İstanbul’u tabii çok küçük bir şehir. Bugünkünün ellide biri etmez. Çünkü o vakitlerde sur içi esas yerleşim. Yani bu şehir o şehir değil.
Benden önce, 40’larda, 50’lerde ve hatta 60’lara gelene kadar yine bir ölçüde de olsa mevcudiyetini koruyor. Çocukluğumun geçtiği yıllarda bile, Saliha anneannemin kaldığı Karagümrük ve anne tarafımdan sülale erkanı bu surlarla donatılmış çevrede yerleştiğinden ve ben bunlara bizzat yakinen tanık olduğumdan, sur içi önemli mahalleleri hep ahşaptı. Kocamustafapaşa, Samatya hep ahşaptı. Boğaziçi, Üsküdar, Kadıköy, Erenköy hep ahşaptı. Şehir eski haliyle duruyordu, sokaklar duruyordu.
Sur içi Galata işte Beşiktaş’a kadar bir şehir. Sonra yalılar, köşkler, ahşap mahalleler, Boğaz’da böyle hepsi aşağıdaydı. Yukarılarda, yani tepelerde ise hiçbir şey yoktu. Çamlıca’da mayhoş gazozu midemde istirahat ettirdiğim günlerde bile ahmak bir tane betona rastlayamazdınız. Kadıköy’ün, Erenköy’ün, Ethem Efendi’nin, Kozyatağı’nın, Bostancı’nın, Sahrayıcedit’in köşkleri yerli yerinde duruyordu.
Yıkım-Yıkıntı-Rantiye-Şantiye Hesapları
Türkiye’nin siyasi rant tarihine mal olmuş bir beyinsiz yıkım maalesef son 30-40 yılın işidir… Milliyetçik damarları hep kabarık olduğundan, destana pek meraklı Türklerin Asya’dan göçü gibidir bu son yıllar. Destan gibi gelmişler destan gibi yıkıp yağmalamışlardır. Anadolu akmıştır İstanbul’a. Ani ve kontrolsüz. Bakın mizahı bile vardır sinema filmlerimizde. İzleyin Kemal Sunal’ın, Yılmaz Güney’in, Zeki Alasya ile Metin Akpınar’ın oynadığı o eski filmleri…
İstanbul’un ilk değişen yerleri tahmin edebileceğiniz gibi Teşvikiye, Şişli, Beyoğlu ve çevresi…
Hiç unutmam; yetmişli yılların başları…
Birinci boğaz köprüsünün inşası için yapılan çevre yolları bana ne kadar büyük ve karmaşık gelmişti Mecidiyeköy’de oturan Cemile babaannemize ziyaret saatleri takvim yapraklarımıza düştüğünde. Sonra yayılma başladı. Tüm hızıyla. Gecekondu bölgeleri oluştu. Bu ahşap şehrin sonunu getiren hadise oldu. Konut sorunu göç sorunu ile başat gidince asayiş tümeni dikensi tırnaklara sahip kepçelerini cümle âleme göstermek zorunda kaldı. [Şimdi konuyu dağıtmamak için halkın kapitalizmin bataklığındaki hukuki gecekondu mücadelelerine burada girmeyeceğim.]
Maatteessüf Bizans’tan bir şey kalmadığı gibi o eski mimari strüktür de yok edildi.
Ben tarihçi filan değilim. İstanbul’un tarihini, sanatını, kültürünü sadece kitaplarda okuduğum kadarıyla biliyorum. Ama yıllar içinde yaşayarak tanık olduklarımdan sonra ben bugünkü İstanbul’u artık tanıyamıyorum. Üstelik yakın akrabalarımın eski oturduğu yerleri bile tanıyamıyorum ki. Hiçbir yerde, Mimar Sinan’ın kemiklerini sızlatacak denli çirkin cami inşaatları, köprüler, rezidanslar, gökdelenler, AVM’ler, taş yığını ucube apartmanlar, boydan boya beton zemine sahip otoparkları dışında bir referans kalmadı ki. Ben şimdi kendi evlatlarıma hatta ileride doğabilecek torunlarıma hangi referansı verebilirim ki. Referanslar bitti.
Betonlaştık ve… Evet, taş gibiyiz taş!..
Taşlaşmış Hayatların Mecrasında
Heyhat yangöz uzmanlardan da geçilmiyor. 2013… Gezi’de ne fazla görmüştük örneklerini. En başta “çipetpet Polat Alemdar” bile uzman kesilmişse bu ülkede vay haline harbi mimarların, tarihçilerin, arkeoloji yalamış bilim adamlarının… Polat dedim de; bakmayın o malum dizide racondan cart curt rol kestiğine, adam gerçek hayatta kendi özgün sesiyle iki kelimeyi bile bir araya getiremez.
Ama bugünün tablosu bu. Her keseden bol atan trolcü bir maganda ordusu var. Sizi bilemem ama benim karşımda totem gibi duruyorlar. Her alanda iktidarlı konuşmayı kendilerinde hak gören ehliyetsiz insanlar bunlar. Dost, arkadaş çevresinde bir yudum çay-kahve içerken konuşsalar bir şey demeyeceğim de herifçioğulları o TV kanalı senin bu TV kanalı benim dolaşmıyorlar mı? Üstelik ne akla hizmetse her seferinde lafı illa eski kuruluş yıllarına sokmuyorlar mı? Ne alakaysa? E, tabi kurucuya açıktan dokunsalar canları yanacak. Onun için hedef tahtasında hep Atatürk’ün devre arkadaşları tu kaka. Bu Türkiye’nin en temel sorunudur.
Ya İstanbul ne yapsın?
Mahalle aralarını geçtim, nerede yeşillik bir tepe varsa oraya cami kondurdular. Süleyman’a bile yer kalmadı. Ha dün, ha bugün!..
Kısmetse yarından itibaren anlı şanlı, efsane “Tarihi Yarımada” gezilerimin serüvenleriyle devam edeceğim.
***…***
(*) Önceki Makale: İSTANBUL TURLARI ~ Golden Horn IV (Hasköy-Aynalıkavak-Kasımpaşa)
(*) Sonraki Makale: İSTANBUL BİTMEDEN ~ Tarihi Yarımada Turları
Bir sonraki “İstanbul Gezileri” ajandasında görüşmek üzere; sevgiyle kalın,
Gezenti Şeref