Mübalağa Ederken…

İnsanoğlunun düşünme ve yaratma yeteneğinin doruklarda dolaştığı dönemlere ve kişilere ait yapıtlar adına kültür ya da uygarlık dediğimiz o olağanüstü serüvenin ana etkenleridir. Yüzyıllar öncesinden gelen bu yapıtları (türü ne olursa olsun) okurken, o insanı insan yapan cevheri keşfederiz. İçinde yaşadığımız doğal ve toplumsal koşulları aşma, dünyayı anlama ve yorumlama istemini, bu istemin ateşini de, işte, adına klasikler dediğimiz yapıtlar yakar. Sokrates’in Savunması’nı, Candide’i, Devlet’i, Divina Commedia’yı, Kurbağalar’ı ya da Descartes’ı, Spinoza’yı, Hegel’i ilk kez okuyan kişi, artık aynı kişi değildir. İnsanlığın değişimini o, artık kendi hayatında yaşamaya başlamıştır.

gEZENTİ şEREF ~ E-2022/008

Esinti Tarihi: Cumartesi, 5.02.202

Dirse Han oğlu Boğaç Han’ın hikâyesini bilir misiniz?

Şöyle…

Bayındır Han hükmettiği halka her sene büyük şölen düzenlermiş. Yine bir sene gelecek konukların üç ayrı çadırda ağırlanmasını emretmiş. Bunlar Ak, Kızıl ve Kara çadırlarmış. Ak çadır, erkek çocuğu olanlara… Kızıl, kız çocuğu olanlar için… Kara çadır ise hiç çocuğu olmayanlar için ayrılmış. Bayındır Han çocuğu olmayanları, üremeyenleri Tanrı’nın lanetlediğine inanıyormuş.

İşte bizim Dirse Han’ın da hiç çocuğu olmadığından yanındaki kırk adamıyla geldiğinde bu gövde gösterisi davranışı Bayındır Han tarafından hoş karşılanmaz. Ve belki bu bahaneyle belki başka, Dirse Han’ın hanımına hesap sorulmaya başlanır.

Dirse Han bir anda Boğaç Han’ın karşısında kendini öğüt dinlerken bulur. Ama hiç ses çıkarmaz. Ve kendisine verilen sıkı öğüdü de tutar. İnsanlara yardım eder, ‘hayır duası’ alır ve sonunda sağlıklı bir oğlu olur. Oğlan büyür. Ve bir gün Bayındır Han’ın büyük boğasıyla güreşir. Kuvvetli yumruğuyla iri yarı boğayı dizginler ve bir güzel yener. Şan şöhret kazanır. Dede Korkut’un iltifatlarına nail olur. Babası tarafından da ödüllendirilir. Bunu kıskanan babasının otuz dört adamı fesatlık düşünürler ve Dirse Han’ı Boğaç Han’a karşı doldururlar. Bir av düzenlerler ve o sırada türlü oyunlarla oğlanı babasına vurdururlar. Annesinin sütü ve dağ çiçeği oğlanın yarasına derman olur. Daha sonra ayağa kalkar ve kırk yiğit tarafından kaçırılan babasını kurtarır. Dirse Han oğluna taht verir…

Diye uzar gider bu hikâye…

Dirse Han’ın 15 yaşındaki oğlu, bir azgın koca boğayı alnına yumruğunu yerleştirip yenince alır Boğaç adını.

Bir de Karaçuk Çoban vardır ki sapanıyla on iki batman taş atar. Taş yere düşmez a, düşerse de orada üç yıl ot bitmez.

Dede Korkut, Oğuz boylarına tarihsel destanlar döşerken, tezvir, tafra ve şişirme yapmaktan kaçınmaz. Yani mübalağa eder, doğrudur. Ya Evliya’ya ne demek lazım? Bizim Çelebi’nin turnelerinde gördüklerini, yaşadıklarını anlatımını ölümsüz kılan da, o mübalağadır aslen.

Edebiyatın kurgu dünyasında önemli ayaklarından biri olarak yer tutan mübalağa, abartı, sadece gerçeklerden nasiplenmemişlerce palavrayla karıştırılır. Mübalağayla yansıtılan şeyin, bizatihi varlığıdır oysa önemli olan. Burada “varlık” da mutlaka “somutluk, realite” anlamında kullanılmaz. Hatta bazen, olmayana duyulan ihtiyaçla belirlenir mübalağa nesnesi.

Örneğin, şöyle bir havaya zıplayınca güneşi avucunuza alamazsınız, bir alçalınca yerin dibindeki zombileri göremezsiniz belki ama, Evliya Çelebi’nin Karadeniz’in hırçın dalgaları konusunda sizi uyarmadığını da söyleyemezsiniz. Bir gerçekliğe, “ustalığı”yla dikkat çekmektir yaptığı. Ne bileyim mesela durgun bir nehirden bahsediyor olsa, inanmamak hakkınızdı.

Örneğin, Salur Kazan, bütün askerini, obasını Şökli Melik’e esir vermişken, bu durumdan ancak tek sapanla 300 düşman deviren bir çobanın yardımıyla sıyrılabilirdi. Diğer Oğuz beyleri gelip de kılıcı, topuzu çalana kadar direnme ihtiyacına bir karşılık aramış hikâye anlatıcılar ki, böyle bir çoban arzulamışlar, Dede Korkut da bunu alın teriyle yazıya dökmüş.

Gölge Etme Başka İhsan İstemem

Mübalağa, kimi zaman da, bir umudun herkesi sarması için, bir cılız sudan çıkan enerjinin, bir çağlayanda ulaşacağı büyüklüğü aktarmaktır ki, bu yönüyle, gelecek izdüşümü fonksiyonu üstlenir.

Aslına bakarsanız, bu “gerçekliğin abartılması” tanımlarının ötesinde, bütün bir edebiyat, normali aşarak anlatılmaya değer kılınmış olaylar ve kahramanlar bütünlüğünde, farklı şablonlarda mübalağalar barındırır.

Uzatmayayım, dağıtmayayım. Olanların ve ihtiyaçların allandırıp, pullandırıp büyütülmesini, bunların anlamını kavramaktan uzak ‘akademik’ gerçekliğe tercih ederim. Ve bu kesinlikle bir yöntem, bir üslup değil; bir dünya görüşü çerçevesinde bakış sorunudur bana sorarsanız.

Büyük bir düşüm var.

Belki de kurduğum hayaller arasında gelmiş geçmiş en büyük olanı. O da sınırsız ‘devasa’ bir dünya turu. Birkaç yıl içerisinde gerçekleştirmeyi umduğum bu müebbet projeye adım adım hazırlanıyorum. Gerçi böyle bir hayali gerçekleştirenlerin popülasyonu dünyada sayıca varlığını koruyor. Yani ben ne ilk, ne de sonuncu olacağım. Tabii ‘ben’ derken yazı gereği böyle; yoksa böyle bir “grand world tour” hülyasını yalnız gerçekleştiremeyeceğim meydanda. Yanı başımda Emel Hanım (ki hülyalarıma arzu, dilek, temenni anlamında nail olan bir ismi haysiyetle taşımaktadır) her zaman olduğu gibi baş tacım. Ha, ekli listede başka kimler rol alır, onu da o günün koşulları belirleyecek diyelim.

Ancak bunu öyle basit bir tur gibi düşünmemek gerekiyor. Zira kaç yıl, kaç gün süreceği belli olmayan dünya turu düşü bilindiği türden bir turistik gezi programı değildir. Birkaç haftalığına, aylığına orayı burayı ziyaret etme heyecanı hiç değildir. [Esasen ben biliyorum da burada değinmeyeceğim.] Uzun detayları ancak yolculuk an’ının gerçekleşeceği o sürpriz döneme bırakıyorum. Sadece şu kadarını ipucu olarak verebilirim ki: Bu dev hayalimi geçekleştirmenin enstrümanı elbet bacaklar, bisiklet, Harley motor, karavan ya da jeep/arazi aracı olabileceği gibi temel ulaştırma aracı olarak uçak en az kullanılanı, ve mümkünse her şey karadan, denizden, demiryollarından istifade ederek seçilebilecektir.

Bir Dede Korkut olamayacağım hâliyle ortada; lakin bir Çelebi daha olur muyum?

Tüm fotoğraflı gezi notlarımı aktaracağım sürükleyici makaleler için “Gezenti Şeref” sitesini de ona uygun düzenliyorum. Kim bilir belki iyi bir külliyat da buradan çıkartabilirim.

Serde umut var…

Düşlerim bozuk para gibi biriktikçe ve ben hayat mücadelemden umutlarla, ütopyalarla bahsettikçe, başlangıç zamanına oranla, biraz daha “mesafeli” karşılıklar alır oluyorum. Fakat moralim yerinde. Hiçbir kuvvet tersini yaratamıyor artık. Ve belli ki, “tepişmeli” uzun bir sürecin yarattığı heyecan, bazen sönümleniyor. Ve bu inatlı ısrarım, “mübalağa” olarak yorumlanabiliyor.

Ne enteresan, değil mi? Kargışlı fuzuli şeyler süregeldikçe devreye giren “cayma” mahareti, kaliteli ve makbul şeylerin soluğu uzadıkça da belirginleşebiliyor. Tam tersinin olması beklenirken! Neden böyle?

Bazen, bir olgu, hayatımın gündemine girdikçe var oluyor ancak. Gözden ırak olan, gönülden de ırak oluyor. Karadeniz’e gidip görmeseydim, Çelebi’nin dalgalarına “peh!” diyebilirdim. Arenada boğayı sırtında köpükle yatar görmedikçe, Boğaç’ın yumruğu “tevatür” gelebilirdi. Oturup, nesnel şartlardan bahsediyor, olmazları sıralıyor olabilirdim… İşte ben buna “fazla hayalperest”, “ütopya sapkını” diyenlerden, “devrimcilik heyecanı”yla ayrılıyorum.

Ki benim hayatımdan kopmayan düşler mütevazı yaşantıma soktuğum devrimler sayesinde zenginleşmekte ve hayat bulmaktadır.

Yüreğimin sesli gerçeği buyken, geleceğe karamsar gözlükleri gözlerinden indirmeden matuf bir sonuç alınamama olasılığını veri kabul edenlerin karşısında, ben azcık mübalağacı oluyorum.

Vay! Varsın öyle olayım, ne çıkar…

Bir sonraki esintide görüşmek üzere

Mürekkebe banmış esintili Sevgilerimle,

Gezenti Şeref

***…***

(*) Önceki Makale: Hayatın Öte Yakasında…

(*) Sonraki Makale: Sessizliğe Direnirken…

>>> [iÇERİKdİZİNİ]

error: Content is protected !!