Bütün güzellikleri varlığında toplayan doğa, niçin kendi yaratımı olan insanı yeryüzüne getirmiş, sonra da kendi yarattığını kendi tutku dolu kıskacı boğmaya çalışmıştır. Bu soru bizleri yaşama bağlayan ikilemlerin ne derecede cahil, ne derecede okuryazar olduklarını acaba belirleyebilir mi? SESSİZLİĞE GÖMÜLMEK bu açıdan bakıldığında bir anlamlar dünyası mı? Nedir sessizce ağlamak ya da nedir sessizce gülmek?..
gEZENTİ şEREF ~ E-2022/009
Esinti Tarihi: Perşembe, 10.02.202
Bir umudu, unutulacak bir çay saatinde geçen önemsiz bir ayrıntı gibi söylemeyi kurmuşumdur hep içten içe. Yüksekten olmamalıdır. Zararsız olmalıdır önce, inandırıcı ve şaşırtıcı aynı zamanda. Hem çok merak uyandırmak hem de öyle mahrem bir yanı olmalıdır ki fazlaca üzerine gidilemesin. Giden olursa hafiften mahcup olsun, konuştuğu sorduğu için içi içini yesin. Yesin.
Uzun uzadıya düşünmüş, istemişimdir de söyleyebilmiş miyimdir? Hayır, asla. Yok, öyle etik kaygılarla değil. Hayatı çok umutsuz yaşadığım için hiç değil. Kattiyen… kattiyen…
Bir umudu üretip serpilmesi için uygun koşulları sağlayamayan birinin hiç bir beklentinin peşine düşmeye “hakkı” olmadığı düşüncesinden biraz. Biraz da umudun kurgusallığını ve insan yapımı doğasını bizzat kendi yaşamımda duymak için… ve orada öylece, kendinden menkul ve bana hiç de ihtiyacı olmayan ümidin varlığına inancımı pekiştirmek için…
Ve tabii, bir insan ömrüne sığabileceğini düşünmek gafleti insanlık deneyimini onca zamanın… bilmem size de olur mu?
Ama hep olan bir şey var, o da insanın kucak dolusu umut arayışı. Arayışın dil ve şekli zamana göre değişse bile değişmeyen bir başka şey de kimi zaman bu beklentilerin, kimi zaman da ifade ediliş biçimlerinin insanın biricik ömrü üzerine hiç de afiyet olmayabileceği. Ve benim bunları anlamak için hiç de öyle umut dolusu laf-ı güzaflar tezgâhlamak zorunda kalmayışını…
İnsan minnet duymasını da bilmeli.
Kalabalık kolkola girmiş evin önünden geçiyordu.
Londra öncesi ağabeyimle birlikte kaldığımız mekân iki katlı evimizin alt katında arka bahçeye bakan iki odalı haneydi. Burası aslında uzun yıllar önce ninemizin, sonra Muhittin amcamızın bekar evi olarak kullandığı daha sonra ise bizim çekirdek ailemizin de yetmişli yıllarda senelerce konaklayacağı yerleşim birimiydi. Bu sevimli yerden nice komşular da geçmişti göz kapayıp açıncaya kadar.
Ve işte o hanede ağabeyim ortağı Mehmet Demirkazık ile çağın elektronik atölyesini kurmuşlar gelen bozuk televizyonları, radyoları tamir ediyorlardı. Pencere kenarındaki eğreti divanda ise birlikte uyurduk. Ve o aylı geceler sessizliği bozan ayak sesleri ile doluydu. Yetmişli yılların ikinci yarısı. İşte o ayak seslerinin kime ait olduğunu hiç bilmiyorduk; dost muydu, düşman mıydı adını koyamadığımız, gece gece niçin bizim bahçenin ortasında koşuştururlardı bir türlü akıl sır erdiremediğimiz ve fakat pusuya yatarak perde arkasından gizlice izlediğimiz… sessizce… sinsice…
Oysa Şakacı Sokak’ta bağırıyorlardı, duvarlara yazıyorlardı.
***…***
Üniversite turları düzenlediğimiz bir dönemde İngiltere’nin güneyindeki Southend kasabasında konakladığımda da sessiz gürültülere tanık oluyor, o seslere kulak kabarttığımda da ‘sahi kimdir bunlar’ sorusu aklımı fena kurcalıyordu.
Hiç unutmuyorum. Yolcu taşımayan büyük bir taşıt caddedeki kalabalığa doğru sürüyordu. Martı çığlıklarıyla uyanmıştım. İnsanlar susuyorlardı. Martılar caddelerden ara sokaklara uçuştular sabahın geceye karıştığı yerde. İnsanları uyandırmak için olanca güçleriyle bağırıyorlardı ya… Herkesin sabahı kendineydi… ve geldiklerinden daha büyük ve korkulu bu kez, telaşla gittiler gidecekleri yere. Pansiyonun balkonuna çıkabilmiştim, kulaklarımı tıkadıysam da gözlerimi kapayamadım. Her şey çok çabuk oldu. Kalabalık dağıldı. Yazılar silindi. Cadde trafiğe açıldı. “Herşeyi mahvedecekler… böyle olmaz… hiç olmaz” dedi en yaşlımız. Öfkeyle karışık serinkanlılıkla. Biraz da banaydı bu sözler, şaşkın ve heyecanlı olana. Tedbir ve ders de hep bir aradaydı…
İçeri girdiğimde gözlerim sızlıyordu…
Dışarı çıkmadım, ‘yasaktı’. Onlar da çıkmadılar; arkadaşlarım. Onların arkadaşları da… Biz balkondaydık. İyice temizlenmiş sokaklardan, ortasından kazıklarla ikiye ayrılmış caddelerden geçerken, kimliksiz dolaşmanın suç ve bazı kitapların tehlikeli olduğunu, kimsenin de malum bir tarih öncesine dönmeye niyetli olmadığını ve de bunların birbiriyle ilgisini öğrenmiştim ülkemden ya. İşte o duygu hiç körelememişti kolay kolay. Hem bu memleketin hali ne olacak ve kimden sorulacaktı? Skinhead’lerden (dazlaklardan) değil ya!
Yattığı yerlerden şarkılarda sözedilen yiğit ve aslanlar vardı, şarabî eşkiyalar bir de (Kimlikler lütfen!). Soru onlara sorulmuş hâl-i pür melali de biz olmuştuk sanki. Ben, arkadaşlarım… onların da arkadaşları. Dünyayı bütünselliği içinde kavramak yoktu artık: OUT! Biz hayatla ilgiliydik… hayatı, bütünlüğü içinde kavramak: IN!
Hayallerin Peşinde
Mazideki o şakacı sokakta da kimileri hikmetin kendinde olduğuna iman getirirdi; bu toprakları yüz yıllardır yurt tutmuş inanç, tarihle buluşmasına benimle, bizimle gitmişti sanki: gitmiştik galiba.
Kaplar mı bileşikti, bastırılmış olan mı dışa vurmuştu… yoksa heyhat toplum mu sivildi artık! Bu ‘yüce milletin’ bağrından daha neler çıkacaktı, daha kaç devlet kurulacaktı ve kaç cumhuriyet? (Kaygılarımı boş verin; tümüyle sayısaldır, Fransa’dan kopyaladım.)
Çok uzun zamandır büyük umutlarla hayallerime dalmış düşünürken martı çığlıklarıyla uyumaya alışmıştım. Ortaköy böyle bir mekândı son birkaç yıla sığdırdığım. Oysa gözlerim her Beşiktaş’tan Kadıköy’e sallanan vapur güvertesinde görüneni görüyordu. Baktığım yerlerde bazı boşluklar… gözlerimi yumuyorum tekrar tekrar… açıyorum. Hasretmiş gibi bir umudu kurgulamaya gerek yok. Hayallerin peşine düşmeye?..
Ben, ve yanımdakiler… Biz… Dışardaymışız meğer… Dışarısı hep içimizde, kimliklerimiz cebimizdeymiş…
Peki isyan neremizde?
Bir kıyıdan baktım dünyaya ellerimde tuz, avucumda sedef bir mavilik bir açıklık, özgürlük hasreti yüreğime vuruyor nerde nerde insanlar diyerek geçti bir kapıdan gençliğim… Gençliğimiz.
Bir sonraki esintide görüşmek üzere…
Mürekkebe banmış esintili Sevgilerimle,
Gezenti Şeref
***…***