Sırt Çantamı Alıp Yola Koyulmama 1 Hafta Kala: Ne Yapmalıyım?

Kala kala 7 günüm kalmış. Oysa daha dün baktığımda 6 haftanın nasıl geçeceğinin hesabını yapmıyor muydum? İnsan böyle durumda ne yapar? Başkaları nasıl bir duygu içine tıkışır bilemiyorum ama ben en çok arkada bıraktıklarımı düşünürüm. Gerçi yıllanmaya gitmiyorum. Bu iyimser düşünce biraz rahatlatsa da yine bir dizi ayrılık güncesi önünde sonunda.

Son iki hafta neredeyse çimento kalıbı gibi geçti. O yoğunluk, o hummalı çalışma sinirlerimi biraz germedi değil. Değdi mi? Değdi, değdi. E, öyleyse abartılacak mesele yok. Kucaklaşıp öpüşme, sıkı sıkı sarılmalar, hafiften gözyaşları, burun çekmeler filan bu vedalaşma krizini atlattım mı artık yola çıkmanın önündeki en büyük engeli de aşmış olacağım.

Geride sevdiklerimden öte özleyeceğim başka bir şey olmaz…

Sanki bir trendeyim. Kars’a giden Doğu Ekspresinde. Kar yağıyor dışarıda. Kars bahane; niyetim Sarp Kapısı’ndan avluya, doooğru Gürcistan’a, Batum’da güneşin kızıla çalan batışını seyrettikten sonra Ukrayna’ya kartopu oynamaya… E, hayali bile güzel. Ancak o yolculuğa daha vakit erken. Önce şu memleketin özgür ve bağımsız doğasında batonlarımla kürek sallayayım, bir demet papatya toplayayım, bir dağından inip öteki dağına tırmanayım, karasularından köprüyle geçtiğim akarsularında cascavlak soğuk duşumu alayım öyle…

Hayat böyle işte. Eş değerli gelişler, kavuşmalar ve vedalaşmalar var içinde. Ve bütün bunlar, biraz da yakın ihtimaller elverişliyse mümkün olabiliyor. İnsan bir ihtimal denk geliyor, bir ihtimal kavuşuyor ve bir ihtimal vedalaşıyor. Hatta çoğu zaman şartlarla denkleşiyor, sevdiklerine erişiyor ve fakat kafana göre çekip gitmek mümkün olmuyor. Zamansız, hazırlıksız bir köstek giriyor araya.

Sanki bir gemideyim. Montevideo’ya giden gemide. Bu kez kar değil yağmur yağıyor, ben vedalaşmaya giderken…

Montevideo değil de, Calais Limana giderken aklıma “You Can Leave Your Hat On” düşmüş. Bir Joe Cocker şarkısı, “Baby, take off your coat.. real slow Baby, take off your shoes.. here, I’ll take your shoes.. Baby, take off your dress.. Yes, yes, yes.. You can leave your hat on..” Öylece çıkıp gelmiş şarkı, Dover iskelesine yaklaşırken ben. O anda kafamda bir başka şarkı, Chris Botti’den saksafonlu “La Belle Dame sans Regrets” jazz ritmi, sanki eski tanıdık bir filmin fon müziği. 80’lerde çekilmiş bir filmin. Dönüp duruyor aklımda.

Kartal’dan Yalova’ya uzanan dalgalar ne çok uzak ne kabarık. Feribot pek kalabalık değil. Ne ayrılanlar var ne de kavuşanlar. İnsanlar, sakin bekleyişler, anonslar, telaşlı yürüyüşler var sadece. O kadar. Bir pencere kenarına geçiyorum. İnsanlardan uzak. Açıyorum şarkıyı, başlıyorum dinlemeye.

Ne feribotu ya! Onu bile çevirmişler insanın suyunu çıkaran mengeneden farksız deniz otobüsüne anasını satayım…

Neyse ben yine trene bineyim diyorum. Ne de olsa o benim en eski dostum. Aaa, Haydarpaşa’yı hurdalığa çevirmişler, fareler cirit atıyor. Nereye gitti lan benim banliyölerim, motorlu ekspres mavi, kırmızı trenlerim diye söyleniyorum. “Anca gidersin!” diye bir kılçık laf ediyor amcanın biri.

Anca giderim ben de. Harem’den geçerim karşıya, Eminönü’ne, yürürüm Sirkeci garına atlarım kırmızı motorluma, doğru kuzeye, Alpullu’ya… Nah giderim! Bunu da İBB’ye devretmişler, iyi mi! Hani bir aralar Bosfor Ekspresi vardı, İstanbul’dan Bükreş’e yolcu taşıyan, onu da arayıp bulmak için lazım gözlere fosfor; raylı çalışma devam ettiğinden midir, Kapıkule’ye taşımışlar ana garı.

Neyse düşler âlemindeyiz ya, gerçeklere takılıp kalırsak daha çok acıtır canımızı, biz en iyisi mi binelim kara banliyömüze, pırrr uzaklaşalım… Bakın nasıl da viraneliklerin arasından kıvrılıyor kara tren. Şu şarkılar nerelerden aklıma düştü diye düşünürken bir iki saat içindeki denk gelişler dolanıyor zihnimde. Sürprizlere yer yok mu şu hayatta? Ya da sürprizler olmasın mı istiyorum? Bilemiyorum. Tam o sırada bandıma Dan Hill giriyor, “I Fall All Over Again” ile… Şarkının sözlerine dikkat kesiliyorum: “Böyle tanıştığımıza inanamıyorum.. Bu tamamen rastlantı mı?.. Seni tekrar görebileceğimi hissediyordum.. Her bir parçan tıpkı geçen kavuşmamızdaki gibi güzel..

Bir depolama alanı gibi ağzına kadar dolu bir yürek taşıyorum, beni hızlıca yaşatacak bir dünya, inanması zor yollar. Ender zamanlarda pelte gibi ve mutsuz görünüyor olabilirim. Yüreğime güvencim sonsuz. Gerekirse her şeyi devirir, behey ne iktidarlar devirmedi ki, huzurlu bir yolculuğa ve oksijen solumak için el sallamaya harbiden fit olacağım. Bu benim kendimle yaptığım son anlaşmam, son karın ağrım. Dünya benim, dünya kadar yollar benim. Hadi hayırlısı…

Hafif alaycı bir muhatap var bu sözlerde diye düşünüyorum. “Gözlerinden süzülen endişelerin var, evet! Huzurlu bir hayat istiyorsun, dünyalar senin olsun istiyorsun… İyi güzel de dünya yolculuğu dediğin dikensiz gül bahçesi değil ki!” der gibi. Bunu mu istiyorsun? Biraz enerji. Yani yaşarken zirve yapmak. Sessiz ve sakin yaşarken aslında yavaş yavaş ölmeyi çukura gömmek.

Ölüm ve hayat. Bu ikisi mi getirmişti aklıma o şarkıları? Kim kalıyordu yavaşça yükselen suyun içinde, bunu görebildim mi? Dünyaya açılan yolculuk, belki de ağır ağır yaklaşılan bir yeniden var olma. Yaşamın zirvesi yani. İnsan diyor ki “İyi, güzel de ama hangi hayat?

İşte yeni hayatımın yeni başlangıcında “Doğada Tabana Kuvvet” yollarına yumulmaya tam 1 hafta kaldı. Size son 7 günde nasıl planlı olduğumun sırlarını açıklıyorum:

(*) Hiçbir işimi geciktirmiyorum, düttürü masamın sembolik taburesine asla geç gelmiyorum, göz boncuklarım saatli horozun uykudan kanat çırpmasına odaklanmıyor, hiçbir şeyi yarıda bırakıp erken pes etmeye yeltenmiyorum. Neme lazım ertesi günü her şey boşu boşuna gözüme batar.

(*) Çalışırken son derece dikkatliyim. Dikkatimi dağıtacak çekici giyim tarzından uzak duruyorum ki, kendi kendime tanıdığım uzun öğle paydoslarında yokluğum yine kendim tarafından fark edilmesin.

(*) Çalışma esnasında kendime çok acayip bir yüz ifadesi takıştırıyorum. Kimi zaman feci ciddi pozlarda dilim bir sarkaç gibi dışarıda, kimi zaman dudak bükmeler filan, kimi zaman da müthiş eğleniyormuş gibi güleç bir yüz. Veya sorunlarla baş edemiyormuş gibi voltajlı, ama hiçbir koşulda mutsuz bir surat olmamasına özen gösteriyorum.

(*) Önceki maddeye katkı: Hep önemli bir projenin ortasındaymış (ki öyledir) gibi pürüzsüz, alarma geçmiş ve aksiyom bir ifade en iyisidir. Bunu dikiz ayna karşısında çalışıp, kıvamı bulduğumdan emin olunca yüzüme yapıştırıyor rahatlıyorum.

(*) Çalışırken önümdeki kâğıtlara, post-it’lere sürekli çiziktiriyor, notlar alıyorum. Her defasında bir alışveriş listesi yapıyorum, sonra altına çizdiğim karikatürlerle koleksiyon dosyama kaldırıyorum. Aman elim boş durmasın da!

(*) Son günlerin hatırına çalışma atmosferinin etrafında serseri mayın gibi dolaşırken, elimde muhakkak bir iki renkli harita, yol güzergâhlarını içeren rota tatbikat çıktıları bulunuyor. Masamın üzeri gezi kitapları, proje dosyaları, seyyah kâğıtlarla doluluk oranı tam olduğundan kalabalık görünüyor ve aklımı ürkütse de kalbime yol gösteriyor.

(*) Arada sırada, iki günde bir uygunluğuna karar verdiğimi bilhassa belirtmeliyim, patroniçe eşimle kısa özel görüşmeler ayarlıyorum. Bu kısacık mesailerde iktisadi atılımlar, ekonomik ambargolar, şartlı izin ve komik yaramazlıklar haricinde hemen her şeyden konuşuyoruz. Telefon yerine daha çok mektuplaşma ve rapor hazırlayıp rapor sunma, koordinasyon, dayanışma, kavuşma kopukluğundan şikâyet etme, geleceğe dair yepisyeni projelerden üretkenlikle söz etme, söz isteme söz alma, artık daha fazla istasyon çalışmaları üzerinde durma gibi konular gündemimizi oluşturmaktadır.

Bir hafta kala ben bunları yerine getireyim, yapmam gereken başka hiçbir şey yok. Özellikle büyük turnelerde, aslında salına salına yürümekten gayrı hiçbir şey yapmadığımı kimse fark etmeyecektir bile.

Yani şimdi tüm planlarımı hazırlamış, üstelik üzerinden yedi sefer geçmiş olmam boş boş oturup 7 gün geçsin diye beklememi haklı kılmaz. Zaten bir hafta boyunca bomboş oturmaktan sıkılırım. Kalkıp tetris oynayacak değilim. Internet hattım kumanda merkezi olarak belirleyeceğim ana karargâhıma yerleşene kadar off-line olacağından Chat yapma imkânım da yok. E, kahve falı bakabilirim mesela. Sağda solda birikmiş magazin dergi sayfalarını da karıştırabilirim, fotoğraf çeker, yeni aşk şiirleri yazabilirim. Kalan bir haftalık duru hayatımla dalga geçmek eğlenceli olabilir.

Çocuklar çok sıkılırsam diye çivili tahtaya halı dokuma işi ve kafadan altılı ganyan, sayısal loto filan oynamamı da tavsiye ettiler, ama ben henüz denemedim.

Ben önce ütopyamla başlayayım!

Trendeyim işte. Kars’a giden Doğu Ekspresinde. Kar yağıyor dışarıda. Tipi de olabilir.

Klibin altına “Born For You” diye yazmış birisi. Ne de güzel… David Pomeranz gitarda. Nakaratın ortalarında bir yerlerde kendimce sözler uyduruyorum: “Ben senin için doğmuşum. Sen de benim için.” Diye… Tren yavaşlıyor, dışarıdaki kar da öyle. Raylara birikmiş beyaz örtü izin verirse söz Kars’ın buzlu göllerinde elimle balık tutacağım. “Bu şarkı,” diyorum içimden, “sevdiklerime kısacık veda öpücüğüm olsun.” Ben onlara hoşça kal demeye giderken…

Vedalaşmalar hem az ama hem zor. Hayatta daha çok denk gelişler, geçip gidişler ve az biraz da kavuşmalar var.

Eh! Hayat yolculuğu bu. Çok gidişler kadar olmasa da, az da olsa, kavuşmalar da var içinde.

Sabah uykusu uykuların kralıdır,” diyenlere çok kızarım! Özellikle güneş doğarken yola koyulan yolcuların, bu fanatik görüşe karşı çıkmamı gözleri dolarak katılacaklarını hissediyorum. Biz gezginler için zamanın her bir saniyesi değerlidir. Güzellikleri kaçırmak işimize gelmez.

Lakin bu deyişe katılan, hayat tarzı olarak benimseyen kimselere, kötü bir müjdem var. Tatil için bile olsa gittikleri yolculuklarda öğleye kadar fosur fosur uyumaları mümkün değil. Kimse gücenmesin ama ne yazık ki içinde yaşadığımız ekonomik sistemde, işlerin çoğu öteden beri sabah erken saatte başlar. Sadece bununla kalmaz, önemli toplantılar da erken saatlere konur.

Yok diyen beri gelsin!

Yürüyüş saatini geçtim. Doğaya çıkacağınız yere en yakın istasyona bir ulaşım aracıyla gideceksiniz. Ve onun bir duvar saati var. Siz istemeseniz de. Sıkıysa kaçırın bakalım o saati.

Tren istasyonuna, trenimin kalkacağı perona, zamanında varmam bazen yetenek ve zekâmdan, hatta yolculuğumdaki cümle âlem pozisyonumdan daha önemlidir.

Diyelim ki sabah uykunuzdan ayrılamadınız ve 07:10’daki treni yakalamak için istasyona sırtınızda kaya gibi sırt çantası ve belki elinizde yılan derisinden taş gibi el çantanız, 7:20 gibi varabildiniz. Neyle karşılaşırsınız acaba?

Ben söyleyeyim. Perona geç ayak bastığınızda, sadece peron görevlisi işaretçi abi ve rakip yolcular değil, geçen ay haline acınıp işe yeni alınmış, çikolata-çerez makinesini bile tam olarak çözememiş asistan temizlikçi dahi, size kıs kıs gülme ve ukala bakışlar atma hakkını kendinde bulur!

Buna ne tavsiye verilir ne bir mazeret üretilebilir. Lök gibi kalırsınız peronun ortasında… Arzuladığınız kadar yok yakınınızın ani hastalığıymış, yok trafikmiş, yok efendim hafif soğuk algınlığı, mahallelilerle ilgili bahanelermiş, unutmayın ki bu kılıf örnekleri, teee 19. Yüzyılın icadıdır ve 1800’lerden beri kullanılmaktadır. Kaçan treni yakalayamazsınız. Hayaliniz eğer rezervasyon uygunluğu varsa bir sonraki güne kalabilir. Yoksa yandı gülüm keten helva, kös kös dönersiniz evinize…

Bense henüz trene binmemişim. Kar yağışı da yok daha. Hareket saatine iki saat var. Treni kaçırmayayım diye erkenden inmişim istasyona, kıvrılmış yatıyorum korner bayrağı olmayan bir köşede. Sonra taş zeminin soğukluğundan mıdır birden bir yerlere gidip yazmak geçiyor içimden. Karşımdaki kafeteryaya giriyorum. Oh, mis gibi sıcakmış içerisi, hemen kuruluyorum başköşeye.

Günlerden bir tek vedalaşma değil, bir de denk geliş günü. Belli. Kafeteryada kahvemi ısmarlarken uzun zamandır hiç süslü göremediğim kahve kütüphanesine denk geliyorum. Rafları ardına kadar açık. Kaçırır mıyım, aynen dalıyorum raflara, şiir ve roman kokusu için. Özlemişim kafeterya bünyesindeki kitap sarayının frapan raflarını ve sessizliğini. Eski kitaplığın ‘odalarını’ geziyorum teker teker. Elim raflardaki Cemal Süreyya kitaplarına gidiyor. Bir de Pablo Neruda. Vaktin nasıl geçtiğini anlamıyorum bile. Trenin kalkış saatine 15 dakika kala ziyaretimi noktalayıp kahve aromalı kitap sarayından perona doğru geçiyorum.

Kulağımdaki mavimsi kulaklıklara yine Chris Botti üflüyor, bu kez “Emmanuel” ile. Tamam ulan diyorum, seni Yanni ile yarıştırmayacağım; nasılsa sırada onun “Love Take Me” bestesi var… Ama tam o sırada Michael Bubble’ın Laura Pausini ile yaptığı düet giriyor araya: “You Will Never Find”. İç gıcıklayıcı şarkı sayesinde tüylerim diken diken oluyor. “Keşke,” diyorum kendi kendime, “keşke gelecek yeniden yürünebilse.” Hayat yolculuğu işte; ben bir vedalaşmadan geçip giderken bir kavuşma da bahşetmiş bana. Minnettarım.

Doğada Tabana Kuvvet” yoksa bir fotokopi ürünü mü?

Altı haftalık rutin planlama ve hazırlık sürecinin sonuna geldim. Proje planlama yaparken âdetimdir. Her yazının bir sürü çıktısını, kopyasını alırım. Hatta bu amaçla kendime asistanlık, stajyerlik gibi pozisyonlar da yaratıyorum denilebilir. “Şimdi bir kişi daha almayalım, lüzum var mı?” diyen beynimin insan kaynakları müdürüne, talepte bulunan bendeniz çalışkan gezgin emekçisinin cevabı hazırdır: “Aşk olsun müdürüm, yahu fotokopi çekecek adam yok!

Yalan değil, yoktur hakikaten. Her işi kendim planlar, kendim yazar, kendim dosyalar, kendim hazırlarım ne varsa. Çöpe bile atılacakları ben ceset torbasına döker, bir çukura gömerim. Ama nedense şu çalışma ortamımda fotokopi çekmek en aşağılık iştir! Dediğim gibi her çalışmamı ben üstlenirim, kahvemi bile kendim yapar, puromu tüttürdüysem ve doğayı kirletmek yerine kül tablasını kullanmışsam, külümü de ben dökerim, fincanlarımı da ben yıkarım, dağınık masamın üstünü de ben silerim, ama şu fotokopi belası yok mu!

Ah keşke hiyerarşi çizelgemde kendimden bir sonra gelene devredebileceğim ismi atlamasaydım derim.

Ya Dostoyevski çağlarda olsaydım ne yapardım? Mum ışığında tabletlere, papirüse falan yazıyor olurdum herhalde. Ağaçları kesmişim, liflerini kurutmuşum, sıkı işlemden geçirmişim, papirüs yapmışım, günlerce elle yazmaya koyulmuşum.

Ben almayayım… “Sekreter kızım, şundan 25 kopya alıp harici dosyalara dağıtalım!

Seslenişi bile güzel… İş böyle olunca fotokopi makinelerine hak ettikleri değeri vermek lazım…

Trendeyim. Bu kez Denizli’ye giden trende. Yağmur yağıyor, ben Likya Yoluna giderken… Montana Pine Resort, numara 1, daire ?.. Daire çizmeye gerek yok, az sonra yürüyüş işaretleri beni alıp götürecek. Bir kapı kapanacak geçmişe. Ben de yürüyeceğim yenisine. Ne gazete, ne televizyon kalmış önceki seferden. Denizli’ye yaklaşırken tren, günlüğümden birisine takılıyor gözüm. Garip bir şey oluyor. Şaşırıyorum. Kırlangıç dönümünde bol mumlu doğum günü kutlamışız İstanbul’da, ne güzel. Meğerse İzmir ve Emel aynı gün doğmuşlar. İlk kez ilişkilendiriyorum bunu. Ege’nin güzelliği ile Trakya’nın güzelliği bir arada, ne güzel.

İkisi de her zamanki gibi genç ve güzel. Birisi daha çok ama…

Yolculuğuma kala kala bir hafta kalmış, daha ne yazacaktım!!!

İcabında “Doğada Tabana Kuvvet” en derin sevgi ve saygılarımla,

Gezenti Şeref

***…***

(*) Önceki Makale: “İster Hiking İster Trekking Her Yol Backpacking

(*) Sonraki Makale: “Salkım Salkım Tan Yelleri Estiğinde Bekle Beni İstanbul

>>> [iÇERİK dİZİNİ]

error: Content is protected !!