Upuzun Soluklu Molaya Giderken…

Geçen gün bi arkadaşım Beşiktaş’tan aldığı korsan filmleri karıştırıyordu. (Bu arada korsana karşı olduğum herkes tarafından bilinir. Arkadaşın eşekliği işte.) “Motorsiklet Günlüğü” filmini gördüm; attım DVD playera izledim. İzlerken bir yandan da abur cubur yemenin vermiş olduğu rehavetle, -oda sıcak tabi- geçeyazmışım. Gözümü bir açtım ki, abariiii Bolivya Ormanı’nda Komandante Che Guavera ile karşılıklı hasbıhal ediyoruz. Onun elinde gitar Gülpembe’yi çalıyo, ben de mangalı yelliyorum. Bi yandan da muhabbeti harlıyoruz… “Sen gelince güller açar Gülpembe, yağmurlar seni söyler biz dinlerdik… Gülpembeeeee…” … “Baba Gülpembe’ye tamamım; ama kasap Halil’in Küşlemesi’nin üstüne et tanımam, lokum gibi et vermiş be…

gEZENTİ şEREF ~ E-2022/010

Esinti Tarihi: Salı, 15.02.2022

“Bir kıyıdan baktım dünyaya ellerimde tuz avcumda sedef bir mavilik bir açıklık, özgürlük hasreti yüreğime vuruyor nerde nerde insanlar diyerek geçti bir kapıdan gençliğim… gençliğimiz…” demiştim bir önceki yazıda.

Orda tembel öğrenciler, isyankâr tevekkül sınavlarına çalışıyordu. Bir yanda yeniye özlem diğer yanda eskinin izleri. Evet, bir kıyıdan bakmıştık dünyaya ama karşı kıyı görünüyor muydu, ya da çocuklardık, parlak yıldızlardık o zaman şarkısını en dokunaklı çehremizle dinlerken o zaman hangi zamandı, yaşamış mıydık gerçekten, yoksa masal mıydı anlatılanlar, işte o zamanlardan ana kalan yıllarda ondan kaliteli şarkılar dinlerdik durmadan. Ve durmadan hüznü taşırdık sırtımızda.

Ardımıza kazanç kapıları takılmamıştı henüz, işin raconunu da öğrenmemiştik devlet dairelerindeki hocalarımızdan. Ama ümitliydik, neye mi, işte orası biraz karışık. Bir hayli çakırkeyif ayrıntılar gizlidir kuytularında. Ada’yı dinlemek, Ada’da dinlemek, her şeyden önemlisi insanın kendisini dinlemekti. Şarkının sahibinden kimse şüphelenmiyordu. Oysa biz bilerek dinliyorduk onu, yaklaşan tehlikeyi de bal gibi biliyorduk. Belki sırf bu yüzden dinliyorduk ‘hit’ sandığımız ezgilerini.

Kendimize dönmek istiyorduk, evimize dönmek istiyorduk, kalbimize dönmek istiyorduk, şarkıya dönmek istiyorduk. Ama evinden dönmemek üzere çıkarılmış bir yolcunun, kalbini koyacak yeri olabilir miydi? Biliyorduk o uzaklardayken “Bir çivi çakma duvara” demişti, “iskemleye savur ceketi.” Kişiyi sılaya çağıran haber ana dilinden diye hatırlatırdı şarkıları. Biz unutur “Sus söyleme bir şey, söyleme” derdik, çünkü bize kalan hüzün ve kedermiş öyle rivayet ederler, kim bilir belki de doğrudur.

Şarkılar gibi romanlar da vardı hayatımızdan hiç eksik etmediğimiz.

Pal Sokağı’nın Erno Nemeçsek’i

Ferenc Molnar’ın 1906’da kaleme aldığı, “çocuk klasikleri” kategorisinde değerlendirilse de, aslında bu türün hemen her kitabı gibi büyüklere derslerle dolu “Pal Sokağı Çocukları” romanındaki, o çelimsiz, sarışın çocuğu anımsamak…

Ortaokul çağlarındaki çocukların, iki çete -ya da “ordu”, kulüp- halinde birbirlerine karşı verdikleri amansız mücadeleyi anlatır roman. Bu eksende, çocukların o muhteşem dünyasından çizgilerle, bize bir karakterler geçidi sunar Molnar. Liderlik, cesaret, disiplin, ihanet, mertlik, kolektif ruhu, gurur, dostluk, “düşman” da olsa değerlerini savunana, arkadaşlarını satmayana saygı, “yandaş” hale gelse de, “hain”i küçümseme… Evet, bir sağlam karakterler geçididir “Pal Sokağı Çocukları”. Ama, Nemeçsek, kendisini diğerlerinden farklı kılan bir özelliğe sahiptir: Oyunu çok ciddiye almak ve hayatını adamak.

Şakacı Sokağı’nın Sarı Ahmet’i

60’lardan 70’lere Kazasker’deki bizim bahçe de böyle bir toplumsal arenadır; tıpkı kıvrımlı Şakacı sokağımız ve muzip Kozyatağı mahallemiz gibi. Bütün hayat tecrübelerimizi sınadığımız, zenginleştirdiğimiz bir büyük oyun tarlası.

Mesela Mehmet dedemin ölümünden sonra boşalttığı haneye yerleşen ailenin en genç ferdiydi sarı, çilli Ahmet. Yaşça bizden 2-3 yaş ufakça. Ve asil yaratıcı oyunlarımızda biz arkadaşlarının gözünde -ordularımızdaki tek er oydu, her nedense ondan başka herkes rütbeliydi- bölme ya da çarpmadaki “bir” sayısı gibiydi Ahmet olsa da olurdu, olmasa da. Ama o, toplama ya da çıkarmadaki ‘bir’in sorumluluğunu taşırdı. Yukarı mahallelerden zorba misali üşüşen “hasım” eller, açık elmalıklarda oynanan bir minyatür futbol maçını zorla dağıtıp ortada ‘Deli Dumrul’ sırıtan meşin topu almaya geldiğinde, dört arkadaşın kaçmasıyla yarı yarıya düştüğünde sayıları, “Ben de tabanları yağlasaydım, o zaman üç kişi kalırlardı,” diyecektir. “On iki kişi de olsalar engelleyemeyecekleri”ni bildiği yağmacıların karşısına, yalnızca kendisi için bir anlam ifade eden duyguyla, “dört, üçten fazladır” diye dikilendir Ahmet. Herkes bırakıp gitse, o, “bir” olarak teslim olmayacaktır güçsüzlüğüyle alay edilse bile…

Ah Ahmet, seni aptal çocuk… Duydum ki sen de nicedir düzenin ‘yeni’ modasına uymuşsun. Ayakta şalvar, suratta çember sakal…

Hangi meczup tarikatın peşine takıldın, kim bilir?

Takkeli çıkışın acayip şarapçı da olsa CHP’li bir babaya olan isyanın mıydı? Yoksa içinden çıkamadığın bir çember miydi seni kıskaca alan?

Tıpkı o eski yıllarda sana dediğimiz gibi: “Kazanma ihtimalin sıfıra yakın işte, kaçsana, kaçıp gitsene sen de, kendini kurtarsana… Aklını Ahmet, aklını kullansana…”

Demek ki bu kez paçayı kurtaramamışsın işte…

Biz ki Sıkı Devrimciydik

Belki haklısın hepimizin içinde vardı bir Nemeçsek olmak. “Karşı Taraf” diye bildiğimiz mahallelerin üs olarak kullandığı bahçelere gizlice sızıp bir ağaca kâğıttan bildirilerimizi asmak gibi çılgınca bir planın gönüllülerindendik hepimiz. Cepte para olmadığından kırmızı boya bulamadığımız zamanlarda bile okuldan tırtıkladığımız renkli tebeşirlerle “kurtarılmış bölgeler”in sokak duvarlarını bir güzel renklendirirken de öne çıkanlar olduğumuz gibi.

Öyle ya, mademki onlar “Şakacı Sokak”ın kalelerine girip ‘ganimetler’imizi çalmışlardır, buna karşılık vermek şarttır!

Mahallemizin ruhsuz ispiyoncu gözcüleri tarafından fark edilip kuşatıldığımızda, korkuyla saklandığımız yerde bile kıkırdayarak gülmeyi ihmal etmezdik. Yıldızlı gecelerde tıpkı komşu apartman zillerine kocaman selobandı çekip herkesi huzursuz etmenin heyecana boğulduğu o anın tadını çıkarmak için yemyeşil çimenler arasına uzandığımızda da birilerinin bizi gözetlediğinden emin olduğumuz gibi.

Hülasa bu kategoriden muzır işler için hep önden koşturan bir gönüllümüz vardı: ‘Er’ Ahmet. Tehlikenin farkında olmadığından mı? Yoo, onun da biz diğer arkadaşları gibi ödü kopmaktadır. Ama, bir işe gönüllü olmanın, başına gelecekleri de ahlayıp vahlamadan kabul etmek olduğunu bilendir Ahmet. Gene de paylanacaktır zavallı çocuk, “nazik koşulları yeterince ciddiye almadığı” gerekçesiyle.

Düşün Taşın, Dostum!

Hey; Ahmet, Ahmet… hayat ciddi bir şeydir çocuğum. Bunu bildiğini, kendini umursayarak göstersene, ayağını yere basıp kendini sakınsana… Aklını Ahmet, aklını kullansana…

Bu yazının ara adı niye “Ahmet” olmasındı Ahmet? Kim farkına varacak, “Serde Umut Var”ın bir sürü isminden birinin. Sana, yazılacak bir başka hayat romanında rol bile vermezler, hele hele çember sakalınla şimdi öyle siliksin ki. Ya, bir gitsene geçmişine, geçmişimize. Onurunla adının altını çizsene, yaptıklarını da, yapılanları da sahiplensene, piyasanı yaratsana, kendini önemsesene, öne çıksana… Aklını Ahmet, aklını kullansana…

Keşke Ahmet, keşke Nemeçsek gibi sen de kahramanlıklarının karşılığını görebilseydin be Ahmet.

Hiç öğrenemeyeceksin Ahmet, ne zaman yalan ne zaman gerçek zarar verir insana. Bir yolunu bulup, hep kendini zora düşüreni yapıyorsun. Neyi nerede söyleyeceğini bir sakınma refleksine dönüştürsene, “dürüst adımı küçük harflerle yazdılar” üzüntüsünden kurtulmaya baksana… Aklını Ahmet, aklını kullansana…

Bak kurtuldu dediğimiz bizim kalelerimiz de kurtulamadı. Oyundu be Ahmet’im, oyun. Sen, şimdi kılık değiştirerek bugünün ötesinde bir yarın olduğunu hiç anlayamadın, aklına bile getirmedin küçük sersem. “Büyüyünce ne olacağım” kaygısı hiç geçmedi mi kafandan, onun için planlar yapmadın mı?

Hayatın gerçeklerine ters düştün be Ahmet’im.

Arkadaşlarından, oyunumuzdan, kalemizi savunmaktan koptun gittin. Ama iyi ki göremedin arkada bıraktıklarını, o arsalarımıza ne inşaatlar yaptılar. Ölümüne savunduğun “kaleler”, yıkıldı bir günde, n’aber? Savunduğun değerlere, arkadaşlığa paydos deyip başkalarıyla paylaşmaya adadın kendini ve büyüyemeden saf değiştirip gittin işte… Kim anımsar seni, kim umursar ki zaten çekip gidene kadar rütben bile olmadı, arkanda bir dikili ağaç bırakacak kadar bile aramızda olamadın be çocuk.

Ben, insanların neden 360 derece değiştiğini hiç anlamadım, anlayamadım. Hayat da hızla değişti ondan mıdır? Sorunun yanıtı bu kadar basit midir? Anlamadım, anlayamadım. Fakat anlamak için de kafa yormuyorum artık.

Belki de darbe müjdecisi davudi sesli marşların yerini kederli aşk şarkıları aldı, bundandır. Sözlerini Sezen Aksu da yazsa değişmiyor bu kural, ismini değiştirmiş bir kaçak kadar bile soylu değil söylediğimiz şarkılar. Çünkü şarkıların yaşamla birlikteliği sona erdi. Barışık değil yaşamla, tasarlananlar. Bak birileri plazalarda iki sekreteriyle çekilmiş fotoğraflarını facebook’da paylaşmaktan bile sakınmıyor. Birileri de mastikaya abanmış bonfile tabağını insanın gözüne, ta gözünün içine kadar sokuyor. Livaneli “Eğil salkım söğüt eğil” diyor. Salkım söğüt tabii ki eğilir başka ne yapsın? Orada ne kızıl atlılar var, ne de rüzgâr kanatlılar.

Hikâyenin Kahramanları

Edinburgh’a veda ederken usulca yağan yağmurun altındaki sokak lambasına siperlenmiş, seyrediyoruz, caddenin karşısında uyuyan evin penceresine vuran gölgemizi. Ama bu gölge bizim değil, peki ya kimin? Hiçliği sesini, içe dönmenin destanını yapabilirim şimdi. “Saat 4 yoksun, Saat 5 yok,” kim bilir belki ilerde yeni dönecekler, yeni dönekler olacak. Fakat onlar döndüklerinde biz olmayacağız bu ülkede.

Ve “umudu kesme yurdundan” diyen biri de çıkmayacak bir daha. Bir daha tekrarlanacak yalan ve dolan. “Kardeşin duymaz, eloğlu duyar” mı demişti ozan? Kardeşler duymayacak, boğulmak istenen çığlıkları. Bu demektir ki dönüşler bitti, biz yokuz. Bu yüzden yeni ezgilerle birlikte var oluyoruz şimdi. Bu yüzden, umutluyuz onurlu ve kalpten.

İnsanlık tarihinin kimlerle aynı, kimlerle ayrı olduğunu öğrenip kendi dilimde, kendi tarihimi yazarken ancak yol olacak; güzel ülkeler göreceğim… Meğerki bir tashih hatasıymış duyduklarım, yaşadıklarım; biz, bizim hikâyenin kahramanları yazacakmış, yazılacak olanı.

[Şimdilik bir umut noktası…]

Bir sonraki esintide görüşmek üzere

Mürekkebe banmış esintili Sevgilerimle,

Gezenti Şeref 

***…***

(*) Önceki Makale: Sessizliğe Direnirken…

(*) Sonraki Makale: Maksi Erimli İşler ve Uzun Yolculuklar Kapıda

>>> [iÇERİKdİZİNİ]

error: Content is protected !!