Pire🚲 ile “TÜRKİYE TURLARI” Hazırlık Güncesi: Gün 51
Bisikletim #pire🚲 ile Babaeski’de uyguladığım “Türkiye Turları öncesi hazırlık dönemi ve alıştırma gezileri” sonunda muradına erdi… Düşledim, düşlüyorum, düşlemeye devam edeceğim… Bilirim ki düş yolculuğunda, var olan en gerçek şeydir düş kurmak… Çok yürüdü, çok pedal çevirdi ayaklarım; ayaklarım iki bıldırcın… Bakıyorum da her gece yıldızların bir sır gibi gizlediği yuvasını arıyor… Çocuk ayaklarım… Kardır yağan üstüme geceden… Yağmurlu, karanlık bir düşünceden… Ormanın uğultusuyla birlikte… Ve dörtnala, dümdüz bir mavilikte… Kar yağıyor sanki üstüme… Yıldızlar yağıyor sanki üstüme inceden inceye…
Haydi Çocukluğum, Yola Çıkalım!
Şükür akut safhadaki yeteneksizliğime ki, üç-beş toyluk tecrübem haricinde hiç reel sahne deneyimi yaşamak zorunda kalmadım. Gerçi sevgim sonsuzdu. Ve kolumdan tuttukları gibi Pir Sultan Abdal’a taşımışlardı ama Füsun Erbulak abla sayesinde yırtmış şiir köşeme hızla bir dönüş yapmıştım. Bir de Orhan Kazbek ağabeyim vardı ki illa demiş seni sokak tiyatrosunun göbeğine bağlayacağım. Tercihli oyum ise yine sahneden öte işçi korosundan tenor pusulasıydı. Ve iyi de kıvırmıştım sanki. Tek bulantım diyaframa akort vermede çektiğim zırıltıydı ya neyse…
Konusu insana ve topluma dair özgün davranışları incelemek olan ve ucu “loji”lere dayanan sanatsal âlemden üç-beş satır okumuşluğum varsa da, sonsuz alternatifler tikelinden tümevarımlar oluşturma çabasını, uygulamada genellikle saçma sapan görüp, genelleyici kategorize edişlere hep biraz uzak baktığımdan, derinlemesine öğrenemedim. Böyle bir çaba içinde olamadım halliyle. Dolayısıyla, birazdan işkembe-i kübradan yumurtlayacağım cümlelere, tamamen kendime bir bahane üretme olarak bakmanızı, hoş görmenizi rica ederim. Her ne kadar şu hoş görme mevzusuna astronomik takıntım olsa da…
Sahneye çıktığında bir tiyatrocu, bir yorumcu, ister ezberindeki ya da suflörün fısıldadığı bir metni, ister ezberindeki ya da nota sehpasındaki güfteleri aktarır izleyene, dinleyene. Bunun öncesindeki ruh hali, çok çok, yorumuna, jestlerine, tonlamalarına, vurgularına yansır, hadi olmadı, teklemelere, unutmalara yol açar. Ama o şahane metin ve güfte, hiç değişmez. Füsun ablam ve Orhan abim gibisinden işin ehliyetli profesyonellerinin, o anki duygularını zerrece işlerine yansıtmadıkları da söylenir ki, o benim asla ulaşamayacağım bir mertebedir.
Velhasıl düzenli kompozisyonla herhangi bir oyun metni ve güfte arasındaki muhtelif bağlantılardan kullanmak üzere seçilen, yazanın, oynayanın, söyleyenin, bunu belirlenmiş bir zaman diliminde yerine getirmek üzere, üstlendiği bir görev oluşudur. Öyle ya; canı sıkkın, keyfi gıcır, umutsuz, umutlu, bezgin, dinamik, üzgün, sevinçli her ne haltsa ruh hali, yazılacak, oynanacak, söylenecektir. (Tamam, yeminle, yadigâr sicilimde kendime biçtiğim o çok makbul “kaytarma”cılık vardır ama, ben olması gerekenden bahsediyorum.)
Sahne Arkası, Sahne Önü
Oyuncu çıkar repliğini sunar metinden, yorumcu çıkar seslendirir güfteyi. Yazar? Onun elinde, saptanmış bir metin, notalarla usulü belirtilmiş bir şarkı sözü yoktur. Oturup, yeni bir “kelâm” üretmek zorundadır.
İşte kursağımda takıntı yaptığımdan ve pek güçlü dayanılmazlık duygusu ağır geldiğinden yazamadan yapamıyorum. (Tamam, adli sicilimde “eski defterleri karıştırma”cılık vardır ama…) Ruh halini işine karıştırmayacak dirayette olanlardan bahsetmezsek, burada iş biraz farklıdır. İster konuya son derece hâkim olun, ister zaten ezberinizdeki kelimeleri ortalığa dökecek olun, kurduğunuz cümlelerin de, bakış açınızın da, yazmaya koyulduğunuz ânın izlerini taşıması riski yüksektir. Ya da değildir. Ama şimdi bana böyle geliyorsa ve bunları yazıyorsam, bu pek de yabana atılır bir “tez” olmasa gerek. Ya da bu bir kuruntudur. “Kısmi” örnektir.
Belki de, daha çok karşılıklı sözlü atışmalar için kullanılan “gırtlak dokuz boğumdur, sekiz yutkun bir söyle” öğüdü, yazı için de geçerlidir. Çünkü, bazen, duygularınız, üslubunuzda göstermekle kalmaz kendini, bu kadar doğal bir çerçevede tutulamaz, düşüncelerinizde de farklı yansıtmalara yol açabilir. Kuşkusuz, duygu olmadan yazı, şaşırmayın hele de edebi yazı olmaz, düşünce üretilmez. Öfkenizi, coşkunuzu yansıtmayan mekaniklik, sizi soğukkanlı değil, heyecansız yapar. Mesele, bunu, kendi ürettiğiniz metinde, yorumcunun, oyuncunun “işine” dâhil ettiği düzeyde tutabilmekte. Görüşlerinizi zedelememesinde.
Söz Üstüne Görüş Beyanı
Zaman zaman, “görüş”lerin canı cehenneme dediğiniz, sadece bir “sıtkı sıyrılmışlık” ânında, insani iç dökmelerde bulunmak, bunun o ânın tepkisini yansıttığını, aslında meseleye “öyle” bakmadığınızı herkesin bileceği varsayımından hareketle yazmak da çok normaldir. Bildik ve moda deyimle, “haddini aşan” ifadeler, insana özgüdür. Dahası, bu son derece bilinçli bir “hırpalama”, tersinleme yöntemi de olabilir. Mesele, paragrafın başındaki “zaman zaman”ın dozundadır.
İşte, bazı ruh halleri de, bu yazıdaki gibi belirir. “Ne diyeceksen de be adam!” seslenişini çok duymuşluğum vardır. Mazereti şudur: Demek istediğinizle demeniz gereken arasında, siz bir mücadeleye girişmiş, bunun üzerine lafı eveler geveler olmuş, ne cayabilmiş ne tamamına erdirebilmiş, okuru baymışsınızdır. Duygunuz, düşüncenize “ce-ee!” yapıp yapıp kaçmaktadır… Ve kabul, kaptırıp koyverememek de, bir sakatlık türüdür.
* * *
İnanın ben de acayip sıkıldım ve yazıya mola verdim. Dedim ki, sil baştan. Sırt çevirdiğim tecavüzcü kalemlerin köşe yazılarına takılmayı düşündüm. O zaman anladım, ruh halimden sıyrılamadığımı, sadece bir başka hedefe yönelttiğimi. Bunca yıl, tek bir satırında tek bir düşünce kırıntısı, bir kendine has görüş, biteviye tekrarlanan üç-beş cümleden öte hiçbir şey bulunamayan adamcağızlara. Attığın taş, ürküttüğün kurbağaya değmeli. Bir deşarj yolu olarak görmüyorsan elbet… Vaz caydım.
* * *
Yeniden “entelektüel kast” ve “hancı değil yolcu” konusuna döneyim dedim… Ondan da caydım.
* * *
Yol dedim de…
Şu anki ruh halimin farklı bir yönünü çimdikliyor bu. Öyle coşturuyor ki, bir elimde Pire🚲, sırtımda Azize, tek başıma bile kalabalık katılmak istiyorum o yola.
Dörtten terfi almış iki tekerlekli bisiklet üzerindeki çocukluğumu da getirmek istiyorum. Annemin diktiği bir bez torba içine tıkıştırdığım renkli misketlerimi, ağaçtan topacımı, domates sırığından atımı. Bir elimden ablam tutsun, bir elimden abim, uçtu uçtu yapsınlar da gelelim. Kazasker’in Şakacı Sokağı gelsin cümbür cemaat.
Mehmet, Abdullah, Mustafa, Ahmet, Hüseyin dedeler… Şerif’anım teyze, Gülsüm’anım, Hadiy’anım, Naciy’anım, Hüsniy’anım, Bediy’anım, Münevver’anım, Perihan’ım teyzeler… Necla, Atifet, Hikmet, Hanife yengeler… Hasan, Sami, Necati, Nejat, Kemal, Kenan, Muzaffer, Hüseyin, Mehmet amcalar… Türkan, Sayime, Sema, Gülzerin, Güzin, Emel, Yüksel, Berrin, Hayrünisa, Neslihan, Gülseli, Muhterem, Bilge, Suzan, Afet, Semra, Aliye, Birsen ablalar… Turgut, Turhan, Ahmet, Yakup, Tahsin, Turan, Hayrettin, Metin, Atila, İlhan, Rıdvan, Ertan, Mustafa, Fethi, Yalçın, Muharrem, Tayfur abiler…
Karşı penceredeki bukleli gözler, balkonlarda semaverin yanı başına tünemiş dedikodular, tüm ahali, bütün komşular. Sokak duvarına çökmüş yakışıklı abiler. Bahçelerde çiçekleri paylaşan alımlı ablalar. Sokak kıvrımındaki at hırsızı dokuz kardeşler de dâhil.
Kalabalık gelmek istiyorum.
Haydi Rekor Spor, yukarı mahalleyle maçımız var. Şenesenevler parkına kaymaya, Bostancı’da kıyıdan midye toplamaya. Çatalçeşme’de sularda serinleyip, Havuzbaşı’nda çay demlemeye. Sonra Kozyatağı’nda ‘tükürük’ köftesi yemeye. Ardından yerli pastanemizden önce kıymalı poğaça sonra üstüne keşkülle lezzetlenmeye. Belki de Şaşkınbakkal Sini’den dondurma alıp serinlemeye. Çizgi romanlarım, mecnun Mümine, ustura Cevat amca, şaşı Memet abi, bakkaliye Raif amca, yamacı Hamdi amca, boyacı Emmi abi, kalaycı, fotoğrafçı Aleattin abi, camcı Ali abi, tuhafiyeci, kasap, manavi kahveci vesaire. Hayda bre! Kuzen Nedim, “Che” Ayhan, “Tombik” Erdal, kalkın. Çok ama çok kalabalık gidelim istiyorum. Seni çağırıyorum çocukluğum, sizi çağırıyorum çocukluğumun iyi ve güzel insanları.
“Altı üstü bir yol, neyi değiştirir ki!” Aldırma çocukluğum, seke seke gel, tatlı dilinde tekerlemelerle.
Teşekkürler gırtlağımın dokuzuncu boğumu! Sekizini yuttum birini söyleyeyim istedim…
*** *** ***

Büyük maceraya artık hazırım. Bir terslik olmazsa (ayaklarım şişmez, popom seleye oturmaktan geri adım atmazsa) yarın Babaeski’den ayrılacak ve Çorlu üzerinden Dersaadet’e (Kostantiniyye), yani köklü memleketim İstanbul’a doğru pedal çevirmeye başlayacağım. Doğduğum şehir henüz bitmeden son uzun soluklu gezilerimi doyasıya yapacak, sevdiğim dostlarımla buluşup hasretlik gidereceğim… Güzergâhlar konusunda detaylı bir girizgâhı İstanbul’a giriş yaptığımda paylaşacağım. Stanpoli yolculuğumda beni izlemeye devam edin…
***…***
(*) Önceki Makale: TV Programı Çekmiyorum Yükümü Çek Ediyorum
(*) Sonraki Makale: Bisikletle “DERSAADET ŞEHRİNE DOĞRU” Yolculuğu
Bir sonraki “İstanbul Yolu” güncesinde görüşmek üzere; sevgiyle kalın,
Gezenti Şeref