Yayan Giderken…

Denize yüzümü dönüp sisin içinde bir görünüp bir kaybolan anılarımı seyre dalıyorum. Benim ki tutarlı bir hayat mı, tutarsızlıklarım gerçekte kendi içinde bir tutarlılığa mı sahip? Başka türlü, insanın bir hikâyesi nasıl olur, tutarsızsa… Belki de bütün dert, hikâyesizlik; herkesin kendini rahatça içinde bulabileceği bir hikâyenin yokluğu…

gEZENTİ şEREF ~ E-2022/004

Esinti Tarihi: Cumartesi, 15.01.2022

Babam Erenköylü… Annem ise Çilingir’in merkezinden… Bakmayın benim de İstanbul doğumlu olduğuma… 2017 yılına kadar birçok defa terki diyar etmiş farklı bölgelere koşturup yerleşmişimdir…

Ne Erenköy’ün çepeçevre bağlıklarla donatılmış olduğu dönemleri, ne de Suadiye’nin domuz çiftliklerini görmek bana kısmet olmadı. Buna rağmen bahçeli evlere, tok sözlü insanların yaşam sürdüğü hamarat mahallelere, cıvıltılı sokak satıcılarına, denizin henüz berrak ve lekesiz olup yüzülebilir, içinden envaı çeşit balık tutulabilir olduğu zamanlara yetişebilmiştim. Erenköy’ün isim kökünde yer alan köyün gerçeğini ise benim çocukluğumda ancak annemin doğduğu Çilingir Köyü’nde ya da ablası, yani Zehra teyzemin gelin gittiği ve yıllarca orayı mesken tuttuğu Hadımköy’de görebilmiştim. Özellikle de ikincisinin benim hatıralarımdaki yeri derindir.

Çoğu zaman, askerle kaynaşmış, Roman halkıyla zenginleşmiş bu vokal köyden türlü arkadaşlarımla gece yarılarına kadar gündöndü, mısır, buğday tarlalarında, bahçelerde oyunlar oynadık, kimi zaman kuzu güttük, atlara, sıpalara bindik. Kimi zaman süt güğümleri taşıdık, kimi zamanda patoza sap attık, saman çektik… Terkedilmiş tren vagonlarına saklanıp Tekel biralarını yudumladık.

İlk ayrılık çanları çalmaya başladığında bir güz sabahı, yolum öğrencilik maksadıyla Londra kaldırımlarına atılınca, ister istemez unuttum Hadımköy’ün asfalt yollarını… Son 20 yılda birkaç kez gidebildim yalnızca. Demiryolu kaldırılmış… TEM otoyolundan ayrılan bir sapakla dümdüz bir ulaşım güzergâhı döşenmiş… Tankçı sınıfından askerler çoktan arazi olmuş… Her tarafa amorf, ucube apartmanlar kondurulmuş, benim çocukluğumun nefis köyünden eser kalmamıştı.

Eser kalmayan sadece Hadımköy müydü?

Kazasker Şakacı Sokak’ın gençlik ahalisi olarak ayakkabılarımız çamura saplanıp bata çıka gazozuna yaptığımız “maç”larda, kaya gibi taşların üst üste konulmasından oluşan kalelere gol atma uğraşında icat ettiğimiz bir terim vardı: Kıçından ter çıkar, pantolonundan kan çıkmaz!

Yalnızca bizim takıma, bizim mahalleye mi özgüydü bu? Yoksa genel olarak mı kullanılırdı hatırlamıyorum… Ama salt üç kornerin bir penaltı ettiği “sokak futbolu”nda, büyük önem taşırdı. Tarlalar dururken niye sokak diye sormayın? Onun zevki başkaydı.

Neyse devam edelim…

Bu terminoloji sanırım, çekilen şut, rakibin ayağına çarpıp mı dışarıya çıkmıştı, yoksa çamurlu paçasını sıyırıp mı sorusuna yanıt aranırken doğmuştu. Doğru ya… O zamanın geniş İspanyol paçaları, çelimsiz bacaklarda iyice görkemli dursa da, topa yön değiştirtecek değildi elbet. Ama işin teknik kuralı, her şeyi tartışma ve sürekli mızıklanma üzerine kurulu olmasıydı.

Korner iddiasındaki ekip, paçaların da o oyuncunun parçası olduğunu ileri sürer, aut iddiasındaki ekip, aksini savunurken, işte o layık terimi kullanırdı. Oyuncunun parçası olamazdı, çünkü cansız bir çaputtu pantolonun paçası, kan çıkmazdı kesseniz. Tabii, iş, topun bıraktığı çamur izinin incelenmesine kadar varır, “Bak, sıyırmış geçmiş işte!” ile “Nah! löpçük gibi topun izi çıkmış Demek bacaktan damgalamış!” tezleri hararetle çarpışır… İki takımdan birinin, “Tamam anam, hamam parası olsun…” geri çekilişiyle biterdi.

Kıçtan ter çıkar, pantolondan kan çıkmaz üst “teorem”ine, tabii ki mahallemizin ayak topu federasyon kuralları çerçevesinde bir açıklık getirilmemişti. Tıpkı, iki tarafa dizilmiş taşların arasından geçse de, kalecinin boyuyla göz kararı orantılanacak bir “nizami yükseklik” tanımlanmaması, bu yüzden de üstten auttu, goldü tartışmalarının da bitmemesi gibi.

Ne yazık ki bu tip hayati sorunlara değinilmiyordu kural kitaplarında. Çünkü doğru bilinen temel enstrümanlar yanlıştı. Futbol pantolonla, ya da kale direkleri olmadan oynanamazdı ki. E, o zaman, kural dışı oyun, kendi kurallarını, özgün koşullarına göre kendisi uydurmalıydı. Resmi kuralları ezbere bilmek, bulunduğunuz zeminde uygulayabilmenize yetmiyordu her zaman çünkü. Ne mahallenizin boş bulduğunuz arsasının boyutları, ne sahip olduğunuz malzeme elveriyordu buna.

Kurallar ve kuralsızlıklar…
Umutlar ve umutsuzluklar…

Ben böyle müreffeh bir mahallede büyüdüm, yetiştim. Ama o mahallenin büzgülü sınırlarını çoktan aşmış, kuralları her defasında çiğnemiş, kuralsızlıklara boyun eğmemiştim. İyi ki de o mahallede doğmuş ve terazinin bin bir çeşit kefesinden hayata dair örnekleri yeterince görmüş, canlı canlı yaşamıştım. İşte benim bir “Dünya Vatandaşı” olmamın sırrı da burada yatıyor.

Dünya Vatandaşı olduğum içindir ki dünyaya hep umutla bakar gözlerim. Kardeşlikle, barışla uzanır ellerim. Sonsuz sevgiyle doludur sözcüklerim. Ben yüreğimi gittiğim ülkelerin, şehirlerin, köylerin, kasabaların ve hatta izomorfik yaşadığım nice şahane yerlerin folklorik ezgileriyle beslerim. Ben, köklerimden dolayı, özelde ne kadar Kazaskerli isem, genelde de o kadar bir Dünya Vatandaşıyım

Bir sonraki esintide görüşmek üzere

Mürekkebe banmış esintili Sevgilerimle,

Gezenti Şeref 

***…***

(*) Önceki Makale: Serde Umut Var: Nerede Kalmıştık?

(*) Sonraki Makale: Taca Yuvarlanırken…

>>> [iÇERİKdİZİNİ]

error: Content is protected !!