“Eskiden, çok eskiden, yeryüzündeki hayat tanrılar tarafından salıncak misali sallanırken, kuş uçmaz kervan geçmez bir dağın eteklerinde, başka yerlerdeki hayatlardan bihaber insanların yaşadığı küçük bir köy vardı. Dağın kasvetli gölgesinde, dışarıdan hiçbir yabancının gelmediği, içerden kimsenin göçmediği, gözlerden ırak, gönüllere sapa, belki yirmi otuz haneli bir köy. Köyde toprak kurak, hayvanlar çelimsiz. Cırcırböceklerinin ötmeye mecali yok, çiçekler tohum saçmaktan çoktan vazgeçmiş. Erkekler göç edemeyecek kadar yorgun, kadınlar doğururken teker teker ölecek kadar güçsüz. Doğan bebekler yaşamaya hevessiz. Sabahları güneşli topraklarda saçları ağarmaya yüz tutan köylüler, akşam oldu mu karınları doğru dürüst doymadan, kara bir uykunun kollarında geleceği olamayan bir hayatın düşlerini görmeye dalarlardı. Ve yaşamaktan ziyade ölmeye yatarlardı. Kadınlar öldükçe, erkekler göçtükçe, bebekler büyümedikçe… Köy ıssızlığa doğru giderken… bir gece düş vaktinde…”
gEZENTİ şEREF ~ E-2022/018
Esinti Tarihi: Çarşamba, 30.03.2022
Uzakta kalan köyünü düşünmektedir aksakallı ihtiyar. Tarihe havale ettiği düşlerini yenilemiştir. Havası, suyu temiz, pırıl pırıl bir dağ köyünü canlandırır buğulu gözlerinin arkasında. “Çocukluğum orada benim, köklerim oraya bağlıyor kalbimi” diye iç geçirir. Anlamıştır ki, nerede yaşarsa yaşasın insan eninde-sonunda kökünü arar, kökünün peşine düşer. Şimdi hayatta olmayan bir sürü tanıdık yüz gelir hatırına. “Ama en geç bu yaz uğrayacağım köyüme, çocukluğumun izlerini arayacağım dağlarda, bayırlarda, pınar başlarında çakıyla taşlara, ağaçlara kazıdığım desenleri, isimleri arayacağım.”
mİNİmİNİ Dizi Öncesi Upuzun Bir Öndeyiş- 3
En çok yaşlı ceviz ağacının kovuğuna sakladığı düşleri geliyor aklına… Ölüp gidenlerin eksilttiği, bir suyun kenarında sevdiği yüzleri arıyor… Gidip de dönmeyen bir gurbetçinin omzuna aldığı tahta bavulunda kalıyor hayalleri… Anlıyor ki, başını alıp uzak yolculuklara çıkan bir gurbetçinin soluğundadır hüzün… Görüyor ki, herkesin bir sılası var içinde, bir de gurbeti… Anlıyor ki, herkesin hasreti kendisine, acısı kendisine yazılmıştır…
O çürümüş kalyonlar, solmuş fotoğraflar, dibe vurmuş çöküşler yaşamın coğrafyasında köleliğe dönüşmüş bir özlem, bir yakarışa dönüşürken, aksakallı ihtiyar henüz gençlik yıllarını sürdürmektedir. Acı suyun damarlarında dolaştığı günlerden bir gün memleketinden köylülerine rastlar. Köyünü sorar. Hâlâ kar var derler, havalar soğuk. Annesi’nin ağır hasta olduğunu öğrenir, içi daralır birden. Ölümün ağlatısını kaç yaşında ezberlemişti bilinemez ama o an adlandıramadığı bir hüzün gelip çöküyor yüreğinin üstüne.
Çocukluğunu anımsıyor…
Anasının hep elinden tuttuğu, düşmemesi için. Ama o onun kolundan tutamıyor düşmesin diye… Oysa anası ser çeşme gözleriyle silik resimlerine bakıp oğlunun hasretini kalbinde büyütürdü. Ve uzaklara dalan mahmur gözleriyle büyütürdü acısını. O gözler ki yumuşak dokusunda durmadan bir pınar kanardı… En çok kadınlar kanardı, biliyordu onun oralarda, en çok onlar bakardı gidenlerin ardından, gece yıldızı gibiydi gözleri!
Yaşlı yorgun gözleri hep uzaklarda bir boşluğa bakardı anasının. Gökyüzüne bakarak yıldızların sessizlik içinde ortaya çıkıp gülümsemelerini beklerdi. Sessizliğin sesi içini doldururdu. Yüreğini uzaklara yollardı bir turna kanadıyla… Bir mektup, bir zarf yazısı beklerdi oğlu Mustafa’dan aylarca… Bıkmadan, usanmadan beklerdi… Gözlerini yazmasıyla silerek, ağıt mı, türkü mü pek ayrımsayamadığı bir şeyler mırıldanırdı dudaklarında hep. “Şimdi seninle beraber olmak değil, seni görebilmek bile hayal oldu oğul”. Derdi. “Kaç yıl oldu buralardan gideli, kaç kışı sensiz geçirdik. Kaç mevsim gelip geçti, kaç yaz, kaç bahar.”
Hasretliğin Çığlığı
Gece çöktüğünde Mustafa’nın yatağı alaşağı olur, kireçli tavanlar hüzünlü bakışlarla dolardı. Anasının hüzün dolu gözleriyle karşı karşıya geldiğinde, kendi hüzünlü gözleri yüreğine saplanırdı sanki. Anasına bakmaya doyamazdı ama dayanılacak gibi değildi, içi acırdı. Görmemek için başını çevirir, yastığa gömerdi. Sessizliğin sesi bozulurdu. O an gece çatlağı, camlar!
“Gurbete gidenler birer birer döndüler sılaya. Bir sen dönmezsin, bir sen gelmezsin oğul… Can oğul, kurban oğul, bir sen durursun öyle nazlı öyle uzaklarda…Hasretin içimde bir yara oğul. Kanayan, eriten, her gün biraz daha büyüyen ama öldürmeyen.” Der ağlardı anası…
Aksakallı ihtiyarın yürek tellerinde hasret ateşleri yanıyordu. Takılıp kalıyordu gözleri ta uzaklarda bir yere. Sevgisini ve güzelliğini yüreğine kilitlediği anasını düşünüyordu. Bir gül yapraklarını saçıyor usulca kırlara, savrulup gidiyor saçları dalga dalga rüzgârla… “Yetişemiyorum kahretsin…”
Her gece dünyaya açık penceresinden gökyüzünü sarmalamış parıldayan yıldızlara bakıyor, onlara anlatıyordu kederini… Boynuna sarılıyordu anasının… Seviniyordu yüreği… Seviniyordu yüreği anasının… Sabah rüzgârlarına gülüyordu, neşeleniyordu çocukça koşuşturmacaları. Anasına saz çalıp “Eğin’in Yollarına” türküsünü söylüyor, dalıp dalıp uzaklara gidiyor gözleri…
Hayat bir türkü mü?
Ey ömrümüz, dağ eteklerinde söylenen, güneş atarken karşı yamaçlara ve gülerken pınarlara kırmızı benekli çiçekler… Hayat bir türkü mü? Ey ömrümüz, dağ rüzgârlarının çocuklara söylediği… Hüzün kafesteki kuşlara benzer ey gönül, gurbetteki gariplere… Sarı sarı yapraklara, bir çocuğun gözyaşlarına benzer… Mahpusta tütünü bitmiş bir adamın acı gülüşüne… Haydi, kalkın sılaya gidelim ey gönül…
Bir sonraki mİNİmİNİ esintisinde görüşmek üzere…
Mürekkebe banmış esintili Sevgilerimle,
Gezenti Şeref
***…***