Zaman Zaman İçinde: “Merdivenköylü Nine”

Kulluktan yurttaşlığa, uyarlıktan eleştirel usa bilimle, bilimsel düşünceyle geçilmez mi? O zaman cumhuriyet tarihini şöyle bir ‘karıştırmak’, anıların yaşamına tarihsel boyutlarda yer açmak zorunlu. Öyle ya nasıl başarılmış bu devrim? Kendi yazgısını kendisi yaratan aydınlanmacı kuşakların, belki yaşları bir hayli vardı… Ama çalışkan gençlikleri üzerinde durulmalı.

Sanıyorum, yok hayır, inanıyorum o yıllar yoktan var etme yıllarıydı. Diğer bir deyişle… Şimdiki zamanla kıyaslarsak o yıllarda herkesin arı gibi çalıştığı olağanüstü bir çalışma temposu olmalı. Her ihtiyarın bile birer öğrenci olduğu… Herkesin birbiriyle yarış halinde olduğu… Ve bu çalışkanlıklarını birer gönül borcuna dönüştürdükleri koşulları düşünmek bile bu yöndeki yetilerini, erkelerini ele vermeye yetiyor.

Açıkçası, bu kadar söylenceden sonra bu kuşağın özelinde benim parçalarıma da bir pencere aralamak gerekmez mi?  Hadi öyleyse var mısınız? Biraz kurgu pazarından bulabildiklerimi paylaşmaya… Var olan gerçeklikleri, tarihsel olguları karşılaştırarak, bunları eleştirel süzgeçten geçirerek, yöresel kültürler, diller, mistisizme dayalı dini motifler, sınıfsallıklar, cinsiyet erkliği ve eşitçilik özlemleri arasında bağlantılar kurarak sırları ortaya çıkarmaya; bu arada şaşırtıcı olduğu kadar sarsıcı bağlar da kuran koskocaman bir sülalenin ‘gizli” tarihini su üstüne üfleyerek deşifre etmeye?…

gEZENTİ şEREF ~ E-2022/019

Esinti Tarihi: Salı, 5.04.2022

Bahçede bol dallı, kuru gövdeli dev bir ceviz ağacı… Yanından geçmeye hep korktuğu… “Dibinde cin var” derdi büyükleri… Bu cinli ağacın gölgesinin düştüğü yerde eski, yorgun, solgun, gri ahşap bir ev…

Evin merdivenleri ise sohbetin olmadık yerinde atılmış bir kahkaha gibi tüm uygunsuzluğu ile evin önünde dururdu. Betonun soğukluğu ahşabın sıcaklığını gölgelerdi. Ama bu uygunsuzluk kısa sürerdi. Birkaç adım sonra, her daim herkese açık evin kapısında buluverirdi insan kendini. Cinli ağaçtan o kadar hızlı kaçardı ki, kapıyı çalmasıyla açması bir olurdu. İçeri girince de hızlıca kapatırdı ahşap kapıyı. Bu kapıyı inanılmaz derecede çok severdi. Herhalde korkusundan onu koruduğu için…

mİNİmİNİ Dizi Öncesi Upuzun Bir Öndeyiş- 4

Çocuklar akşam olduğunda randevu saatinde buluşmayı andıran toplu bir küme biçiminde içeri girince, annelerinin, mangaldaki küller arasındaki korlarından aydınlanan kırmızı yüzünü görürlerdi. Ev kasvetli gelebilirdi ilk görene. Yaşça ilerlemiş annelerinin yüzü onlara her daim sert gelirdi; evin kasvetini artırırcasına…

Bu sert, hararetli, ama öte yanda çocuklarına karşı son derece insani yüz bilakis onlara evin tüm kasvetini unuttururdu. Haneye anlam verenin, mekânın sahibi olduğu gerçeği bir kez daha hatırlatırdı kendini. Hani ölü evi derler ya, öyle gri bir ev. Sanki yas tutuluyor zannedersiniz. Bu eve dair üç ses hatırlıyor en büyük evlat. Biri onu cinli ağaçtan kurtaran kapının kapanışının sesi, biri onu gördüğünde “Neden kaçarsın be sıpam?” diyen anasının sesi, bir diğeri de her daim yanan mangaldan gelen kömürün yanarken çıkardığı çıtırtı sesi. Bu üç ses, bu evde hayatın sürdüğüne dair üç kanıt gibi gelirdi. Ama biri eksilirse bu evde hayat duracakmış gibi gelirdi ona, kardeşlerine ve tabii ki anasına.

Yıllar savrulmuş ve yaşamın badirelerine sert kaşlarıyla çatmış o mangal yüreği yapayalnız kalmıştı. Gariplikte burada ya, keçi inadından hiç ama hiç vazgeçmemişti. Çocuklarını evermiş, yalnızlığa mahkûm etmişti kendisini. Dedim ya garip bir kadındı ihtiyar. Kelimenin gerçek anlamıyla garip… Uzun yıllar tek misafiri, düşmeden bulutlarda koşmayı becermiş bir varlık olarak, ‘ben’ olduğum ya da öyle zannettiğim için mi, gözüme hep kasvetli ama bir o kadar da sıcak görünen bu ahşap evde yalnız yaşadığı için mi bilmem, ninem hep garip görünürdü gözüme…

Senfonik Sevgi

Münevver Ninenin saçlarını hiç görmedim. Babaannemin beline kadar uzanan kırçıllı beyaz saçlarını gördükten sonra, çocukluğum boyunca bütün aydınlatıcı yüzlü, yaşlı kadınların saçlarının bellerine kadar uzandığını ve bembeyaz olduğunu hayal ettim. Ninenin gözleri ne renkti, bunları da hatırlayamıyorum!

Ama gözlerinden etrafa yayılan sert sevgiyi, dilinden sakınmayan sözcüklere rağmen merhametli sıcaklığı ve tabii ki hüzünlü yalnızlığın verdiği acıyı unutamam. Elleri hep ifadesiz görünürdü gözüme. Tabi ki yüzümü okşayana kadar…

O zaman anlardım o ifadesiz görünen ellerinde sevgiyi sakladığını. İki eliyle okşardı yüzümü. O an seremoni tamamlanır… Elleri, gözlerinden gözlerime… Oradan da kalbime akan o tarifi ham ılıklığı, merhameti, senfonik sevgiyi tamamlardı. Sonra o eller başımı okşar, bana çocukluğumu hissettirir ve dahası yaşatırdı. Sonra kolları ile beni sarar bağrına basardı. Bahçesindeki çiçekler, üzüm bağları kadar çok güzel kokardı ninem.

Yıllar sonra, ilk evladım dünyaya geldiğinde ve onu kucağıma aldığımda aldım bu katmerli çağla kokusunu. O zaman anladım bu baş döndüren kokunun saflıktan, insaftan, günahsızlıktan, pişmansızlıktan sığınacak ve sarılacak bir beden aramaktan kaynaklandığını.

Sonra ninem, kucağında ben, ayağa kalkar… Ve odanın diğer köşesinde buzdolabı niyetine duran tel dolabın kapağını açar… Bakkalda, oradan alındıktan sonra da evde dura dura biraz erimiş, bu nedenle de biraz da kendinden geçmiş, beyaz tombul şekerlerle dolu tabağı alır… Ve bana uzatırdı.

Gizemli Yalnızlık

Sade bir hayatın kolaylaştırıcılığını bu tabakta görür ve hangisini alsam acaba sorusunu sormadan hemen bir tombul ve beyaz şekeri ağzıma atar ve ninenin ikinci bir şeker daha almam için ısrar etmesini beklerdim. Her zaman ısrar eder, bazen benim almam için tabağı bana uzatır, bazen de tabağı dolapta her zamanki yerine koyar, eliyle bir beyaz ve tombul şekeri açtırdığı ağzıma atardı. Ağzımda erimek için biraz sıvı, biraz da ısı değişimini bekleyen iki şekerle mangalın, evde herkesin deyimiyle ocağın önünde geçer ve otururduk. Oturduğumuzda şekerler çoktan erimiş olurdu. Sonra esrarengiz sessizliği ve gizemli yalnızlığı paylaşırdık.

Uzun nefesli çalgıların es işaretinde sükûta uğradıkları derin bir sessizlikten sonra o vakur, senfonik ses tonuyla Cemile babaannemi sorar ve ona iğneleyici selamını iletmemi isterdi. Sanki ailemin babaannemize olan saygısından dolayı kendisiyle ve hatta onun ‘kocakarı’ lakaplı annesiyle, büyük nineyle, kaçak güreş yapar gibi gizli görüştüğümüzün farkındaydı.

Dolaylı dokunmaların ardından uzun, upuzun bir sessizlik daha olurdu. Bazen bu uzun sessizliği, mahalle camisinin minaresinden yükselen ezan sesi bozardı. İkimiz de bu orkestra şefini dinler, sözlerini bitirmesini beklerdik.  Frekans biter bitmez ayağa kalkar, mangalın üstünde duran bakır ibriği alır, odadan abdest almak için çıkardı. Döndüğünde, benim her zaman mevki kabul ederek yere serdiğim desenli örtüye esas duruşta vaziyet alır ve namazını eda ederdi. O namazını kılarken ben de onu seyrederdim. Uzun ve yorucu bir hayatın yükünü taşımaktan çökmüş omuzları, bükülmüş beli, velhasıl yorgun bedeni namaz esnasında daha da belirginleşir, ama bu manzara ondaki asaleti ve bu asaleti sağladığına şimdi inandığım merhameti örtmez, bilakis apaçık ortaya çıkarırdı.

Sert, Otoriter Sevgi

Belli belirsiz kıpırdayan ve dua okuyan dudakları, ayakta ya da rükûda da olsa secdeye bakan gözleri bu asaleti artırırdı. Secdede o küçük beden daha da küçülür… Ve tanrısının huzurunda, hiçliği, fenayı ve hayatın geçiciliğini ortaya koyar… Asalet, yerini alçakgönüllülüğe bırakırdı. Sonra namazını bitirir… Seccadenin bir ucunu kıvırır… Kollarından aldığı destekle ayağa kalkar ve yanıma gelir otururdu. Gelir gelmez başımı okşar, karnımın aç olup olmadığını sorardı. Genelde aç olmadığımı söyler… Teşekkür eder… Başımı bir kez daha okşamasını ve “Bak aç isen söyle” diyerek ısrar etmesini beklerdim.

Beklerdim ki başım bir kez daha okşansın ve sevildiğim bir kez daha bana gösterilsin… Garip ninem arkasını döner penceresinin yanındaki sedire bağdaş kurmaya giderdi… Zaten iki sebepten her gün ziyaret ederdim garip ninemi. Biri beni gerçekten sevdiğine inanmam, diğeri de yalnızlığına acımamdı. Bu evde iki şeyi paylaşmayı öğrendim; sert sevgiyi ve çelik yalnızlığı. Ve sonraki yıllarımda benimle bu iki şeyi paylaşanı dost bildim.

Sert sevgisini ve çelik yalnızlığını

Sonra izin isteyerek evden çıkar, o meşhur ceviz ağacının yanından korkmadan geçerdim. Çünkü garip ninem kapıda beni bekler, çoğu zaman sokağa açılan tahta bücür kapıdan değil de çitlerin üzerinden Arnavut taşlı sahipsiz yola atlamamı seyrederdi.

Yıllar önce bulutsuzluk özlemiyle gittiğimde öğrendim ki, o hatıramdan çıkmayan “garip” ninem toprağa kavuşmuş. Kozyatağı Can Sokak’taki o harikulade ama oldukça eski, yorgun, solgun, gri ahşap evi ise çoktan tarih olmuş… Hane yıkılmış… Ve yanından geçmeye korkulan ceviz ağacı kesilmiş.

Geriye sert sevgi ve çelik yalnızlık kalmış!

Bir sonraki mİNİmİNİ esintisinde görüşmek üzere

Mürekkebe banmış esintili Sevgilerimle,

Gezenti Şeref 

***…***

(*) Önceki Makale: Zaman Zaman İçinde: “Eğinli Dede”

(*) Sonraki Makale: Zaman Zaman İçinde: “Mumcular’dan Ahmet”

>>> [iÇERİKdİZİNİ]

error: Content is protected !!