Sözgelimi “mİNİmİNİ” dizisinde bugün yine, köklerime geri dönüyorum. Fakat bu kez İstanbul’un Kadıköy ilçesine bağlı Kozyatağı ile Erenköy’ün birleştiği yerde değil, Bulgaristan’ın Razgrad vilayetine bağlı Mumcular köyündeyim. Geçmişin yolculuğuna belleklerde kalan romantik izleri sürerek devam ediyorum.
Yolu sarmalayan evleklere cephe berhanelerde mevsimlere kapı açmış kimi yağmurlu veya karlı, kimi güneşli, “mİNİmİNİ dizi öncesinde upuzun öndeyiş” yolculuğum, masumiyet rengine bürünüyor… Diğer yanda çoğumuz gibi ben de doğduğum, çocukluğumu ya da gençliğimi geçirdiğim yaşam mekânlarına sıkça özlem duyarım. Ve bu özleme arka fonda anılara kucak açmış nostaljik zaman diliminin hükmettiğini gözlemlerim. Aslında nostalji yaparken anı olanlar kendimdir ve beni çevreleyen yaşama tanıklık edenlerdir…
Öyle ya; kimler geldi kimler geçti derken geçenler de bizleriz… Zaman bir kahve tadında geçip gidiyor… Eh işte bazen şekerli, bazen orta bazen de sade… Önemli olan bu koşturmada hoş bir seda bırakabilmek…
Ve işte bugünün yazı konusunda köklerimden annemin çok erken yaşlarda kaybettiği Ahmet dedemi kaleme alacağım… Lakin edebiyat tadında kurgusal bir gezintiyle…
gEZENTİ şEREF ~ E-2022/020
Esinti Tarihi: Pazar, 10.04.2022
Şimdilerde düşünüyorum da, çocuk aklımla benim için gerçekten ucu bucağı olmayan bir yerdi çocukluğumun geçtiği yer: namı diğer aydın dedemin bahçesi…
İlk anımsadıklarım bahçeye açılan kapıdan çıkınca tam karşıma gelen kocaman dut ağacıydı. O zamanki düşünceme göre boyumun aşağı yukarı 60–70 santim olduğu hesabından, benim gibi en az yirmi – otuz kişilik boyu ve her yöne dağılan koca dallarıyla heybetli bir görünüşü vardı…
mİNİmİNİ Dizi Öncesi Upuzun Bir Öndeyiş- 5
Bahçe kapısından dedemin nereden bulduğunu hâlâ merak ettiğim dümdüz beyaz taştan merdiven basamakları vardı. Ve nedense mermer olmadığını sandığım ve sonradan aklım ermeye başladığında da muhtemelen Romalıların kullandıkları taşlardan olmaları gerektiğine inandığımdan olsa gerek, bana hep kutsal bir yerlere bastığım hissini veren bu merdivenlerden ama yalınayak geçerek ulaştığım dut ağacı benim için “büyük” kavramına en uygun şeydi.
Kendime güvendiğim ilk andan başlayarak en tepelerine kadar tırmanıyordum bu ağacın. Dalından dut toplayıp yemenin tadını almış, yukarılardan okullu dedemin, bezirgân komşusunun, aradaki boş arsanın ve hatta bizim evin toprak damlarını, damlardaki loğ taşlarını, evlerin arka bahçelerini, evdekilerin arka bahçelerindeki çamaşır, temizlik, yün çırpma, yorgan sırıma ve benzeri daha birçok şeyi küçük meraklı gözlerimle saatlerce izler kendimce yorumlar geliştirirdim. Benim ağırlığımı çekebilen en uçtaki çatallaşmış dalların arasında bol yapraklı ve beni göstermeyen bir de “ev”im olmuştu bu arada. O kadar yükseğe ancak bir iki kez kıçıma dalların batmaması için minder götürebilmiştim.
Aslında bunları yaparken ilkokul üçüncü veya dördüncü sınıfa giden çelimsiz, yerden bitme, üzerinde sadece rengi artık kirden pasaktan siyaha dönmeye başlamış beyaz bir atlet ve annesinin diktiği siyah bir dondan başka bir şeyi olmayan, kafası üç numara tıraşlı, kumral renkli saçları olan ve bütün gün güneş altında yalınayak bu şekilde dolaşmaktan derisi Afrikalıların derisine dönüşmüş afacan bir çocuktum sadece.
Ağaçlara olan bu ilgimden ötürü, biraz gücüm yettiğinde bana dut silkeletmeye de başladılar ya neyse…
Bu arada, okullu dedemin bahçedeki sebzeleri sulamak amacıyla kendi kazdığı iki kuyusu ve bunların sularının toplandığı bir de havuzu vardı.
Bu da başka hikâye…
Bu kuyularda su veya toprak çıkarmada kullandığı oldukça sağlam halatları vardı. Aynen şimdiki gemicilerinkinden. Ama kendir miydi kenevir mi, onu bilmiyordum. Kesin olan naylondan olmadıklarıydı. Ve evin bahçeye açılan arka kapısının hemen sağında, dama çıkmaya yarayan her halde otuz – otuz beş basamaklı bir de tahta merdiveni vardı…
Bırakın renklisini, o zamanlar televizyon filan henüz ortalarda yok. Ama “Tarzan” filmleri ve benzerlerini görmeye başlamış biri olarak, hem de tahta sandalyeli yazlık sinemalarda(!), ben de yapamaz mıyım sorularıyla boğuşmaya başlamıştım hemen.
Bir gün arka bahçenin boşluğuna denk getirerek, en uzun halatı küçücük bedenime aldırmadan sırtıma aldığım gibi, tam merdivenin karşısına gelen en yüksek dallardan birine bağlayıp aşağı salladım. Ardından yere inerek ipin ucunu aldım ve merdivenin ortalarına bir yerlere kadar çıktım. Niyetim ipi tutarak Tarzan gibi, ama bağırmadan, kendimi boşluğa bırakmaktı. Düşündüğümü yaptım tabi ki. Ama ilk denemem, yere çarpan bacaklar ve kıçımdaki çiziklerle sonuçlandı doğal olarak. Etrafta kimseler yoktu hala. İkinci deneme. Bu kez daha alt basamak ve daha yukarıdan tutulan ip. Şimdi çılgınlar gibi karşılara bir yerlere uçan bir çocuktum.
Uçtu Uçtu Tarzan Uçtu
İçim inanılmaz şekilde pır pır ederken bir yandan düşme korkusu ödümü koparıyordu. Karşılara uçmak iyi de ya dönüş? Bu kez merdivene çarpmamaya çalışan sağa sola dönen “uçan çocuk Tarzan!”.
Ve bu arada tabi olan oldu, okullu, namı diğer aydın dedeme yakalandım. Bağırtı çığırtı… Koşanlar, beni yakalamaya çalışanlar… Çekilmekten kızarmış uzun bir çift kulak. Ve çekme işleminden sonra bahçenin uzak köşelerine, sebzelerin arasına kaçıp sinen bir haylaz çocuk: Ben… Çift kulağı da ağrıyan ama bu arada heyecanı tatmış ve şimdiden minik kafatası içerisinde tekrarı için planlar kurmaya başlamış ben…
Sonraları, bana bir şey olmayacağına ikna olmuş ya da bıkıp, ‘bırakın artık ne olursa olsun’ tavrını almış büyükler ordusu ve benim inadımla geçen günler… Defalarca uçmalar… Uçuşları salıncağa dönüştürme buluşları, neler neler…
Sonradan çok düşündüm, acaba bunun benim geceleri namı diğer aydın dedemin damından aşağı uçmalarım ve içimin tarifsiz pır pırları, içimin geçmeleri, ama bir türlü yere ulaşamadığım, sesimin bir türlü çıkamadığı rüyalarımla ne kadar ilgisi vardı? Bunu hala çözebilmiş değilim.
Ama şunu da iyi biliyorum: “çook ama çooook uzun zamandır öylesine heyecanlı düşüşler yaşadığım rüyalarım hiç mi hiç olmadı…”
Bir sonraki mİNİmİNİ esintisinde görüşmek üzere…
Mürekkebe banmış esintili Sevgilerimle,
Gezenti Şeref