Zamanın Ruhu

Ben yürüyordum, kar yağıyordu. Koluma düşen kar tanelerine baktım bir süre. Usta bir ressamın elinden çıkmışçasına düzgündüler. Her birinin özgün biçimleri vardı. Fark ettim… Niçin tane tane yağıyordu kar? Niçin büyük kütleler halinde düşmüyordu yer? Kimdi bu desenleri çizen?

gEZENTİ şEREF ~ E-2022/014

Esinti Tarihi: Perşembe, 5.03.2022

TÜRKİYE TURLARI: İstanbul maceralarıma sadece bir hafta kaldı… Ama bugünün anlamı bir başka benim için.

Zira bir zamanlar müptelası olduğum Dünden Güne nostaljisinde çok özel bir yeri var bugünün. Bu yazıyla birlikte başlatacağım mİNİmİNİ dizisinin yolculuğuna dair işaretlerin kaydedilecek olması bakımından bir ön yazı denemesi niteliğinde.

Öte yandan bugün; 2015 yılında “Nostalji İnsanı” web sitesinde dile getirdiğim hayallerimin duraksamasından bu yana altı yılın üstünde bir zaman geçmiş. Yani bugün soyut varlığından ihtişamla söz ettiğim hayallerimin ertelenmesinin kim bilir kaçıncı günü… İki bin de olabilir, iki bin altı yüz de… Buna arıza çıkartan nedenleri burada yazacak ve gereksiz kafa ağrıtacak değilim. Her hayalimiz arzuladığımız zamanlarda gerçekleşseydi herhalde mutluluk çubuğunu başka tarafından üflüyor olurduk…

Ama lastiğinin patlamasıyla bendenizi yolda bırakan hayallerim hakkında serzenişte bulunmak da hakkım…

Düş Kırıklıkları Tamir Edilebilir

Normal bir insanın günde ortalama 23 bin kez soluk alıp verdiğini uslamlarsak bizzat ben de hayallerimden ayrı uykular uyuduğum yirmi milyon dört yüz doksan üç küsur kadar nefes almışım diye tasavvur edebilirim. Aldığım nefesler yüreğime batıyor. Yok, salt batmıyor. Batıp batıp çıkıyor. Ki bir daha batsın diye herhalde… Anlatamıyorum. Anlamıyorlar. Onlara ulaşmayı düşlediğim yerler, oralara henüz ulaşamadan canımı fena acıtıyor. Bu kadar acıyı tasarruf etmiş olsaydım dünyanın mavilikler bakımından en zengin, en sevgili okyanus köşesinde beş dönüm arazi alır ta ortasına camgöbeği salaş tekkemi kondururdum.

Hemencecik yaşanmasının mümkün olmadığına farkına vardığım rüyalardan uyanmak nasıl bir şey, bilir misiniz? Sanki o okyanusu kocaman, göğe doğru kabarmış dalgaları kırarcasına geçmeye çabalayan yolcu gemisinin içindeyim. Sallanıyoruz. Beşik gibi. Sonra dalgalara yenik düşüyor kaptan. Gemi batıyor. Herkes kurtuluyor, bir tek ben ve kaptan suların dibini boyluyoruz. Hayır, hayır, dipte kaybolmuyoruz. Boğulup ruhlarımızı teslim etmiyoruz balinalara. Arızalı hissediyoruz ikimiz de. O gemisini batırdığı, bense rüyalarımın içine ettiğim için. Öyle bir şey işte!

Su üstünde haykırıyorum. “Nerdesiniz be?!

Affınıza Sığınarak

Ey, omurilik soğanımdan beynime zarf atıp kafamı meşgul eden kazazede düşlerim. Neredesiniz? Lanet olsun!.. Çok arzuluyorum sizi be… Dalınıza iliştirip, tuttuğum her bir çaput gerçekleşsin diye iz bıraktığınız yerler nasıl sızım sızım sızlıyor; anlatamam…

Endişe duyuyorum. Korkuyorum. Hiç beklemediğim bir anda şu köşeyi döner dönmez pat diye karşıma çıkacaksınız diye ödüm patlıyor. Hazırlıksız yakalanacağım diye kaygılara kapılıyorum. Bazen loş bir sokağın tenha yerinde karşıma dikileceksiniz, karanlığa sızan aydınlığın güzelliği altında alaycı gülümseyişleri takınacaksınız diye kalbim küt küt atıyor.

Belki bir sahil kafesinde oturmuş acı sabah kahvesini yudumlarken karşıma alçak tabureleri gelişigüzel çekmiş, af diliyorsunuz. Boy ölçüsüne göre sizin aşağıda olmanız beni yükseklere çıkarmaz ki. Ben yine de boşlukta hissedebilirim kendimi.

Ama en büyük endişem bu değil elbet. Belki dayanamam. Tenime dokunan teninizdeki soğukluğu hissedersem irkilebilirim. İşte bu sonun felaketi olur herhalde. Ürkünç.

Kim bilir belki sizi affedebilirim. Affedebilmek erdemliliktir. Öyle diyorlar. Bir de bana sorsalar ya… Affetmek güdüsü bile beni bir kez daha kaygılandırıyor. İçim içimi yiyor.

Gezenti Şeref’çiğim sakın salıp koyverme kendini. Vadesiz süslü sözlere inanma. Düş bile olsalar. Kalbin yumuşaktır senin. Affedersin filan.

Nasıl kandırıldığını niçin unutacaksın?

Evet diyebilirim ki, 2017 ilkbaharından beri yeni gezgin bir hayatın eşiğindeyim. Yeni maceracı hayallerim, yeni umutlarım var. Yeni sokaklarım, yeni kapılarım. Hatta belki yine yeni bir yol çizelgesi. Meşe tadında bir brandy kadehi eşliğinde yeni hayallere dalmak ve o muntazam, muhteşem yolculuk planlarının içine gömülmek.

Hadi bakalım, hadi.

Sırada reddedemeyeceğin, duvarlara toslamaktan endişe duymayacağın bilinmeyenlere davet var…

Sulu ve Zırtlak

Hayatımın göbek deliğine bırakılan, başka süslü kalemlerle sürülen izleri bir yola devam etmek çağrısı gibi görmek o çalar saatin seslerini hep yaşanmasını isteyeceğim bir zamanın sesleri olarak duyma anlamına da gelebilir miydi?

En çok beğendiğim öykülerin ve şiirlerin içinden okyanusun ve bu okyanusun kokusunu taşıyan kıyılarım geçmişti. Tsunamiden korkmuyor musun demişlerdi? Ya siz, çölde su bulamamaktan korkmuyor musunuz? Gideceğim yerin ancak böyle bir resmin incelikleriyle yaşanabileceğine çok inanıyorum.

Şimdilerde iki kıyı, daha doğrusu iki yaka arasında bölündüğümü daha iyi görüyorum. Gönlüm artık daha çok Kuzey Avrupalıların hâlâ biraz köylü buldukları Latin sahillerine kaymışsa da…

Bu duyguyu her nedense İstanbul Boğazı’nın iki yakasında da yaşardım. Ki ben her zaman Anadolu Yakası’nı tercih etmişimdir. Burada doğup büyüdüğüm için mi? Olabilir. Ancak asıl parçalanmışlık yine de başka yerlerde. Hatırlayınca ne çok harabeyle karşı karşıya kalıyorum. Harabelerin arasında ite-kaka yürümeye mecbur kalmak…

Fotoğraflar anlatıyor. Zaman hangi zaman? Soruyu albümün bu kısmına bakarken kendime bir daha soruyorum. Aldığım cevap ne mi? Bir yerlerden gelen birkaç kahkaha sesi duyuyorum bir kez daha… Yine mi çok dışarıda ve uzakta kalmışım?

Ruhsuz Zamanın Ruhu

Yaklaşıyorum. Biraz daha diyorum yine kendime biraz daha… Belki birkaç adımcık ha? Yapabileceklerimi yapmıştım. Bir tren geliyordu sanki. Motorlu bir tren miydi bu daha da eksilerde kalmış buharlı kara bir tren mi? Çuf-çuf çuf… Sanki Sirkeci garından kalkmış vagonların birinde yolculuk yapıyorum. Sonra Halkalı istasyonuna kadar ekspres gibi yola devam eden trenin dışında, rayların üstünde oynayan o çocukların bağırtısı…

Bu yollara yakın apartmanlaşmamış, eski, yıpranmış evlerde oturan çocuklar mıydı onlar? Rayların üzerine sessizce bir taş konur, sonra ağaçlardan birinin arkasına saklanılır, trenin geçmesi beklenir… Sonra beklenen an gelir… Gümmm! Sonra yine o derin sessizlik… Hepsi o kadar… Hepsi bu kadar… Kondüktör taşın parçalandığını fark etmemiş, çocuklarsa sadece seyretmiş. Taşı o kaygan rayların üstüne koymak hangi haylazın fikriydi? Sessizlik… Cevap veren yok bu kez… Ama o kırık taşlar da yolun taşlı familyasından değil miydi?

O üstleri kokulu silgilerle tutturulmuş süslü kalemlerden buralara gelmem çok mu tuhaf? Ama insan elinde hayal kırıklıklarının çuvala sığmadığı hüznün haritalarıyla yol almaya çalışınca nereye sürükleneceğini her zaman bilemiyor. Zamanın ruhu? Bu yaşamdaki ruhu? Bu mekândaki ruhu?

Şimdi siz de biraz yaklaşsanız… Bana kıyılardan ayrılmamamı, uzaklaşmamamı kim söylemişti?

*** *** ***

Aşk Bitti mi, Düş Bitti mi?

Dünyamızın her türlü ilişkilerimizin ölümlerimizin kimliklerimizin kişiliklerimizin adlandırmalardan oluştuğu kesin. Başlangıçta söz vardı deniyor. Buna inanan da var inanmayan da. Ben asla katılmıyorum. Çünkü önce insan türü, diyorum. Bu türe bağlı dil yetisi metisi derken konuşma, söz falan filan… Ayrıntıya girmeye gerek yok burada. Adlandırmalar adlandırmalar; ama her şey için.

Tıpkı çocuk yaşlarımda öğrendiklerimin yanı sıra hemen her şeye kendimce isim takmalar, adlandırmalar yapmaya çalıştığım gibi.

Cemile babaannemin evinde tanıştığım romantik Berrin abla bana cep fotoromanlarını açmıştı. Foto-cep derdim ben onlara. Yaşım daha henüz dokuz. Hayli utanmıştım. Çünkü bizim eve girmezdi böyle kitaplar. Oysa Kadıköy’e her inişimizde Bahariye yokuşu boyunca, ya da Erenköy istasyonu civarında yer tezgâhlarını açmış kitap satıcısı ağabeylerin ‘vitrininde’ bolca yer alır, bu resimli aşk kitapları nedense hep gözümü kamaştırırdı.

Benim Kahramanlarım Vardı

Berrin ablanın sayesinde bu trend önce bana sonra da Hayrünisa ablama bulaşıverdi. Arkası gecikmeyecekti. Kerime Nadir’ler, Burhan Cahit’ler, Ahmet Hamdi’ler, Halit Ziya’lar, Sabahattin Ali’ler, Reşat Nuri’ler, Halide Edip’ler, Refik Halid’ler… Ama yirmili yaşlarımda hayatımı derinden sarsan öyle adamlar, öyle kadınlar vardı ki şimdi burada listelemeye kalksam fuzuli yer işgaline sebep olacak. Varmak istediğim konu ise hayal dünyama sözcükler aşılayan büyük bir kitlenin varlığı. Onları okumak bir yana bana gizliden gizliye yol verdikleri yazma sanatı sayesinde üretmeye koyulduğum karamalar aslında büyük bir merakın sonucuydu. Cep fotoromanların etkisi de aynı diğer çizgi romanlarda ve çocuk dergilerinde olduğu gibi bir takım seri yazıları yazmamda rol oynayacaktı.

Bir de Duygu İnsanı’ndan terfi eden Nostalji İnsanı Vardı

Hiç abartmıyorum; altı yaşımdan beri sürekli yazıyorum. Yazı merakı, okuma merakından oldukça farklı. Biraz yazar, sonra keyfine varınca bir tarafa bırakabilirsiniz. Ben de öyle olmadı. Yazı yolcuğu bugünlere değin aksamadan hep sürdü. Yazdıklarımı ise bir yazarlık uğruna yapmadım. Çünkü hiçbir zaman yazar olmak istemedim. Birileri okusun, okumalı diye de uğraş vermedim. Yoksa gider üniversitede muhasebe eğitimi almak yerine, Edebiyat Fakültesi’nde edebiyat parçalardım. Bu nedenle yazdıklarımın büyük bir çoğunluğunu en yakınımdakilerle bile paylaşmadım. Ta ki 2008 Şubat’ında “Nostalji İnsanı” hayatıma girene kadar… Bu geniş çaplı tasarım sayesinde geçmişten bugüne yazdıklarımı paylaşmaya karar verdim. Hem böylece dijital bir arşiv oluşturacak, hem de okumaktan hoşlananlara bir başka bakış açısını sunabilecek olmanın keyfini yaşayacaktım.

Ancak 2015 sonunda, yeni yıla yeni şartlarda girmeye hazırlandığımdan, üzülerek de olsa, 7 küsur yıllık enerji kaynağım web-sitemi lağvetmiştim; yani yürürlükten kaldırmıştım. Bunun yerine bütün yazılarımı, anılarımı, kurmacadan gerçeğe bütün eserlerimi facebook blog’unda devam etme kararı almıştım. Baktım ki zamanın ruhuna pek doğru olmamıştı. 2017’de bu kararımı yeniden gözden geçirdim ve zamanın ruhuna bırakmak yerine kaldığım yerden devam etme kararı aldım. Ancak bir farkla. Blog adımı ve içeriğini yenileyerek…

Ve fakat şimdi bugün geldiğim noktada diğer tüm eksikliklere, zorlu şartlara rağmen yeni blogumda yeni maceraları yerine getirmeye çalışıyorum. Zaman zaman da eskilerden çalarak. Nostaljiye de yapraklar açarak. Ve o yıllar öncesinin kayda geçirdiklerimi yeniden anımsatarak.

Yaşantımı beş parçaya bölersem eğer, bugün beşinci (V.) Şeref dönemine giriş yapıyorum diyebilirim. Bu da artık gezgin bir insanın pek gezentili periyodunun başlangıcına tekabül ediyor demektir. Velhasıl Gezenti Şeref’in blogunda da yazı-sunum tasarımının, makale ve fotoğraf içeriklerinin bu yönde şekilleniyor, gelişiyor ve büyüyor olmasının haberlerini onurla taşıyabilirim burada.

Biraz geçmişten biraz güncelden…

Bir 2008 vardı… Bir de 2017… Ve geldik mi 2022’ye… Hepsi ayrı birer yolculuk… Dünden güne… Miş’li geçmişten, -di’li geçmiş zamana ve oradan da bugüne… Yarınları da planlayarak, bir şablon halinde programlayarak…

Kolay değil; on dört yıllık bir serüven bu. Dile kolay, tabii. Kendimi tam on dört yıldır sürüklediğim bu canavar yolculuğa, şimdi de iskelenin önünde birikmiş tekneler çıkarıyor. Kaç yıldır hayalini kurduğum, hatta iyiden iyiye niyetlendiğim, ancak tam uçak rezervasyonlarını yapmış, kiralayacağımız evin ön anlaşmasını imzalamış, oturma izni belgelerini iki ayrı dilde düzenlemişken bile, birtakım nedenlerden dolayı gitmekten vaz geçtiğim(iz) yere gidememiş bulunmanın sancısını çekmiyorum artık.

Çünkü yolculuklar arada sırada yaptığım hadiseler olsa da bu başka türlü olacaktı. Gidip de geri gelmenin mümkün olmayacağı bir çıkış yolu idi söz konusu olan.

Ama kitap kurdu, yazı aslanı kesilen biri gezgin ruhu da taşıyorsa çalkantılı yüreğinde, onu tanıyanların, bu sessizlik içerisinde yeni projelerinin olmayacağı anlamına gelmeyeceğini bilirler.

Aşk Bitti Düş Bitti Dememek İçin

Kaç yıldır hayalini kurduğum bir başka mesele de bisikletimle Türkiye gezileri yapabilmek. Hatta iyiden iyiye niyetlendiğim, ancak tam sele ve pedal rezervasyonlarını yapmış, kiralayacağım çadırın ön anlaşmasını imzalamış, yol izni belgelerini tek bir dilde düzenlemişken bile kesintiye uğratmaktan zevk aldığım yurt gezileri. Umarım bu kez öyle olmayacak. Öyle sonuçlanmamasını diliyorum.

Derinlerde bir su burada da akıyor… Öteki sudan, beni bir yerlerden bir yerlere günlük kaygılarımın getirdikleri ve götürdükleriyle taşıyan… Zaman zaman da istemediğim kıyılardan ayrılmamama yol açan sudan tek farkı adlandırılmış sözlerin kimyasından ve büyüsünden gelmesi, yatağımın yine bu sözlerle değiştirilebilmesi…

Nihayetinde beyaz kâğıt da benim hayal perdem… Bu oyun da benim oyunum…

Gördüklerine dayanabilmek için sen de bu yolu seçtin, sevgili takipçi dostum…

Bir sonraki esintide görüşmek üzere

Mürekkebe banmış esintili Sevgilerimle,

Gezenti Şeref 

***…***

(*) Önceki Makale: Aşk Yollarda Yol Aşklarda…

(*) Sonraki Makale: Önde Giden… Geride Kalan…

>>> [iÇERİKdİZİNİ]

error: Content is protected !!