Bir varmış, bir yokmuş… Yürüyerek dolaşmaya çıkmış gezgin adamın gideceği yön çam ağacının iğne yaprakları kadar çokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, geziler çöpçatan iken, turneler keskin aromalı losyona batırılmış iken; trenler raylı, gemiler dalgalı iken; ben rotamın ibresini tıngır mıngır sallar iken; pusulası safderun, kızıştı yollar, Evliya Çelebi, Marco Polo, İbn Battuta, Ferdinand Macellan, Vasco da Gama, Cristopher Columbus, Hernan Cortes, Amerigo Vespucci, Jacque Cousteau, Daniel Boone, Sacagawea, Francisco Pissarro, Edmund Hillary, Henry Hudson, John Cabot, Ernest Shackleton, Samuel de Champlain, Roald Amundsen, Zheng He, ve daha bir sürü gezgin / kâşif dünya elinden yeni çıkmış her biri taze bam teli…
Zurnanın zırt dediği yer gibi bir şeydeyiz…
Çok özürler…
Efendim, şimdi, masal girizgâhı: “Kasap olsam sallayamam satırı, nalbant olsam nallayamam katırı, hamama girsem sorar mıyım natırı, nadan olan bilmez ahbap hatırı… Dereden geldim, tepeden geldim, sandığa girdim bir de ne göreyim, köşede bir hanım oturuyor. Şöyle ettim, böyle ettim, hanım yerinden kalktı, yüzüme baktı, çıktık birlikte yola, ne sağa saptık, ne sola… Az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik, altı ay bir güz gittik, bir de arkamıza baktık ki bir arpa boyu yer gitmişiz… Ne dönülür geri, ne gidilir ileri, sana bir masal söyleyeyim bari gel beri…” diye devam eder ya…
Bir varmış, bir yokmuş…
Memleket topraklarının birilerine göre en güzeli, diğerlerine göre efsanelerin sultanı bir saadet şehr-i İstanbul varmış… Nam-ı diğer Konstantiniyye…
Bir ‘sırt çantalı’ gezgin ve ferasetli bir gezenti olarak “Doğada Tabana Kuvvet” dizimin 2017 yılını “Gezenti Bisiklet ile Türkiye Yolculukları” projemle işbirliği içinde İstanbul’a (en eski adlarıyla anıldığı üzere Bizantion ve Konstantinopolis) ayırmak istedim. Bunun en temel nedeni doğduğum, büyüdüğüm, erginleştiğim ve hatta kariyer yaptığım şehirde yıllar sonra yeniden gezmek hülyası değil elbet.
Hayır, bu kez farklı gözlerle yollara koyulmak istiyorum. Eskiye nazaran birbirinden değişik bir perspektifle gözlemlemek ve İstanbul’umu başka anı-yaşam öykülerin tadıyla yorumlamak istiyorum. Kim bilir, belki de buna beni iten en kayda değer neden bu şehri son kez doyasıya yürüyerek gezebiliyor olacağımın inancı. Bisikletle Memleket Yolculukları’na çıktığım andan sonra böyle bir olanağa bir daha sahip olamayacağım kaygısı belki de. Ki Türkiye coğrafyasında pedal çevirmek uzun mevsimler, uzun yıllar alabilir.
7 tepeye sahip tarihsel, kültürel, toplumsal ve iktisadi zenginliği olan bir sanayi kentini doyasıya gezmek heyecanların en büyüğü. Çünkü gezmekle bitmez. Bitecek gibi görünse de hiç kolay değil. İçiyle, dışıyla, yakın komşularıyla yanak yanağa girmesiyle, uzak olan banliyölere bile bir parmak çıtlatması hızında erişmesiyle o kalabalık popülasyon yoğunluğundan sıyrılıp sokaklarının, doğa örtüsünün zenginliğine kavuşmak, her köşesini karış karış dolaşmak hiç külfetsiz değil.
RÜYALARIMDAKİ ŞEHİR
Amma velakin, gezerken derdim bu nostaljik kentin ne tarihini, ne mimarisini, ne de sanatını, toplumsal-kültürel yapısını detaylarıyla filan anlatmak. Böyle şeyler “gEZENTİ şEREF”in tasası değil. Gerçi bazen ufacık tefecik içi dolu turşucuk dokundurmalar yapabilir, ucundan köşesinden kısa notlar şeklinde değinebilirim. Ancak o kadar.
Açıkça ifade etmem gerekirse, İstanbul’un beni büyüleyen etkisi ne tarihidir, ne de onun hızlı hayat değişiminden saçma sapan payını almış bugünkü mimari yapısıdır. Beni kendisine bağlayan iki kıvılcımdan biri şehrin kendine özgü renkleri, diğeri ise boğazın eşsiz güzelliğidir. Geri ne varsa benim için hikâyedir. Bu yüzden yazılarımda en fazla renklerin tonlarından, mevsimlere göre değişen çeşitli görüntülerden, boğazın iki yanına yaslanan canlı kıyılardan, denizi kucaklayan canlı parçacılıklarından sözler açacağım.
Tabi her bir gezinin doğasında olan nostaljiyi de içine katarak.
Geçmişe dokunmak…
Yani bugünü yazarken geçmişe dokunmadan ne kadar mümkün olabilir ki? Hele benim gibi bir adamdan beklenmeyecek bir şeydir bu. İlla çocukluğuma, gençliğime de götüreceğim sizi. Yine bugünün taş üstüne taş bırakılmamış şehr-i İstanbul’a bana yakışan üslupla giydireceğim. Renkler coşacak, pastel boyalar fışkıracak, sokaklar kâh tenhalaşacak, kâh insan seliyle, kedi dilleriyle, köpek kuyruklarıyla, satıcı sedalarıyla ve daha nice ‘bilmem ne’lerle birikecek, Marmara denizi bazen durgunlaşacak bazen çalkalanacak, evlerden bahçelere fısıltılar yoğunlaşacak.
Nostalji olmadan İstanbul🚶 olmaz. Eksik kalır bir tarafım. Ayrıca bunun kendine has bir kaçınılmazlığı var. Bir şehir düşünün ki son otuz yılda yüzyıllık değişimler yaşamış. Hem de jet hızıyla. Böylesine hızlı bir büyümenin, bende sindirilmesi güç bir değişim yarattığını yadsıyamam. Doğduğum bu şehirde benden çok önce yerleşmiş olan köklerim bugünleri görselerdi herhalde küçük dillerini yutarlardı. İyi ki görmediler. Ya da kimi pek azını görebildi.
Ha, şimdi onların kendi yaşadıkları dönemlerinde hiç değişimler olmadı dersem bu da olmaz. Elbette oldu. Ama günümüzün sürati ve hırsları içerisinde olmadı. Ziya Osman’dan, Sait Faik’ten, Ahmet Hamdi’den, Abdülhak Şinasi’den, Adnan Giz’den, Selim İleri’den ve diğer değerli yazarlardan edindiğimiz bilgilerle bu değişimlerin nasıl olduğunu nelere etki yaptığını öğrenebiliyoruz.
Bu değişim bilinci başlı başına bir ruh halidir. Yaşarken tanıklık etmek. Her şeyden önce, değişenin bilincine varmak durumunda kalmak. Bu nedenle olsa gerek, bende kırkından sonra, zamanla, ortalıkta kalandan çok kalmayana yönelme boy gösterdi. Doğrusu yaşıtlarımın çoğu da bu ruh halini paylaşıyordur diye düşünmekteyim.
Bir Nostalji öyküsü…
Bir çırpı düşüyor elimden yere, ceviz ağacım susuyor. Bense, sanki kiremit tozuyla konuşan, sarımtırak boyalar kusan ağaçla sırnaş, yanı başımda iri göğüslü, küçük burunlu bir düşle sarmaş dolaş, oturmaktayım. Tepelerden masmavi Marmara’yı taçlandıran edalı Adalar’ı seyrediyorum.
Bir taraftan diyorum ki, “Ooo, şahane, bluzunun üst çıtçıtlarından birini açık unutman… Ve oradan jüponunun askısının görünmesi.” Yoksa unutma değil, kasten mi? Jüpon da neyin nesi? Basbayağı sutyen. Kıvrımından belli. Bir ceviz tanesi düşüyor ayağımın dibine. Kiremit tozları uçuşuyor. Kırmızı pullar. Diyor ki, “Ben bir düş’üm. Açık saçık yayına dönüştürme beni. Benim için fark etmez ama yazdığın şiirsel yazıya yamukluk olur.” Ağaç, dallar, el boyayan yapraklar ve uzaktaki mavilikler.
Şaşkınlıkla bakıyorum sana ve bakakalıyorum kuşandığın acayip hallere…
Çıtçıtı çıtlatıp kapatmamı istediğin zaman, çıtçıtlanmıştır artık. Ama bunu niye isteyesin ki. Senin düşünü kim görebilir?..
Nicedir insanlar düşlerini bile paylaşamıyor, yazık. Oysa ne hayaller vardır, ne rüyalar, insanın içini ısıtan, titreten.
Şakacı Sokak’ta o güzelim fıstık çamlı bahçeli ev
Düşünün ki arkamdaki doğduğum ev, çocukluğumu geçirdiğim ev, ilkokul, ortaokul ve lise yıllarımı geçirdiğim ev, eğer yerinde olsaydı belki evlendiğimde ilk oturacağım ev, bir ihtimal çocuklarımın da doğacağı ev, iki çocuğumun da büyüyeceği ev, bugün yok. Sadece o ev değil tabi. Şu anda kiremitlerini düşüme yatak yaptığım dedemin şu evi de bugün yok.
Bu, sade benim kendi tarihimle ilgili kısım. Tanıdıklarımın, komşu bahçeliklerden yakın arkadaşlarımın, akrabalarımın içinde vakit geçirdiğimiz, bize aşinalaşmış binalar da, bahçeler de aynı şekilde, yok.
Zaman kendi coşkusu içinde akıp giderken çoğumuz bu durumu enikonu oturup bilinçle düşünmüyoruz bile. Ama isteyelim veya istemeyelim bu mutlaka bilinçaltımıza bir biçimde işliyor. Bu kadar yoğun bir geçicilik insanın kalıcı herhangi bir şeye güvenini sarsmaz mı hiç?
Örneğin evden çıkıyorum Kozyatağı İlkokulu’na gidiyorum ve bu ödevimi hafta içinde her gün tekrarlıyor, o aynı yoldan, aynı bahçeli evlerin önünden hep geçiyorum. Ne tuhaf bunu yaparken etrafıma hiç dikkat etmiyorum. Her şey o kadar tanıdık ki. Bakıyorum ama görmüyorum. Suadiye istasyonuna giderken İbak Köşkü’nün yüksek duvarları, örneğin, benden önce orada olduğu gibi, benim gençlik yıllarımın sonuna kadar hep orada olmuştur.
Bugün yine o köşkün olduğu yerin zeminine baksam ve ne o köşkün ne de duvarlarının yerinde olmadığını görsem, içimi tuhaf bir duygu kaplamaz mı?
Sanki yalnız duvar oradayken kaybolmuş değil, ben de sokağa ayakkabı giymeden, çorapla çıkmışım gibi, tedirgin edici bir eksiklik hissetmem mi?
Sevdalılar yürürdü bu sokaktan
Lacivert dalgalarından sual olunma yenilgisine tünemiş kırılgan deniz. Bostancı’da sahile kıvırtarak inen Âşıklar Caddesi’nin dibinde kayık tıkırtılarının şiiri. Ve her apokaliptik cümlenin içinde var olan ve hep yalan yere edilen yeminler… Kimi neye benzettiğini bilmeyen can alıcı acayip tasvirler… Diyalektik ikilemde sebep ve sonuçlarıyla anlatılamayan bir yığın şeyin arasında hayaller kuran ben…
Ayağımdaki ceviz kabuğuna takılıp düşmüşüm, haberim yok. Çamın iğne yaprakları batıyor bedenime, can acıtıyor. Nerden düştüğümün bilincinde değilim. Orkestra şefinin ellerine teslim edilmiş bir şarkıdan belki de. Ki blues makamında, bir şeylerin hüzünlendiği duygusuna kapılırım hep. ‘Çivit rengi’ Afro-Amerikan müziği hastasıyım. Yukarıdayken uzaklar maviydi, şimdi yerde boylu boyunca uzanmış gökyüzüne bakarken yine her yer mavi.
Diyorum ki, “Sana dokunduğum için kızmıyorsun ya bana?”
Beni şaşırtmayı sürdürüyor ve diyor ki, “Ben bir düşüm. Senin. Dokunamazsın. Parmak dahi atamazsın!”
Yok deve! İnsan kendi düşünü bile elleyemiyor, çok yazık!!
Tabii sorun yalnız ben gibi yere düşen binalar değil. Bütün insanlar değişiyor. 60’lı yıllarda İstanbul nüfusu bir milyon civarında, belki az biraz üstündeydi. Bu nicel istatistiğin içinde hâlâ hatırı sayılır oranda ‘azınlıklar’ımız vardı mesela. Varlık Vergisi (1942), 6-7 Eylül olayları (1955) gibi provokatif girişimler göçü bir hayli hızlandırmıştı hızlandırmasına; ama yine de bu gidişata direnenler vardı. Bostancı İskelesi’nden yakaladığımız vapurla Adalar’a yaptığımız gezintilerimizde bunu pek net görebiliyorduk. Kaşla göz arasında, mahallemizden taşınanlar ise ortadan teker teker kayboluyordu. Bunu, ne okurken, ne de yaşarken pek anladığımızı söyleyemem. Sonra bir gün geldi, aaaa, bir de baktık ki kimseler kalmamış.
Berbat bir kâbus gibi…
Düştüğüm yerden kiremit tozlarına kızıyorum. Tepeden aşağıya alaycı gülümseyen düşüme kızıyorum. “Bana, düş’üm müş’üm deyip durma. Zaten düşmüşüm düşeceğim kadar. Yahu biraz gerçek davranamaz mısın?”
Rumelihisarı kadar, Anadoluhisarı kadar mesela… Yahu, elle tutulur, gözle görülür bir Kanlıca yoğurdu kadar olamaz mısın? Görüyorsun ne kadar müşkül durumdayım. “Ben düş’üm”süz sözcüklerle cümleler kursan ya benimle. Daracık tefecik, fermuara stres, streç bir bluejean çekmişsin bıldırcın bacaklarına. Topuklu ayakkabılar katiyen hesapta yoktu. Seni seviyorum. Hem de çok seviyorum. Badem ezmeli aşkımız hasıraltı edilmiş, Makyavelist duygular yığını. Jöleli emisyon hacmimiz daralıyor.
Özgürce ememiyoruz…
Maalesef sizleri anlayamıyorum
Diyor ki, “Yahu ne anlatıyorsun sen? Hiçbir şey anlamıyorum.”
Yeminle insan düşünce düş’üne de böyle isyan edebiliyor işte. Bir düş gidiyor, bir başka düş üstüne biniyor.
Çok sayıda insanın bu şehirden gittiği halde, çok daha fazla sayıda insanın bu şehre geldiği gibi ve üstelik günümüzde basit endeksli sayılarla bile telaffuz edilemeyecek rakamlara enflasyon baskısı yapmışsa. Popülasyon mu? Siz deyin on beş milyon, ben diyeyim yirmi. Habire zorluyoruz sınırlarımızı.
Ya, çalışan kitleleri, genç öğrenci takımını filan anlıyorum. Ama şu yaşlı kesime ayrıca bir de emekliliğini kazanmış hür vatandaşlara gerçekten çok acıyorum. Bu ne duygudur anlayamıyorum. Hangi aidiyetin, hangi bağlılığın oltasıdır, yemlemesidir? Çekilir mi bunca kent keşmekeşliği, trafik terörü, hava kirliliği, küflenmiş insan didişmesi ve hayat pahalılığı.
Dürüst olmak gerekirse, düşümün beni anlayamadığı gibi ben de maalesef sizleri anlayamıyorum. Gerçekten!!!
Tamam. Eskiden iyi kötü bir aidiyet duygusu vardı. İnsanlar kocaman aileler içinde yaşarlardı. Ama şimdi öylemi ya? Hep minareli, ayrıntı camlı camiinin minaresinden, komşunun apış mahremiyetini dikizleyen müezzin, bir dengesizlik ve şehvet anını iyi değerlendirerek aşağı yere çekimleniyor. Ne anlaşılmazdır ki, henüz yere tosbağalama değmemişken, daha henüz ortada fol yok, yumurtanın az birazı rafadanken ölüyor. Cenazesine konu komşular gelip içine fıstık karılmış helvalı dedikodu yapıyorlar. Konu, komşu, dedi, kodu birbirine giriyor.
İstanbul’un mimarisi de böyle canlı bir cenaze…
Donmuş dallarda mevsimler sıcacıktı
Ama iyi ki mevsimler var, renkler var, renklerin tonları var. Ve iyi ki İstanbul Boğazı var. Gezmekle, yürümekle, dolaşmakla bitmez.
Tarih, coğrafya, yurttaşlık kitapları her zaman İstanbul’a göç talebinin güçlü olduğunu anlatıyorlar. Şehrin nüfusu 60’larda 1,5 milyon iken, 70’lerde 2,5 milyona fırlıyor, 80’lerde 5,5 milyonu zorluyor, 90’lara geldiğimizde 7 milyonu görüyor, yetmezmiş gibi 2000’lerde tavan yapıp 9 milyona çıkıyor… ama en kralı, 2010’larda 13 milyona erişiyor… tam burada bitecekmiş gibi bir hissiyat oluştuğu sanılırken, bit gibi çoğalan çirkin binalara tıkıştırılacak yeni sürüler bulunduğundan, 2017 yılına geldiğimiz şu günlerde şehrin potansiyel nüfusu 15 milyon ile patlama yapıyor. (Ancak benim en iyimser tahminimle; kentin beşeri popülasyonu neredeyse 20 m’a dayanmış durumda.)
İstanbul’un taşı toprağı altın, haydi koşun altına konmaya…
Anladık; eskiler böyle derdi ya, şehrin taşı toprağı altınmış. Nah altın! Olsaydı benim dedelerim evlerinin toprağına kese kese altın ekmezler, çuvalla altın çıkarırlardı. Biz de torunlar olarak pek altınlı bir hayat sürerdik. Ama şu oran çok önemli. Yani çaputunu, denkliğini, tasını tarağını toplayıp gelenlerin oranı azken şehir onları özümleyebiliyor, kısa zamanda “İstanbullu” yapabiliyordu.
Öyle ya, 70’li yıllarda kime sorsan herkes “İstanbulluyum” derdi…
Kime yutturuyorsunuz? Bu, bir çırpıda geliş gidişler, elbette, İstanbullu olmak değil. Yakında sokaklara, varoşlara yayılan Suriyeliler de kazan kaldırıp “İstanbulluyum” diye bir iddiada bulunurlarsa şaşmamak lazım.
Neyse boş verin, konumuz renkler ve şiirsel İstanbul.
Bir kentin renkleri olabilir mi?
Niye olmasın? Eskiden bayağı bayağı vardı. Kiremit tozlu çatıya tünemiş hallerde gözümü kapatmış düşler görürken ne renklerin özünü görürdüm ben. En çok da mavinin, yeşilin tonlarını. Gök mavisi, fıstık yeşili daha o anda düşsel renklerim olup çıkardı. Çoğu Kadıköy yakasının renkleriydi. Sözgelimi Erenköy’ün, Kazasker’in, Suadiye’nin, Bostancı’nın. Her biri eşsiz güzellikte doğar ve öyle yayılırdı bahçelere. Boğazın nasıl erguvanları varsa bizim o tarafların da en çok akasyaları vardı. Çınarları, kestaneleri. Dutlukları, incirleri, asma bahçeleri. Yazın plaja giderken, sokaklar renk değiştirirdi. Şakacı Sokak’ta hemen evimizin önünden geçen 18 numaralı belediye otobüsünün hayat dolu kırmızısı daha Kaya Sultan Sokak’ın virajını dönmek üzereyken hissedilirdi. O otobüs tıpkı Kadıköy’den kalkıp Küçükbakkalköy’e giden 7 numara gibi mahallemizin simgeleriydi. Kış mevsimi kapıdan ‘ceee’ yapar gibi baktığında evlerin damları kırmızıyı alabildiğine saklar beyazın gösterişliliğini dünya âleme sahnelerdi.
İşte bu düşlerimden hiç çıkmayan bu renkler ki yedi tepeli şehr-i İstanbul’u bir kez daha “tabana kuvvet” gezdiğimde gönlümü iyice saracak, biliyorum. Hissediyorum bunu.
Ya sen? Sen de hissedebiliyor musun bunu?
Perili hayaller vardı eskiden
Altına bulaşmış altın rengi saçların kendinden permalı. Kuaför çatlatan doğal bir güzellik. Seni daha önce bir yerde mi gördüm, yoksa şimdi mi uyduruyorum?
Diyorum ki, “Bilmiyorum. Belki Şaşkınbakkal’dan Kızıltoprak’a gitmek için bindiğim bir Desoto dolmuşta, bir zahmet şunu uzatabilir misinizleşmişizdir.”
[Ayy, bu tıpkı Ferhan Şensoy doğaçlaması gibi oldu…]
Her neyse. Biliyor musun, ne kadar çok yıllar heba olmuş. Saçlarım dökülmeye başladığında, bıyıklarım gürleşiyordu. Ne yaman çelişki. Çok kuaföre sökün ettim, derdime derman bulsunlar diye. İngilizler tuhaf insanlar. Her şeyi kendi akışına bırakmakta ustalar. Çare bulacaklarına dediler, “Dert etme, çıkar yine.” Sanki bu ceviz ağacı. Ekeceksin çıkacak. Sen de kırma şimdi beni, muhabbet olsun dert paylaşımına, diye açık veriyorum eskilerden. Seni yanımda tutabilmek için aklıma gelen her şeyi iftira eder gibi söylüyorum. Mahallemiz için de aynısını söylüyorlar. Doğru daha önce çok ağır kayıplar vermiştik. Gidenler, geri dönmeyenler olmuştu. Ben gibi. Ben de gitmiş ve bir daha dönmemiştim. Tabiatıyla, yerimize gelenler oldu. Tıpkı eskiden olduğu gibi. Onlar gitmediler henüz. Yerleştiler ve kaldılar. Ama eminim bir gün onlar da gidecek ve yerine başkaları gelecek. Nedense hep beraberliğe oynuyoruz, ondan herhalde.
Düş kurmaya devam
Yahu ne tatlı bir düş görmüştüm düştü elimden yere, un ufak oldu. Eski İstanbul erdi muradına, biz yeni İstanbul’da kerevet aramaya çıkıyoruz. Ah, bade aşkımız, iki güneş gözlüklünün öpüşme çabasıydı. Kara kara gözlükleri çıkarmak hiç aklımıza gelmedi.
Diyorum ki, “İstanbul’u tabana kuvvet gezmeye yeltenirken bu yalnızlık bana büyük geliyor. Çok. İç denizlerden arınıp, büyük okyanusa soyunmak istiyorum artık… Sana söylüyorum… Beni dinlemiyor musun?.. Heeeey.. Neredesin?.. Nereye kayboldun? Bir dakika… Dön geri… Daha Emirgan’da, Beykoz çayırlarında sevişecektik… Ne yandasın?”
Bir çırpı düşüyor elimden yere, ceviz ağacım susuyor. Kiremit tozundan ufak oluyor. Onlar el koyuyor bütün kerevetlere, ben ve sarımtırak boyalar kusan ağaç, ceviz yaprağı az ötede Marmara’yı taçlandıran Adalar’ı seyrediyor, muhabbet ediyoruz, iri göğüslü, küçük burunlu düşümle susup kalıyoruz.
Tuh…
“GAZA GELDİM🚶” ya icabında en derin sevgi ve saygılarımla,
Gezenti Şeref
***…***
(*) Önceki Makale: “Sırt Çantamı Alıp Yola Koyulmama 1 Hafta Kala: Ne Yapmalıyım?“
(*) Sonraki Makale: “İstanbul’umun Kalabalıkları İçindeyim“
***…
>>> [iÇERİK dİZİNİ]