Kabataş’tan Harbiye’ye, Taksim’den Beyoğlu’na, Yüksek Kaldırım’dan Eminönü & Sirkeci’ye
Trakya’nın kalın kırmızı-çizgili sınırlarından içerilere doğru süzülürken tunç renge boyanmış akşam güneşiyle birlikte bir günü daha bitiriyorum. Otobüsteyim. 40 yolcusuyla İstanbul’a giden bir otobüste. 1 no’lu koltukta yapyalnız oturuyor ve camdan dışarıya kaçamak bakışlar fırlatıyorum. Az ileride yağmur çiseliyor, ben koltuğumu uyku moduna eğerken. Aklımda bir türkü, elimde, parmaklarımın arasında Ziya Osman Saba’nın şöhretli “Değişen İstanbul”u ve bir sürpriz gecesi. Yüzümde sinsi bir gölge, pişmiş kelle gibi sırıtan nispetsiz dudaklar. Nasıl da denk geliyor her şey! Hem de böyle bir yolculuk gününde. Kente dolunay öncesi ayçiçekleri yağarken ve ben sevdiğim her şeyle kavuşmaya giderken.
Teşekkürler.
Ve merhabalar yeniden, güzel şehir.
İSTANBUL, İLK YÜRÜYÜŞÜMDE ERGUVAN
Aslında aklımdan geçenleri uygulamaya kalksam iki yakayı birleştiren asmalı köprüden transit geçer Şile-Ağva-Kerpe sahillerine doğru kıvrılabilirdim. Bir ton laf dayağı yememek için ışıl ışıl bir gecenin sessiz derinliğinde aklımın değil kalbimin sesini dinliyor, ayaz bir mahallenin sokağına sapıyorum. Sokağın başına gelince lüzumundan fazla temkinliyim. Zira yıldızımızın bir türlü barışmadığından mıdır nedir, benden hiç mi hiç hazmetmeyen kulağı kesiklerden iki kabadayı canavarı uyandırmadan parmak uçlarıma basa basa ilerliyorum. Gerçi biri kapı yaygısı üstünde süt kuzusu ama, diğeri saldırgan tavır alınca ona da tuhaf bir cesaret geliyor ve başlıyorlar hep birden bir fasıl heyetinde bağrışmaya. “Hav-hav-hav…” Anadan doğma ürkütücü oluyorlar haliyle.
İşte! O dakika, o saniye… O an… Ve o eşsiz sahne… Derken ayakuçlarımın donduğunu hissediyorum.
Olanlar oldu, ok yaydan çıktı bir kere. Geri dönmem imkânsız ötesi bir manzara. Şeytan uyandı, Paspas’ı dürttü. Her sokaktaki paranoyak dik kulaklılar gibi bunlar da bu sokağın vazgeçilmez bekçileri.
Ayazağa’nın Dişli Patileri
Koşup kaçmaya başlasam biliyorum kovalayacaklar. Ağır adımlarla yürümeye devam ediyorum, ben arkama kafamı çevirmeden yavaşça ilerlerken manikür ve pedikürden yoksun patilerini üstümde hissediyorum. Böyle resepsiyona açık bir ter salgısı yani! Neyse ki müsamere çabuk sonlanıyor. Ben apartman girişinin merdivenlerinden usulca tırmanırken onlar duruyorlar ve popolarını sallayarak geri, önceki yerlerine uzanıp uyuklamaya devam etmek için salya-sümük dönüyorlar.
Gece yarısı kapı ziline dokunduğumda sürprizin güzel pikabından o eşsiz buluşma parçası duyuluyor. Tüm güzellikler meğer buradaymış. Hasretle kucaklaşıyoruz. Kavuşmaların gerçek tadı burada. Önce hal hatır, sonra çarçabuk kurulan sofraya kurulma. Saat sabahın bilmem kaçıymış önemsiz. E, ama, ertesi gün herkesin işi gücü var. Benim de tabii. Mini mini, çıtkırıldım, kısa dörtlü geçişlerle özlem gideriyoruz: ben ve biricik ailem…
“Biraz buralarda takılabilirim de, gideceğim yerlere gider yine kısa molalar için dönebilirim de, olmadı sizlerle anlaştığımız noktalarda buluşabiliriz de…” gibisinden kâh fısıltılı kâh tafsilatlı açıklamalarla sıradan Tabiat Ana planlarımı yayıyorum önlerine. Niyetlerimin arasına serpiştirdiğim şehr-i İstanbul yürüyüşlerini taçlandırarak dile getiriyorum.
Ertesi gün…
Listenin en tepesinde, yani ilk günümün güzergâhında, epeydir mazide bıraktığım kalabalıklar içine dalmak var. Gelişigüzel bir başlangıç işte…
Kabataş’a giden 41E’yi yakalamak için sokağa indiğimde, sokağın efendileriyle yine burun buruna karşılaşıyoruz. “Şeytan, sakin, bak Şeref amcan sana bişi etmeyecek, hem uslu durursan akşam sana çikolatalı pasta getirecek, ödül niyetine” tarzında yumuşacık bir kelamı seçerken arkamda biten sakallı amca lafın tam ortasına çentiklemecesine dalıyor: “Oğlum ne diye hayvana Şeytan diyorsun? Onun bir adı var. Arap.”
Durup şimdi ihtiyar amca ile maksi bir polemiğe girecek değilim. Tebessüm ederek hızla ayrılıyorum yanlarından, Arap Şeytan’ı kendisiyle beraber muhabbetle bırakarak. İyi ki Paspas için de bir çift laf etmedim. Herhalde bu mahalleye son girişim olabilirdi. Lakin ne yapalım bu iki sevimli canavarın lakap babası biziz. Hayat tarzlarına göre değerlendirip öyle kullanıyoruz. Kimine göre Arap, bize göre Şeytan, kimine göre Çomar bize göre Paspas işte!!!
Kol saatimi kontrol ediyorum: 09:43… Otobüsümün kalkmasına henüz iki dakikacık daha var. Biner binmez orta sıralardan cam kenarındaki bir koltuğa yerleşiyorum. Hava iyi. Biraz esintili ama güneşli bir gün olacak. Anlaşılan üstümdeki rüzgârlığı çıkarmadan geçireceğim günlerden biri.
Hava güzel de yine şu trafik sıkışıklığının tavan yaptığı şehir hayatı yok mu, tüm güzelliklere son verebiliyor anında. Neyse ki bu çılgın kentte ilelebet yaşamıyorum. Zaten öyle aman aman uzun boylu kalmaya da pek niyetim olmadığından zamansızlığın gıcır keyfini çıkarabilirim.
Kısacası, zamansızlıktan veya zaman ötesi olmaktan dem vuran bir fincan dolusu mutluluğun verdiği keyiften söz ediyorum.
Evlere Şenlik Kalabalıklar
Barbaros Bulvarı’ndan aşağıya salınırken gözümüze iyice giren denizin kokusunu duymaya başlayınca yol boyunca içimde biriken bütün bıktırıcı yelkenlerim suya iniyor. “İşte canım İstanbul bu ya!” Diyorum, heyecan içinde.
Deniz tarafında kalan bölümde kendi haline bırakılmış bir görüntü veren Dolmabahçe Sarayı’nın önünden geçerken aklıma bir yerde okuduğum bir tasvir düşüyor. Bir zamanlar bu Saray ve müştemilatının duvarlarından önce, tek katlı, sarı eski bir bina olan hamam yer alıyormuş. Cadde boyu hamamın önünde küçük, mütevazı, terzi, çorapçı gibi dükkânlar varmış. Ayrıca bir şekerci dükkânı ile Arnavut işkembecisi de bulunuyormuş. İşkembecinin yanından, arkada yer alan kereste deposuna girilirmiş. Ben hatırlamıyorum. Belki benden çoook önce yıkılmış, değişime uğramış olabilir.
Ancak bu nostaljik tasvirden şunu çıkarabilirim: Yaz günleri, işkembecinin sarımsak kokuları ile, kerestecinin ağaç ve talaş kokuları mutlaka birbirine girdiğinden ortalığa tam bir tezat teşkil etmiş olmalı.
Beşiktaş ambiyansı… Oldum bittim bir yolgeçen hanı. Her zamanki kalabalığı ile bu Avrupa yakasının en önemli semtlerinden biri.
Tam bir saat içinde Kabataş’a vardığımda sahil bandının ve vapur ve motor iskelelerinin bulunduğu yeşil alanın bilindik toz toprak uygulamalı inşaat sahasına dönüştürülmüş olduğunu gözlemliyorum. İçim burkuluyor birden. Nedense doğanın tahribatı şehircilik planlaması adı altında ucube bir şeye ve rant sevkiyatına dönüşebiliyor.
Kabataş
Otobüsten indiğimde kaldırım kenarında derin bir nefes alıyor, sırtıma yüklediğim 7,5 kg idman çantamı omuzlarımda hissederek İnebolu Sokak’tan Taksim’e doğru tırmanmaya başlıyorum. Güne bacakları ısındırmak için oldukça dik bir tırmanışla başlamak doğru bir tercih midir bilemiyorum ama hedefim Harbiye’deki Vatan Bilgisayar hiperstore mağazasına gidip fotoğraf makineme SDHC hafıza kartlarından almak. Labirent gibi ara sokaklardan Almanya Başkonsolosluğu binasının bulunduğu İnönü Caddesi’ne çıkıyorum. Konsolosluk binasının önü 2. Dünya Savaşı’nın tutulmuş köprüleri gibi polis bariyerlerinin kordonunda. “Eyyy, Alamanya,” diyerek sağ elimin işaret parmağını havada bir tur döndürüyor, ön dişlerimle kıs kıs gülüyorum. Nerden nereye? Oysa Merkel ablayla daha nice güzel günler görecek, güneşli günler yaşayacaktık biz. Bak oldu mu şimdi? Peri masalları dinleyip motorlarımızı maviliklere nasıl süreceğiz biz?
Taksim’e tırmanış…
İnönü Caddesi’nin sonuna gelince Taksim Meydanı tüm heybetiyle görünmeye başlıyor. Köşeyi döner dönmez Gezi Parkı’nın merdivenlerine yöneliyorum. Birkaç basamak sonrası önce çocukluğumun otobüs meydanına, sonra da yeşil parkın içine dikiyorum gözlerimi. İster istemez aklıma dalgaları karşılayan Gezi Çocukları düşüyor. Gemiler gibi. İçim ürperiyor. Gövdeleriyle karanlıkları yaran, tasları birbirine vuran, gölgeleri göklere vuran çocuklar. Arkalarında bıraktıkları bir düşman gözü gibi o koca karanlığın yolu.
Taksim Gezi Parkı
Bir ağacı yerinden oynatıyor belediyenin dozeri. Belki yerine koymak da istiyor olabilir. Genç delikanlının biri selfie yapıyor, çeşitli açılardan çekiyor. Ulan ister misin yine her şey sil baştan. Gönderir mi şimdi atkuyruğundan uzun saçlı çocuk şu ufacık kareyi tüm sosyal arkadaşlarına? İster misin bir hadise başlasın hemen şuracıkta?
Buna da hafiften tebessüm ederek uzaklaşıyorum ana caddeye, Cumhuriyet Caddesi’ne doğru…
Eskiden bu caddede üçer katlı binalar varmış. Sonra o cadde genişletilecek diye yıkılmışlar, yerlerine makbul kira getirebilecek dükkânlar yapılmış. Benim en iyi hatırladığım bu dükkânların arkasındaki çok güzel Şan Sineması. Ta ki 1987’de şaibeli bir yangınla tamamen kül olana kadar. Akustiği muhteşemdi, konserler bile veriliyordu, bir hafta klâsik Türk, bir hafta klâsik Batı müziği. Sonrasında müzikaller moda olduğunda bir müzikhole dönüşmesi.
Şan Sineması
Vatan Bilgisayar hiperstore mağazasında aradığımı bulamadığıma seviniyorum. Çünkü hedef büyütmenin tek sırrı aradığını hemen bulamamaktan geçiyor.
Zaten planlı zihin karıştırmayı oyun sanan usumda ta başından beri Sirkeci’nin uzman fotoğrafçı mağazaları vardı… Doğubank mesela niye akıldışında kalsındı ki! Ama mesele direkt otobüsten in tramvaya bin meselesi değil, bacaklara idman yaptırmak için bedenimi eski çocukluğuma göndermekti. Bunun için Taksim’e çıkmalıydım. Gerçi bugünün meydanı hiç hoşuma gitmese de, olsun ben yine eskilerden mutlaka bir şeyler bulabilme yeteneğine sahiptim ya, ne yapar eder geçmişimden bir şeyler çıkarırdım.
Mağazanın elektronik kapısından çıkar çıkmaz yürüyüş botlarım Şişli istikametine, sırt çantamsa Yüksek Kaldırım – Karaköy – Eminönü yönüne dönüyor. Yarı o tarafa yarı bu tarafa bedenimi bölemeyeceğime göre düşsel olarak Mecidiyeköy’e, fiziki olarak Yüksek Kaldırım’a gitmeye karar veriyorum. Saatime bakıyorum. 11:30’u gösteriyor. Ohooo daha çok erken. Güzel. Başlasın bakalım yürüyüş idmanım.
=> Nasılsa çocukluğumun Mecidiyeköy – Taksim yürüyüşüne geri döneceğim için bunu bir başka anlatıya bırakıyorum.
Ben tramvaylı İstanbul yaşantısına yetişemedim. Çünkü eski tramvaylar Avrupa yakasında ben henüz doğmamışken, 12 Ağustos 1961 tarihinde, Anadolu yakasında ise ben daha üç yaşındayken, 14 Kasım 1966 tarihinde müzeliğe kaldırılıyorlar. Müzelik dedim de gerçekten de Kadıköy Söğütlüçeşme’deki tramvay deposu çocukluğumun mükemmel müzelerinden biriydi. Gezmeye doyamazdım.
Çocukluğumda babaannemin yanında kalırken göstermiş ve sözünü etmişti. Harbiye tramvay durağı Nişantaşı dönemecinin olduğu köşedeymiş. Buradan ekseriyetle tek vagonlu Beyazıt tramvayları kalkarmış. Hâlbuki Şişli’den kalkanların çift vagonlu olduğunu söylemişti babam. Önde kırmızı, meşin koltuklu birinci mevki, arkadaki sarı yeşil arası renk ikinci mevki tahta koltuklu. Sınıf farkı muamelesi eskilerden beri insanlığa hizmet ediyor!!! Bir tarafta ikişer kişilik, bir tarafta tek kişilik oturacak yerlerin olduğu. Ortada ise ayakta durulur, düşmemek için de yukarıdan sarkan meşin saplara tutunulurmuş.
Harbiye
Bugün değişen ne? Metrobüste olsun, otobüste olsun, modern tramvayda olsun insanların düşme ihtimali gittikçe zayıflamış. Nedeni kalabalıklar içinde tıkış tıkış, bir sardalye konservesine sığar gibi yolculuk etmek. Gerçekten enteresan. Düşsen arkandaki şahıs ön mekanizması ile seni dürtüyor. Düşmüyorsun ama fena gıcık bir durum hâsıl oluyor, sert bakışlar fırlatıyorsun.
Beyoğlu
Tekrar nostaljik şiirsel Harbiye’ye dönecek olursak…
O tarihlerde durağın biraz aşağısında, Selbaşı Sokağı’nın köşesindeki tarihi Harbiye Fırını, bugün Ergenekon Caddesi’nin başlarında, hâlâ poğaça yapmaya devam ediyor. İstanbul’u İstanbul yapan biraz da bu tarihi mekânlar. Mesela fırın eski yerindeyken, yanındaki, Artigiana Huzurevi’nin bahçe kapısı açılır, birkaç basamak inildikten sonra, yokuş üstüne sağlı sollu inşa edilmiş küçük tek katlı evlere varılırmış. Yaşlılar evinin mütevelli heyeti, cadde üzerindeki tarafı satınca fırın da çıkıyor şimdiki yerine taşınıyor. Gerçi bugün hâlâ yokuş üstü, ama basamak basamak merdivenlerle iniliyor. İkinci kata da çıkan birçok merdiven var. Hakikaten bu kadar merdiven bir arada zor görülür.
Artigiana’nın karşısında Harbiye Kışlası varken askerler başlarında at üstünde kumandanlarıyla Şişli’den öteye talime giderler, akşam da hava kararmadan dönerlermiş. Kışlanın büyük bir bölümü yıktırılınca yeri önce park gibi kalıyor, sonra da o yıkılan yere sağır cepheli Askeri Müze inşa ediliyor. Hemen yanı başındaki Harbiye Orduevi’ne komşu oluyor.
Anılar… Anılar…
Cadde ise uzun eski bir duvarla Divan Oteli’nin yerine kadar uzanıyor. Bu kendi haline bırakılmış Ermeni Mezarlığı’nın duvarından başka bir şey değil. Anlaşılan, Taksim’den sonra buralar tıpkı bizim Kozyatağı’mız gibi kırlıkmış ve İçerenköy Mezarlığı’ndan kat kat büyük bir mezarlık yapılmış, ama işte hiç kimse bu şehrin anormal hızda büyüyeceğini hesaba katmamış olacak ki buranın merhum sakinleri yeni dikilen evlerin arasında sıkışıp kalmışlar.
Bu mezarlık tahmini kayıtlara göre 1948’lere doğru kaldırılmış olabilir. Velhasıl o yerin caddeye bakan bölümü parsel parsel satılmış.
Kervansaray’ın önünden geçerken Cemile babaannemin özlü bir tarihçe anlatısını anımsıyorum. Bina ilk inşa edilenlerden. Gerçi babaannemin söylemesiyle İstanbul Radyoevi ondan önce yapılmış, tee 1945 yılında. Benim çocukluğumda da bu renkli gecelerin mekânı Kervansaray’ın altı restoran ve kulüptü. Varyeteler veriliyordu. Sanırım bugün de aynı ‘kabare’, dansöz oynatmalara devam ediyor. Yerin üstü apartman daireleriydi. Gece sesler işitiliyor, halılar dörde, beşe bölünüyor diye rivayetler dolaşıyordu. Ama bildiğim kadarıyla apartman sakinlerinin çıtı çıkmıyordu.
Kervansaray’ın arkasına, Belvü Bahçesi’nin yerine inşa edilen Hilton Oteli, Türkiye’nin ve İstanbul’un ilk beş yıldızlı oteli. O yıllarda bahçesi mezarlık sahası. Şimdi otele giden yolun önünden geçerken ve otelin kendisine paralel yürürken aklıma neler gelmiyor neler. Cesetleri toprağa karışmış, insan kemikleri üzerine yapılan inşaatlar!!! Tıpkı BBC-2 korku filmi kuşağı gibi…
Ah bir de bizim meşhur Spor Sergi Sarayı’mız vardı değil mi? Onu nasıl atlamışım? Şimdilerde kurucusunun adıyla anılan İstanbul Lütfi Kırdar Icec, 1970’li yıllarda basketbol izleyicilerinin nefesiyle ısınan, nice anma geceleri uğruna konserler düzenlenen ve hatta liselerarası folklor yarışmalarının yapıldığı efsane bir salondu Spor ve Sergi Sarayı. Ben ve ağabeylerim illa Yanki marka Hilton otelin önünden geçer, Cem Karaca’yı izlemeye yüksek tempolu marşlar söyleyerek giderdik.
Spor Sergi Sarayı
Otele ‘yanki’ dediğim için abarttığımı sanmayın. Hilton’un açılışına Hollywood artistlerinin geldiğini söylemişlerdi, ondan ötürü. Hatta biraz da dedikodu yapayım: O yıllarda naylon kumaş pek nadir ve kıymetli, üstelik bizim memlekete henüz uğramamış. Bazı kadın artistler naylon giymişlermiş ve ışıkta içlerine kadar görülmekten kaçamamışlarmış filan…
Mezarlığın karşısında 1856 yılında sörler tarafından kurulmuş namlı Notre Dame de Sion okulundan bahsetmeden geçmeyeyim. Bu sörlerin kurucusu Rahip Theodore Ratisbonne, Musevi’den dönme bir Katolik’miş. Bir dayısı Müslüman olup o zamanki sultanın sarayında bulunuyormuş. Herhalde bundan dolayı peder Ratisbonne Osmanlı İmparatorluğu’na karşı aşırı bir ilgi duyarmış. Böylece sörlerini okul kursunlar diye İstanbul’a göndermiş… Zengin kızların kibarlık ve giyim kuşam konusunda da terbiye edildiği okulun bu ününü zarafetle devam ettiriyor olmasını hiç yadırgamıyorum. Acaba hocaları halen reverans yapılarak mı selamlanıyordur, şapkasız ve eldivensiz sokağa çıkılmıyor mudur bunları bilemeyeceğim.
Harbiye’de bir Fransız okulu
İşte Harbiye’den Taksim’e doğru yürürken eski toprakların karşısındaki caddenin bu kaldırımındaki yapılar bunlardan ibaretmiş diyerek iç geçiriyorum. Lise bina kolonları üstünde tıpkı dünkü gibi ayakta sapasağlam duruyor. Sadece o değil elbet. Bu cadde üzerinde yer alan o eski taş binaların hepsi aynı fabrikadan çıkmış sanki. Hatta bırakın o çok eski tarihleri, ben bile buralardan deniz ok net görürdüm yetmişli yıllarda ama şimdi Hilton Oteli’nin karşısındakilere kaldı tüm boğaz manzarası.
Taksim Meydanı’na doğru devam ediyorum. Daha doğrusu burayı transit geçiyorum hızlı adımlarla. Zira Taksim’i bir başka sefer hem dilediğimce, canımın istediği kadar sokak sokak gezip hem de eskisiyle yenisiyle anlatmayı tercih ediyorum.
Taksim
İşte karşımda İstiklal Caddesi. Bir zamanların Pera Caddesi. Aslında güle oynaya Erenköy’den kalkıp Cemile babaannemin oturduğu Mecidiyeköy’e ulaşmak için çocukluğumun ziyaretlerinde bu havzada en fazla yol kat ettiğimiz caddelerden biri. Henüz birinci köprü meydanda yok. Kadıköy’den bindiğimiz vapurla Karaköy’e geçer, Tünel’den bindiğimiz metro ile Beyoğlu’na çıkar sonrasında İstiklal Caddesi’nden Taksim meydanına yürürdük. Elmadağ’dan yakaladığımız bir otobüsle Mecidiyeköy’e geçerdik. Cemile babaannem annesi Şerife Hatun ile birlikte kalırdı. Doksan yaşında bile taş gibi olan ve başından 9 evlilik geçirmiş Şerife ninemiz tam bir koca canavarı olduğundan bizim Erenköy sülalesi tarafından “kocakarı” olarak anılırdı.
E, tabi o günlerde Boğaz Köprüsü henüz sahnede değildi. O sonra gelecekti… ben 10 yaşında ilkokul beşinci sınıfa giderken köprünün Cumhuriyet Bayramı ertesi açılış yapacağı söylentisi yayılmıştı… tarihler 30 Ekim 1973’ü gösteriyordu…
Tabi 1973 yılında Boğaz Köprüsü trafiğe açılınca İstiklal caddemin fendi de sıkışık çevre yolu bağlantılarıyla söndü. Ancak yetişkin dönemlerimde itibarını sürdürdü diyebilirim.
Takvim yaprakları sonbahar günlerine doğru dökülüyordu. TKP’nin eşgüdümündeki İşçi Sağlığı Derneği (İSD)’nin Tarlabaşı’ndaki merkez binasında gönüllü bir emekçi olarak göreve başladım. Normal şartlarda bu yakada yaşamayı pek tercih etmediğim için özgürlük hakkımı çocukluğumun semtlerinden yana kullanıyor ve eşimle birlikte Suadiye’de oturuyorduk. Tıpkı geçmişteki gibi geliş gidişler vapur yolculuğu ve tünel bağlantısı ile oluyordu. Sonra, ver elini İstiklal Caddesi!
Ama şimdi ters istikamette yani Taksim Meydanı’ndan Karaköy’e doğru yürüyüşümü sürdürmekteyim.
Taksim Alanı
Caddenin hemen girişinde sağ köşede basık Consulat Général de France à İstanbul (Fransız Konsolosluğu) binasının önünden geçerken bir kez daha alıyor içimi bir sıkıntı. Nedense bu binanın yapısını bu caddeye hiç uymadığını düşünmüşümdür hep. Yine aynı düşüncedeyim. Çünkü çevredeki diğer yapılar yüksek ve ekseriyetle görkemli. Kim bilir, eskiden Taksim henüz boşken, caddenin en ucunda bir hastane olarak, Consulat Général de France à İstanbul, inşa edildiği için böyledir belki de.
Taksim’den İstiklal Caddesi’ne giriş
Sol köşedeyse ne olduğunu pek hatırlamıyorum ama benden önceki dönemde Eftalipos Birahanesi olduğunu söylüyorlar. Şimdi yerinde Burger King var. Terası tüm meydanı görüyor ve hamburger severleri kucaklıyor. Oysa eskiden o meyhaneye erkeksiz girilmezmiş diye de kısa bir not düşeyim.
İstiklal Caddesi’nin başı
Fransız Konsolosluğu’nu geçer geçmez sağdaki sokağın, Zambak Sokak’ın başında ezelden beri bir zücaciye dükkânı bulunurdu. Yakın zaman önce satılarak bir fast food -(KFC)- yeri oldu. Öyle ya en iyi giden şey yiyecek, insan midesine söz geçiremez, ağzı durmaz ki, bu yüzden tüm Beyoğlu böyle dükkânlarla doldu. Nerede o güzelim kumaşçılar, kürkçüler, şapka dükkânları? Tuhafiyeciler, terziler, kitabevleri? Işıl ışıl parlayan mağazalar?
Avrupa Yakası’nın Bağdat Caddesi 🙂
İstiklal Caddesi edebiyatımıza bile konu olmuştur. Ziya Osman Saba “Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi” adlı öyküsünde mağazaların değişen vitrinlerini anlatır. Yaşım icabı bu heyecanın önemli bir kısmına ben de yetişmiştim. Yalan değil. Beyoğlu’nun bütün lüksü mağaza vitrinleriydi, öyle aman aman sıkça değişmeyen dekorlarıyla. Londra’nın Oxford Street’i, Paris’in Avenue des Champs Élysées’i, Milan’ın Corso Buenos Aires’i varsa İstanbul’un da İstiklal Caddesi vardı.
İşte şu çocukluğumun İstiklal Caddesi yok muydu? Nerede o günlerin parlak, şaşaalı caddesi, nerde bugünün paçoz bulvarı? Hele, hele… Dekor bir kez değişti mi babamın elini bırakır bütün uyanıklığımı o vitrinin değişen dünyasına verirdim. Bazen yeşil bir ilkbahar, aralarda pembeli, beyazlı, sarımsı bahar çiçekleriyle, bazen kışa sırtını dayamış yanan bir şömine, kalın perdeler, sımsıcak bir kış kulübesi; kimi zaman da mankenlerin makyajlı tuvaletleriyle katıldıkları başıboş bir kokteyl…
İstanbul’un en parlak caddesi şimdilerde biraz karanlık olsa da…
Misal az bir zaman önce
Ya şu kadın eşyaları, çamaşırları, elbiseleri satan mağazalar!.. Bir kadının o mağaza önünden geçerken aklını başından çelecek şu düşünceleri tahayyül ediyorum ki, “Ah bütün şu çamaşırlardan, elbiselerden, tayyörlerden, mantolardan arzu ettiğim kadar alacak param olsa da, onları kullanabilecek, onları giyebilecek, ‘bütün bunlar benim için’ diyebileceğim kimseler yok.”
Bugünün ‘alafranga’ vitrin anlayışından çoook uzak, ama hepsi şiir gibi, şiirli…
Sanki caddenin iki yanına yayılan bütün bu mağazalar, bütün bu insanlara, mutluluk satıyorlar.
İki yanında bu insanları giydirmeye, doyurmaya, eğlendirmeye, bir kat daha mutlu mesut etmeye mahsus dükkânlar, mağazalar, salonlar var ya, onların camekânları önünde durmaktan, hayale dalmaktan kendimi alamıyorum. Misal şu oda takımı ne güzel! İnsan karnını doyurduktan sonra şu uçsuz bucaksız koltukta kim bilir ne kadar rahat eder! Şu abajur, elinde örgüsüne dalmış karısının yüzüne kim bilir ne tatlı bir pembelik verir. O zaman koca, gazetesini bırakarak karısının seyrine dalar… Şu masa karşıki mağazada satılan televizyonlar için mahsus yapılmış gibi, tam uygun gelecek.
Cemile babaannem hayattayken biblolara acayip önem verirdi. Salona hâkim iri kıyım camlı vitrini ufaklı büyüklü çeşit çeşit biblolarla doluydu. Lenduha gibi radyosunun, dantel örtülü televizyonunun üstüne de biblolar dizmeye bayılırdı. Şimdi şu antikacılardan bir biblo da ben alsam, kendisine hediye etsem? İddiaya girerim çocuklar gibi mutluluktan havaya uçardı!
Bugün…
Son birkaç yılın ekonomik krizi fena vurmuş. Mağazalar yakayı ele vermiş, iflas bayrağını çekmiş birçoğu, el değiştiren değiştirene. Boş dükkânlar ise cabası. Kalabalığın güzellikleri sadece yolda yürüyenlerin yüzüne vuruyor. İstanbul denilince belki de ilk akla gelen yerler arasında olan tarihi İstiklal Caddesi son dönemlerde kalabalığı veya güzellikleriyle değil, kapanan mağazaları ile gündemde. Birçok restoran, banka, teknoloji marketi ve küçük esnaf azalan insan trafiği, düşen cirolar ve yüksek kiralar nedeniyle ‘caddeyi’ ya terk ediyor ya da arka sokaklara taşınıyor diye duydum. Çok doğru, Bay Doğru!!
Geçmişte şehrin şu en büyük mobilyacısı nasıl da bütün bir yatak odası takımını teşhir ederdi, bugünse sırf hayalden ibaret. İki kişilik karyola, atlas yorganı serilmiş, başucunda komodinine, üstündeki gece lambasına, yerde küçük halısına, pencerelerdeki tül perdelerine varıncaya kadar düşünülmüş, tam bir yatak odası… Makyaj her yerde… Perdelerin arasından da bir ilkbahar dekoru gözüküyor. Bütün oda mavimtırak, loş bir aydınlık içinde, yeni sahiplerini beklemekten sabırsızlanıyor gibi…
Ve fakat yakat odama uygun gördüğüm bütün bu takımı nereye taşımalı? Şu boyumu fersah fersah geçen, kat kat apartmanların hangi katı benim olabilir?
Aman eksik kalsın! Apartmandan epeyce nefret ederim. Bahçeli ev olmazsa olmaz. Benimkisi laf işte!
İlerliyorum…
İstiklal Caddesi diğer taraftan bir sinemalar rüyasıydı: Emek, Yeni Melek, Atlas, Saray, Lüks, Rüya, Lale, Yeni Ar, Dünya, Fitaş… Bu sinemalarda birbirinden etkileyici filmler seyretmiştim. Her biri hayal dünyamı, beyaz perde dağarcığımı zenginleştirmişti. Şimdi bu sinemalardan kaçı kalmış diye çevreme bakıyorum aval aval. Ruhum sıkılıyor. Canım sıkılıyor. Eskilerin çoğu gitmiş, yenileri gelmiş ama o eski hava yok sanki. Ne tiyatrosu tiyatro, ne sineması sinema… Varsa yoksa kafeterya, lokanta… Gerçek İstanbullu olmayan İstanbulluların ‘rüya kentinden’ safsata manzaralar bunlar…
Beyoğlu’nun müdavimleri
İstiklal Caddesi denildiğinde benim aklıma sinemalardan sonra namlı Çiçek Pasajı gelir. Önünden geçerken içeriye bir göz atıyorum. Nedense bomboş görünüyor. Herhalde yine rağbet akşam saatlerinde olmalı diye düşünmeden edemiyorum. Birden canım çekiyor gezgin işi fıçı bira, patates kızartması, midye tava. Sırası mı şimdi? Beynim bacaklarıma hükmediyor ve ağır ağır uzaklaşıyorum kapısından. Sanki başım gövdemin arkasında kalmış gibi. Tarihi binanın kızartma kokan masalarında yaşanmış zamanlara dalıp gidiyorum.
Kim ne derse desin, Beyoğlu, Tünel, Taksim ve İstiklal Caddesi zaten bir yaşanmış zamanlar, saltanatlı saltanatsız hayatlar yumağıdır. Caddeye egemen birbirinden görkemli apartmanlar, başımı her seferinde kaldırıp baktığımda durup seyretmeden yapamıyorum. Elimde olsa her birini ayrı ayrı fotoğraflamak istiyorum. Ama bugün olmaz. Bunu bir başka tura, sadece İstiklal caddesi ve ara sokaklarına yapacağım zamana erteliyorum. O ara sokaklar çok önemli. Cadde ile kesişen hayatların farklı yaşam abidesidir onlar. İstiklal’e açılan bu ara sokaklarda karanlık, kuytu yapıları, gizemli hayatları, büyük kederleri duyumsamadan geçip gitmek olmaz.
Galatasaray Lisesi’nin önünde OHAL izlerini görmek mümkün. Doğrusu yol boyunca eli makineli tüfeklilere rastlamak göğsümü daraltıyor yeteri kadar. Mağazalara dalarak oyalanmak istiyorum.
Bu arada İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB), nostaljik tramvayın seferlerine altyapı çalışmaları nedeniyle ara vermiş. Yol tamamen yürüyen insanlara kalmış. Gerçi arada bir önüme bakmadan edemiyorum. Aksi hâlde yerinden oynamış bir kaldırım taşına, mıcıra, çukura batıp çıkmamak imkânsız gibi.
Demode Moda
Etrafıma baktıkça insan farklılıklarını incelemeden yapamıyorum. İstiklal Caddesi denilince hep şöyle söz edilir ya, bence tam bir yanılgıdır, herkes iyi giyimli, şık olmaya çalışan insanlar, erkekler kravatlı, kadınlar şapkalı, fularlı ve eldivenli falan filan… Gerçekten her zaman temiz pak insanlar mı dolaşırdı bu caddede? Anılar yazan birçoğuna göre böyle bir anlatma modası var. Neymiş? Herkes özene bezene giyinip Beyoğlu’na çıkarmış…
Külliyen yalan!
Benim hatırladığım cadde her zaman farklı yüzleri yansıtırdı. Kozmopolitti yani. Dün de öyle bugün de. Yalınayak çocukları nasıl unutabilirim? Ama sanki o ayaklar sulu sepken yağmur altında, kar, kış kıyamette hiç üşümezdi. Herhalde alışmışlardı. Tamam bu ekstrem bir örnek ama söylemeye çalıştığım iyi giyineni, üstü başı döküleni daima yan yanaydı.
Şimdiki moda yırtık pırtık blucinler, her tarafından iplik sarkan kot pantolonları da göz önünde bulundurur, şıklıktan ziyade rahatlığını düşünen gençliği varsayarsam Beyoğlu’na ayrı bir anlam kattığını kim yadsıyabilir ki? Efendim, işte ülkede pek de görülmeyen demokrasi burada var gibi. Efendisiyle iti kopuğu, sağduyulusuyla serserisi, bıçkını bir arada, iç içe. Türbanlısıyla açık seçik dolaşanı, uzun kara çarşaflısıyla, mini mini eteklisi bir arada, iç içe. Sakallısıyla, bıyıklısıyla, sinekkaydı tıraşıyla, üç numara saçlı olana nispet yapan uzun saçlı, at kuyruklu, tokalı, küpeli, özgür kimlikleriyle, renkli simalarıyla herkes bir arada, iç içe…
İstiklal Caddesi’nde bir Şişhane bir de gizli Tünel
Kabataş’tan Harbiye’ye, Taksim’den Eminönü ve Sirkeci’ye sırtında 7,5 kg ağırlıkla yayan gitmeye karar vermiş bir insan tavrıyla etrafı seyrede ede Şişhane metro istasyonundan aşağıya, Galip Dede Caddesi’nden Galata Kulesi’ne ve oradan Yüksek Kaldırım’dan Karaköy’e doğru istediğim kadar yavaş, eski kitap satan dükkânların camekanları önünde istediğim kadar oyalanarak inebilirim. Diyeceğim de yerlerinde yeller esiyor bu sahafların. Neyse. Basamaklardan kaplumbağa hızında inebilir ve denizin maviliğindeki martıların umudunu yakalayabilirim belki.
Yüksek Kaldırım: Beyoğlu’nda en sevdiğim cadde
Yüksek Kaldırım, ezelden beri yaşantıma düşlerle girer. Yokuşun başını karşılıklı bekleyen vitrinlerde ergenlik oyuncaklarım, söz gelimi farklı renkler farklı türlerde gitarlar sergilenir. Yüzümü vitrine yaklaştırırım. Hangi festival organizasyonu pek farkında değilim ama elektro, bas, akustik, İspanyol hepsinin bana ait olduğunu düşlerim. Tıpkı Karaköy’ün alt geçidindeki müzik mağazasında gördüğüm gibi, Galip Dede Caddesi’nin Zuhal’indeki Fender benimdir örneğin. Düşler babamın benden habersiz bana sürpriz yapmak amacıyla amcama verdiği siparişle Almanya’dan, Münih’ten gelen mavi deri kılıf içindeki muhteşem basgitarla gerçeğe dönüşür. Dünyalar benim olur. O an vereceğim konserleri, çıkaracağım albümleri, turneleri aklımca hazırlarım. Yeterli imkânı bulamadığım için The Beatles’a feci kızarım. Ünlü olmamak çılgınlık gibi gelir bana. Londra semalarında John Lennon’a kavuşurum ama mavi kılıfın içindeki gitarımı arkamda bıraktığımdan buruk bir kavuşmadan öteye geçmez buluşmamız.
Oldukça dik bir yokuştur Yüksek Kaldırım, evet. Ne var ki yürümemi asıl güç kılan, yolumu sağlı sollu kesen sokakların güzelliği. Bu sokaklarda İstanbul’u İstanbul kılan her şey bir arada, sanki hep bir şeyi kanıtlamak istermiş gibi duruyor. Başımı şöyle bir çevirmemle beni o an bir fotoğrafçı, bir sinemacı, kelimenin tam anlamıyla bir ‘şair’ yapıyor. O an kaldırıma oturup bir iki dize karalamak istiyor canım.
Müzik dükkânlarını, doğramacıları, Mevlevihane’yi geçince işimin daha da zorlaştığını anlamakta gecikmiyorum. Meğer Galata Kulesi’ne, kuleyi çevreleyen meydana, meydanın ortasına güzel bir espri gibi kondurulmuş kahveye direnmek herkesin harcı değilmiş.
Galata Mevlevihanesi
Karaköy’e dimdik inen Yüksek Kaldırım
Kanatları takıp uçan adamın kulesi: Galata
Derken tatlıcılar… Soldaki sokağın derinliklerinden gelen Arabesk şarkıları. Durduğum yerden baktığımda, sokağın az ilerisinde kıvrılıp görünmez olduğu noktada parlayan bağrı yanık birkaç neon. Genzime ilk ürkek adımımla dolacak, tarifi imkânsız bir koku. Ben hiç uğramamıştım ama anlatanlardan çok hikâyesini dinlemiştim. Dinlerken tecrübe etmiştim o kokuları. Aklımda Yahya Kemal’den, Orhan Veli’den, Bedri Rahmi’den bir sürü, bir sürü dize, bu sokaklardan gelip geçen nice Türk filmleri, Gustave Flaubert’in lüzumsuz yere utangaç genelev anıları…
Mazide bir Karaköy vardı, şimdi gerçekten Kara-Köy!!!
Zürafa Sokak neyime; fotoğraf makinemin kadrajından dikkatle bakınca, yürüdüğüm yokuşun eteklerinde mavilikler var. Deniz.
Arkamı dönüyorum. Galata Köprüsü karşımda, beni kendisine bir daha çekecek gündüz ışıltısıyla uzanıyor. İçimde o anda uyanan duygu yine bu şehre çok ait bir duygu. Burayı, belki gördüklerim, yaşadıklarım; belki de daha fazla anlatılanlar, okuduklarım yüzünden, yalnızlara; hayata yenilgilerine, terk edilmişliklerine, küskünlüklerine rağmen bağlı kalanlara öyle çok yakıştırıyorum ki! Gün boyunca balık tutmak için o tırabzanların kenarına kimler gider, hiç kuşku yok ki binbir özenle koruduğu, hayatının vazgeçilmez bir parçası yaptığı oltasını sallar? Olta sallamak… Hayatın ortasına sallamak gibi denizin ortasına, dibine sallamak. Arabalar ve şimdi üzerinden geçen T1 tramvayı, sırtlarını dönmüş gibi göründükleri hayatların içinden geçerken, zaman onlarda, öğle güneşinin parıltısında, belki de günün farklı, değişen saat ve seslerinde, akşamın eve bir kova dolusu istavritle dönecek olmanın kazandırdığı küçük zafer duygusuyla yaşanan son renklerinde nasıl akmakta acaba? Kim bu insanlar? Nasıl bir hayatın içinden geçip giderler?
Hep bir merak, hep bir merak…
İşte benim köprüm
Şehrimden uzun yıllar önce geçmeye başlayan bu köprü, sadece iki yakayı birleştiren bir köprü değil, yaşayan, nefes alıp veren, belleklerde silinmeyecek izler bırakmış bir köprüdür artık. Bende tüm boğaz köprülerinden daha fazla iz bırakmış, hayatıma anlam kazandırmış bir köprüdür Galata Köprüsü. Eminim geceleri yine balık restoranları, meyhaneler yine ışıl ışıldır. Gene eminim; her akşam olduğu gibi bu akşam da buraya eğlenmeye doyasıya yaşayabileceklerin yanı sıra, yalnızlıklarını, kalabalıkların içinde örtmeye çalışacaklar gelecek.
Kim bilir belki bir akşam sefasında gelir fotoğrafların duygusuna dâhil edebilirim tüm bunları.
Ah bir de muhteşem, simli kartpostallarım vardı…
Büyük dedelerimin, çocukluklarını hatırlarken, bu köprünün henüz inşa edilmediği günlerde, bir yakadan ötekine kayıklarla geçilen zamanı nasıl da özlemle hatırlıyor olabilecekleri geldi o anda aklıma. Ya da Mehmet dedemin henüz daha 9 yaşındayken yenilenmiş haliyle üzerinden defalarca geçişini, ve hatta 60’lı yılların ikinci yarısında elimden tutarak beni Eminönü’nde ‘kuşlu parka’ götürüşünü, bana ısmarladığı bir sade gazoz eşliğinde kendisine de bir fincan kahve söylediği, birlikte o İstanbul’u gözlerimiz dolarak ama heyecan içinde görmeye, hayal etmeye çalışıyorum. Yok, yapamıyorum. Gereği yok. İçim acıyor. Yeni günlere dayanamayacağı anlaşıldığından herhalde, yeni köprü safsatası olarak şu önümde uzanan sıkıştırılmış yol yaşantısına üzülerek bakıyorum. Nerde benim eski köprüm be!
Vah vah, en son Ayvansaray – Hasköy arasında görmüştüm, meğer tamir bahanesiyle tersaneye kaldırılmış. Geri döner mi bilinmez ama dönse de eski yerine olmayacağı kesin. Ne acı!
Zaten giden gidiyor, geri gelmesi imkânsızlaşıyor. Erenköy’ün kaç köşkü hayatta kaldı acaba?
Şimdi sırası mı bunu düşünmenin?
Nasılsa o köprü benim tarihime çoktan yazılmıştı, tıpkı köşkler, yalılar gibi. Artık ahşap olmaması, geçişinin bir zamanlar yayalar için bile paralı olması sadece bir teferruattan ibaret. Orada Orhan Veli’yi, Sait Faik’i, Kemalettin Tuğcu’yu görmem bile bir teferruat. Nasılsa köprü tarihindeki şiiriyle, benden de geçiyor…
Eminönü her zaman telaş içinde
Köprünün öte tarafında herkesin kendi telaşında, kalabalıklarında ve yalnızlığında yaşıyor olduğunu, hayatın başkaları için devam ettiğini, kendime yeniden söyleme ihtiyacı duymam, bu buruk sevinci derinleştirmemi sağlayabilir. Gerçi Yeni Cami meydanına park etmiş referandum propaganda araçları gürültü kirliliği yapmakla kalmıyor, aynı zamanda kalabalıkları birbirine düşürmek için fırsat kolluyor ve ben bu hengâmenin ortasında kalmaktan nasıl kurtulurum diyerek köprüye yeniden bakıyorum.
Nedense Eminönü meydanını çocukluğumdan itibaren sadece gündüz kalabalığıyla tanımış ve yaşamıştım. Çekicilikleri ve tüm sıkıntılarıyla…
Eminönü her zaman canlı
Hikâyeler uzun… Ama çok uzun… Burada yazmakla bitmez… Balık ekmek kokusu, şehrin belki de en iyi pastırmasının, eski kaşar peynirinin satıldığı çarşısı, Yeni Cami’si ve güvercinleriyle Eminönü…
Hünkâr Kasrı
Balkan Harbi’yle gelen birçok Rumeli acısını da taşımış, Hareket Ordusu’nun yaşananlara el koymasının ardından, Abdülhamit’i bile tanımış tren garı, Borsa ve Konyalı restoranları, artık göremediğim Üç Kardeşler ve Yordan işkembecileri, benzersizliklerine hep inandığım Filibeli ve Namlı Rumeli köftecileri, eşsiz kokulu, raflarında Ece Ajandalarının, Saatli Maarif Takvimlerinin, sarı yapraklı müsvedde defterlerinin, kokulu ve kokusuz silgilerin, kurşunkalemlerin, daktiloların, daktilo şeritlerinin, mürekkep şişelerinin, kurutma ve karbon kâğıtlarının yanı sıra, birbirinden çekici dolmakalemlerinin de bulunduğu Ankara Caddesi ve Cağaloğlu yokuşunun güzide kırtasiyecileri, çarpıcı mimarisiyle beni her zaman etkilemiş Büyük Postane’si, Aşirefendi Caddesi’ne çıkan hemen yanındaki yokuşta, kendimi bildim bileli, çok küçük dükkânlarda mekân tutmuş, her geçen gün biraz daha azalan, eksilen çakmak ve dolmakalem tamircileriyle Sirkeci…
Türkiye İş Bankası’ndan çok güzel tarihi bir müze
Eminönü’nden Sirkeci’ye
Çocukluğumun akide şekercisi
Sirkeci sokakları
İşte yine tarihi bir mekân…
Kitapçı mı aradınız? Buyrun Cağaloğlu Yokuşuna…
Ülkenin her anlamda nabzını tutmuş, kendilerini sonradan şehrin çok dışına sürmüş gazeteleri, birçok yazar adayının hayalleriyle soluk alıp vermiş veya bu yazarların hayallerine nefes vermiş yayınevleri, eski hanlardaki ağır sigara dumanı kokulu, edebiyata gönül vermiş, dergi yazıhaneleri, daha doğru bir deyişle de odalarıyla Cağaloğlu…
Cağaoğlu Yokuşu
Baharat kokuları ve kuruyemişçileriyle beni her zaman kopmak istemediğim bir tarihe çağıran Mısır Çarşısı, akide şekerleri, çifte kavrulmuş lokumları, fıstıklı helvası, özellikle de yaz aylarındaki buz gibi turunç ve demirhindi şerbetleriyle birçok hafızada derin izler bırakmış Ali Muhiddin Hacıbekir’i, nedense biraz onun gölgesinde kalmış Hafız Mustafa’sıyla Bahçekapı…
Benzersiz aroması önünden geçenin yolunu çevirebilecek Kurukahveci Mehmet Efendi’siyle Hasırcılar; nerdeyse her türlü ithal, bir zamanlar da kaçak malın satıldığı Tahtakale; yoksulluğun kendini çok renkli bir dille sergilediği Mahmutpaşa…
Cepheleri tarihi dokusunu kaybetmemiş orta Avrupa kentlerindekileri andıran, başka yerlerde hiç kuşku yok ki farklı şekillerde değerlendirilme imkânı bulabilecek birbirinden çarpıcı, ancak ne yazık ki kelimenin tam anlamıyla köhnemiş, bir zevksizliğe teslim edilmiş, tarih duygusundan yoksun bir dizi ticaret erbabının doldurduğu, çoğu pis, karanlık, artık hiçbir sabunla temizlenmeyecekmiş gibi görünen iş hanları, tefeciler, döviz kaçakçıları, bankalar, bankalar, bankalar…
Çocukluğumun en muhteşem palası: Sirkeci Tren Garı
Yeni zamanların Galata Köprüsü karşımda dikilmiş beni bekliyor. 12:50’de Eminönü meydanında verdiğim kahve & sandviç molasında trafiğin keşmekeş halini hüzünle seyrediyorum. Şimdi sırada Karaköy’den Kabataş’a geri dönüş yürüyüşü var. Yerimden doğruluyor, karşıya geçmek için trafik ışıklarının olduğu yaya geçidini kullanıyorum.
Bende İstanbul Hatıraları Kaldı…
Bensiz İstanbul olmaz…
Galata Köprüsü
Galata Köprüsü’nde balık tutanlar ve kayıplara karışan Karaköy-Kadıköy Şehir Hatları Vapur İskelesi
Geçici kondurulmuş Karaköy-Kadıköy Vapur İskelesi
Bu arada Karaköy’ü bir başka serüvende yeniden ele alacağım için es geçiyorum. Eski iskelenin varlığında bir Karaköy’ü anlatmak boynumun borcu. Şimdi pek çok yerde olduğu gibi onun da yerinde düdük gibi bir iskele yer alıyor. Nedense insanlar iskelenin bu haline alışmış gibi görünüyor. Evet, alıştırılmışlar! Arka fonda boylu boyunca tuhaf kafeteryalar dizilmiş. Göçen iskelenin ruhuna dua edecek değiller ya, milleti bir çay bardağına kandırmakla meşguller…
Rıhtım’da oturduğum yerden termosumdaki son kahve damlasıyla Sarayburnu’na bakıyorum. Çocukluğumda hayli uzak görünen o kıyıcık neredeyse gözüme batacak kadar yakınlaşmış durumda.
Tophane Kasrı
Kahvenin tadı damağımda martılara veda ederek Kemankeş Caddesi’nden Mumhane’ye, oradan da yürüyerek Kılıç Ali Paşa hamamının köşesinden Necatibey Caddesi’ne çıkıyorum.
Tophane Çeşmesi
Artık oyalanmadan, sağa sola sapmadan Kabataş’a gitmem gerekiyor.
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
Kalabalıkların içinden kalabalıkların dışına… Dışardayım artık…
Vakit 6 saatlik kısa fakat güzel bir İstanbul başlangıcından sonra Longoz ormanlarının havasını solumaya doğru yol alma zamanı. Sanırım önce Çatalca’dan geçeceğim. Aziz Nesin’in sıcakkanlı, zeki çocuklarına da uğrayıp bir hal hatır sormadan olmaz……
TUR ile İLGİLİ DETAYLAR
Tur Tarihi: 10.04.2017; Pazartesi
ROTA: Kabataş >> Harbiye >> Taksim >> Beyoğlu >> Karaköy >> Eminönü >> Sirkeci >> Cağaloğlu >> Çemberlitaş >> Beyazıt >> Eminönü >> Karaköy >> Kabataş (V)
Güzergâh Seyri: Kabataş >> İnönü Caddesi >> Harbiye >> Taksim >> Gezi Parkı >> Cumhuriyet Caddesi >> Taksim >> Beyoğlu >> İstiklal Caddesi >> Yüksek Kaldırım >> Galata Kulesi ve Meydanı >> Karaköy >> Galata Köprüsü >> Eminönü Meydanı >> Sirkeci sokakları >> Cağaloğlu yokuşu >> Bab-ı Ali >> Çemberlitaş >> Beyazıt >> Nurosmaniye >> Kapalı Çarşı >> Mahmutpaşa yokuşu >> Mısır Çarşısı >> Eminönü iskeleler >> Karaköy Rıhtım >> Kemankeş Caddesi >> Mumhane Caddesi >> Kılıç Ali Paşa Hamamı >> Tophane Parkı >> Fındıklı Parkı >> Kabataş (V)…
Turun niteliği: Sırt çantalı idman yürüyüşü
Tur mesafesi: 38 km
Yürüyüş mesafesi: 13 km
Toplam kat edilen araç mesafesi: 25 km
Kullanılan ulaşım aracı: İETT Otobüs
Toplam tur zamanı: 6 saat
Toplam yürüyüş zamanı: 4,5 saat
YAPILAN HARCAMALARIN DETAYI
Ulaşım: 4,60 TL
Yeme-içme: Şahsıma ait “Beslenme Sepeti”
Diğer: 1 TL
Toplam Masraf: 5,60 TL
Bir sonraki serüvende görüşmek üzere; sevgiyle kalın,
Gezenti Şeref
***…***