Beşiktaş’tan Ortaköy’e, Arnavutköy’den Bebek’e Rumeli Hisarı’ndan Emirgan ve Tokmak Burnu’na…
Kolye gibidir Boğaziçi… Birini boynumdan, diğerini hayatımdan çıkartırsam izi kalır… Kolyenin izi bir süre sonra geçer; Boğaziçi’nin izi geçmez, yarası kalır, hüzünlü bir hatırası kalır! Boğaziçi bende oldum bittim iz bırakan nadir yerlerdendir…
Denizler ve kıyılar…
Sadece bu iki sözcük bile, taşıdıkları yükü şöyle bir hatırladığımda, ne çok hikâyeye açılıyorlar… Öyle çok farklı duygularda söylenmiş olmalarının hayatıma kattığı derinliğe bu yüzden tüm benliğimle bağlanmak istiyorum. Kıyılar bu derinliği biliyor, beni anlıyor, erguvanlar, manolyalar, balıklar biliyor. Bir de kuşlar. Boğaziçi’min kuşları… Onlar da biliyor. Yerlileri de, zamanı geldiğinde uğramayı eksik etmeyen göçmenleri de… Bu bağlılık başka bir bağlılık işte…
Yıllar sonra ‘sırt çantalı’ bir Boğaziçi turnesi organize etmek elzem oldu. Rotamı belirledim, çok fazla içerilere dalmadan Beşiktaş’tan Emirgan’a kadar kıyı kıyı yürümeye karar verdim.
Pazar gecesi çocukların şimdiki ‘öğrenci’ evinde konaklamak üzere vaktiyle Ahmet dedemin kendisine toprak bahşedildiği ama nedense hiç gidip yerleşmediği köyünden, Çerkezköy’den yola çıktım. İstanbul’a bu geliş gidişler biraz yorucu ama her şeye değiyor. “GAZA GELDİM🚶🎒 Doğada Tabana Kuvvet” yürüyüşlerim için antrenman amaçlı bir ön programı oluşturduğundan keyfime diyecek yok.
Ertesi gün…
Merdivenleri hızla iniyorum, sokak kapısını bir koşuda geçiyorum, kapının iyice ağırlaşmış kilit demirine elimdeki şemsiye ile dürtüp açmamla: Paspas! Apartmanın hemen mermer basamak girişinde yatan şirin kara kıllı şey.
Şimdi, hiç tanımadığım, belki tanışmak da hiç mümkün olmayacak kapı komşuların mülkiyetindeki pencerelerinin kâh kapalı perdeleri, kâh yarı açık tülleri önünden, bir başka zamanın güya morumsu erguvanlar aydınlığında, yürüyerek değil, 15 kiloya yakın sırt çantamla, sevinçten adeta uçarak geçtiğimi sanıyorum… Çünkü bu beton mezarlığını arkamda bırakarak Boğaziçi’nin hayallerine dalıyorum. Çünkü bu şehirde hayalet apartmanlardan sıyrılıp nefes alabildiğim ender yerlerden birisi Boğaziçi.
İşte yine aklıma çocukluğum düşüyor…
Kendine haiz arsızlığı ile namlı mahallem Kazasker ve onun yegane hatıralı sokağı: “Şakacı Sokak” da beni kolumdan tutar, illa bir yerlere götürürdü. Bazen bisikletimi çekeler, bazen hovarda bacaklarımı. Sokağın sonunda ya bir arkadaşım, ya bahçe komşularımız, ya da akasya ağaçların sarıp sarmaladığı mahalle dostlarımız. Kazasker’den Kozyatağı’na, Erenköy’den Suadiye’ye, Bostancıya, tüm sokaklarımın her mevsim rengi değişirdi. Bazen yeşerir, çiçekler açar, bir kedi kaçardı önümden. Bazen de bembeyaz örtüye bürünür, ağaçlar önce sararıp solar, sonra yaprak döker, nihayet o çıplak dalları karla örtülür, serçeler penceremin önünde ekmek kırıntısı bekler.
“Şakacı Sokağı”mın anıları bitmez. Yaşar bu anılar, hem bende hem o dansöz gibi hareket eden kıvrımlı sokakta. Rengini mevsime, ışığa göre değiştirmeyen sokak artık sokak değildir. Bunu bilir, bunu söylerim. İstanbul’un her sokağı gibi betonlaşmış bir sokağın anısı bile olmaz. Anılar hep geçmiştendir. Oradan akıp gelir. O şimdi tıpkı benzerleri gibi kemikleşmiş bir iskelettir, kokusu da yoktur, rengi de. Yani sokak de değildir. Renkler ve anılar sadece fotoğraflar da kalmıştır. Böyle böyle bitmiştir, Şakacı Sokak, İstanbul ve tüm diğer sokakları. Artık dünyanın en güzel ışığı bile aydınlatsa bu sokağı, sokakları, yeşerecek yaprağı, yaprakları, koklanacak çiçeği, çiçekleri yoktur.
Ya Boğaziçi?
Çok şükür, orada mevsimler de vardır, kokular da, renkler de…
Kuruçeşme
10:00 otobüsüyle Beşiktaş’a indiğimde aklıma hep bu düşünce hâsıl oluyor. Anlaşılan gene meydanı arkamda bırakıp, Ortaköy istikametinde yayan gideceğim. Aynı geçtiğimiz hafta içinde, yani Perşembe günü (13.04.2017) hayat yoldaşım ve kızımızla birlikte yaptığımız, eski anılarımızı yâd etmekten çok keyif aldığımız Ortaköy, Sarıyer yürüyüşü gibi… Çırağan Sarayı’nın köprüsü altından gene geçeceğim elbette. Ortaköy’de durduğum zaman, o pek tanıdık küçük kilise, yine bugünkü gibi, daha çok bir çıngırak sesiyle çan çalmaya koyulacak. Daha sonra, cadde, bugün genişlediği yerden, gittikçe daralmaya başlayacak. Bir müddet, kıyı tarafını işgal etmiş eski büyük yalıların bahçe duvarları, İhtisas Kulübü, Sosyal Tesis, Reina, diğer restoran işletmeleri, otoparklar arasında kendime zorlukla yol açar gibi ilerleyeceğim, ta ki Kuruçeşme Parkı’na varıncaya değin.
Parkın kıyısında tekneler
Parkın içinden geçerek, biraz olsun kesif egzoz kokusundan sıvışmış olmanın mutluluğu içerisinde Arnavutköy sahili boyunca kıyı kıyı yürüyüşümü sürdürüyorum.
Hayatlar Çıkarmak
Yalan değil, yol güzergâhım boyunca farklı yüzlerle karşılaşmanın merakı içindeyim. Her birinden hikâyeler, öyküler, masallar çıkarabilir, onlarla yaşamayı paylaşabilirim. Hayatlar çıkarmak. Tıpkı gezdiğim diğer şehirlerdeki gibi… Herkesin kendine göre bir öyküsü vardı sonuçta. Herkes coğrafyasını yaşayabildiğince yaşıyordu. Neredeydi şimdi birden aklıma gelmedi ama, ne fark eder, hemşerilerimin tarihin akışında inşa ettikleri o kuş evleri nasıl da büyülemişti beni. Hiçbir şey boşuna değil. Besbelli, mutlaka bir anlam taşıyor. Arnavutköy sahilinde balık tutan, balık avcılarına gereksinim duyabilecekleri ıvır zıvırı satan, başının üstündeki tepsisinden simit satan, daha da doğrusu satmak için elinden geleni yapan, üstü başı dökülen, kim bilir hangi yoksulluğa yazgılı o küçük çocuktan boşuna etkilenmiyorum.
Ortaköy ‘öğrenci evi’ ziyaretlerim sırasında, yıllardır kendisine pek aşina olduğum, her sabahki yürüyüşlerim esnasında kendisiyle karşılaştığımda benden kısacık bir günaydını eksik etmeyen, ve cebimde o anda ne kadar harçlık varsa kendisine uzattığımda yüzüne tebessümler konduran, önündeki derme çatma arabasına çöpleri karıştırarak bir şeyler doldurmaya çalışan o teyzeyi nedense görememenin üzüntüsünü hissetmeden geçemiyorum.
Kim bilir nerelerdedir şimdi?
İki yaka hem birbirine çok benzer hem de hiç benzemez
Nasıl baktığına bağlı!
Boğaziçi’nin bu yakası ile yakından, samimi anlamda bu denli içli dışlı tanışmak ancak evlatlarımın Ortaköy’de oturmaya başladığı döneme denk gelmiştir. Yoksa çocukluğumda bu taraflara öyle gelip gitmişliğimiz pek yoktur. Ancak kırk yılda birkaç sefer filan olmuştur herhalde. Zira bizim için Boğaziçi her zaman Anadolu yakasında, Kadıköy’den Anadolu Fener’ine uzanan kıyı boyunca olmuştur. O kıyıdaki turumu gerçekleştirdiğimde de apayrı bir heyecanı duyacağıma şimdiden emin gibiyim.
Sahilden geriye, sırtlara doğru uzanan semtin yerleşiklerinden büsbütün bir heyecanla dinlediğimde: kırk-elli yıl öncesinin Arnavutköy’ü, Boğaziçi’nin en güzel semtlerinden biriymiş. O zamanlar buraya tramvay da geldiğinden ayrı bir güzellik katıyormuş. Cadde boyunca geçerken çın çın öten tramvaylar. Kulağa bile hoş geliyor şimdilerde.
O yüzden ben de hemen şu anda, şuracıkta, Kuruçeşme korusunun eteklerinde, bir maziden gelip bir başka maziye giden tramvay hattını gözümün önünde canlandırıyorum. Yolun şeklinden olsa gerek hat birden tekleşiveriyor. Ne yapalım, durup karşılıklı bekleyebiliriz. Ben ve diğer tramvay müdavimleri. Şu kadarcık zaman ne geçmez oluyor! Dört gözle beklediğimiz tramvayın önce gürültüsünü işitir gibi oluyoruz, arkasından onu, birden kırmızı kırmızı, karşımızda buluyoruz. Vatmanlar çanlarıyla birbirlerini selamlıyorlar. Aaa, bir vatman da beni selamlıyor, yok, galiba yanına çağırıyor. Bunu bana doğru yaptığı füsunkâr el işaretinden anlıyorum. Yakından bakınca vatmanın kim olduğunu çıkartıyorum. Dudağımın kenarına bir kıvrım yerleşiyor, gevşek gevşek gülümsüyorum kendisine. Meğer vatman amca, annemin ağabeyi, Mahmut dayım çıkmasın mı?
Haydaaa. İşte sürpriz diye buna denir…
Onlar geçip gidiyor, biz yayan sakinlere bırakılan, artık serbest kalan hatta gönül rahatlığıyla sapıp yeniden kıyıya doğru yola koyuluyor, beton zemin üzerindeki işaretsiz yürüyüş parkuruma dönüyorum.
Arnavutköy
Arnavutköy’üne gelince, deniz havası daha Akıntı Burnu’ndan itibaren esmeye koyuluyor; bizim çocukların şimdiki geçici lokasyon payitahtı, Ayazağa’nın isli havası silinip gidiyor.
Her an çarpıntılı denizi, sert rüzgârlarıyla Akıntı Burnu, bugünkü Boğaz müjdesini veriyor; fakat şimdiki Arnavutköy’ün çoğu restore edildiği anlaşılan varlıklı evlerin önünden geçerken insan değişen İstanbul’un farklı kültürlüğünü düşünmeden edemiyor. Hâlbuki eskisi gibi olsa ben şahsen gönül rahatlığıyla gider, kapılarından birini tıklatır, kendilerinden bir bardak soğuk su isterdim. Böyle bir istek bugün aklımın ucundan geçmez.
O yıkılan hayatlar gibi, yıkılan evler de, eriyip giden, yırtılan bir “kültür” entarisi.
İyi ki deniz var…
Her biri yüksek duvarlarla ve demir parmaklıklarla kafesli yalıları, her zamanki olağan yürüyüş seremonilerine çıkmış şık spor giyimli beyefendilerin, bebek gibi kızların da yanından geçtikten sonra, bebek bahçesinin etrafını, çimlere karışmış sesler ve deniz kokusuyla, adamakıllı bir tur dolanmadan yapamayacağımı anlıyorum. Bebek beni bu harika seslerle, kokuyla karşılıyor, ben Bebek’e ancak bu sesi ve kokuyu duyduktan sonra kavuşuyorum.
Nicedir aklımı çeliyor: şu semtin adı niye Bebek konmuş diye?
Bebek sahilinden Kandilli’ye göz kırpmalar filan…
Elbette Boğaziçi’nin kıyı boyunca edindiği gani adlar var ki insanda merak uyandırmasın. Hatta birçoğu “–köy” takısıyla son bulan semtleri de. Ama sebepsizce ben hep şu Bebek’e takmışım kafayı. Kim bilir belki de ezelden beri alafranga bir semt görünümü taşıdığındandır.
Oysa hikâyesinden öğreniyorum, Avrupai havadan filan değil. Bizans döneminde küçük şirin bir balıkçı köyü olan bu semte, İstanbul’un fethi sırasında bir bölükbaşı atanıyor. Adamın adı sanı Bebek Çelebi. Onun korumasında olduğu için bu yerlere Bebek demişlermiş meğerse. Neyse ne. Acayip güzel ve cana yakın bir isim. Hiç olmazsa bende hep şu hezimeti çağrıştıran “Vaniköy” olmamış. Böyle süslü püslü bir Boğaziçi köyü olarak kalmaya devam etsin.
Değişen çevre, değişen kent mimarisi
Şimdi bir kıyaslama yapacak olsam, nasıl ki Arnavutköy mütevazı bir semt görünümündeyse, Bebek, bizim vefalı Ortaköy’den de epeyce sınıf atlamış hoppa görüntüsünde bir yerleşim merkezi. Üstelik zengin genç kütlenin yemek içmek ve hatta söyleşili eğlenmek sebebiyle en fazla tercih ettikleri mekânlar burada. Tabi sırf son model arabalarıyla yolların ağzına kadar park etmeyi kendilerine hak gören varsıl züppe gençlik dersek bu da yanlış olur. Ancak en çok göze çarpan onlar olduğundan böyle söylemeyi yeğledim.
Ortaköy’den Arnavutköy’e, Bebek’ten Aşiyan’a, Aşiyan’dan Rumeli Hisarı’na ve tabii Emirgan’a uzanan Boğaziçi semtlerinin asıl güzelliği de burada. Yani bir semtten diğerine, bambaşka dünyalar çıkıveriyor insanın karşısına.
Tıpkı Ortaköy ve Arnavutköy iskelelerinin önünden geçerken hissettiğim o dokunaklı duyguyu Bebek iskelesinin önünden geçerken de hissediyorum. Bu iskeleleri, ne yazık ki, Boğaziçi vapurlarının çok daha sık gezinip durdukları günlerde görmek varmış. Azalan sefer sayıları ve değişen vapur cinsleri…
Sönüp giden o fıkırdak tablolar…
Ah bir de babaannemin annesi, Şerife ninemizin her şeyden çok beğendiği o badem ezmeleri yok mu? Kadıncağız şekerim varmış, tansiyonum çıkarmış demez bir kutu badem ezmesini boca ederdi. Tabi bağdaş kurduğu divanının üzerinde beni de önüne alıp kendi kalın etli parmaklarıyla beslemeyi unutmadan.
İşte semtin tarihsel yegâne sembolü, şu meşhur Bebek badem ezmeci, şekerleme dükkânının önünden geçerken Şerife Nine’ye de lakonik bir güzelleme yapmak istedim. Üstelik o müthiş badem ezmeleri kendisine yaramış olmalı ki yüz bilmem kaç yaşına kadar yaşadı. Herkese kısmet olmaz. Sanırım ben de ninemin yolundan gidecek ve geç de olsa, aynı kıvamda, aynı rayihada badem ezmeli hayata geçiş yapacağım.
Artık şansım nereden dönerse!!
Ooo, saat 12:15’i bulmuş bile. Zaman ne kadar hızlı geçiyor. Bir molayı hak ediyor ve Aşiyan ~ Rumeli Hisarı arasında denize karşı, püfür püfür yarım saatlik bir mola veriyorum. Boğaz’a karşı demli çay da pek güzel gidiyor doğrusu. İçtikçe içesim geliyor.
Rumeli Hisarı
Ama yolcu yolunda gerek diyerek, Rumeli Hisarı’nın önünden Emirgan istikametine doğru devam diyorum. Yine kıyıdan kıyıdan.
Hisarların en şahanesi
Müzeden de öte, içinden dışından seyri güzel…
Emirgan’a bir adım daha… Balta Limanı…
Balta Limanı’nda ‘gurbetçi’ yürüyüşümü sürdürürken, şu hiç sevemediğim ikinci asma köprünün (FSM) hemen altından geçer geçmez soldaki yeşillik alan, İTÜ korusu ve birkaç adım sonrasında Japon Bahçesi gözüme çarpıyor.
Japon Bahçesi
Özel mülkiyet görünümlü ama halka açık olan bu botanik bahçede gezinmek için buraya mutlaka geri gelmeliyim diyorum kendi kendime.
Emirgan sahili normal şartlarda son durağım. Büyük koruya bir başka zaman ayırmak istiyorum. Ne de olsa bu şiş-göbek ve 15 kg bir ağırlıkla 10 kilometre civarında bir yürüyüş yapmış olmak dile kolay. Oturduğum yerden karşı sahili, Kanlıca’yı seyrediyorum. Çünkü eğer vahşi bir yorgunluk hissetmezsem yarın da o fevkalade kıyıdan Çubuklu’ya kadar yürüyüş yapmayı tasarlıyorum. Kime niyet kime kısmet!
Açıkçası Boğaziçi başlı başına bir güzellik abidesi. İster karadan ister denizden, görülecek o kadar çok yer var ki… Bu zaman kısıtlılığında ancak bu kadar. Kim bilir belki yine buralara yolum düşer, o sıra hem birbirinden güzel kahve mekânlarına, çay bahçelerine, restoranlarına uğrar, çeşitli tatlardan anılı lezzetler ikram ederim kendime.
Emirgan
Malum bugünler Lale Festivali zamanı ya, Emirgan’a geliş de, Emirgan’dan gidiş de kalabalık, ana baba günü. Tarihi çınar altında sohbet koyulaştıranlar, sohbetten sıkılıp tenha köşelere kaçarak masumca minik öpüşmeleri yeğleyenler, bizzat koruya yönelenler, korudan çıkıp gelenler, sahilde banklara kamp kuranlar… Bir otomobil cehenneminde, bir taşıt hummasında, boğazı, insanları ve martıları seyrederken yol alıyorum.
Emirgan Sahili
Yaşlıca bir kadın, belli ki hayat kendisini enikonu kamburlaştırmış, evindeki ekmek kırıntılarını ıslatmış, semtinin kuşlarını beslemeyi günün en önemli vazifesi olarak görmüş o zar zor yürüyen ihtiyar kadın bir anda gönlümü fethediyor. Sırt çantamın köşesinde birikmiş kuru ekmek parçalarının bulunduğu torbayı da kendisine uzatıyorum bunlardan da tattırsın kuşlarına diye. Şehrimin güvercinleri asla aç kalmaz. Onlara yardım eli uzatacak birileri mutlaka bulunur. Bu yoksulluk devam ettikçe de hep bulunacaktır.
Güzelim insanlar
Biraz ötede yine emekliliğini helva satarak geçiren geçim derdi yüzüne her türlü akseden helvacı abiyi de görünce duraksayıp bir helva alsam ya diyorum.
İnsan kaybettikçe daha iyi anlıyor, çevresini, yoksunlukları daha iyi görebiliyor. Yerlilik bir bakıma böyle de yaşanıyor, paylaşılıyor, eninde sonunda yarınlara ya da birilerine taşınıyor.
Ancak çok uzun zamandır ben buralara aitmişim gibi hissedemiyorum. Hissettiğim o kısacık anlarda bile ilkin Boğaziçi’ni ve martılarını aklıma getiriyorum. Ki onlar da tıpkı benim gibi başka coğrafyaların denizlerine, adalarına, kıyılarına aitler. Veyahut ben onlar gibi; vice versa!
Unutamadığım çocukluğumda bir vapurun kıç güvertesinde ardından gittikleri, Haydarpaşa Garı’nın çevresinde birbirleriyle oyunlar oynarcasına uçtukları, ya da biraz ilerideki mendireğin üstüne kondukları bir resmin içine girdikleri an, İstanbul’umun seslerine katılırlardı hep, hatırlıyorum. Daha da doğrusu sesleri şehrin seslerinden, hem de en vazgeçilmezlerinden olurdu. Hele hele bir de bu sesler vapur düdüklerine karıştığında.
Onları o zaman da fotoğraflamayı ne çok isterdim.
Fotoğraflamak!
Evet, fotoğraf çekmeye bayılıyorum. Bazısı itiraz ediyor, “Donmuş kareler bana mutluluktan çok acı verir. Geçmişin hatırlanması kime saadet getirir ki?” diyor.
Katılmıyorum, tabi. Çektiğim fotoğraflara dalıp gitmekten kendimi alamam. Nerede çekmişsem çekmiş olayım. “Donmuş kareler” acı çekmek isteyenlere acı verebilir, elbet, ama bu sanki acıdan öte bir duygu. Geçmiş her zaman acı verecektir diye bir şey mümkün değil. ‘Saadet’ de verebilir pekâlâ. Tamam, bu avuntu kısa sürecek türden olabilir ama kime ne, o an’ın hazzı değil midir önemli olan. Bir minik tebessüm, ufacık bir gülümseyiş, bir rahatlama. En doğal insan ihtiyacı.
Ben fotoğraflarda hayatı bulurum. Onlar bana hayatı düşündürür. ‘Buz kesmiş’ karenin öncesine ve sonrasına uzanmaya çalışırım, içim titrer. Öyle ne çok fotoğraf belleğime oyulup kazınmıştır. Bazılarını hararetle yazıyorum. Bazıları ise yok oluyor avuçlarımın içinde; ama sonra yine çıkageliyorlar; “N’olur beni de yaz!” diye.
Ya çek, ya yaz… Hem çek, hem yaz…
İşte durdum Emirgan’da yine fotoğraf, yine fotoğraf. Bir bahar gününde tepeme beyaz bulutlar yağıyor. Alın işte bir nisan hayatından İstanbul Boğaziçi. Belki 20-30 sene sonra buralar bu haliyle kalmayacak, yeni şehir magandaları, doğa yıkıcıları sayesinde tahribatlar oluşacak ve ben erguvanlarımı, balıklarımı, martılarımı, güvercinlerimi arar olacağım.
Emirgan Korusu
Hüseyin Rahmi Gürpınar değil miydi Boğaziçi bitki örtüsünün nasıl tahrip edildiğini, Maslak yolunun açılışının en canlı örneğinde olduğu gibi. Ahmet Hamdi Tanpınar değil miydi ‘Huzur’ romanında anlattığı şekliyle. Sanki yıkımları sezmiş gibidir. Bir kaçış hülyası belirmiştir. Boğaziçi, besbelli, gittikçe kalabalıklaşmaya başlayan bir şehrin bütün açgözlülüklerine terk edilmektedir.
Ya en sevdiğim Ziya Osman Saba? Belli ki o çok önceden hissetmiştir. Her anlatım parçasını illa çocukluğuna dayandırarak görüntülemek isteyişi bundandır herhalde. Ona göre zamanın geçişi adeta dondurulmalıdır. Ben de aynen böyle düşünür onun gibi yapmaya çalışırım.
Daha başka yazarlarımız da var elbet dünkü Boğaziçi’nin canlılığını anlatan. Okumakla bitmez. Lezzetleri bitmez. Bizi ta o zamanlara götürür, en içten vay be (!) dedirtir.
Günübirlik bir turumu daha sıhhatle bitirirken yine aynı mutlu, mesut duygular içerisinde olduğumu belirtmeliyim. Bu şiirsel anlatımıma şehir magandalarının vahşilikleri bile engel koyamıyor işte.
Martılar da konuşur
Diyebilirim ki, Beşiktaş’tan Emirgan’a kıyı boyunca bir yürüyüş eylemi vapurdan seyrettiğimizden daha kural dışı bir manzaradan ibaret. Bu haliyle bile suda ölen yalıları, o eski şiirli iskeleleri görebiliyor, rıhtımları bir tiyatro oyununun dekoruna çeviren, her birini renkli sahnelere dönüştüren, nesneler kadar öznelere de canlılık katan ışıklara yakından tanıklık edebiliyorum. Kimi zaman sahici, kimi zamansa yapay olup çıkan şeyler bunlar.
Ah bir de çocukluğumun deniz üstünde tur atan uçurtmaları geri dönse!
TUR ile İLGİLİ DETAYLAR
Tur Tarihi: 17.04.2017; Pazartesi
ROTA: Beşiktaş >> Ortaköy >> Kuruçeşme >> Arnavutköy >> Bebek >> Aşiyan >> Rumeli Hisarı >> Emirgan (V)
Güzergâh Seyri: Beşiktaş >> Çırağan Cad. >> Ortaköy İskelesi >> Muallim Naci Cad. >> Kuruçeşme Parkı >> Arnavutköy İskelesi >> Akıntı Burnu >> Cevdet Paşa Cad. >> Bebek Parkı >> Bebek İskelesi >> Aşiyan >> Rumeli Hisarı Müzesi & Çeşmesi >> Sakıp Sabancı Cad. >> Emirgan İskelesi >> Emirgan (V) >> İstinye Bayırı Cad. >> Tokmak Burnu >> Ayazağa (D)…
Turun niteliği: Sırt çantalı idman yürüyüşü
Tur mesafesi: 30 km
Yürüyüş mesafesi: 11 km
Toplam kat edilen araç mesafesi: 19 km
Kullanılan ulaşım aracı: İETT Otobüs
Toplam tur zamanı: 5 saat
Toplam yürüyüş zamanı: 4 saat
YAPILAN HARCAMALARIN DETAYI
Ulaşım: 4,60 TL
Yeme-içme: Şahsıma ait “Beslenme Sepeti”
Diğer: 1,00 TL
Toplam Masraf: 5,60 TL
…
Bir sonraki serüvende görüşmek üzere; sevgiyle kalın,
Gezenti Şeref
***…***