Hiçbir Yere Gitmek İsterken Kendimi Emirgan’da Buldum

Beşiktaş’tan Emirgan’a; Emirgan Korusu’na…

Bir mahallenin aynı zamanda esintili bir çamlık da olabileceğini bilmezdim. Sanırım adını buradan hiç eksik olmayan, serin serin esen rüzgârından almış. Trans Mysia için gitmeye hazırlanırken, Beylerbeyi – Kanlıca yürüyüşü sonrasında, kendimi çocukların Ayazağa’sında buldum. Öylesine bir eyvallah demeye uğramıştım, sonra kalıvermiştim kendiliğinden.

Böyle kendiliğinden değil elbet. Ortak bir istek, ortak bir temenniydi geceyi maaile karşılamak. Sonra ertesi günü hep birlikte o bir ara programladığımız koruya gitmek. E, emir yüksek yerden, ayak bileğime dolanmış tenekeyi bile kesiyor. Sırası mı şimdi Trans Mysia’nın, torbaya girmedi ya (!), bir başka zamana erteleriz, gider…

Aslında şu çılgın, saadet zinciri şehr-i İstanbul’da bir gece dahi yatıya kalmaya tahammül edemiyorum. Yalan yok, bu şehrin bazı özelliklerini çok seviyorum fakat geceyi bir apartman dairesinde konaklayarak geçirmek? İşte o vakit afakanlar basıyor bütün bedenime. Huzursuz oluyor, sabahı sabah ediyorum. Üstelik doğanın açık havadar benliği beni kendisine bu kadar alıştırmışken, kibrit kutusu gibi mekânlar da neyin nesi? Bünye bozucu şeyler bunlar…

Her şehir değişmeye yazgılı… İstanbul da… Peki benim ısrarım niye?..

İstanbul’a indikçe ara sıra gel-gitlerim oluyor havadar mahalleye, ama en fazla moleküler çaplı hasret giderme, serdengeçti bir üst-baş temizliği ve arsız beslenme sepetimin nazariyesinde olağan şeyler için. O malum Şeytan’lı ve Paspas’lı sokaktan her çıkışımda silkiniyorum!

Rotalarımı yöneteceğim kumanda merkezimi henüz tam olarak kuramadığımdan, aylar sonra şu sırt çantalı İstanbul antrenman yürüyüşleri adına daha sıklaştı bu giriş çıkışlar ve yasak bir eyleme katılır gibi girip çıkarken ben mahalleye, o mahalle, o sokak yasal olarak giriyorlar hayatıma, her ne kadar es geçmeye çalışsam da.

Aslında şu idman programları için niye İstanbul’u seçtim onu da tam olarak bilmiyorum. Gidebilecek onlarca mıntıka varken. Muhtemelen “Ütopya: Sırt Çantalı & Ön yazılar” için yazdığım makalelerde nedenlerine değinmişimdir.

Kâğıthelvalı İstanbul!..

İstanbul’u havası, suyu, eğlencesi için mi istiyor, bunlar için mi seviyorum! İstanbul eğlenceli olmasına eğlenceli de, şimdi geçici mekik dokuduğum yerler sıkıntılı mı, İstanbul güzel de inşası muhtemelen çok yakında gerçekleşecek ana kumanda merkezimin yerleşkesine kadar geçici tercih ettiğim kıyılar, kasabalar çirkin mi? Yo, hayır, buraları da güzel. Tertemiz çayırlarda, kumsallarda, asfaltlarda yürümek zevkini tadarken, bazen o kadar sıradanlaşmış bir ayçiçeği tarlası önünde, bazen ayakkabılarımın içine kadar giren rahatsız edici kumlarına rağmen bir sahilin berisinde, bazen de o kadar özenilmiş bir bahçe ortasındaki öyle güzel bir evin önünde duruyorum ki, içimden, her şeyi bırakıp şöyle bir eve yerleşsek, orada yine eskisi gibi yerleşik, düzenli bir hayata geçiversek değil, sadece, şöyle bir evde karargâhımı kurup buraya çöksem, İstanbul’a gel-gitler yapmak değil de bu kumandanlık eve girip çıksam, diyorum.

Hayat yoldaşım şu çamın gölgesinde kitabını okur, kim bilir belki yine kızımızın fotoğraflık bebekleri için, doğum, yeni doğan, babyshower vesaire için, el örgüsüne dalarken, kızım da belki ekibini toplar, bir film çekmek, oğlum da animasyon projelerinde kendilerine destek çıkmak için, şu çimli bahçe alanında dört tekerlekli kameralarıyla ne güzel toplaşırlardı. Fakat birden aklıma bu evin ne kadar düşsel mahsulü olduğu geliyor. Canım isterse soyuttan somuta gidebilirim. Böyle müthiş bir coğrafyada muhteşem deniz ve orman manzaralı bir eve sahip olabilmek için ne kadar akıllı yaratılmış, ne kadar her şeyden (ki burada kocaman bir Doğada Tabana Kuvvet ve Dünya Turu’na atıf söz konusudur) vazgeçmiş olmak icap eder. Kapı çıngırağını bile çalmak hakkım olmayan bu yabancı ev gibi, benim için neler hazırlamakta olduğunu bilmediğim sisli geleceği de karşımda açamadığım sarmaşıklara dolanmış ahşap kapısıyla yükselmiş buluyorum.

Ömrü yorgun şehir

Hâlbuki İstanbul’da, doğup büyüdüğüm İstanbul’da böyle miydi? Orada her şey mazi, benim de iyi kötü yaşayabildiğim hayatım, benim ömrüm, ömrüme karışmış insanların hayatıydı. Biraz hüzünle karışık bile olsa, orada rahat rahat hatırlayabiliyor; evet, yaşadım diyebiliyordum…

Örneğin, Cağaloğlu’ndaki işyerinde gün boyunca çeşitli aksiliklerle boğuşmuşum. Keza eşim Emel de Perşembe Pazarı’nda böyle ‘olağan’ bir gün yaşamış varsayalım. Akşam kendisiyle Karaköy rıhtımında buluşup, evimize dönerken trafik sıkışıklığından ötürü sinirlerimiz büsbütün gerilmiş. Sonunda oturacak yer bulamadığımız kalabalık vapurdan itile kakıla çıkıp, perişan bir halde Kadıköy’e varıyoruz. Otobüs duraklarına doğru yürüyünce, kafeslerdeki kuşların ve çiçeklerin satıldığı yerin yanından geçerken, bir güvercinin uçtuğunu görüyor, Çingene kızlarının sattığı karanfillerin kokusunu alıyoruz. Melih Cevdet’in o çok sevdiğim şiiri aklıma geliyor hemen: “Bir çift güvercin havalansa.. Yanık yanık koksa karanfil..” Arkamızda, indiğimiz vapurun bacasından çıkan puslu dumana çarşı tezgâhlarından gelen balık, yeşillik, sebze meyve, sokak aralarından sızan pastane poğaçası ve baklava kokuları karışıyor. Ezbere bildiğim o şiiri mırıldanıyorum yürürken. Emel’in üstündeki asabiyet de boşalıyor. Cana yakın bir tebessüm ile karşılık veriyor. Bu arada muhabbet kuşlarının cıvıltısını duyuyoruz; denize bakıyoruz, batan güneşe bakıyoruz; pembe, yeşil, uçuk mavi bulutları görüyoruz. Ve havamız tümüyle değişiyor.

O sıkışık hayat ezgisinden geçip giderken yaşamanın tatlı keyfinin verdiği minik mutluluğu tadıyoruz. Hoş bir heyecan içinde Suadiye’deki Muhittin amcamıza ait yaşam evimize dönüp hayata kaldığımız yerden devam ediyoruz…

Öyleyse yaşamaya Emirgan Korusu ile devam edebiliriz…

Birlikten güç doğar söyleminin yeniden başlamasının, doğmamış bebeğe biçilmiş don misali ortaya çıkan sıkıntıların arbedesinde emeklerken şu bizim evlatların tipik öğrenci-emekçi evin esintili salonunda, variyetli sinema ve belgesel-TV arşivliğinden oluşan kitaplığında, tek ampullü, tek servis camlı mutfağında, biçare sigara odasına dönüştürülmüş seralık balkonunda, duvarlarında; süpürge ettiğimiz saçlarımızla yedi sekiz yıl önce aldığımız buzdolabında özlemden buz üretip, birçok taş yetiştiriyor oğlum Çarli, üstünde ‘Yeni Rakı’ yazmayan ince belli çay bardaklarında içilen rakıya!

Ah bir de şu Karadenizli komşular rahat dursa! Üst komşu, sanki gün bitmemiş, sabah neyine diyeceğim de diyemiyorum tabi, bana “hoş gelişler ola” türküsünü söyleyecek ya, temizliğe başlamasın mı! Hadi bakalım, uyu uyuyabilirsen.

Gecelerin tuhaf bir durağı oldu bana bu mahalle. Girerken kendimden çıktığım, çıkarken kendimden kaçtığım, bu kentte, bu mahallede, bu sokakta, hatta şu evde, asla kendim olamadığım bir durak. Ben şimdiki İstanbul’u anlayamıyorum. Bu şehir hangi nedenle bilmiyorum diyemem ama bende paramparçadır… Buna rağmen ona olan sevgim, ona olan özlemim bir başkadır. Üstelik her şehri terk ettiğim için daha çok sevmişimdir. Londra’yı da bu yüzden çok severim, Antalya’yı da. O şehirleri terk ettiğim için sevdim. Tıpkı sokaklarım gibi.

Hatıralarımda Londra
[📷 Hayrettin ağabeyimle birlikte, Londra, (Temmuz 1981).]
Hatıralarımda çocukluk mahallem: Kazasker Şakacı Sokak

Bir gün Şakacı Sokak’tan çıktım, uzak ellere öğrenciliğe gittim. Gidiş o gidiş. Sonra bir daha çıktım bu güzide sokaktan, evlendim, ardımda bu son sefer acısı kaldı… Kocasinan’dan, Suadiye’den, Altıntepe’den çıktığımda da o acının benzerleri kaldı. Zaten ben sokaktan çıkarsam sokağı kırarım; Tüm yaşadığım, akraba niyetine soluklandığım sokaklarım kırsam engerek, kırılsam zemberek oldular karşımda! Onları birer yüzük gibi fırlatıp attım yaşamımdan, bir yüzük çıktı gitti hayatlardan!

[📷 Eski evimizin ön bahçesinde (1968) sevgi, dostluk, kardeşlik ve bağlılık örneği; fonda ise Şakacı Sokak. Soldan sağa: Şerife Toprak (Niyazi dayımın kayınvalidesi); annem; Zehra teyzem; Saliha ablam (Niyazi dayımın eşi); Yaşar İpçioğlu (Ankaralı dostlarımızdan); Saliha anneannem… Niyeyse artık, ben maalesef bu fotoğrafta yer almamışım.]

Belki de bunun için o sokaklarıma geri dönüyorum yeniden. Hesap vermeye. Bir nevi günah çıkartmak da diyebiliriz belki. Günah çıkartmak! Dönüp dolaşmak aynı yerlere böyle bir duygu herhalde. Bunun için eski güzelim İstanbul’umu tercih ettim herhalde, şimdi Buenos Aires’de, Belize’de, Montevideo’da, Santiago’da, Managua’da, Havana’da, Rio’da olmak varken…

Her yola çıkışın hikâyesi güzeldir

Sabah’ın normal akışında o durağın kırmızı cepkenlisine atlamak için evden dışarı çıkıyoruz. Havanın öğleden sonrası için peki iyi havadis vermemişti sayın Bünyamin kardeş. Hımm, o halde tedbirli gitmemiz şart. Zaten babası, annesi ve ablası gibi gezme, görme meraklısı olmayan oğlumuz yine ekti bizi, malum onun öğrenciliği birinci sırayı teşkil ediyor. O Beykent’ine biz de Beşiktaş’a oradan da Emirgan’a…

Bugünkü turnem ailemle paylaşmak için kurgulandığından olağan idman görüntüsünden biraz uzaklaşacak, bunu biliyorum. Önemli değil. Bir günlük nefes almak bana da iyi gelecektir, diyerek, yine de sırt çantamı bilinen erzak torbalarımla dolduruyor ve 10 kilo civarında bir ağırlıkla sırtıma yüklüyorum.

Emirgan (‘tarihi’yle birlikte çıkagelen bir semt olmamanın ruh hali)

Önce Emirgan sahiline demir atıyoruz. Emel hanım denize karşı bir dumanlık istirahat istiyor. Kırmıyoruz kendisini tabii.

Bu sırada önümüzde biriken martılara çağrışımlarda bulunmak istiyorum. Martılar, martılar, çocukluğumdan beri gördüğüm martılar. Çocukluğumda, oldum bittim, vapur yolculuklarım esnasında çıkagelirdi. Boğaz köprüsünün kullanışlılığına rağmen vapurlarımın pabucu hiçbir zaman dama atılmamıştı. Bununla birlikte, çeşit çeşit motorlar, sandallar, kayıklar hayatımın hep içindeydi. Tıpkı martılar gibi. Çığlık çığlığa tango yapan havalı kuşlar. Daha fazla denizlerde, rıhtımlarda, mendireklerde, iskelelerde gördüğüm beyaz martılar İstanbul’uma tepelerden bakan damlara bile çıkmaya başlamışlar.

Biriyle göz göze yakınlaşıyoruz. Birbirimizin halinden ne çok anlar gibi bakışıyoruz. Hem birlikte yaşıyoruz… hem de yalnızlığı… Yarın sabah, çok erken saatte, fırla git! Pırrrr… Bir vapura bin… Yol boyu martılar, martılarına kavuş…

Fırlayıp gider miyim? Hele bir yarın olsun bakarız…

Doksanlı yıllardı; birçok akşam ve gece, İstanbul’un beni o kadar yadırgatan gökdelenlerinde, farklı ışıklar çevresinde, martıların uçuştuğunu görüyor, şaşırıyordum. Galiba ışıklar kandırıyordu, denizlerin gecesi büsbütün karanlıkken. Belki de yeni yaşam koşullarında, bu kuşlar iyiden iyiye uykusuzdular. Kederlenerek seyrediyordum. Tıpkı kirletilen denizlerden kaçıp başka yerlere kaçmak, göç etmek için uzaklaştıklarında da aynı duyguları yaşıyordum. Denizlerini kaybederken, son bir umutla, ya da sonsuz bir umutsuzlukla, şehrin karasına yerleşiyordu. Oysa o martılar ki, ben hep deniz kuşu diye bilirdim!

Örgütlediğim şu İstanbul turnelerimde görüyorum. Beşiktaş’tan, Karaköy’den, Eminönü’nden, Üsküdar’dan, Boğaziçi’nin iki kıyısı boyunca yaptığım yürüyüşlerden, denizde yaptığım kısa mavi yolculuklarımdan hissediyorum. Martılar denize dönmüşler. Sanki eski küskünlükleri sona ermiş gibi uçuşuyorlar. Hele su üstünde o karabataklarla rekabet edip vapur yolcularını esenledikleri halleri yok mu! Muazzam bir görüntü!

Çınar ağacı altında hasır tabureli kahve ütopyası
[📷 Sedefli bir inci gibi, Emirgan Korusu, (Nisan 2017).]

Beni bu beklemediğim gezintiye hayat yoldaşım Emel hanımın ısrarı çıkarmıştı. Yürüyüş idmanları tertip ettiğim “Doğada Tabana Kuvvet” yolculuklarım arasında böyle güzel sürprizler de pekâlâ olabilirdi. Yine benzer günübirlik etkinliğe çıkmaktan kaçamayacağım gezintilerden biriydi sadece Emirgan yolculuğu. Şimdi durup kendimize yeniden bakabiliriz, dokunabiliriz.

Baksana… Bazı sözler çağrışımlarını kendiliğinden uyandırıyor. Biraz Boğaz havası alsak… Hiç fena fikir değil. Dün daha karşı kıyıdaydım oysa. Boğaz bu! Yeni hayal yolculuğumda artık başka kıyılarına da çağırıyor. Evet, Asya Yakası’ndaki şeridi, onca yaşanmış hikâyelerimle beraber, Avrupa Yakası’ndakine tercih etmeyi sürdürüyorum. Son yılların birçok unutulmaz fotoğraflarını bu kıyıda bıraktığım halde… Ne hikâyeydi onlar… Bıraktıklarım beni artık çok uzaklarda kaybolmuş öyle çok insana yeniden götürebilirdi ki… Bu haftanın perşembesi sanki çarşambasından belli olmuş gibi kendime, kendimize şu Boğaz ve Emirgan Korusu gezintileri dememizin yeteceği gibi.

Sarmaşık güllerinden karışık lalelere

Görüyor musun darling’im? Bir daha görebiliyor musun?

Aşk! Lale mevsimini de getirmiş beraberinde. Ama umurumda değil. Laleler sizin olsun. Boğazın ve senin sevdan bana yeter. Zaten şu laleyi çiçek olarak oldum bittim sevmem. Sanat eserlerine yakıştıranlara da saygı duyarım ama orada da sevmem onları. Zambak olsa hadi neyse. Onun duruşu bile insanı ayartır. Ama ya lale? O biçimsiz formal (resmi, şekilsiz, samimiyetsiz) duruşuyla araya hep bir soğukluk katar. Bu yüzden herhalde zevksiz Hollandalılar bu çiçeğe âşık olmuşlar, sahiplenmişler. Tanıdığım üç Hollandalıdan ikisi mutlaka ısırıcı karakterdedir. Soğukturlar ve kendilerini beğenmiş tiptirler. Ha lale ha Hollandalı. Bunu laf olsun diye de söylemiyorum çalışma hayatımın en az on beş yılını bu ülke vatandaşlarıyla bir arada geçirdiğim, edindiğim tecrübeyle aktarıyorum. Yoksa milliyetçi, şovenist bir tavır filan aldığım yok. Emirgan denilince de akla laleler geliyor…

İstanbul’un ve tabii Emirgan’ın sözüm ona seçkin çiçeği olmuş bu laleler. Güller de öyle fakat ben gülleri çok severim. Onlar lalelere benzemez çünkü. Sıcak bir sevgili gibidir. Yine de mavi hatmi çiçekleri, sümbüller, salkımlar, nice ilkbahar çiçekleri gülle lalenin saltanatında birer tebaa gibiler. Hatta Boğaz dendi mi, benim de aklıma ilk gelen ve en çok sevdiğim erguvan ağacının çiçek bulutu bile.

Fotoğraflarda canlı bitki örtüsü

Emirgan girişinden itibaren farklı formlarda düzenlenmiş lalelerin arasında dolaşırken estetiğin de bu kadarı diyorum kendi kendime. Evet, fotoğraf çekmekten, çekilmekten kaçınmıyorum. Rengârenk bir gelincik tarlası ortasında gibi hissediyorum kendimi. Ya da öyle hayal ediyor, bozuntuya vermemeye çalışıyorum. Geleneği en az şair Nedim’le yaşıt laleler, belki yine beyaz, mor, sarı, kırmızı, pembe alacalarıyla gözleri okşuyor olabilir; gelgelelim her biri en az bir teras büyüklüğünde bir alana sıkıştırılmış laleler bir ayrılık acısını söylemektedirler. Çabam yetersiz. Ana giriş kapısından girdiğimiz andan itibaren sanki ortalıkta bir hüzün, bir yalnızlık ve ıstırap bahçesi.

Başıma buyruk bir geç olsaydım da vaz geçmezdim

Oh be, diyorum, iyi ki ‘dillere destan’ yürüyüş parkuru var bu koca parkın.

Etraf muazzam kalabalık. Hepsinin yüzlerinde laleler açmış, mutluluktan mest olmuşlar. Hava da henüz bozmadı. Güneş bulutların arasında bir var bir yok. Biz turumuzu tamamlayana kadar yağmasın da şu lalelerin arasına bir de biz uzanıp keyif çatalım. Görevli emminin biri fırt fırt düdüğünü öttürüyor. Belli ki çimler ezilmesin, çiçekler zarar görmesin diye. Ama kim dinler! Giren girene. Millet iyi kötü bir iki fotoğraf çekecek. Üst üste yığılışmalar, kardeşim sen şöyle çekil bakiiim bir de biz alalım resmimizi, mübarekler sanki suret çıkarıyorlar, ama hepsi hoş, hepsi birbirinden eğlenceli. E, biz de yarıyoruz bir koldan, dalıyoruz aralarına. Sığışıyoruz yani. Valla eksik kalmayız sayın muhterem abilerim, ablalarım. Hem bak bu belki benim son gelişim. Sen zaten buralısın, önünde nah şu kadar kocaman yıllar var gelirsin her bahar, katılırsın festivaline… Az müsaade canııım!

Lalelere gelince, artık güzellikten, kırıtkanlıktan ve mutluluktan değil, o güzelliğin, hoppalığın, yitik mutluluğun kılıç artıklarından konuşuyorlar… Malum ülke bir referandum geçirmiş, hala sarsıntısını atlatamamış. Gerçi ben bir yazımda hicivli gönderme yapmıştım, kolay atlatılamaz elbet. Ama sıkı durun, daha yeni başlıyor her şey. Bahar gibi. Hele hele bahar kendini yavaş yavaş, kış ayları süresince çok özlemiş güneşiyle hissettirmeye başlasın… Kıyılar o eski morlara bürünsün… Farklı tonlarıyla biraz kırmızıya çalan o çok kendine ait rengiyle, hikâyeleri ve tarihiyle elbet.

Emirgünûneoğlu’nun hikâyesi

Çocukluğumda babaannemin sosyetik ‘hacı’ komşularıyla toplanıp beni de çanta gibi yanında taşıyıp geldiğimiz Emirgan diğer yakın semtlerine benzer tarihiyle çıkagelen bir semt değildi. Dördüncü Murat’ın Revan seferinden dönüşte buraları Emir Güne adlı İranlı dostuna verdiğinden söz eden olmazdı. Olsaydı böyle bir şeyi atlamaz, muhakkak Osmanlı sultanlarına hayranlığıyla bildiğim Cemile babaannem açıkça dillendirirdi. Üstelik tarihe pek düşkün torununa anlata anlata bitiremezdi.

Sonraki kurcalamalarımda öğreniyorum ki bu İranlı ‘dost’ Erivan kentini savaşmadan sultana teslim ettiği için sultan ona burada geniş bir arazi bağışlamış. Oh ne âlâ diyebilirsiniz. Ama tarihte hep böyle; al gülüm ver gülüm hikâyeleri boldur. Şimdi hangi birini anlatayım size? Gerçi bu hadise, 18. yüzyıldaki, bizim Boğaziçi’ni paylaşma politikasının başlangıcı gibidir. E, gavur haklı. Gözünü en güzel yere dikiyor. Dikse ya Fikirtepe’ye, Ümraniye’ye, ne bileyim, Bağcılar’a… Olmaaaz… İlla Boğaziçi olacak!

Safsata değilse ne?!

Bu arada ‘sultanımız’ Dördüncü Murat cansız resimlerinden de çıkarabildiğimiz kadarıyla oldukça sert bir hükümdar; ayrıca ülkede alkol tavan yapmış, tutar hem alkolü, hem bunun yanında tütünü, hatta o zevkle tükettiğimiz kahveyi kullanmayı yasaklar. Filmlerde gördüğümüz türden sık sık kılık kıyafet değiştirerek yine masallardaki hükümdarlar gibi kenti bizzat teftiş eder. Koyduğu kurallara uymadıkları için kaza üstü yakalanan pek çok kişi idam edilmekten kurtulamaz. Diğer taraftan, kendilerinin uymadığı ahlak ve zabıta kurallarına kullarının uymasını isteyen birçok hükümdar gibi, o da Emir Güne’nin hanedanlığında fıçılar dolusu şarap içip kokteyl âlemleri yapmaktan geri kalmaz.

Zaten şu Boğaz’ı seyredip de içki içmemek akla ziyan bir şey… İçen içer, içmeyen içmez, kime ne! Hem yasaklarla nereye kadar? Bakın; canım Babaeski ile canım Lüleburgaz en çok rakı tüketen ilçe sıralamasında yıllardır at başı gidiyorlar. Kimsenin bir şey dediği mi var? Üstelik Trakyalının göbeğinde var, o inatçı kanı sulandırmadan, dezenfekte etmeden bir sohbete girişemez, üc beş göbek attıramazsınız…

Öğle güneşi iyice ısıtıyor. Kâh yürüyor, kâh oturuyoruz. Fotoğraf çekmek de işin cabasında var. Kalabalık gittikçe artıyor. Hem de hafta içi bir gün olmasına rağmen. Kim bilir hafta sonları nasıl oluyor buralar? Eline çaydanlığını, nevalesini alıp bir çam ağacının gölgesinde yer kapabilmek için köşe bucak koşturanları gözümde canlandırıyorum. Gülümsüyorum içten içe. İstanbullular parklara koşmaktan kendini alamıyorlar.

Yeşil, İstanbul’un bilindik eski özlemi, eski tutkusu.

Ben de layenkati betonlaşan İstanbul’umun Boğaziçi sırtlarında, şehrin muhtelif bölgelerinde tüm harap edilmişliklere rağmen bulabildiğim maksimum yeşillikle mutlu oluyorum. Acaba diyorum Kozyatağı’mın, Erenköy’ümün servilerinden kalanlar var mıdır? Bak Hıdrellez de yaklaşıyor. Salıncak kurmak, istop, yakan top oynamak için o Kozyatağı çayırlarına mı gitsem acaba? Kısmet…

Lale Devri’ne bir kısacık mola veriyoruz…

Mola derken, beslenme çantamızın içini karıştırıp, çaylamak. Gölgede ilk gördüğümüz çift oturaklı piknik masasına çöküyoruz. Canım benim, nasıl da yapayalnız bizi bekliyormuş. Hemen uzun ağaç kollarını açıyor, kucaklaşıyoruz. Emel Hanım’a kalsa o gün boyu bu oturakta oturabilir. Bir de çevrede iri kıyım hamak olsa, işte o zaman kaldır kaldırabilirsen kendisini. Ona yeter ki deniz manzaralı bir oturma köşesi olsun. Neyse; uzatmıyor, lalelerle tanışmak daha mühim diyoruz kendisine.

Soluklanıyoruz. Sanki Emirgan’ın tarihi çay bahçesindeyiz. Etraf elbette kalabalık. Oraya önümüzde uzak da olsa çok nefis görünen denizi seyrederken demli çayımızı içiyor beslenme sepetimizden çıkardığımız tatlı şeylerden atıştırmayı ebedîleştiriyoruz. Keşke semaverimizi de getirseymişiz. Ne olacak alt tarafı birkaç kiloluk artışı daha ilave ederdim sırtcağzıma. Semaverde çayın tadına doyum olmaz çünkü. Hem çekeceğimiz kolektif fotoğrafın en unutulmayacak ayrıntısı bu sahne olacaktır. Semaverden çay içmeyi eski bir Ortaköylü yolcuları olarak ancak bir Yıldız Parkı’nda bir de bu Emirgan’da içeriz der gibisinden.

Kim bilir belki Antalya günlerimizi de yâd etmiş olurduk bu esnada. Şehrin başka köşelerinde bıraktığım başka semaverler yok mu gerçekten? Hafızam yanıltmaz. Birçok yerde var. Ama mesele şu özel turnelerin ihtişam ve seçici olmaktan uzak yapılandırılmış olmaları. Diğer konu ise çok farklı. Günün birinde İstanbul’a sırf bu niyetle de döneceğimden şüphe yok. Eski tarihi çay bahçelerini, kahvelerini, salaş restoranlarını zapt etmek. Bu da bir ütopya olarak uykuda kalabilir şimdilik.

Bazen de uzun yürüyüşler için gelmek lazım Emirgan Korusu’na
[📷 Baba-kız eğleniyoruz, Emirgan Korusu, (Nisan 2017).]
Sarı, kırmızı, mor, beyaz cennet benekleri
[📷 Renkli bir fırçadır Emirgan Korusu, (Nisan 2017).]

Sanki sesli düşünmüşüm gibi eşim lafa karışıyor: “Yaparız tabii!

Sesindeki o tondan anlıyorum ki onun İstanbulluluğu benimkinden daha fazla. Yok anacım, bir tanem, ben almayayım… En azından şimdilik. Belki bastonlu çiftler olarak yaparız vakti zamanında gelince diye fırlama bir bulutçuk atıyorum ortaya.

Gerçi buraya gelmeden önce o çınar ağaçlarıyla çevrili açık kahvede, hasır taburelerde de oturur çayımızı içerdik. Ama ben başımıza gelebilecekleri sezinlediğim için vakit yoldur misali bacaklarımızı çalıştırmayı yeğledim. Yoksa ben de istemez miydim o hasır taburelere oturduğumuzda ince belli bir esintinin etrafımızda dolanmasını, üstelik baharın en güzel parçalı bulutlu gününde.

Emirgan’ın püfür püfür esintisi ne zaman bitmiş ki!

Ağaçları ve çeşmeleriyle, son gördüğümden bu yana bir takım yeniliklerin hizmete girdiği işletmeleriyle, toplu taşımayı hazmetmeyip, kendine acımadığı halde ailesine de, sevgilisine de acımayan beyefendiler, park etmeye çalışırlarken gözden kaçırdıkları o ince ayrıntılılar bana hep asıl Emirgan’ın renklerini dile getiriyor.

En sevdiğim kısım: Emirgan’da uzun yürüyüş…

Buraya uzun yürüyüşler için gelebilir insan. Şehir içinde haldır haldır yürümektense oksijen depolamak uğruna burası Belgrad ormanı kadar, Aydos ormanı, Atatürk arberetumu kadar uygun bir yer. Tuhaf ama bir gün bunun için yine geri dönebilirim diyorum şahsıma.

Belki en iyi mevsim bu kez sonbahar olabilir; eğer büyük Likya’yı zamanında tamamlar, Balıkesir Gönen ile Yalova “Mavi~Yeşil” turlarımı da yoluna koyabilirsem…

Sonbahar’da İstanbul!

Hımm, çiğ yağmış gibi hissettim bir anda… Nasılsa bütün yaz boyunca yemyeşilini koruyan bitki örtüsü usul usul sararacak, yapraklara kahverengi ‘can benekleri’ yürüyecek, havada yaz ateşi sönecektir.

Rota planlamasında ibre nereyi işaret ederse

Belki o gelişimde, Şerifler Yalısı’na bakabilir, Sabancı Müzesi’ni gezebilir, Emirgan Camii’nin önünden geçer, yokuşa vurabilirim kendimi. Yolumu Reşitpaşa’ya çevirebilirim. O dik yokuş boyunca yine o eski cepheleri çinko ahşap evleri, akasya ağaçlarını, hayatın gelip geçiciliğini pastoral bir tablo gibi anımsatan içli mezarlığı, gölgeleri ve esintileri görebilir miyim, bundan pek emin değilim. Sonra yine geri döner, Emirgan Camii’nin avlusuna girerim. Bu arada beni yakından tanıyanların ‘Fesuphanallah’ çektiğini duyar gibiyim. E, durup dururken niye şaşırtıyorum ki, hayatımda gezmeye doyamadığım onca kilise, sinagog, tapınak var. Camileri niye es geçeyim ki! Yeter ki o anda ruhum bunu istesin. Hele bir de sonbahar gelmişse, avluda mermerler ve sarı yaprak öbekleri…

Boğaziçi’nin yeni mevsim renklerinde yepisyeni bir uyum yaratacağı çok açık.

Her fırsatta dile getirdiğim gibi başıma buyruk bir gezginim. Bahar, sonbahar, kış fark etmez… Kıyı seyyahlığı, büyülü şehir içi seyyahlığı, inanç seyyahlığı, pitoresk sokaklar seyyahlığı, yeme-içme seyyahlığı, kültür-sanat seyyahlığı hiç fark etmez…

Emirgan, Emirgan olarak kalmaya devam ettikçe hep gelebilirim buraya.

İsabetli karar meğerse ömrümüzün baharına da hazırlıyormuş bizleri

İşte şu saatlerde, ki yaklaşık dört saattir Koruluk içerisinde etkinlikteyiz, bugün sahiden güzel bir gezinti seçeneği oldu bizim için. Havada bulutlar yoğunlaşmakta, yağmur iyice sırıttı sırıtıyor.

Havayı boş verelim. Islansak da beraberiz nasıl olsa…

Tıpkı çocukluğumdaki gibi… Emirgan Korusu o yıllarda halka açık mıydı, pek hatırlamıyorum. Değildi galiba. Koruya ilişkin hiçbir anımın olmadığını fark ediyorum. Tepede duvarla çevrili yoğun ağaçlıklı kocaman bir alan işte. Sadece ve sadece gözlerden uzak hayali bir görüntü.

Emel hanımın teklifiyle Sarıyer’e geçelim diyoruz. Niye olmasın, son kalan termosumuzdaki kahveyi sahilde bir yandan sırılsıklam ıslanırken diğer yandan mavisi epeyce yeşillenen denize karşı tüketiriz. Az yapmamıştık? Yağmur altında biralamayı. Lapa lapa yağan kar altında şaraplamayı.

Ama maalesef bugün alkole vize yok. İdman var. Kuru kuruya gezinti var. Hayat böyle acımasız işte. Bazen bazı şeylerden feragat etmek durumunda kalıyor insan.

Ne diyeyim Emirgan; daha neler yazayım?

Şimdi anlıyorum ki, bugünü doğuran o ince teklif olmasaydı bugün Nilüfer’in Misa’sında olabilirdim. Neye niyet neye kısmet.

Şimdi yine anlıyorum ki, bu yaşıma gelinceye değin gezginlik sıla hasreti nedir bilmiyor muşum, onu bugün sen bana gösterdin. Öğrendim mi? Öğrendim. Ondan herhalde; bu vesileyle, muhtemelen yine hafta içi bir güne sığdırabileceğimiz, sıradaki müşterek Adalar turnemin, kimine göre gezintinin, o çok defa tenha vapur iskelesinde, bütün Heybelilerin, Burgazlıların ve Kınalıların ahbabı emektar iskele memurlarının izinleriyle iskele babalarından birinin üzerine oturmuş, bir ılık sabah, ya da öğle güneşiyle gittikçe daha fazla ısınmaya, sayısını bile aklımda tutamayacağım kadar çok kedinin geçiştiği, bir takım yokuşlu sokakta görülmeye başlayan muhteşem bahçeli evlere dalmış, çarşı içlerinden ta yüksek kesimlerde tenha köşelere uğraya uğraya nihayet dönüş yoluna sapmış; oraya vapur saatinden çok evvel gittiğimizden mi, yoksa vapurun tarifeden kaynaklanan o mücbir sebeple mi, uzun müddet gelemeyecek vapuru orada saatlerce, denize karşı, martılar, güvercinler ve kedilerle birlikte, öyle beklemek isteyeceğiz…

Demedi demeyin; eminim böyle olacaktır.

Güneş gereğince grileşen bulutların arkasında artık görünmez oldu. Yağmur yağıyor ve biz kahvemizi içiyoruz. Kapüşonlarımıza değen damlacıkların sesleri denize düşen halkalarla karışıyor…

Biz aslında bugün hangi havayı yaşadık?

TUR ile İLGİLİ DETAYLAR

Tur Tarihi: 20.04.2017; Perşembe

ROTA: Beşiktaş >> Emirgan >> Emirgan Korusu (V) >> Sarıyer >> Ayazağa (D)

Güzergâh Seyri: Emirgan >> Kalamış Sokak >> Emirgan Korusu İç Yolu >> İstinye Bayırı Caddesi >> Sarıyer >> Ayazağa (D)…

Turun niteliği: Sırt çantalı idman yürüyüşü

Tur mesafesi: 53,5 km

Yürüyüş mesafesi: 4,5 km

Toplam kat edilen araç mesafesi: 49 km

Kullanılan ulaşım aracı: İETT Otobüs

Toplam tur zamanı: 9 saat

Toplam yürüyüş zamanı: 4 saat

YAPILAN HARCAMALARIN DETAYI

Ulaşım: 20,70 TL

Yeme-içme: Kişisel “Beslenme Sepeti”

Diğer: 5,00 TL

Toplam Masraf: 25,70 TL (3 kişilik)

Bir sonraki serüvende görüşmek üzere; sevgiyle kalın,

Gezenti Şeref

***…***

(*) Önceki Makale: “Fotoğraflar ve Kokular Kadar Eski Bir Anadolu Yakası

(*) Sonraki Makale: “Biz Heybeli’de Bir Sabah Değirmenburnu’na Çıktık

>>> [iÇERİK dİZİNİ]

error: Content is protected !!