Çocukluğum Yetiştiğinde Küller de Bitişir!

Unkapanı ~ Kadir Has Üniversitesi’nden Fener’e… Balat’tan Ayvansaray’a…

Dünkü 13,5 kilometrelik Moda Sahili-Kalamış Marina-Fenerbahçe Parkı yürüyüşünden sonra güneşe uyandığım bu sabah kesin pestil gibi hissederek kalkardım inancı hâkimdi. Ancak hava o kadar güzel ki gel bana gel diyor ve beni sokağa çağırıyor. Sanırım beni dışarıya çıkarabilecek tek enerji var; o da çocukluğumda anneannemin elimden tutarak konu komşu ziyaretlerine götürdüğü ve şimdi aradan neredeyse kırk yıldan fazla zamanın geçtiği o semtlere geri dönmek, yine çocukluğumu yaşamak…

Zaman acımasız…

O çocuksu yıllarda pek de farkına varamadığım, ya da fazla önemsemediğim çevresel zenginlikler, tarih ve kültür anlayışı, bugün daha bir anlam taşıyor. Yılların kaybını nasıl kapatabilirim diye uzun zamandır planladığım o eski semtlere dönmek isteği acaba aradığımı bulabilecek miyim kurgusu ile bütünleşiyor. Tek kelimeyle yitiklik diyebilirim. Tek kötü taraf bu değil elbet. Aynı zamanda yaşanan acımasız bir kentsel değişim de o günlerin dokusunu geri getiremez artık.

Hedef Sırt Çantalı Egzersiz Bahanesiyle Çocukluk Yıllarıma Dönmek

Evet, çok özel bir şehir yürüyüş turu olacağına yürekten inandığım Fener-Balat Turu (Bizans Turu da denilebilir), bir taraftan yeni coşkunun vereceği güçle önceki günün yorgunluğunu silip atacak, diğer taraftan şüphesiz daha fazla bir bitkinliğe neden olacak. Yine de biliyorum ki bu yolculuk emsalsiz tükenmişliğe değecek.

Kendisi de özel albümlük bir program içeren bu turne mevzuunda çok istekli olduğundan, Eylem kızıma da teklif ediyorum. Onun profesyonel fotoğrafçılığı ile kadim sokakların, eski yapıların, yaşayan portrelerin, doğal mekânların daha renkli bir konsept kazanacağına kanaat getiriyorum. Ancak zamanlama konusunda sıkıntı olduğunu, elindeki senaryosunu tamamlaması gerektiğini söyleyip önerimi kibarca geri çeviriyor.

Eh, ne yapalım, biz de bir başka takvim yaprağını birlikte planlarız. Zaten bugün benim niyetim sadece çocukluğuma yürümek ve hemen her şeyi dışarıdan fotoğraflamak. Yani tarihi yapıların, müzelerin içerisine girecek, ziyaretlerde bulunacak değilim. Bu tür etkinliği, Eylem’in hatta diğer aile fertlerinin de katılabileceği bir kültür gezisi programı dâhilinde düşünebiliriz.

Maksat bir yandan da sırt çantalı yürüyüş egzersizi olsun…

Zira “GAZA GELDİM🚶: Doğada Tabana Kuvvet” turnelerime çıkmaya çok az zamanım kaldı. Antrenmanlarımın dozunu biraz daha artırmam gerekiyor.

Ayazağa’dan Hareket

Tabanlarımı çeviriyorum yola: “Zor çıkarsınız” kabilinden. Yaklaşık bir saat sonra bu serüven başlayacak ve “giren bir daha çıkamaz” tabelasını çakacaklar o sokağın köşesindeki taş yapının duvarına. Sanki göğsüme çakmışlar gibi duyumsayacağım. Canım acıyacak ilkin. Beni çok rahatsız edecek o çarpık yapılaşma, yeşil kıyımı, grileşme, trafik, karmaşa, kara kalabalıklarla birlikte gelen kültürel gerileme. Kıyı boyunca kocaman parkları yapmışlar yine de, sağ olsunlar. Nefes alınacak tek oraları kalmış işte. Şehir büyüdükçe kimliğini yitirmiş, küçülmüş. Ya bu semtler, ne kadar şaşırtıcı, hâlâ eskisi gibi… Sonra iyi de oldu diye düşüneceğim. Çocukluğumda getirildiğim çıkmaz sokak bunlar. O sokaklar benim. Ne diye çıkışa doğru manevra yapmak dururken daha da kalıp o yokuşlara tırmanmaya, o garabet sokaklarda kaybolmaya yelteneyim ki?

Ayazağa’dan 09:45’de kalkan ve sırasıyla Vadistanbul, Kağıthane, Silahtar, Alibeyköy, Eyüp, Feshane, Balat, Fener, Ayakapı’yı geçip Cibali mahallesinde bulunan Unkapanı-Kadir Has Üniversitesi durağında duran 41Y ile yolculuğum başlıyor. Hafta içi yoğunluğu sebebiyle herhalde otobüsüm buraya tam 45 dakikada gelebilmiş durumda. Zaten geçtiği durakları göz önüne alırsam pek de öyle az buz yol değil hani. Tam 47 durak!

Unkapanı

Durakta indiğimde hemen fark ediyorum ki hava iyice ısınacak. Önceki güne benzer güneşli bir hava beni bekliyor. Müjdeler olsun! Hemen sırt çantamın kenarına astığım emektar kepimi kafama geçiriyorum. Yürüyüşe başlamadan önce karşımdaki manzaraya, Haliç’e, Unkapanı köprüsüne, sonra arkamda görünen devasa binaya, Kadir Has Üniversitesi’ne doya doya bakıyorum… Çakıldığım nokta itibariyle kuzeyimde Haliç, doğumda Unkapanı, batımda Küçükmustafapaşa ve arkamda, yani güneyimde Zeyrek var.

Güne türbe ile başlayınca işler tıkırında mı gider?
[📷 Şeyh Ahmet Buhara Türbesi, Cibali, (Nisan 2017).]

Tarihi Bizans surlarının hemen ardındaki sokaklara bir an evvel dalmak için sabırsızlanıyorum. Yürüyüşüme otobüs durağının gerisindeki Fukara Babası Sokak’tan başlayabilirim. Yahu, diyorum, şu bizim millet gibisi yok, ne acayip sokak isimleri buluyorlar, sanki ad kıtlığı var. Belki tarihçesi vardır bu sokağın, ama 150 metrelik sokağın tarihi olsa ne olur? Neyse eğlendirici kısmı geçiyorum. Karşıma Şeyh Ahmet Buhara Türbesi (*) çıkınca ciddileşiyorum. Ben ne zaman sokak ortasında bir türbe, bir yatır görsem yüzüm gerilir, ciddi bir hal alır.

(*) Şeyh Ahmet Buhara, III. Murat devrinde (1574-1595), Buhara’dan gelmiş bir Nakşi Şeyhi. Bu tekkede yaşamış ve 1586 yılında burada vefat etmiş.

Sanki tekkeli Makedonya’da yürüyüşteyim
[📷 Nalıncı Mehmet Mimi Türbesi, Cibali, (Nisan 2017).]

Üsküplü Caddesi’ne doğru dönüp yoluma 50 metre devam ettiğimde solda bu kez Nalıncı Mehmet Mimi Türbesi (*) ile karşılaşıyorum. Tamam diyorum bu sokak zamanın tekkelerinin olduğu sokakmış.

(*) Bergamalı olan Nalıncı Mehmet Mimi Dede’nin asıl adı Muhammed Mimi Efendi’ymiş ve halk arasında daha çok Nalıncı Baba olarak anılırmış. 1592 yılında vefat edince padişah onun cenazesiyle bizzat ilgilenmiş. Kabri üzerinde bir kubbe, önünde de bir çeşme var.

Bu uzun yola neden Üsküplü Caddesi demişler Üsküplü Çakır Ağa Camisini görünce anlıyorum. Neredeyse yol boyuna yayılan Kadir Has Üniversitesi’nin binaları eskiden kendisi başlı başına bir şehir sayılan Tekel Cibali Tütün Fabrikası’nın restore edilmiş yapıları.

Cigara fabrikasından devşirme üniversite
[📷 Kadir Has Üniversitesi, Cibali, (Nisan 2017).]

Hemen burada Bostan Hamamı Sokağı’nın kesiştiği yerden ilerleyerek yürüyüşümü sürdürmek iddiasındayım. Zira bu sokaklar arasında kaybolmak harika bir duygu. Önünde sonunda alıp beni yine bir yerlere çıkartıyor. İşte şimdi Ogün Sokak’tan Nalıncı Kasım Sokağa çıkmış bulunuyorum. Tekrar karşımda üniversite ve içinde Rezan Has Müzesi’nin bulunduğu binalar grubu.

İnsan gerçekten hayret ediyor. Ben şahsen ediyorum yani. Sen kalk eski bir endüstri kuruluşunu, hem de o dev sanayii, kapsamlı bir restorasyon çalışmasıyla vasıflı bir eğitim kurumuna dönüştür! Aslında bu müzeye de geleceğim ve Urartu Takıları koleksiyonunu inceleyeceğim. Ama şimdi Cibali sokaklarında kayıp sırt çantalı filmimi çevirebilirim.

Cibali

[📷 Cibali Kapısı, Cibali, (Nisan 2017).]

Hiç anlayamadığım bir anda kendimi Seferikoz Sokağı’nda buluyorum. Oh, diyorum, istesem de böylesi olmazdı. Şimdi bir lokmayla birkaç lehte şeyi bir arada görme şansına sahip çıkabilirim. Önce Seferikoz Cibali Camisi’ni geçiyorum, hemen yanı başında komşu, (en sevdiğim sur kapılarından biri olan), Tarihi Cibali Kapısı. Eee, neredeymiş şu bizim Muammer (Karaca), Nejat (Uygur) ağabeylerimizin efsanevi karakolu bakiiim, diye kara kara düşünürken, aaa, meğer hemen bitişiğinde Kapı’nın fotoğraflarını almaya çalışırken yaslandığım, ve hatta gölgesinden faydalandığım yol üstü iki katlı şirin kafenin ta kendisi değil miymiş! Cibali Karakolu olmuş bugün Nevi Cafe

Güzel. Sırada ne var? Ohooo diye bir uzun soluk alıyorum, daha yeni başladım, tarihe geçecek bu turum, sabırlı ve sıhhatli ilerleyiş şart. Gibi bir sürü tümceleri dizerek konuşuyorum kendimle. Gören sırt çantalı zırdeli der. Kimin umurunda? Benim değil şahsen. Zaten suçlusu bu tarihi semtler, o kadar camiyi, kiliseyi, tekkeyi, türbeyi, sinagogu topla hepsini bu Haliç boyuna serpiştir. Olacak iş mi?

Fener

Misal şu anda Fener semtindeyim ya… Bir yanında Cibali, diğer yanında Balat… Bu semtin en kayda değer özelliği, Ortodoks mezhebinin merkezi konumundaki İstanbul Patrikhanesi’nin 17. yüzyıldan bu yana burada Ayios Yeoryios (Aya Yorgi) Kilisesi’ne yerleşmiş olması. Ayrıca şu anda, bir ara ana caddeye çıktığımda burun buruna geldiğim, tadilat altındaki, Bulgar (Stefan Sveti) Kilisesi, sonra diğerleri, Dimitri Kantemir veya Vlah Sarayı, Kanlı Meryem Kilisesi veya Panayia Muhliotissa Kilisesi, Tur-i Sina (İoannes Prodromos Kilisesi), Kırmızı Mektep (Fener Rum Lisesi) ve Fatih döneminde yapıldığı sanılan Fener kapısı Mescidi semtin önemli yapılarından.

Adım adım hepsine bakacağım.

Bu arada Cibali Kapısı’nın solunda (Abdülezelpaşa Caddesi tarafından girişte) yer alan eski tarihi Sivrikoz Çeşmesi de yenilenmeden payını almış. Surların dokusuna pek yakışmamış doğrusu. Beğenmedim! İyi; nasılsa alıcı değilim, devam edelim. Ana caddeden yine içerilere, derinliklere dalıyorum. Sivrikoz Çeşmesi’nden hüzünle ayrılıp önce Cibali Şerefiye Sokak’ta, sonra Şerefiye Sokak’ta ilerliyor, en son Gül Cami Sokağına saparak yaklaşık 300 metrelik bir yolu kat etmiş bulunuyorum.

Oooo, portakalı soydum başucuma koydum… Hangi taraftan gitsem acaba?

Kiliseden devşirme cami
[📷 Gül Camisi, Ayakapı, (Nisan 2017).]

Bizans’ın gösterişli kiliselerinden biriyken (Aya –Hagia– Theodosia Kilisesi) fetihten sonra camiye çevrilmiş Gül Camisi’ne geldiğimde yapıyı hayranlıkla seyrediyorum. (*)

Doğu Roma İmparatorluğu döneminden kalma, taş ve tuğladan yapılmış mimarisiyle büyülüyor beni. Ah, şimdi içeri girip ortalığa bakmak varmış, diyorum esefle. Olsun bunu da yazdım bir tarafa. Şu toplu kültür gezisini sonbahara ertelemeden yapabilirsek ne âlâ. Yoksa hiç tasarlamadığımız bir anda araya yurtdışı turnesi girer, bu gezi de yatar!

Eğer ‘cemaatim’ gelmeyecekse ben de kendim giderim yahu…

İşte yine aynı şey oldu. Ben ne zaman kendisinden büyülenecek bir eser göreyim hemen hayallere dalıyor, kendimle konuşmaya başlıyorum… (Okuyucu kitle: lütfen mazur görünüz!)

(*) Turun sonrasında internette baktım. Gül Sokağı’nda bulunan bu cami, 9. yüzyılda da kilise olarak yapılmış ve Azize (Ayia) Theodosia’ya adanmış, hikâyesi bayağı acıklı, 15. yüzyıl sonlarında camiye dönüştürülmüş.

Gül Camisi’ni arkamda bırakıp ters bir açıyla Haraççıbaşı Sokak’tan Abdülezelpaşa Caddesi’ne çıkıyorum bir daha. “Gene mi sen!” Der gibi karşılıklı bakışıyoruz: cadde ve ben. Evet, ama bu kez senin için değil Aya Nikola için geldim diyorum. Sırıtıyor pis pis. Durup dururken bir cadde neden sırıtır bana, anlayamadım.

Ayakapı

[📷 Aya Nikola Kilisesi, Ayakapı, (Nisan 2017).]

Tabii baştan anlayamamıştım ama sonradan çözdüm meseleyi… Anlaşılan bu ana cadde üzerinde inşa edilmiş Ayakapı Noel Baba (Aya Nikola) Kilisesi, denizlerin koruyucusu olarak kabul edilen Aya Nikola’ya adanmış. Hani şu bizim Antalya Patara’dan hemşerimiz Aziz Nikola’ya. Sevgili cadde beni bir tanıdık sima ile buluşturduğu için gevrek gevrek sırıtıyormuş meğerse.

Sırada Fener Rum Patrikhanesi var. Dünya ortodoksluğunun merkezi olan bu patrikhane yaklaşık 500 metre ötemde. Sadık Ahmet Caddesi’ne kadar ana caddede yürüyorum.

Yol boyunca Bizans imparatoru Theodosius tarafından 5. yüzyılda yaptırılan ve fakat günümüzde her tarafı dökülen bakımsız SURLAR eşlik ediyor adımlarıma.

Çok eski tarihi yapılar
[📷 Ayakapı Hamamı, Ayakapı, (Nisan 2017).]

Bununla beraber surlarla adeta inatlaşan kapılar ve bunların arasında bölgeye de ismini veren Ayakapı Hamamı, 1852 yılında 3. Murat’ın annesi Nurbanu Sultan tarafından Mimar Sinan’a yaptırılan en önemli eserlerden biri olarak duruyor. Kim bilir belki de kendi kendilerini korumaya almış bu yapılar tarihle oyun oynamaya devam ediyordur.

Semtin bütün kutsal varlıkları buraya toplanmış
[📷 Aya Yorgi Patrikhanesi, Fener, (Nostalji Arşivi).]

Dr. Sadık Ahmet Caddesi üzerindeki Aya Yorgi Patrikhanesi’ne gelince heyecanım daha da artmaya başlıyor. Ne ilginç! Sanki Türkiye’deki kiliselerin en muhteşem, en abidemsi olanları Fener semtinde toplanmış.

Ayasofya’nın camiye çevrilmesinin ardından Ortodoksluğun merkezi birkaç defa yer değiştirdiğinden Patrikhane, o Manastır bu Manastır derken en son bugünkü yeri olan Fener’deki Ayios Yeoryios Manastırı’na yerleşmiş ve bugün faaliyetlerini buradan sürdürmekte olduğu anlaşılıyor.

1720 yılında bazilika tipinde inşa edilmiş Aya Yorgi Kilisesi ise beni azıcık hayal kırıklığına uğrattı diyebilirim. Tıpkı milyonlarca Ortodoks’u temsil eden bir Patrikhane’nin minyon bir binaya sıkıştırılması gibi. Kilise, gördüğüm kadarıyla, maalesef mimari açıdan hiç de gösterişli bir bina değil. Ancak içerisinde patrik tahtı, üç mozaik, Kudüs’te İsa peygamberin bağlanarak kırbaçlandığı kabul edilen sütun ve üç azizeye ait sandukalar gibi çok değerli eşyalar barındırdığı söyleniyor. İçeriyi görmeden bir yorumda bulunmam yanlış olur.

Arayıp da bulamadığım

Semt gibi semt, sokak gibi sokak yani….

Bir taraftan da bu ülkede tarihi değerleri, antik eserleri, kültürel mirası koruyamama hastalığına bir ateist olmama rağmen çok daha fazla içerliyorum, üzülüyorum. Gerçi kültürel değerlere sahip çıkıp çıkmamanın ateizmle uzak yakın bir ilişki yok. Hani okurken, adama bak, hem dinsiz hem de dini eserlere bir dindardan daha fazla sahip çıkıyor, gibisinden bir tartışma başlatabileceklere ikaz olsun diye not düşmek istedim. Yoksa beni tanıyanlar bilir. Benim dindar insanlarla bir sorunum yoktur. Dine inananlara saygı duyulur. Sorun dinin devlet eliyle kurumsallaştırılması sorunudur. Yoksa özgür bireyler neye inanırsa inansın, inancı nedeniyle hiçbir surette yargılanamazlar, yargılanmamaları gerekir.

Bu ateist de olsa böyle. Ama gelin görün ki Fener semtinin tarihi dokusu yıllar içerisinde ama kasıtlı, ama başka bir nedenle hep hüsrana uğratılmış.

Sokaklarında, caddelerinde özgürce dolaşırken bunu hissediyorum. 1600’lü yıllardan itibaren Fener, patrikhanenin buraya taşınması sebebiyle Rum Ortodoks cemaatinin dini merkezi olmuş. Dolayısıyla o dönemde inşa edilen görkemli binalara orijinal kalıpları içerisinde, tahrip edilmemiş halde, bugün de rastlıyor olsaydık fena mı olurdu? Hakikaten çok üzücü.

Canlı açık-hava müzesi gibi sokaklar

Bu bölgenin bir zamanlar ne kadar zengin olduğunu sokaklarında gezerken hayal etmek çok zor. Büyük köşklerin, ihtişamlı binaların artık çoğu yok ya da karanlık bir şekilde yıkılmayı bekler vaziyette. Güya Unesco burayı koruma altına almış. Eh biraz umut var demektir ama bakalım nereye doğru uzanacak bu umutlu gidişat?

Patrikhane’den ayrıldıktan sonra Fener sokaklarında yürümeye devam ediyorum. Yaklaşık yarım saatlik bir zaman diliminde ne kadar çok şey görmüş gibi hissediyorum. Aslında dışarıdan gözetleme olduğu için yarım yamalak bir hissi verse de idmanın reçetesini bozmamam bakımından güzel bir turne olarak geliştiğini söyleyebilirim.

Şimdi sırasıyla Dimitrie Cantemir Müzesi’ne (Kantemiroğlu Sarayı kalıntıları), Sancaktar Yokuşu’na, Özel Fener Rum Lisesi (Kırmızı Okul)’a, Mesnevihane’ye ve Meryem Ana Kanlı Kilise’ye devam edeceğim.

Anneannemle birlikte gelirdim buralara. Bazen çok iyi hisseder Karagümrük’ten yürüyerek, geze geze inerdik yokuşları. Şimdi Haliç’ten Yavuz Selim’e, Atikali’ye, Karagümrük’e, Edirnekapı’ya aşağıdan yukarıya bakar gibi bakıyorum. Bu turun devamında o semtlerime de gideceğim. Çok uzun bir gün ve sırt çantalı yürüyüş idmanı olacak bugün.

Fener’den Balat’a

Şimdi Fener semtinden Balat semti istikametinde, Yıldırım caddesi üzerinde seyrediyorum. Sola giriş yapan birkaç sokağı geçtikten sonra Fener Kireçhane Sokak’tan içeri dalıyor ve Vodina Caddesi ile kesiştiği kavşaktan sağa dönüyorum. Az sonra muhteşem bir yokuşun beni beklediğini görünce gözlerim yerinden fırlıyor. Oh be diyorum, nerde kaldın sen, hep düzlük, hep düzlük, az biraz da tırmanalım, ha şöyle…

İşte nihayet karşımda Dimitrie Cantemir; ya da okuma şekliyle Dimitri Kantemir, Boğdan Prensi iken Boğdan voyvodası olan tarihte ender görülen çok yönlü bir karakter. Klasik Türk musikisine “Ebced” notasını ilave eden birisi olarak tanınmıyor sadece. Bilgin, mimar, haritacı, tarihçi, filozof, dil bilgini, sanatçı, siyasetçi. Kaldığı ev müzeye dönüştürülmüş. Görmekte fayda var. Bunu da listeme ekliyorum…

Şimdi tabana kuvvet biraz daha yukarılara tırmanacağım. Az ötede Tarihi Çeşme varmış. İlla bir çeşme göreceğim dersem, hem de bu Tarihi bir çeşme olursa, kat edeceğim asfalt yokuşa değer. Ama aklım biraz karışmıyor değil. Ben bayağı enteresan bir çeşme beklerken, bambaşka hüsran bir manzara ile karşılaşıyorum.

Neyse yapacak bir şey yok. Fener’in sembol çeşmesinden Fener Rum Lisesi’ne doğru geçerek yoluma devam ediyorum.

Tuğla renginde özel bir lise
[📷 Fener Rum Lisesi, Fener, (Nisan 2017).]

İşte daha aşağılarda ağır ağır ilerlerken gördüğümde muazzam bir Kilise binası diye öngördüğüm yapı, şu ‘Kırmızı Kale’ diye tanınan bina özel lise çıkmasın mı!  Meğerse burası ta 1881 yılında Pericles Demades adlı mimar tarafından yapılan “Fener Rum Lisesi” imiş. Okula girmek istiyorum. İstanbul’da böyle görkemli bir yapı ile şimdiye kadar hiç tanışmadım. Eğer izin verilirse içini muhakkak görmem lazım. Ama o gün bugün değil.

Başım arkada sürekli fotoğrafını çekiyorum Kırmızı Kale’nin. Böyle bir okulda üniversite eğitimi almak isterdim doğrusu.

Buradan ayrılıp takriben 200 metre kadar yürüdüğümde bir başka hüzünlü tablo ile karşılaşıyorum. Resmen içim burkuluyor. Neredeyse 25 yıldır kapalı olduğunu öğrendiğim tel örgülü duvarlarla çevrili alanın içinde bir zamanlar kız öğrencilerin birbirleriyle şakacıktan itişip kakışmalarına, gülüşmelerine tanıklık etmiş Yuvakimyon Kız Lisesi’ni görüyorum. Bugün ıssız bir korkuluktan, viraneden, mezarlıktan farksız. Oysa bugün bir imkân yaratılsa yine ne çok güzelliğe imza atacaktır diye düşünmeden edemiyor insan. Gözümde canlandırıyorum, ortaokul ve lise çağındaki kızlar cıvıl cıvıl öğrenim görüyor, bahçesinde oyun oynuyorlar. Olamaz mı?

Yok, olmaz, biz de azınlıklara karşı beslenen o gizli düşmanlık yok mu? Biz zaten o hoşgörü kelimesini bile çoktan umutmuşuz. Hangi hoşgörü. Senden olmayanı katletme hoşgörüsü mü?

Ne yazık ki Fener sokakları acımasız tablolarla yüklü. Kim bilir Balat’ta, Ayvansaray’da nelerle karşılaşacağım. Kimsesizlik ve harabelik her köşeye sirayet etmiş. Gettolar oluşmuş. Duvarlarda gördüğüm o çirkin yazıları bile fotoğraflamak istemiyorum. Ne demek, “Burası bizim evler, değil mi babacığım?” Gizli gizli ağlayan bir semt var içinden geçtiğim. Öyle bir “müsamahakâr” toplum anlayışı var ki sokaklarda, neredeyse ne bir Rum, ne bir Ermeni, ne de bir Yahudi gerçeği bırakmamış. Rum kahvesinde bile Rumca konuşmaya korkuyorlar. Garip ama böyle.

Her Şeyin Bir İzi Vardı, Kalırdı
[📷 Mesnevihane, Fener, (Nisan 2017).]

Acının milada zerre etkisi yok. O buz kesen manzaranın ardından aheste adımlarla kafama göre yürüdüğüm yolun akışında karşılaştığım Mesnevihane (Fener Rum Lisesi’nin hemen arkasında) camisinin de hangi akla hizmet kirli beyaza boyandığını görünce şok oluyorum. Ne yapayım, başka söyleyecek bir söz bulamıyorum. Akıl almaz işler bunlar, ya nefti yeşile boyarlar, ya beyaza. Mimar Sinan’ın kemikleri bile sızlar böyle bir estetiği görünce. Bu şehir nerelere kaymış der kahrından.

Tevkii Cafer Mektebi Sokak’ta karşıma çıkan yapı Tevkii Cafer Camisi

Bir de devşirilmeyenler var
[📷 Meryem Ana Kanlı Kilisesi, Fener, (Nisan 2017).]

Neyse ki nadiren de olsa “hoşgörülük”ten kısmetini alanlar da yok değil. Tevkii Cafer Mektebi Sokak’taki Bizans döneminden kalma, Moğolların Meryem Ana Kanlı Kilisesi,  Fatih’in özel fermanıyla kilise olarak kalan ve camiye dönüştürülmeyen tek kiliseymiş. Gerçekten görmeye değer.

Şimdi düşünüyorum da ziyaret edilebilecekler listesindeki tüm bu yapılara uğramaya kalksak bir güne sığdırmak hiç kolay değil. Bu ‘ön keşif’ son derece faydalı oldu. Gelecek sefer mutlaka buna uygun bir planlama ile yola çıkmalıyız. Zira sokakların kıymeti ayrı, yapılarınki ayrı. Bunlara ilaveten benim bir de insan fotoğrafı, hayvan fotoğrafı hatta çiçek, ağaç, bitki örtüsü fotoğraf çekme hastalığı var ki bunların hepsi birleşince ortaya muhallebi tadında bir karışım çıkabiliyor. Ama zamandan çok yiyor, o başka.

Balat

Buradan sahile doğru inebilirim… Tevkii Cafer Sokak’tan Çimen Sokak’a kadar yürüyorum. Buraya kadar gelmişim. Bir de şu Yunus’un Evi de neyin nesiymiş diye merak içinde kalmayayım diye önünden geçeyim diyorum. Hımm, evet, enteresan… Listeye alıyoruz…

Şimdi Vodina Caddesine tekrar merhaba diyebilir, Metroloji Kilisesi’ni de yakından görebilirim.

Leblebicilerden Vodina caddesine doğru giderken kendimi bir anda Balat Çarşısı diğer adıyla Çıfıt Çarşısı’nın içinde buluyorum. Eski kültürü barındıran hala manifaturacı, kunduracı, kalaycı gibi mesleklerin hüküm sürdüğü bu caddede artık çok fazla Musevi kalmasa da o eski havasını koruyan bir çarşı.

Ancak Balat sokaklarında, mahallelerin iç kısımlarında da bayağı bir zaman geçirebilirim. Onun için fazla oyalanmayayım diye kendi kendime ayar veriyorum. Bir sağdan, bir soldan, bu sokak, şu sokak derken aynı yüzlerle karşılaştığım esnaf ağabeylerimle artık kanka olmuş gibiyim. Beni görüp tanıyanlar artık selam vermeye başladılar. Ama içim kafamdaki kepten, kepin arkasından dışarı sırıtan kılkuyruktan, 12,5 kilo civarında omuzlarıma bindirdiğim esmer sırt çantamdan dolayı rahat. Ayağımda bahar gelmesine rağmen bir türlü atmak istemediğim konforlu botlarım var. Yürükken gırç gırç asillik serpiyorlar etrafa. Aha, gezgin bu be ya, diyorlar. Yoksa emlakçı filan zannedip yolumu kesebilirlerdi.

Bu sokaklarda ne edebiyat yapılır ama!

Kim bilir kaç kez geçtim şu Tahta Minare Camisi’nin önünden. Ya da bana mı öyle geldi? Yok yok, caminin yanındaki Hamam’ı da görmüştüm. Üstelik kendimle tellak usulü dalga geçmiştim. Belli ki İstanbul’un en eski hamamlarından. Küçükmustafapaşa aynı zamanda bölgeye de adını veriyor. Kendi adı nereden geliyor derseniz, 2. Bayezid’in sadrazamı olurmuş kendisi. Hamama giren terlermiş. En iyisi mi bir dahaki sefere. Bu arada görebildiğim kadarıyla mekânın çatlak duvarları ve bakımsız hali gözümden kaçmıyor. Eminim hırsızlara gün doğmuştur. Duvarların üzerinde metal aksam bırakmamışlar ve sonuç, buralardan hep bitkiler, ağaçlar çıkmaya başlamış.

Tamam, burada yine bindirmeyeceğim tarihi eser düşmanlarına. Onlar boyunları altında devrilsinler deyip geçeceğim sadece.

Şu anda karar verme aşamasındayım. Parka gidip biraz deniz havası mı alsam, yoksa Balat’a doğru mu uzasam? İkincisi daha ağır basıyor. Hadi bakalım diyorum, pergelleri açarak sinagoglar bölgesine hızla ilerliyorum.

Elde yelpaze semtler arasında
[📷 İsmet Efendi Tekkesi, Balat, (Nisan 2017).]
[📷 Tenhalaşmış Telaşsız Balat Sokakları, (Nisan 2017).]
[📷 Balat’ta Dolambaçlı Sokaklar, (Nisan 2017).]

Sefarad ve Klezmer Sedaları Altında Ziyarete Kapalı Sinagoglar

Eski zaman İstanbul’unda ağırlıklı olarak Musevi cemaati mensubu kişilerin yaşadığı Balat’a giriş yapıyorum. Aslında Dimitri Kantemir Müzesi’ne gelirken önünden geçmiştim Ahrida Sinagogu’nun. Yoksa değil miydi? Ama sanki öyleydi. Şimdi soruyorum birine, ileride diyor yolu tarif ediyor. Hadi bakalım hayırlısı diyerek, Vodina Caddesi boyunca ilerliyorum. Ah evet, göründü işte. E, peki öteki neyin nesiydi? O da bir sinagogdu, eminim.

Neyse Ahrida Sinagogu’na şöyle dışarıdan biraz baktıktan sonra, insanları da fazla huzursuz etmeden, bir diğerine, Yanbol Sinagogu’na doğru ilerleyişimi sürdürüyorum.

Bu arada Ahrida Sinagog’un hemen çaprazındaki, Sultan Çeşmesi Caddesi’ndeki sıradışı kafe Derviş Baba Kahvehanesi’nin dışarıdan görebildiğim kadar iç dekorasyonu müthiş, dış tabelası oldukça ilginç: “Deliler, Abdallar, Meczuplar, Âşıklar Kahvesi”. Burası tam benlik bir yermiş meğer. Eşrafımı da alıp geleceğim ‘tercihli’ mekân olarak listeme not alındı.

Mucizeler peşinde kadrajıma takılanlar

Balat’tan görüntüler…

Aslında buradan ilerleyebilirken aklım şu sinagog da kaldığından bir defa daha bakabilirim, niye olmasınlar, deyip U-dönüşü ile gerisin geriye dönüyorum. Harbiden enteresan. Ama sanıyorum buraya giriş biraz zahmetli. Öyle bir havası var sanki. Araştırır öğrenirim düşüncesine dalmış bir halde diğer sinagogun olduğu yere doğruluyorum. Aralarında sadece iki elektrik direği mesafesi var. Yani 25 metre kadar. Eskiden böyle ölçümlerdim sokakları. Ama bu sefer şaka yapıyorum. Kesin az biraz 100 metrenin üstünde. Neyse ne, elimde mezura yok, ölçüp biçecek değilim, Google Map’a bakarım sonra, diyorum.

“Bir Şuh-i Sitemkâr Yine Saldı Beni Derde”
[📷 Meyhaneleriyle de ünlü Balat, (Nisan 2017).]

Şehri turist gibi değil de bir gezgin gibi gezince insan, daha farklı duygular içerisine girebiliyor. Şu tarihî sokaklar arasında kaybolmak, yine kaybolmak istiyor. Balat bu açıdan canlı bir plato. Geçmişten gelen tarihsel dokusuyla, kâgir, cumbalı evleriyle, zaman zaman TV dizilerine, film setlerine ev sahipliği yapmış mekânlarıyla buyur ediyor beni kendisine. Her ne kadar kendilerinden pek yaşayan büyük bir kütle kalmamışsa da Musevilerin izleri tamamıyla silinmemiş. Yapılara, şu olağanüstü mimariye baktıkça ağzım hayretler içerisinde açıldıkça açılıyor. Vay canına, diyor insan, kendinden geçerek. Benzerlerine Ortaköy’de de, çocukları ziyarete gittiğim zamanlarda, tesadüf eder, fotoğraflamak için en uygun anı yakalamak isterdim.

Yalnız beni şaşırtmayan bir şeyle karşılaşıyorum. Bizim kültürden yoksun bazı insanlarımız bu evleri modernleştireceğiz derken o mimari dokuya konduruvermişler pe-ve-ce ve alüminyum doğramaları, acayip çirkinleştirmişler konutları farkında değiller, bazıları ise o kadar bakımsız kalmış ki resmen dökülüyor. Zaten insan Fener’dengelip Ayvansaray’a doğru yürümeye başlayınca semtler arasındaki o sınıfsal farklılıkları da yakalayabiliyor.

Fener, zamanında ne kadar varlıklı ailelerden oluşmuşsa, Balat da o kadar yoksul bir çevreye ev sahipliği yapmış. Fakirliğin diz boyu olduğunu bugün de görebiliyorum. Binalara, binalardan sokaklara, sokaklardan esnaflara kadar yansıyor bu tayf. İster istemez aklıma takılıyor: nasıl becermişler diyorum, şu eskilerin insanları, yani Müslüman kitle, Ermeni’siyle, Rum’uyla, Yahudi’siyle dinler ve inançlar dünyasının birbirine zıt halkları, nasıl hep bir arada yaşamayı, aynı mahallelerde oturmayı, aynı okullara gitmeyi kıvırmışlar? Bununla da kalmamışlar birbirlerinin bayramlarını da kutlamışlar. Şeker ve Kurban bayramı dememişler sadece, Paskalya da kutlamışlar, Yom Kipur’u da, Pesah’ı da, Sukot’u da, Yeni Doğuş Yortusu’nu da, Surp Zadik’i de hep birlikte kutlamayı becermişler.

Akşam sefasına meyhane, gündüz niyetine kahvehane

Fatih Belediyesine bağlı Mahmut Celalettin Ökten Parkı’nda kahve molasına ‘hayır’ diyemeyeceğim.

Düriyem’in Güğümleri Kalaylı

Lavanta Sokak’tan Düriye Sokak’ sapıyor, Kamış Sokak’taki ermeni Surp Hreşdagabet Kilisesi’ne ulaşıyorum. Burada biraz oyalanıp Hacı İsa Mektebi Sokak’tan Çavuş Hamamı Sokağı’na, oradan da Mahkeme Altı Caddesi’nden Ferruh Kâhya Sokak’a yürüyüp semtin başlıca camisi sayılan ve Mimar Sinan’ın eseri olan Ferruh Kethüda Camisi’ne (*) yaklaşıyorum. Yine içeri girmiyorum tabii, fakat gittikçe uzayan listeme ilave ediyorum onu da.

(*) Bahçesinde havuzu, arka duvarında da güneş saati olan caminin avlusu zamanında Yahudiler için Balat Mahkemesi’nin de kurulduğu yermiş.

Ferruh Kethüda Camisi’nin yakınındaki kadın ve erkekler için ayrı bölümleri olan Çavuş Hamamı’nda hamam sefası yapılabiliyormuş. Daha önce önünden geçtiğim Vodina Caddesi’ndeki Tahta Minare Hamamı’nda ise kadın ve erkek ziyaretçileri ayrı zamanlarda ağırlanıyormuş.

Balat sokaklarını arşınlamaya devam…

Tekrar Mahkeme Altı Caddesi’ne çıkıyor, Kırkambar Sokağı’na doğru ilerliyorum. Yolumun üstünde Rum Ortodokslarının Panayia Balino Kilisesi’nin önünden geçiyorum. İçerisini dışarıdan görmek mümkün değil. Listem kabarıyor…

Az ilerisindeki Aya Tanaş Rum Kilisesi’nin etrafında biraz soluklandıktan sonra Panayia Vlaherna Ayazması’nı da görmek için Mustafa Paşa Sokak üzerinde etrafıma bakına bakına yürümeye devam ediyorum.

Haliç Sahili

[📷 Haliç Köprüsü, Ayvansaray, (Nisan 2017).]

Bir süre sonra bu muhteşem yapıları ardımda bırakarak Balat Park’ına geçiyor ve Haliç Köprüsü’nü fotoğraflıyor, karşı kıyının yeşilliklerine bağlar kuran mavilikleri alabildiğine seyre dalıyorum.

Bu arada az önce çevresinden dolandığım ve bugün adı “Özel Balat Hastanesi” olarak geçen, Or-Ahayim Yahudi Hastanesi, bir zamanlar Yahudi balıkçıların mekânı ve Haliç kıyısının en güzel noktalarından birisi olduğunu da eklemeliyim.

Artık kıyı kıyı Kadir Has Üniversite’sinin olduğu durağa kadar ağır aksak adımlayışlardan tempolu idman yürüyüşüme geçebilirim. Saatim 11:30’u gösteriyor. Herhalde bir 45 dakikalık yürüyüşten sonra üniversite karşısındaki Özlem Park’ta olur ve orada yine Altın Boynuz’u seyre dalmışken, Fatih~Edirnekapı macerası öncesi, şöyle lokum gibi bir dinlence ikram edebilirim kendime diyorum.

(*) 1930′lu yıllardan sonra semtin Haliç kıyısı fabrikalarla dolmuş, ancak bu yapılar 1984-1989 arasında İstanbul Büyükşehir Belediye başkanlığını yapan Bedrettin Dalan tarafından yıktırılarak bugünkü sahil yolu açılmış.

Ayvansaray’dan Unkapanı’na Başlangıç Noktasına

[📷 Golden Horn]
[📷 Burası Agora Meyhanesi, burada yaşanır aşkların en şahanesi…]
[📷 Altın Boynuz kıyıdan…]
[📷 Tur-i Sina Mescidi, bitişiğinde Karaköy Kahvesi ve Tadilat gören Bulgar Kilisesi…]
[📷 Camhane, Fener İskelesi ve Haliç…]
[📷 Şair Nedim Parkı’ndan “Fener” manzaraları…]
[📷 Karşıya geçip Fener sokaklarına dalıyorum tekrar…]
[📷 İnsan bir türlü kopamıyor buradan… Vuruyorum kendimi iç kısımlara doğru…]
E, artık gerçekten mola zamanı…

Ve mola sonrası:

12:30 gibi sırt çantamı ivedilikle toparlıyorum. Denize karşı bir şeyler atıştırmak harikulade bir duygu. Yaklaşık 2 saatlik sokak gezginliği serüveninden sonra, Fener ve Balat’ın muhteşem tarihi dokusuna, çektiğim sayısız fotoğraflarla İstanbul albümüme konu olan köşelerine, Fener, Balat, Ayvansaray & Cibali’ye veda edip bugünkü son durağım, şehrin altıncı tepesi Edirnekapı’ya doğru yola çıkıyorum.

Veda ederken aklımda yine çocukluğumun o muazzam semtleri ve hatıraları…
[📷 Üsküplü Çakır Ağa Camisi, Cibali, (Nisan 2017).]
[📷 En sevdiğim sur kapılarından biri olan Cibali Kapısı, (Nisan 2017).]

Belleğimdeki o çocukluğumun muhteşem semtleri, mahalleleri ve hatıraları devam edecek…

TUR ile İLGİLİ DETAYLAR

Tur Tarihi: 27.04.2017; Perşembe

ROTA: Beşiktaş >> Fener >> Balat >> Ayvansaray

Güzergâh seyri: Beşiktaş >> (Unkapanı) Kadir Has Üniversitesi >> Üsküplü Caddesi >> Seferikoz Sokak >> Cibali Kapı >> Şerefiye Sokak >> Gül Cami >> Vakıf Mektebi Sokak >> Aya Nikola Rum Ortodoks Kilisesi >> Abdülecel Paşa Caddesi >> Fener Rum Patrikhanesi >> Yıldırım Caddesi >> Dimitrie Cantemir Müzesi >> Sancaktar Yokuşu >> Mesnevihane >> Tevkii Cafer Mektebi Sokak >> Meryem Ana Kanlı Kilise >> Çimen Sokak; Panagia Paramythia Kilisesi >> Vodina Caddesi >> Metroloji Kilisesi >> Tahta Minare Camii >> Tahta Minare Hamamı >> Ahrida Sinagogu >> Yanbol Sinagogu >> Hacı İsa Mektebi Sokak >> Feruh Kethüda Camii >> Mahkemealtı Caddesi >> Mustafa Paşa Bostanı Sokak >> Panayia Vlaherna Ayazması >> Ayvansaray Caddesi >> Balat Parkı >> Rum Kilisesi >> Agora Meyhanesi; Bulgar Kilisesi >> Camhane >> Özlem Parkı…

Turun niteliği: Günübirlik tarihi semtler etkinliği ve sırt çantalı idman yürüyüşü

Tur mesafesi: 29 km

Yürüyüş mesafesi: 8 km

Toplam kat edilen araç mesafesi: 21

Kullanılan ulaşım aracı: İETT Otobüs

Toplam tur zamanı: 3 saat (09:30~12:30)

Toplam yürüyüş zamanı: 2 saat 15 dakika

YAPILAN HARCAMALARIN DETAYI

Ulaşım: 2,30 TL

Yeme-içme: Kişisel “Beslenme Sepeti”

Diğer: 1,00 TL

Toplam Masraf: 3,30 TL

Bir sonraki Fatih, Karagümrük & Edirnekapı” serüveninde görüşmek üzere; sevgiyle kalın,

Gezenti Şeref

***…***

(*) Önceki Makale: “Takvimler Değişse de Kalamış’ta Fenerbahçe’de Huzur Değişmez

(*) Sonraki Makale: “Çocukluğum Ayrılmıyor Sezinden Gençliğim Dönüyor Eski Semtlerimden

>>> [iÇERİK dİZİNİ]

error: Content is protected !!